27 Ağustos 2021 Cuma

Sonunda IMF parası geldi!

 

Sonunda IMF parası geldi!

Mustafa Durmuş

27 Ağustos 2021




Türkiye’ye bu hafta IMF’nin Özel Çekme Hakları adı da verilen 6,4 milyar dolar karşılığı SDR (1 SDR= 1.419 $) yani IMF parası geldi ve bu para Merkez Bankası bilançosunda yerini aldı.

Bunun Türkiye ve dünya ekonomisi için ne anlama geldiğini yorumlamaya çalışalım.

Bilindiği gibi, IMF 1969 yılında üye ülkelerin rezerv pozisyonlarını destekleme gerekçesiyle SDR’yi yarattı. Böylece IMF üyesi ülkeler, IMF'deki kotaları ile doğru orantılı olarak, bu uluslararası rezervden yararlanabiliyorlar.  Böyle olunca da, aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi üyelere yapılan tahsisat eşit olmuyor.



Özetle IMF, ihtiyaç doğduğunda parasını (SDR) üyelerine dağıtmakla yükümlü. Yani Türkiye’ye gelen bu para Türkiye için yaratılmış özel bir imkânın kullanılmasının ya da ülkenin IMF ile “iyi” ilişkilerinin bir sonucu değil.   

Nitekim bu yıl toplamda 650 milyar doları bulan bu dağıtımın 275 milyar doları tüm azgelişmiş ve yükselen ekonomilere yapıldı.(1)  Türkiye’nin kotası yüzde 1 civarında olduğu için de kendisine tahsis edilen miktar 6,4 milyar dolar oldu.

Dağıtım adaletsiz

Ancak son dağıtımdan dünyanın gelişkin ülkeleri kategorisinde yer alan 40 ekonomisi yüzde 58 pay alırken, kalan 150 azgelişmiş ve yükselen ekonomiye toplam 275 milyar doların düşmesi (yüzde 42) , en az gelişmiş, yani en yoksul ülkelere verilenin ise sadece 21 milyar dolarda kalması büyük bir adaletsizlik. Üstelik böyle bir fonlamanın faizinin sadece yıllık yüzde 0,05 olması gelişkin ekonomilerin ne denli ucuz bir kaynak kullandığını da ortaya koyuyor.

Diğer yandan IMF, Kovid-19 salgını sonrasında azgelişmiş ülkelerin ekonomik olarak toparlanabilmeleri için 450 milyar dolarlık bir finansmana ihtiyaç olduğunu öngörüyor. (2)

Ortada neredeyse sıfır maliyetli bir kaynak dururken, hem aşıya erişim hem de ekonomik sıkıntılarını aşma anlamında,  bu kaynağın en çok ihtiyaç duyanlara değil de, bugünlerden sorumlu olan, tuzu kuru ekonomilere dağıtılmasının kapitalizmin tipik adaletsizliklerinden biri olduğu açık.

Diğer taraftan eğer böyle fonlar artırılmazsa, yoksul ülkeler başta olmak üzere azgelişmiş dünyada sadece salgından değil, artan ekonomik sıkıntılardan dolayı yüzbinlerce insanın öleceği öngörülüyor. Zira resesyonlarla ölüm oranları arasında doğrudan bir ilişki olduğu bilimsel olarak kanıtlanmış durumda.

Bu nedenle de aralarında Oxfam ve Uluslararası Af Örgütü gibi örgütlerin de bulunduğu çok sayıda örgüt IMF’nin bu tahsisatının 3 trilyon SDR’ye (4,3 trilyon dolar) çıkartılmasını talep ediyor. (3)

Daha elverişli bir kaynak ancak…

Gelelim Türkiye tarafına.

Gelen SDR’ler T.C. Merkez Bankası’nın (MB) brüt döviz rezervlerini artıracak. Ancak bankanın net döviz rezervlerinde belirgin bir artışın olması beklenmiyor zira paralel biçimde bankanın döviz yükümlülükleri de artıyor.

Ülke ekonomisi açısından bu para neredeyse sonsuz vadeli, kolayca dövize çevrilebilir ve kura müdahale amaçlı olarak kullanılabilir nitelikte ve çok daha düşük maliyetli olduğundan döviz rezervlerini artıran diğer operasyonlara (örneğin döviz swaplarına) göre bu işlem çok daha elverişli.

Ancak hem gelen tutarın ülkenin ihtiyacının çok altında olması, hem de bu operasyonun piyasalarca daha önce fiyatlanmış olmasından dolayı, döviz kurunun sert biçimde gerilemesi söz konusu değil. Nitekim doların kuru bu (başka faktörlerle birlikte) ancak 8.50’nin altına gerileyebildi, 8.38-8,50 bandında gezinmeyi sürdürüyor.

Dış borçlanmayı kolaylaştırabilir ama bu sadece bir sorun ötelemesidir

Diğer yandan bu para, Merkez Bankası bilançosuna bir makyaj gibi de olduğundan, dış borçlanmayı kolaylaştırması beklenebilir. Ancak dünyanın neredeyse en yüksek borçlanma maliyetleriyle dışarıdan borçlanabilen, yüzde 63’lük bir dış borç stoku /GSYH oranı ile benzer büyüklükteki ülkeler içinde en yüksek dış borç stoku rasyosuna sahip bulunan bir ülke için, böyle ilave bir borçlanma kolaylığı dış borç geri ödeme sıkıntının ötelenmesinden başka bir anlam taşımaz.

IMF’nin üyelerine dağıttığı SDR 60 yılda 49 kat arttı!

Daha önce de vurgulandığı gibi, IMF bu parasını, ihtiyaç halinde, üyelerine dağıtmakla yükümlü. IMF geleneksel olarak bu dağıtımı: “Uzun dönemde küresel rezerv ihtiyacını karşılamak, güveni tesis etmek, ulusal ekonomilerin dayanıklılığını ve istikrarını sağlamak” amacıyla yaptığını ileri sürse de, aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi (4), bu dağıtılan miktardaki hızlı artış başka nedenlere işaret ediyor.

Küresel kapitalizmin içine girdiği krizlerin daha da sıklaşıp derinleşmesi bu nedenlerin başında geliyor. Nitekim 2008 Finansal Krizi sonrasında ortaya çıkan Büyük Resesyon’dan çıkabilmek için üye ülkelere 182,7 milyar SDR (yaklaşık 259 milyar dolar) dağıtıldı.

Kovid-19 Salgını ise küresel kapitalizmi 2008 krizinden çok daha derin bir krize soktu ve iki yıla yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen bu salgının neden olduğu ekonomik krizden hala çıkılamadı. Virüs yeni varyantlarıyla ekonomileri sarsmaya devam ediyor.

Bu da hükümetlerin sağladığı onlarca trilyon doları bulan parasal desteklerin yanı sıra Dünya Bankası ve IMF desteğini de zorunlu kıldı. IMF son 11 yılda bu desteği üç kata yakın artırarak 650 milyar dolarlık tarihsel büyüklükte bir SDR dağıtmaya başladı. Ancak (yukarıda da vurgulandığı gibi) bunun en az dört katının gerekli olduğu belirtiliyor).

Öyle ki küresel çapta yapılan bu dağıtım her yıl arttı, zira ihtiyaç arttı. 1970-1972 yılları arasında sadece 9,3 milyar SDR olan bu dağıtım, 2021 yılında 456,5 milyar SDR oldu. Yani son 60 yılda dağıtımda 49 kat artış söz konusu.

IMF kârlı bir sermaye birikiminin sürmesi için dişlileri yağlıyor

Bu durumu, “IMF’nin yardımseverliğinin arttığı” değil, “kapitalizmin içinde düştüğü bunalımın giderek derinleşmekte olduğu” şeklinde yorumlamak daha doğru olur.

Kısaca IMF bu çaptaki bir parayı küresel kapitalist sistemde para akışının sıkıntıya girmesini önlemek (dolayısıyla da kârlı bir sermaye birikiminin kesintisiz sürmesini sağlamak), yani kapitalist makinanın dişlileri yağlamak amacıyla yapıyor.

Diğer taraftan, dünyadaki ve Türkiye’deki son orman yangınları ve su baskınlarından da net olarak görüldüğü gibi, bu felaketlere yol açan asıl faktör olan iklim değişikliği yüzünden kapitalizm; bir yandan kendi ekolojik sürdürülebilirliğini yok ediyor, öte yandan da küresel ekonomiyi ayakta tutabilmek için giderek çok daha fazla parasal kaynak kullanmak zorunda kalıyor.

Sonuç: “Tavşana kaç, tazıya tut”

Üstelik IMF’nin, bilançolarını güzelleştirsin diye bu çapta bir parasal desteği verdiği Merkez Bankaları uyguladıkları para politikalarıyla iklim değişimine neden olan sektörleri ve faaliyetleri fonlamaya devam ediyor. (5)

Özcesi IMF “tavşana kaç, tazıya tut” diyor. Bir yandan iklim değişikliğine karşı uyarılarda bulunuyor, salgından etkilenen ekonomilere destekte bulunuyor, diğer yandan ekolojiyi yok eden kapitalizmin sürmesi için elinden geleni yapıyor.

Bir yandan fosil yakıt üretiminin kısıtlanarak karbondioksit emisyonunun hızla azaltılması gerektiğini söylüyor, diğer yandan bu faaliyetlere ve sektörlere devasa sübvansiyonlar veren, parasal genişleme politikalarıyla bunları fonlayan ulusal merkez bankalarına SDR desteği sağlıyor.

Bir yandan devasa büyüklükte  kaynak dağıtıyor ama bu kaynakları asıl olarak gelişkin ekonomilere verdiğinden, küresel eşitsizlikleri daha da derinleştiriyor.

Bu da uluslararası finans kapital ve ABD gibi emperyalist devletlerin güdümündeki bu kurumların gerçekte dünyanın yoksullarını, ezilenlerini düşünmediklerini, sistemin kurumakta olan dişlileri yağlamaktan başka bir işe yaramadıklarını ortaya koyuyor.

Böyle bir gidişat, ekonomik ve ekolojik çöküşle birlikte, ekofaşizm ve barbarlıkla sonuçlanabilir. Bunun önüne ancak antikapitalist, antiemperyalist bir sol program ve bunu hayata geçirmeye kararlı bir politik irade, örgütlenme ve mücadele ile geçilebilir.

Dip notlar:

(1)    https://www.imf.org/pr21235-imf-governors-approve-a-historic-us-650-billion-sdr-allocation-of-special-drawing-rights (2 August 2021).

(2)    Wealthy nations under pressure to pass IMF stimulus on to poor countries, https://www.ft.com(25 August 2021).

(3)    https://cepr.net/press-release/as-imf-allocates-650-billion-worth-of-special-drawing-rights-economists-say-more-will-be-needed (23 August 2021.

(4)    https://www.imf.org/en/About/Factsheets/Sheets/Special-Drawing-Right-SDR (5 August 2021).

(5)    David Turnbull, Central Banks Still Fueling Climate Crisis: New Report,  OilChange International, www.priceofoil.org (24 August 2021).

 

 

22 Ağustos 2021 Pazar

İklim krizi gelir eşitsizliği ilişkisi

 

İklim krizi gelir eşitsizliği ilişkisi

Mustafa Durmuş

22 Ağustos 2021



İklim değişimi hali hazırda gerçekleşiyor, doğa adeta “yeter artık” diye isyan ediyor. İklim bilimciler, kendini aşırı sıcaklar, kuraklıklar, fırtınalar, orman yangınları ve su baskınları/seller olarak gösteren iklim değişikliğinin temel nedeni olarak; atmosferdeki insan faaliyetleri kaynaklı sera gazı emisyonlarının (özellikle de karbondioksit gazının /CO₂)  artık sürdürülemez boyutlara erişmesini gösteriyor.

Ancak sera gazı emisyonuna neden olan insan kaynaklı fosil yakıt kullanımı küresel ısınma hikâyesinin sadece bir kısmı. Gezegenimizin ısınmasının Güneş sistemi ve doğal enerji akımlarıyla doğrudan ilişkisi var. Doğal enerji akımlarına müdahale eden kapitalist üretim ve tüketim biçimleri ise gezegenin bir iklim kriziyle sonuçlanacak biçimde daha fazla ısınmasına neden oluyor.

Güneş sistemi ve doğal enerji akımları

Geçtiğimiz günlerde K. Trenberth adlı bir iklim bilimci bu konuda önemli bir makale (1) yayınladı. Bu çalışmaya göre; Güneş, dünyayı 173.600 terawatt (12 sıfır) sabit bir enerji akışıyla düzenli olarak radyasyona tabi tutuyor. Ancak bu enerjinin yaklaşık 460 TW’ı hariç neredeyse tamamı uzaya geri dönüyor.

İşte gezegenin karşı karşıya kaldığı ısınma sorunu bu kalan 460 TW enerji ile ilgili. Bu fazla enerji atmosferdeki sera gazları tarafından hapsedilirken,  gezegeni ısıtıyor. 460 TW enerji küçük gibi görünse de bunu ısı, sanayi ve ulaştırma araçları dâhil olmak üzere dünya çapında kullanılan 19,5 TW’lik toplam enerji miktarıyla (2018)  kıyasladığımızda pek de küçük olmadığı ortaya çıkar.

Doğal enerji akımına kapitalist müdahale

Kısaca, içinde yaşamakta olduğumuz kapitalist sistemde gerçekleştirilen üretim ve tüketim faaliyetleri doğal enerji akımına müdahale ederek küresel ısınmayı hızlandırıyor. Fosil yakıtları yakarak, ormanları keserek ve sera gazlarını başka yollarla da salarak, atmosfere karbondioksit ve metan gibi gazlar gönderiliyor,  bu da gelen enerjinin geri yayılmasına izin vermek yerine daha fazlasının hapsedilmesiyle ve böylece gezegenin ısınmasıyla sonuçlanıyor.

Öyle ki sanayileşme öncesinde (1800'lerde, ilk sanayilerin fosil yakıt kullanmadıkları yıllarda) atmosferdeki karbon dioksit miktarı milyon hacim başına yaklaşık 280 parça (partikül) iken, bugün bu (yüzde 48’lik bir artışla) milyonda 415 parçaya yükseldi. (2)

Bu konuda bir bilgi de Natura Dergisi’nde mevcut. Buna göre, fosil yakıtlara olan bağımlılık dünyanın 2000 yılından bu yana daha önce görülmemiş ölçüde ısınmasıyla sonuçlanıyor. Sera gazı yoğunlaşması sanayileşme öncesi döneme göre yüzde 50 oranında artmış durumda. 33 araştırma grubunun bulgularına dayanarak bazı simülasyonlar gerçekleştiren iklim bilimcilerin bulgularına göre; gezegen 2100 yılına kadar 2,3 C derece ile 4,1 C derece arasında ısınacak. (3)

Gezegen 2,7 C- 4,0 C derece ısınırsa ne olur?

Bir öngörüye göre, eğer gezegen 2,7 C - 4,0 C derece ısınırsa şunların yaşanması kaçınılmaz olacak: Hava son 5 milyon yıldır görülmemiş ölçüde ısınacak. Devasa boyutta ve daha sık hortumlar görülecek. İtalya, İspanya, Yunanistan çöle dönüşecek. 2100 yılına kadar deniz seviyesi 1.24 metre yükselecek ve Amsterdam ve New York gibi şehirler sular altında kalacak, Güney’de kuraklık yaşanacak. Yağmur ormanları yok olacak. Tahıl üretimi üçte bir oranında azalacak, ciddi bir gıda yetersizliği ve açlık sorunu yaşanacak. Soluduğumuz hava, içtiğimiz su, aldığımız besinler, günlük rutinimiz, her şey değişecek. Bu kitlesel göçlere ve uluslararası çatışmalara neden olacak. 2030 yılına kadar iklim değişikliği yüzünden yılda 530,000 kişi hayatını kaybedecek. (4)

Sera gazı emisyonlarına neden olan sektörler, faaliyetler hangileri?

Böyle olunca da sorgulamaya bu emisyonlara en fazla hangi sektörlerin ve faaliyetlerin neden olduğu sorusunu yanıtlayarak başlamak gerekiyor. Bu sektörlerin başında enerji sektörü ve bununla ilgili diğer sektörler geliyor.

Öyle ki bu emisyonların sorumlusu üçte iki oranında enerji sektörü, fosil yakıtlar, petrol sanayi, madencilik, otomotiv ve havacılık sektörü gibi sektörler. Sırasıyla; (2020 yılında) toplam emisyonların yüzde 56,7’sini enerji sektörü, yüzde 16,2’sini ulaştırma sektörü, yüzde 15’ini gıda sektörü,  yüzde 8,4’ünü çimento ve atık sektörü gibi diğer sektörler gerçekleştirdi. (5)

Başka bir biçimde ifade edersek; madencilik, sanayi-imalat, enerji, ulaştırma-nakliye (kara ve hava yolu ulaştırması başta olmak üzere) gibi sektörlerdeki ekonomik faaliyetler bu alandaki kapitalistleri zengin edip, gelirin (dolayısıyla da servetin) toplumda eşitsiz, adaletsiz bir biçimde dağılmasına neden olurken, aynı zamanda çok büyük çapta ekolojik tahribatla da sonuçlanıyor.

Durum böyle olunca da, iklim değişikliğini önlemek için öncelikle mevcut fosil yakıt rezervinin yüzde 93'üne hiç dokunmamak gerekiyor. Ancak fosil yakıt üretimi ve kullanımı ile ilgili ulaştırma (havacılık, otomotiv) gibi sektörler hem teknolojik gelişmenin, hem de kârların en yüksek düzeyde ortaya çıktığı, aynı zamanda da devletin vergi gelirlerinin önemli bir kısmının yaratıldığı sektörler. Bu yüzden de gelişkin ülkeler fosil yakıt üretimini azaltmak bir yana 2015 yılından bu yana daha da artırdılar. Son 20 yılda bu artış yüzde 61 oldu. Ayrıca fosil yakıt üretimine kapitalist devletler yılda 5,3 trilyon dolarlık sübvansiyon veriyorlar. (6)

Aşırı tüketim küresel ısınmanın nedenlerinden biri

Özetle, üretim ve tüketim kâr için yapıldığı sürece iklim krizi kaçınılmaz. Nitekim tüketim faaliyetleri bağlamında, 2015 yılında yapılan bir araştırmaya göre, ev eşyası üretimi ve kullanımı ve bunlara dönük hizmetler küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 60’ını oluşturuyor. Çünkü insanlar zenginleştikçe daha fazla enerji kullanıyorlar. Tipik bir Amerikalının yıllık karbon emisyonu dünya ortalamasının beş katı kadar. Orta sınıflaşma arttıkça emisyon da artıyor. Zira itibarlı bir statüyü temsil eden mallara olan yönelim artıyor. Sosyal statü içeren malların üretimi arttıkça bunların üretimi sırasında daha fazla sera gazı emisyonu ortaya çıkıyor. Öyle ki bu tür bir ürün ömrü boyunca kendi ağırlığının altı katı kadar karbon emisyonu yaratıyor. (7)

Diğer taraftan fosil yakıt kullanımı, enerji gibi temel faktörlerin yanı sıra kapitalizmin diğer bazı veçhelerinin de iklim krizine neden olduğu gerçeği ihmal edilmemeli. Bunların başında gelir ve servet dağılımı eşitsizliği, militarizm ve savaşlar geliyor.

Nitekim dünyada gelir ve servetin en adaletsiz bölüşüldüğü, militarist harcamaların en fazla olduğu ülkelerin başında gelen ABD’nin dünyada en fazla sera gazı emisyonu üreten ikinci ülke olması bir tesadüf değil.

Bu yazımız iklim krizinin gelir eşitsizlikleri ile olan iki yönlü ilişkisini ele alıyor. Yani hem eşitsizlik iklim krizini nasıl tetikliyor, hem de iklim krizi eşitsizlikleri nasıl derinleştiriyor sorularının yanıtlarını arıyoruz. Bunu iklim krizi- militarizm ve iklim krizi- mülteci sorunu gibi diğer yazılar izleyecek.

Eşitsiz toplum ekolojiyi tahrip ediyor

Küresel çaptaki gelir ve servet bölüşümü adaletsizliğinin artık inkâr edilemez bir olgu olduğu açık. Bizlerin yaşayarak buna tanık olmamızın ötesinde, artık uluslararası örgütler de bu gerçeği inkâr edemiyorlar.

Emek ve sermaye gelirleri arasındaki uçurum derinleştikçe gelir ve servet eşitsizliği de devasa bir biçimde artıyor ve sosyal bir soruna dönüşüyor. Bu eşitsizliklerin Covid-19 Salgını sırasında daha da arttığını ve dünyanın süper zenginlerinin servetlerine onlarca milyar dolar daha eklediklerini de biliyoruz. Belki de bu eşitsizlikleri yaratan sistemin tartışılmasını önlemek ve dikkatleri başka yönlere çekmek amacıyla, bazı süper zenginlerin bu dönemde ilerici partiler ve politik hareketler tarafından yeniden gündeme getirilen servet vergisi önerilerini desteklediklerine (sözde de olsa) tanık oluyoruz.

“Hayırsever” zenginler küresel ısınmayı önleyebilir mi?

Benzer bir biçimde bu zenginlerin iklim değişikliği ile mücadelede kullanılmak üzere ciddi düzeyde bağışlar yaptıklarını da basından öğreniyoruz. Örnek olarak dünyanın en zengin üç kapitalistinden biri olan J. Bezos, geçen yıl Amazon’daki üst düzey yöneticilik görevinden geri çekilerek, oluşturduğu Earth Fund adlı bir fon aracılığıyla iklim değişikliği ile mücadele eden çevre projelerine 10 milyar dolar bağış yapacağını (toplam servetinin yüzde 5’ine denk) açıkladı. Keza Bloomberg 500 milyon dolar ve Musk 100 milyon dolar olmak üzere, karbonla çalışan enerji santrallerini kapatma projelerine katkı verdiler. Gates çifti ise yıllardır yeşil enerji projeleri için ciddi bağışlarda bulunuyor. (8)

Diğer yandan zenginlerin daha fazla bağış yaptıkça daha fazla kazandıkları da bir gerçek. Örneğin sözü edilen projeyi başlattığından bu yana Bezos servetini 75 milyar dolar daha artırdı. Kendi şirketinin ürettiği roket ile uzaya giderek hazcılığını doruğa çıkartırken, bu seyahatin ne tür bir sera gazı emisyonu yarattığını hiç umursamadı.

Ayrıca böyle bağışlar, yapanların politik karar alma mekanizmasındaki etkilerini ve gücünü daha da artırdığı gibi, dünyaya paranın ve para sahibi olmanın “erdemli” olduğu mesajını yayma konusunda yardımcı oluyor.

Ancak Bezos gibilerin hakkını da yemeyelim. Çünkü bizde, özellikle de son dönem yıldızı parlayan süper zenginler, ya millete küfür etmekle ya da suyunu, toprağını, ormanını korumaya çalışan köylülerin karşısına devletin jandarmasını dikmekle meşguller. Bu yüzden onların bu tür, özellikle de büyük çaptaki çevreci bağışlarıyla karşılaşmıyoruz. Yapılan bağışlar ise hem göstermelik oluyor, hem de yaptıkları çevre katliamlarını halkın gözünde meşru gösterme amacıyla yapılıyor.

Ülkeler arasındaki karbondioksit salımı eşitsizliği

2018 yılı itibariyle atmosfere en fazla karbondioksit emisyonunda bulunan 20 ülke arasında Çin yüzde 28 ile ilk, ABD yüzde 15 ile ikinci, Hindistan yüzde 7 ile üçüncü, Rusya yüzde 5 ile dördüncü ve Japonya yüzde 3 ile beşinci sırada yer alıyor (Türkiye yüzde 1 ile 12-20 sırayı diğer bazı ülkelerle paylaşıyor). Kişi başı emisyonlarda ise ilk 5 sırada büyüklük sırasına göre; S. Arabistan, Kazakistan, Avustralya, ABD ve Kanada yer alıyor (Türkiye bu sıralamada 16’ncı sırada bulunuyor). (9)

Görüldüğü gibi küresel ısınmaya neden olan ülkeler dünyanın en büyük ekonomilerine sahip bulunan ülkeler ve bunlar arasında ABD ve Rusya gibi fosil yakıttan büyük zenginlikler elde eden, aynı zamanda da dünyada silahlanmaya en fazla kaynak ayıran en militarist devletler var. Bu yüzden de emisyonları ilk ve en hızlı azaltması gerekenler ülkeler bunlar olmalı.

Diğer taraftan şu ana kadar çok az ülke (aralarında zengin ülke yok) ısınmayı 2 C derecenin altında (1,5 C dereceyi bir kenara bırakın) tutmaya dönük iklim planlarını sundu.

Finans kapital küresel ısınmaya yol açan faaliyetleri fonluyor

Dünyanın en zengin yüzde 1’lik yetişkin nüfusunun küresel servetin yüzde 43,4’ünü elinde tutarken (173 trilyon dolar), en yoksul yüzde 54’lük yetişkin nüfusun payına sadece yüzde 1,4 (5,4 trilyon dolar) düştüğünü (10) hatırlatarak, eşitsizliklerin iklim değişikliği üzerindeki etkileri konusunda bazı uluslararası verileri paylaşalım.

Öncelikle JP Morgan Chase, Wells Fargo, Citi, Barclays, BNP Paribas gibi uluslararası bankalardan başlayalım. Çünkü dünyanın en büyük 60 bankası 1965 yılından bu yana fosil yakıt ve çimento emisyonlarının yüzde 35’inden sorumlu olan ve aralarında Aramco, Chevron, Exxon, BP ve Shell’inde bulunduğu 20 fosil yakıt üreticisi şirkete (2015 Paris İklim Anlaşması’ndan bu yana) 3,8 trilyon dolar daha finansman sağladı. (11)

En zengin yüzde 10 sera gazı emisyonunun yüzde 52’sine neden oluyor

Oxfam ise (12), (1990-2015 arasında) atmosfere gönderilen emisyonların yüzde 15’inden dünyanın en zengin yüzde 1’inin (63 milyon) sorumlu olduğuna dikkat çekiyor. Bunlar AB nüfusunun toplam emisyonundan ve nüfusu 3,1 milyar civarındaki dünya yoksulunun toplam emisyonlarının iki katından fazla emisyona neden oluyor. En zengin yüzde 10’luk nüfus ise toplam emisyonların yüzde 52’sini gerçekleştirdi.

ABD’de ise 15 en büyük yiyecek-içecek şirketi yılda atmosfere 630 milyon metrik tonluk sera gazı gönderiyor. Bu, sera gazı emisyonları sıralamasında en büyük 15’nci ülke olan Avustralya’nınkinden daha fazla. Böyle sektörlerdeki üst düzey yönetici ücretlerinin gelişimi ise çok çarpıcı. 1978 yılından beri ABD’deki büyük şirketlerin üst düzey yönetici ücretleri yüzde 1,322 artarak yılda ortalama 24,2 milyon dolara ulaştı. Bu süreçte işçi ücretleri sadece yüzde 18 artabildi (her yıl sadece yüzde 1 artış). 1965 yılında üst düzey yönetici ücretleri ortalama işçi ücretlerinin 21 katı iken, 1989’da bu 61 kata ve 2020 yılında 351 kata fırladı. (13)

Tipik bir tüketim toplumu olarak Amerikan toplumunda, Şükran Günü (25 Kasım) ile Yeni Yıl arasında normalden yüzde 25 daha fazla tüketimin yapılıyor olması ve bunun sonucunda her hafta milyonlarca ton çöpün ortaya çıkması (14) aşırı tüketimciliğin küresel ısınma üzerindeki etkileri konusunda iyi bir örnek oluşturuyor.

Ne kadar zenginseniz doğayı o kadar fazla tahrip edersiniz!

Oxfam ve Stockholm Çevre Enstitüsü’nün geçen yıl yayınlanan bir raporuna göre dünyanın zenginleri, dünyanın yoksullarından çok daha fazla enerji ve kaynak kullanıyor. Bu da giderek gezegenin kaldırabileceğinden çok daha fazla karbon salımıyla sonuçlanıyor. Çok zenginler bunu kabaca daha fazla tüketerek ve tüketim ile ilgili ideolojilerini ve kendi tüketim normlarını toplumun geri kalanına dayatarak yapıyorlar. (15)

Servet dağılımı açısından “dengesiz bir toplumun dengesiz bir ekoloji anlamına geldiğini” ileri süren Hickel’e göre ise, ekolojik tahribat sadece süper zenginlerin karbondioksit emisyonuna neden olan çok fazla tüketimlerinden değil, aynı zamanda tükettiklerinin çok fazla enerji yoğun olmasından kaynaklanıyor.

Öyle ki bu süper zenginlerin sahip oldukları malikâneleri, lüks otomobilleri, özel jetleri, yatları, özel adaları, kullandıkları çok lüks ithalat ürünleri var. Üstelik bu kesimlerin sadece tüketimleri değil, yatırımları da ekolojiyi tahrip ediyor.

Çünkü harcayabileceklerinden çok daha fazla parasal servetleri olduğundan bu servetlerini maden ve petrol gibi ekolojiyi tahrip eden sektörlerdeki yatırımlarda kullanıyorlar ya da kredi, borç, patent, mülk biçiminde başkalarına satıyor veya kiralıyorlar. Oysa diğer insanlar çalışmak, üretmek, kiralarını ve bu zenginlere olan borçlarını ödeyebilmek için yoğun bir mücadele içindeler. Bu durum da ekoloji üzerinde ilave bir basınç oluşturuyor. (16) Kısaca sosyal sınıflar arasındaki uçurum büyüdüğünde ekoloji  bundan olumsuz etkileniyor.

Nitekim bir araştırma ekolojik tahribatın en fazla yüksek gelir ve lüks tüketime sahip sınıflarca yapıldığını ortaya koyuyor. (17)  Buna göre büyük çaptaki servet birikimi otomatik olarak devasa ekolojik tahribata neden oluyor. Bunun en güzel örneği özel jetler, birkaç zengin ile uçan büyük uçaklar ve lüks yatlar.

Yani düşünce olarak ne denli doğasever olursanız olun, eğer çok fazla paranız varsa onu harcarsınız. İyi niyetli çevresel etkilerle bağlantılı tek tüketim biçimi diyet yapmak, daha az et yemek ve organik beslenmek olabilir ama lüks otomobilinizde ve birkaç katlı evinizi ısıtırken kullandığınız petrol bu durumu kökten değiştirir. Çevreciliğiniz sadece sözde kalır. İşin aslı ne denli zenginseniz psikolojik olarak o denli empatiden uzaksınız çünkü zenginlik empatiyi öldürür, en iyi niyetli insanlardaki dayanışma perspektifini dahi zayıflatır.

Zenginlerin açgözlülüğünün sonu yok çünkü bu bir tür zengin hastalığı. Ne kadar fazla birikim yaparlarsa yapsınlar hep daha fazlasını isterler. Bir o kadar da daha hazcıdırlar, doyumsuzca tüketirler, giderek daha fazla ekolojik tahribata neden olurlar.

Sosyal statü arayışı aşırı tüketime neden oluyor

Ayrıca yüksek düzeydeki eşitsizlik bir toplumdaki statü arayışının, statü arayışı ise tüketime dayalı ekolojik tahribatın nedenini oluşturur. Aşırı tüketimcilik eşitsizlik, başkaları tarafından beğenilmeme, sosyal statü kaybına uğrama, aşağılanma ve ciddiye alınmama kaygısıyla ortaya çıkan bir yönelimdir, bir tür yabancılaşmadır. Böyle bir tüketimcilik iklim değişikliğinin küçümsenemeyecek nedenlerinden biridir.

Bir başka anlatımla, eşitsizlik incelikli bir biçimde tahrip edici bir olgu. Sosyologlar bunu “statü endişesi” olarak açıklar. Başkalarının sahip olduğuna sahip olamama biçimindeki bir rahatsız edici duygu ortaya çıkıyor, bu da insanı daha çok kazanmak, daha çok satın almak, daha çok tüketmek (hatta ihtiyacının çok ötesinde), lüks markalara yönelmek davranışı içine itiyor.  Böylece insanlar zenginlerin tüketim alışkanlıklarını taklit ederek “itibar” kazanmaya çalışıyorlar.  Öte yandan bu tür endişelerin tetiklediği tüketim mekanizması fevkalade bir ekolojik tahribata yol açıyor.

Kapitalist israf yılda 3 milyar ton emisyona yol açıyor

İşin bir de tüketilmeden atılan gıda boyutu var. Dünya çapında üretilen gıdanın üçte biri (yaklaşık olarak Sahra Altı Afrika ülkelerinin ürettiği gıda kadar) her yıl çöpe gidiyor. Böyle atık gıdaların üretilmesi, depolanması, dağıtımı sırasında ise yılda 3 milyar tonluk karbon emisyonu ortaya çıkıyor. Başka bir anlatımla, eğer atık gıda sektörü bir ülke gibi değerlendirilseydi, Çin ve ABD’den sonra en fazla sera gazı emisyonuna neden olan üçüncü ülke olurdu. (18)

Özetle, “kendimizi daha mutlu hissedebilmek için aşırı tüketerek kendi sonumuzu getirmek zorunda mıyız ya da böyle bir hakkımız var mı” sorusunun yanıtı bizim varoluşsal olarak doyumsuz tüketim davranışımız ile iklim değişikliği arasındaki ilişkiyi de görmemizi zorunlu kılıyor.

Karbon bütçesi eşit kullanılmıyor

Karbon Bütçesi, Paris İklim Anlaşması’nda belirlenen ve yüzde 1,5 C derecelik ısınmayı aşmaksızın atmosfere gönderilen karbondioksit miktarının toplamını anlatan bir kavram.

Bu bütçenin şu ana kadar nasıl kullanıldığı ise çok önemli. Zira dünya nüfusunun en yoksul yarısı (3 milyardan fazla insan) şu ana kadar bu bütçenin sadece yüzde 4’ünü kullanabildi. Bu bütçeyi asıl kullananlar zenginler. Karbon eşitsizliği öyle kötü bir durumdaki eğer bu şekilde devam ederse, bizler emisyonlarımızı sıfıra indirsek dahi, en zengin yüzde 10’luk kesim, 2033 yılına kadar toplam karbon bütçesinin tamamını tüketmiş olacak. (19)

Kısaca zenginlerin aşırı tüketimleri devasa karbon artışına, bu da iklim değişikliğine neden olurken, bunun bedelini yoksullar (en son Kastamonu’nun Bozkurt ilçesinde olduğu gibi) ve geleceğini yitiren gençler ödüyor.

Ulus devletlerin sorumluluğu

Böyle felaketler ve ortaya çıkan ağır sosyoekonomik fatura aynı zamanda ulus devletlerin izledikleri eşitsiz ve karbon yoğun ekonomik büyüme stratejilerinin doğrudan bir sonucu.

Dolayısıyla da iklim kriziyle mücadele ile başta gelir ve servet eşitsizliği olmak üzere ekonomik eşitsizlikleri ortadan kaldırma mücadelesi eş anlı yürümek zorunda. Bu eşitsizliklerin kapitalist toplumun bir sonucu olduğu göz önüne alındığında, iklim kriziyle mücadelenin aynı zamanda kapitalizme ve onun tüm kurumlarına karşı bir mücadele olması gerektiği gerçeğini de gözler önüne seriyor.

Ne Yapmalı?

İklim değişikliği hali hazırda gerçekleşiyor. Artık acilen emisyona neden olan fosil yakıtların kullanımını durdurmaktan başka çare yok. Yani bir B planından (çevre uyumlu teknolojiler gibi) söz etmek zor.  Üstelik iklim değişikliği açlık, gıdaya erişim sorunu, göçler, yoksulluk ve eşitsizliklerin de en başta gelen nedenlerinden biri.

İklim değişikliği (örneğin hızla artan hava sıcaklıkları) yoksul kentlerde çok daha ölümcül etkilere ve sonuçlara neden oluyor, daha da olacak. Zira bu kentlerde eşitsizliklerin çok daha yüksek olması, buna karşılık yetersiz kamusal sağlık alt yapısı gibi faktörler nedeniyle buralarda yaşayanlar sağlık hizmetlerinden daha az yararlanabiliyorlar, daha korumasız durumdalar. (20) Bu kesimlerin yoksulluğu onların sağlık ve korunma gibi hizmetleri piyasalardan satın alabilmelerini de imkânsız kılıyor.

Ayrıca gezegenin kısıtları ile sözü edilen eşitsizliklerin (yoksul yığınların yanı sıra milyarderlerin varlığının) bir arada sürdürülebilir bir durum olmadığı da açık. Sınırları olan bir gezegende yaşıyoruz ve 21’nci yüzyılda güvenli yaşamak istiyorsak, bu kısıtları/sınırları gözetmemiz gerekiyor. Bu bağlamda, eğer güvenli ve yaşanabilir bir gezegen istiyorsak,  fosil yakıtların kullanımının durdurulmasının yanı sıra gelir (ve servet) eşitsizliğini asgariye indirmemiz (ve militarist yükselişe ve savaşlara son vermemiz) gerekiyor. 

Antropolojik çalışmalar da insanların hayatlarının önemli bir dönemini daha eşitlikçi ve barışçıl toplum biçimlerinde geçirdiğini ve böyle toplumlarda yaşamanın insanı daha mutlu ettiğini ve çevre üzerinde doğrudan olumlu etkileri olduğunu ortaya koyuyor. Çünkü daha eşitlikçi ve barış içinde oldukça, daha mutlu, daha az endişeli oluyoruz ve yaşamlarımız daha tatmin edici oluyor. Çevremizdekilerle dayanışıyoruz, onlara yetişmek için üzerimizdeki daha fazla çalışma ve kazanma ve baskısından kurtuluyoruz. Eşitlik bizi, kendini ve ailesini güvende tutma kaygısıyla, sürekli üretim ve tüketim yapma tuzağına düşmekten kurtarıyor. Kısacası özgürleşiyoruz.

IPCC raporunda da vurgulandığı gibi, 2030 yılına kadar emisyonların yüzde 56 oranında düşürülmesi şart. Birleşmiş Milletler Emisyon Açığı Raporu (21) ise dünyanın zenginlerinin tüketimlerine tavan konulmasının, buna karşılık dünyanın yoksullarının ihtiyaçlarının tam olarak karşılanmasının gerektiğinin altını çiziyor. Yani Birleşmiş Milletler ekolojik sürdürülebilirlik için gelir eşitsizliklerinin (tamamen ortadan kaldırılmasa bile) ciddi biçimde azaltılması gerektiğini kabul ediyor.

Bu yüzden de öncelikle dünyanın en zengin uluslarından başlayarak fosil yakıt kullanımı (üretim ve tüketimi) durdurulmalı. Ayrıca azgelişmiş ülkelerin bu yıkıma karşı kendilerini uyarlayabilecek imkânlara ulaşabilmeleri için bu ülkelere zengin ülkeler karşılıksız finansman sağlamalı, neden oldukları iklim krizinden doğan borçlarını bu yolla ödemeli.

Sonuç olarak, iklim değişiminin bir iklim krizine dönüşmesini önleyebilmek için kapitalizmle, öncelikle de onun neden olduğu eşitsizliklerle ve militarizm ile mücadele etmemiz gerekiyor.

Üretimin asıl olarak insan ve toplum ihtiyaçlarını karşılamak için yapıldığı, yani kâr amaçlı bir üretimin, doyumsuz aşırı bir tüketimciliğin olmadığı, gelir ve refahın adaletli bir biçimde bölüştürüldüğü barış içindeki bir dünyanın yaratılması önceliğimiz olmalı. İklim krizi başta olmak üzere ekolojik çöküşün diğer veçhelerinin de ortaya çıkmasını önlemenin tek yolu bu.

Dip notlar:

(1)    https://theconversation.com/climate-change-is-relentless-seemingly-small-shifts-have-big-consequences (17 Ağustos 2021).

(2)    Agm.

(3)    https://www.nature.com (15 August 2021).

(4)    Jason Hickel'in, The Divide, A Brief guide to global inequality and its solutions, Windmill Books, 2017 , s. 247-248.

(5)    James Arbib, Adam Dorr, Tony Seba “Rethinking Climate Change”, https://static1.squarespace.com (August 2021).

(6)    Hickel, agk.

(7)    https://news.climate.columbia.edu/2020/12/16/buying-stuff-drives-climate-change (16 December 2020).

(8)    https://www.outsideonline.com/outdoor-adventure/environment/jeff-bezos-earth-fund-billionaire-environmental-philanthropy (12 February 2021).

(9)    http://energyatlas.iea.org/#!/tellmap (18 August 2021).

(10)  Credit Suisse Research Institute, Global Wealth Report 2020 (October 2020), https://www.credit-suisse.com (5 December 2020).

(11)  https://www.ran.org/bankingonclimatechaos2021 (18 August 2021).

(12)  https://www.oxfam.org/en/press-releases/oxfam-reaction-ipccs-sixth-assessment-report-wgi-ar6 (9 August 2021).

(13)  https://inequality.org/great-divide/the-climate-stat-we-cant-afford-to-overlook-ceo-pay (12 August 2021).

(14)  https://www.counterpunch.org/2021/08/17/greed-and-consumption-why-the-world-is-burning (17 August 2021).

(15)  Jag Bhalla and Eliza Barclay, “How affluent people can end their mindless overconsumption”, https://www.vox.com (20 November 2020).

(16)  Jason Hickel, “We can’t have billionaires and stop climate change”, https://thecorrespondent.com (9 October 2020).

(17)  Nässén, Jonas and Andersson, David and Larsson, Jörgen and Holmberg, John, Explaining the Variation in Greenhouse Gas Emissions between Households: Socioeconomic, Motivational, and Physical Factors (June 2015). Journal of Industrial Ecology, Vol. 19, Issue 3, pp. 480-489, 2015, http://dx.doi.org (18 August 2021).

(18)  https://theconversation.com/we-throw-away-a-third-of-the-food-we-grow-heres-what-to-do-about-waste (19 August 2021).

(19)  https://www.oxfam.org/en/press-releases/carbon-emissions-richest-1-percent-more-double-emissions-poorest-half-humanity (21 September 2020).

(20)  https://www.oxfam.org/en/press-releases/oxfam-reaction-ipccs-sixth-assessment-report-wgi-ar6 (9 Ağustos 2021).

(21)   https://www.unep.org/emissions-gap-report-2020 (19 Ağustos 2021).

 

 

 

 


15 Ağustos 2021 Pazar

İklim krizi artık beklenenden çok daha yakın!

 

İklim krizi artık beklenenden çok daha yakın!

Mustafa Durmuş

15 Ağustos 2021

Geçtiğimiz haftalarda ciddi boyutlarda bir dizi felaketle karşılaştık. Daha önce Çin ve Batı Avrupa’da seller ve su taşkınları, K. Amerika’da aşırı sıcak dalgaları ve orman yangınları görülmüştü. Bu kez Türkiye ve Yunanistan’da büyük çaplı orman yangınları ortaya çıktı. Türkiye’de ayrıca bazı illerde seller ve su baskınları yaşanıyor.

Hava sıcaklığının genelde yağmurlu ve kapalı bir havaya sahip olan Britanya’da bile önümüzdeki yıllarda ortalama 40 dereceyi bulabileceği ileri sürülüyor. Kaldı ki bu yıl Haziran ayında Kanada’da 49 dereceyi gördü.

Türkiye ise bir yandan büyük orman yangınlarıyla ciğerleri yanarken, diğer yandan Van’da, Bartın’da, Sinop’ta, Kastamonu’da ve son olarak Rize ve Kars’ta seller ve su baskınları yaşandı. Öyle ki aşırı yağışlar nedeniyle Van’da 2, Sinop’ta 8,  dere yatağına yapılan yapılaşma ve önlemi alınmadığı için patlayan bir HES yüzünden Kastamonu’da ise 48 insanımızın ve ülke çapında çok sayıda küçük ve büyük baş hayvanın hayatını kaybettiği ileri sürülüyor.

Ormanlar yanmaya başladığında, başta iktidar ve havuz medyası olmak üzere bazı çevreler bunların sabotajlar sonucunda ortaya çıktığı algısını yaymaya çalıştılar. Ancak kısa bir süre sonra gerçek ortaya çıktı ve bu gelişmelerin çok daha büyük bir resmin küçük bir parçası olduğu görüldü.

Yani “iklim krizi” ya da “iklim değişimi” gibi gezegenin ikliminde meydana gelen değişikliklerin bu felaketlere neden olduğu gerçeği ortaya çıktı. Aksi takdirde ormanları yakanların bu yağmurları da yağdırabilme, su baskınlarına yol açma gücünün olması gerekiyordu ki bu küçük bir çocuğun dahi kabul edemeyeceği bir masal olurdu. 

İlk ders: Resmin bütününe bakmalıyız!

Kısaca bu gelişmelerden çıkartılabilecek ilk ders olarak; aşırı sıcakları, kuraklıkları, aşırı yağışları, selleri-su baskınlarını, bazı ülkelerde giderek sıklaşan fırtınaları ve orman yangınlarını birbirinden bağımsız olgular olarak ele almamak gerekiyor. Bir ülkede, aynı anda (Türkiye’de olduğu gibi) hepsi bir arada görülebildiğine göre, yap-bozun parçalarını birleştirip daha büyük resmi ortaya çıkarmalı ve ona göre önlemler almalıyız. İşte bu büyük resimde asıl olarak “iklim krizi” ya da “iklim değişikliği” var.

Öte yandan, maalesef çoğu kez yapıldığı gibi, kolay yola başvuruluyor ve genelde bu olaylar birbiriyle olan bağları görülmeden değerlendiriliyor. Bu son dönem mültecilere yönelik ırkçı söylem ve saldırılardaki artış gibi, yangınlar ve sellerde de yapılıyor. Bu yöntem ülkeyi yöneten egemenlerin de işine geliyor zira bu şekilde hem sistemi aklayabiliyorlar, hem de kendi sorumluluklarını gizleyebiliyorlar.

Dünyanın ikliminin karmaşık (hatta kaotik) ve dinamik olduğu biliniyor. Çünkü iklim;  toprak, atmosfer ve okyanus arasında enerji akımlarını ve karşılıklı etkileşimleri içeriyor. Bu nedenle sellerin tek başına aşırı yağışlardan ya da orman yangınlarının kuru odunların tutuşmasından oluştuğunu düşünmek doğru değil.  Çünkü bir ülkede yaşanan kuraklıklar aynı ülkedeki orman yangınlarının nedeni olabiliyor.

Bir başka anlatımla, aşağıda ele alacağımız Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) son raporunda da (1) detaylı olarak anlatıldığı gibi, sıcak hava giderek daha fazla suyun buharlaşmasına, bu da susuzluk, kuraklık ve ciddi orman yangınlarına neden oluyor. Atmosferde daha fazla su biriktikçe bu kez daha fazla yağış ve sel/su baskınları ortaya çıkıyor. Şu anda dünyada sel/su baskınları, kuraklık ve ciddi orman yangınlarının bir arada görülmesinin asıl nedeni bu.

Su döngüsü ve su baskınları

Nitekim bu yılın Temmuz ayında dünyadaki seller yüzünden toplam 900 civarında, Türkiye’de ise sadece bu hafta içinde 60’a yakın insan hayatını kaybetti. IPCC raporuna göre, buna iklim değişikliği sonucunda ortaya çıkan küresel ısınma neden oluyor. Çünkü Gezegen ısındıkça su döngüsü de giderek yoğunlaşıyor.

Su döngüsü atmosfer, okyanuslar, kara ve donmuş su rezervleri arasında oluşan bir döngü. Buharlaşmanın ardından gelen yağış şeklinde bir döngü oluşuyor ki son yıllarda her ikisinin gerçekleşme sıklığı hayli artmış durumda. Aşırı hava hem aşırı yağışlar, hem de aşırı kuru hava ya da kuraklık biçiminde kendini gösteriyor. Akdeniz, Avustralya ve Kuzey Batı Amerika bu kuruluğu yaşıyor. Isı arttıkça aşırı fırtına da artıyor. Öyle ki daha önce 10 yılda bir görülen böyle aşırı hava (aşırı yağışlar) bundan böyle ısınma derecesine göre çok daha sık görülebilecek. (2)

Yönetenler de iklim değişikliği kadar sorumlu

Kuşkusuz, özellikle de orman yangınlarının orman arazilerini imara açmak, bunların üzerine otel ya da tatil köyü yapmak, böylece büyük rantlar ve kârlar sağlamak gibi amaçlarla da çıkartıldığı, bunlara göz yumulduğu ya da bilinçsiz insan hatalarının sonucu olabildiği de bir gerçek.  Ayrıca HES’lerde alınması gereken önlemlerin alınmaması ya da bölge halkının su baskını ile ilgili olarak zamanında bilgilendirilmemesi de bu tür felaketlerin çok daha ağır yaşanmasına neden oluyor.

Bu yüzden de iklim krizi konusundaki yukarıdaki tespitlerimizden, bu felaketlerle ilgili olarak ülkeyi yönetenlerin hiç bir kusuru olmadığı, bunun tek sorumlusunun iklim değişikliği olduğu çıkarımı yapılmasın. Çünkü ülkeyi yönetenlerin de (bu olayların en azından önlenememesi ve daha da büyümesi konusunda) ciddi kusuru ve sorumluğu var.

İkinci ders: Yıkım beklenenden çok daha yakın, hiç kimse “benden sonrası tufan” rahatlığı içinde olmamalı!

Ancak karşı karşıya olduğumuz durum daha sistemik bir soruna işaret ediyor. Bu nedenle de çok daha vahim. Çok uzakta olmayan, belki de bir -iki on yıla kadar yüzleşeceğimiz çok ciddi bir iklim yıkımı ile karşı karşıyayız. Yani kapitalizmi ve kapitalizmin doğa üzerindeki yıkımını ortadan kaldırmadığımız sürece, sorumluluk sahibi ve iyi niyetli insanlardan oluşan yönetimleri iş başına getirsek de bu sorun gerçek anlamda çözülemeyecek.

Bu anlamda çıkartılması gereken ikinci ders en az ilki kadar ürkütücü. İklim bilimciler artık daha sık iklim değişikliğinin ve iklim yıkımının beklenenden çok daha hızlı gerçekleştiği ve çok daha yakın olduğu konusunda uyarılarda bulunuyorlar. IPCC raporu bu söylemlerin, uyarıların yazılı hale dökülmüş hali.

Yani artık kimse “benden sonrası tufan” diyebilecek bir durumda değil. Bunun farkında olmalıyız. Bunları sadece son zamanlarda yaşadıklarımıza bakarak değil, aynı zamanda yapılan ciddi bilimsel araştırmalara ve bunlardan türetilen bilimsel raporlara dayanarak söylüyoruz.

IPCC’ nin şok edici raporu

İşte dünyanın böyle bir felaket dalgasının sarmalına girdiği bir anda IPCC,  9 Ağustos’ta yeni raporunu (3) yayınladı. IPCC 1988 yılında Birleşmiş Milletler Çevre Programı ve Dünya Meteoroloji Örgütü’nün ortak çabasıyla kurulmuş olan hükümetler üstü, çalışmalarına güvenilen bir kuruluş. Raporlarının alanındaki öncü nitelikteki bilim insanları tarafından hazırlanmış olması ona olan güveni artırıyor.

Bu yönde bir rapor en son 2018 yılında yayınlanmıştı. 60’dan fazla ülkeden 234 öncü bilim insanının 14 binden fazla araştırmayı dikkate alarak ortak olarak hazırladığı, 195 ülkenin temsilcileri tarafından onaylanan,  3943 sayfadan oluşan çok kapsamlı bir bilimsel çalışmadan söz ediyoruz.  Üç bölümden oluşan raporun sadece ilk bölümü 9 Ağustos’ta yayınlandı. Diğer iki bölüm 2022 yılında uluslararası kamuoyu ile paylaşılacak.

“Felaketi önlemek için son şans”

Önceki raporlarıyla kıyaslandığında bu yılki rapor çok daha fazla ses getirdi. Zira daha önceki öngörülerini daha da kesinleştirirken, aynı zamanda çok önemli bir uyarıda bulunuyor ve yaklaşan iklim yıkımı ve beraberinde gelebilecek felaketleri önleyebilmek için son bir şansımızın olduğunun altını çiziyor. 2050 yılına kadar küresel ısınmanın asıl faktörü olan sera gazı (başta karbon dioksit olmak üzere) emisyonlarının sıfıra düşürülmesi gerektiğini ileri sürüyor.

Raporun yayınlandığı günlerde Türkiye dâhil olmak üzere dünyanın birçok yerinde çok sayıda büyük çapta orman yangının çıkması ve su baskınları ve sellerin yaşanması bu rapora olan ilgiyi daha da artırdı.

Bölgesel iklim değişikliğine ve aşırı hava koşullarındaki hızlı değişime vurgu yapılan raporun 11’nci bölümünde küresel ısınmanın bu yaz çok ciddi sıcak dalgalarına ve Kanada ve Avrupa’da 20 derece sıcaklığın üzerinde sıcaklığa sahip olan tropik gecelerin yaşanmasına yol açacağı gibi tespitlere yer veriliyor.

Raporun iki önemli tespiti

Raporda çok önemli birçok tespit var ama öne çıkan şu iki tespit hem çok önemli, hem de acilen müdahale gerektiriyor: (i) “Küresel ısınma insan yapımıdır”. (ii) “Gezegen şu ana kadar (sanayileşme öncesi döneme göre) 1,1 C derece ısındı. Çünkü karbondioksit yoğunlaşması ciddi olarak arttı”.

İlkini daha sonra ele almak üzere, karbondioksit yoğunlaşmasından başlayalım. Öncelikle atmosferdeki karbondioksit düzeyi 800 bin yıl öncesinden çok daha fazla. Öyle ki bu yılın Mayıs ayında milyonda 419 partiküle yükseldi (ppm). Atmosferde depolanan karbon miktarı arttıkça küresel ısınmanın da arttığı bilimsel olarak kanıtlanmış durumda.

Bilim insanlarına göre, karbon yoğunlaşması sanayileşme öncesi düzey olan 260 ppm’den 520 ppm’ye çıktığında, yani karbon miktarı iki kat attığında iklim hassasiyeti de ciddi biçimde artıyor. İklim hassasiyeti arttıkça 2 C derece ısınmanın altında kalabilmek için sera gazı emisyonlarının azaltılma gereği de acil hale geliyor. Hatta bazı eski yöntemlerle yapılan tahmin modellerine göre, karbon miktarı iki kat arttığında ısı 2,1 C- 4,7 C derece; yeni yöntemle yürütülen modellere göre ise 1,8 C -5,6 C derece arasında artıyor. (4)

Küresel ısınma senaryoları

Raporda küresel ısınmanın başta 1,5 C derece ve 2 C derece olmak üzere çeşitli derecelere çıkması senaryoları ve bu senaryolar altında doğa ile ilgili ve ekonomik ve sosyal ne türden etkilerinin ortaya çıkabileceği konusu da modellenmiş. Bu senaryoları özetleyen aşağıdaki gibi bir özet tablo da hazırlanmış (s. 18).

Buna göre, sera gazı emisyonlarında radikal indirimleri içeren en iyi senaryo altında dahi, gezegenin (sanayileşme öncesine göre) en geç 2040 yılına kadar yüzde 83 olasılıkla 1,5 C derece ısınmasının kaçınılmaz olacağı öngörülüyor.

IPCC’ye göre ekolojik sürdürülebilirlik açısından gezegen en fazla 1,5 C derece ısınmalı. Bu düzeyin aşılmaması gerekiyor (şu ana kadar hali hazırda,1,1 C derece ısınmış durumda).

Bunun için de, raporda da belirtildiği gibi, 2050 yılına kadar sera gazı emisyonlarının sıfıra düşürülmesi şart. Yani net sıfır emisyonda dahi en geç 2040 yılında (en iyimser yaklaşımla) 1,5 C derece daha (sanayileşme öncesine göre) ısınmış bir gezegenimiz olacak. Ancak ısınmanın bu tarihten sonra da başka faktörler nedeniyle devam edebileceği ve daha aşırı hava koşullarının ortaya çıkabileceği de unutulmamalı.

1.5 C derece yerine 2,0 C derecelik ısınma olursa? 

Buna rağmen, en fazla 1,5 C derece ısınma sağlansa dahi, deniz seviyesi yükselecek, aşırı hava koşullarının gerçekleşme oranı dört kat artacak. Eğer 1,5 C derece yerine 2,0 C derecelik bir küresel ısınma söz konusu olursa, bu yaz görülen ve eskiye göre beş kat daha artan sıcak hava dalgaları bu kez 14 kat artacak. Deniz seviyesi 2100 yılına kadar 2 metre yükselebilecek ve bu durumda başta New York, Washington ve Şanghay olmak üzere bazı metropoller sular altında kalacak. (5) Kısaca, rapora göre, eğer küresel çapta acil önlemler alınmazsa sonuç tam bir felaket olacak.

İşin gerçeği bu en iyi senaryonun gerçekleşmesi imkânsız görünüyor. 2040 yılından önce 1,5 C derece ısınma gerçekleşirse 2050 yılında ısınma 1,8 C derece ve 2100 yılında ise 2,5 C derece olur. (6) Bu daha fazla kuraklık, daha fazla su baskını ve sel yaşanacak ve daha fazla ekonomik zarar ortaya çıkacak demektir. Bu felaketlerin birçoğunun (deniz seviyesinin yükselmesi, buzullardaki erime,  okyanusların ısınması ve asitlenme oranının artması) artık telafi edilebilmesi ise imkânsız olacak.

Yine rapora göre, atmosferden büyük çaptaki karbon emisyonlarının çıkartılarak sıfır emisyonun ötesine gitmek küresel ısınmayı azaltabilirse de, karbon giderme teknolojileri ihtiyaç duyulan düzeyi sağlayabilmek açısından henüz hazır değil ve birçoğunun da istenmeyen yan etkileri mevcut.

Küresel ısınma insan yapımı (mı?)

Küresel ısınmanın insan yapımı olduğu vurgusu raporda ön plana çıkan vurgulardan biri. Belki de ilk kez bu kadar açık bir biçimde insan hata ve kusurlarına atıfta bulunuluyor.

Diğer taraftan, bu tür felaketlerde insanların sorumluluğundan genel olarak söz edilebilirse de, bilimsel bilgiden mahrum bırakılan toplumlarda yaşayan insanların yol açtığı tahribatın bilinçli bir tahribat olduğu ileri sürülemez.

Ayrıca insanların tamamını küresel ısınmadan sorumlu tutmak “hepimiz suçluyuz” gibi, asıl suçluları gizlemeye yarayan bir algının oluşmasına neden olabilir. Bu nedenle de suçluların açık ve net bir biçimde söylenmesi, yani asıl sorumluların kapitalist sistem altında kârı her şeyin önüne koyan büyük sermayenin, ulus devletlerin, onların politikacılarının ve bürokratlarının olduğunun belirtilmesi gerekiyor.

Bu sistemde küçük bir azınlık grup ya da kesim doğa üzerinde etkili olabilecek önemli kararları alabiliyor. Bu bağlamda küresel ısınmanın en temel faktörlerinden olan enerji sektörü (fosil yakıt üretimi) ve otomotiv (kara ulaştırması) sektörü çok iyi bir örnek. Kararlar bu sektörlerdeki hâkim sermaye çevrelerince alınıyor ve ulus devletler de bu kararların hayata geçirilmesine izin veriyor, doğayı tahrip edici eylemleri meşrulaştırıyor.

Ulus devletler ve küresel ısınma

Bir başka anlatımla, ulus devletler bugün iklim değişikliğinin ortaya çıkmasına ve sürdürülmesine yardımcı oluyor. Zira ulusu yönetme konusundaki yetkileri onlara atmosfere neyin, ne kadar gönderebileceğine karar verme hakkını veriyor. Çünkü iklim değişikliğine yol açan sera gazlarının emisyonunu onaylayan organ ulus devlet. Kendi insanlarının ne düşündüğünü önemsemeden karar alıyor ve bu yetkisini sermayeye destek olma biçiminde kullanıyor. Bunu çoğu kez de kendi ulusal sermayesi yabancı sermaye guruplarıyla rekabet edebilsin diye yapıyor. Böyle olunca da müşterek varlığımız olan atmosfer her türden pisliğin içine döküldüğü bir büyük lavaboya dönüşüyor.

Devletlerin bu davranışının arkasında ise egemen sınıfların (özellikle de fosil yakıt üreten sermayenin) çıkarları var. Ulus devletler varoluşları gereği kendilerini bu çıkarları korumak zorunda hissediyorlar.

100 şirket küresel ısınmanın yüzde 70’inden sorumlu

Olayın bir de küreselleşmiş sermaye boyutu var. Bilimsel araştırmalara göre,  1965 yılından bu yana fosil yakıt ve çimento emisyonlarının yüzde 35’inden aralarında Aramco, Chevron, Exxon, Gasprom, BP, Shell, Total gibi dev fosil yakıt üreticisi özel ya da devlete ait 20 şirket sorumlu. (7) 1988’den bu yana ortaya çıkan küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 70’ini ise sadece 100 büyük şirket gerçekleştiriyor. (8)  Bu da küresel ısınma- emperyalizm ilişkisini ortaya koymak açısından iyi bir örnek.

Kısaca,  fosil yakıt kullanımından kaynaklanan karbon emisyonlarının küresel ısınmaya neden olduğu gerçeği ortada iken, alternatif enerji kaynaklarına yönelmeyen, fosil yakıt üretimini artırarak sürdüren, onu teşvik eden ya da uluslararası iklim anlaşmalarına imza koymaktan kaçınan sistemin ve devletin öncelikli olarak sorumlu tutulması gerekir.


Otomotive ÖTV indirimi, emekçiye Gelir Vergisi bindirimi

Türkiye’de milyonlarca kamu emekçisi ve özel sektörde çalışan işçi Gelir Vergisi tarifesinin emekçiyi gözetmeyen bir perspektiften hazırlanmasından ötürü yılın ikinci yarısında daha fazla vergi ödemek durumunda kalıyor. TİS görüşmeleri sonucunda aldığı küçük ücret zamları kendilerinden vergi biçiminde geri alınıyor. Buna karşılık küresel ısınmanın en büyük sorumlularından olan otomotiv sektöründe ÖTV indirimi ile sonuçlanacak yeni bir düzenlemeye gidildi. (9) Bu son düzenleme de kâr için hem doğanın, hem de emekçinin kolayca feda edilebildiğinin çarpıcı bir örneğini oluşturuyor.

Sermaye ekolojik felaketlerin farkında ama kabul etmek işine gelmiyor

Küresel seçkinlerin kapitalizmin neden olduğu ekolojik felaketlerin farkında oldukları kendi raporlarından da anlaşılıyor. ‘Küresel Seçkinler Kulübü’ olarak da bilinen Dünya Ekonomik Forumu’nun 2020 Yılı Küresel Risk Raporu’nda yer alan ve dünyanın en zenginlerine sorulan sorulardan oluşan bir anketin sonuçları çok çarpıcı.

Buna göre; dünyanın karşı karşıya kaldığı en yüksek risklerin gerçekleşme olasılığı açısından ilk sırada kötü hava koşulları, ikinci sırada iklim değişikliğine karşı alınan önlemlerin başarısız kalması, üçüncü sırada doğal felaketler, dördünce sırada biyoçeşitlilik kayıpları ve beşinci sırada insan yapımı doğa felaketleri yer alıyor. Yaratacağı etkiler açısından da ilk sırada iklim değişikliğine karşı alınan önlemlerin başarısız kalması, ikinci sırada kitle yıkım silahları, üçüncü sırada biyoçeşitlilik kayıpları, dördüncü sırada kötü hava koşulları ve beşinci sırada su krizi geliyor. (10)

Kısaca dünyayı yönetenler nasıl bir felaketler zinciri ile karşı karşıya olduğumuzun çok iyi farkındalar. Ancak bu şirketlerin sahipleri (özel sermaye ya da ulus devletler), onları yönetenler, nasıl bir ekolojik zarara neden olduklarının bilincinde olsalar da bunu önemsemiyorlar, aksine gizlemeyi seçiyorlar. Bazıları ise yaptıkları sözde çevre yararına bağışlarla kendilerini doğa dostu göstermeye çalışıyor. Ya da Türkiye’de olduğu gibi,  sağlığa zararlı olduğu gerekçesiyle, bir yandan kamusal alanda sigara kullanımı yasaklanırken, maliyetleri artırdığından, termik santrallerde dahi bacalara filtre takılması uygulamasını sürekli olarak erteleniyor.

Sonuç yerine

Bu raporun bulguları bu yılın Kasım ayında dünya liderlerinin Glasgow’da bir araya gelecekleri COP26 İklim Zirvesi’nde ele alınacak. Ancak karbon emisyonlarını radikal bir biçimde azaltmanın önünde ciddi bir engel var: Çok uluslu petrol şirketleri ve onların arkasında duran ulus devletler. Fosil yakıt üretimi ve kullanımı çok kârlı olduğundan bunun kısıtlanması bu kesimlerin işine gelmiyor.

Ayrıca bu emisyonların giderek artan bir kısmını azgelişmiş ülkeler gerçekleştiriliyor. Böyle bir radikal karbon azaltımı programı, bu ülkelerin ekonomik büyümesini olumsuz etkilediği için benimsenmiyor. Uğrayacakları zararın telafisi konusunda ise her hangi bir uluslararası çözüm ortaya konulabilmiş değil. Son olarak, fosil yakıt kullanımından yenilenebilir enerji kaynaklarına geçişin finansmanının nasıl sağlanacağı da tam bir muamma. Bu yüzden de iki hafta sürmesi beklenen bu zirvede somut bir takım adımların atılması zor.

Bu sorunu, son tahlilde, çözecek olan başta uluslararası işçi sınıfı olmak üzere, iklim yıkımından en büyük zarara uğrayacak olan dünyanın ezilen halkları, ulusları,  doğa dostları, kadınlar ve gençlerin bütünleşik antikapitalist mücadelesidir.

 Dip notlar:

(1)    IPCC, Climate Change 2021, The Physical Science Basis, https://www.ipcc.ch/report (9 August 2021).

(2)    https://theconversation.com/the-water-cycle-is-intensifying-as-the-climate-warms-ipcc-report-warns-that-means-more-intense-storms-and-flooding (9 August 2021).

(3)    IPCC, agr.

(4)    https://theconversation.com/5-things-to-watch-for-in-the-latest-ipcc-report-on-climate-science (4 Ağustos 2021).

(5)    https://www.commondreams.org/views/was-avoidable-climate-activists-say-about-apocalyptic-un-climate-report? (11 August 2021).

(6)    https://thenextrecession.wordpress.com/climate-change-the-fault-of-humanity (11 August 2021):

(7)    http://climateaccountability.org (13 August 2021).

(8)    The Carbon Majors Database, CDP Carbon Majors Report 2017,   https://climateattribution.org/resources/carbon-majors-report-2017 (11 August 2021).

(9)    https://www.evrensel.net/haber/440272/prof-dr-mustafa-durmus-otvde-oldugu-gibi-gelir-vergisinde-de-matrahlari-yukselti (13 Ağustos 2021).

(10)  Marcus Lu, “Visualizing the Biggest Risks to the Global Economy in 2020”, https://www.visualcapitalist.com (17 January 2020).