31 Ağustos 2020 Pazartesi

‘Devlet mali krizi’nin eşiğindeyiz

 

‘Devlet mali krizi’nin eşiğindeyiz

Mustafa Durmuş

26 Ağustos 2020

Artık krizleri yazmak, konuşmak istemesek de içinden geçmekte olduğumuz süreç bize bunu dayatıyor. Krizsiz bir dünya yaratana kadar kapitalizmin neden olduğu ekonomik, sosyal ve ekolojik krizleri ve çöküşleri (kuşkusuz çözümleri de) yazmayı sürdürmek toplumsal sorumluluğumuzun bir gereği.

Türkiye ekonomisinin bu yıl ciddi oranda küçüleceğini artık sağır sultan bile duydu. Dünya Bankası bu küçülmenin yüzde – 3,8, IMF yüzde - 5 ve OECD yüzde -6’ya yakın bir oranda gerçekleşeceğini öngörüyor. (1)

Küçülme kaçınılmaz zira Korona Salgını yüzünden (Çin ekonomisi haricinde), tüm dünya ekonomileri küçülüyor. Türkiye ekonomisi ise 2018 yılında zaten resesyonda idi ve 2019 yılında bu durumdan çıkamamıştı. Korona Salgını ile birlikte, Mart ayından itibaren yaşanan arz ve talep yönlü şoklar yüzünden, çok daha büyük çaplı bir kriz dalgasının etkisi altına girdi.

Diğer yandan krizin tek sorumlusu olarak Korona Salgınını görmek ciddi bir yanılgı olur. Çünkü Salgın öncesinde de ülke ekonomisini krize sürükleyen; başta sistemik iktisadi nedenler olmak üzere, artan militarizm, sürdürülen savaşçı politikalar ve otoriter siyasal İslamcı yeni rejimin beraberinde getirdiği politik belirsizlikler ve riskler gibi nedenler de söz konusuydu.

Birkaç bölümden oluşan bu yazımızın bu bölümünde ülkede yaşanan çoklu krizlerden birini, ‘devlet mali krizi’ni irdeleyeceğiz. Somut olarak Türkiye’deki son kamu maliyesi verilerinden hareketle, ekonomik krizin nasıl devlet mali krizine dönüştüğüne odaklanacağız (bu krizin spesifik bir biçimde hangi yollarla bir bankacılık krizine yol açabileceği konusunu ise daha sonraki yazılarımızda ele alacağız).

Reel ekonomide yaprak kıpırdamıyor

Okuyucunun sabrına güvenerek, analizimize öncelikle Türkiye ekonomisi ile ilgili bazı temel reel göstergeleri sunarak başlayalım.

Ülkede bugünlerde yeni yatırım da, yatırım ortamı da yok. Sabit sermaye yatırım harcamalarındaki bu yılın ilk çeyreğindeki düşüş Salgının etkili olmaya başladığı Nisan ayından itibaren daha da derinleşmiş görünüyor. Aynı zamanda perakende satışlar ve özel tüketim harcamaları da azaldı. Tüketici ve yatırımcı güven endeksleri düşmeyi sürdürüyor. Sanayi üretimi bu yılın ikinci çeyreğinde (bir önceki yılın aynı çeyreğine göre) yüzde - 16,9 azaldı.(2) 2019’da artıya dönen cari açığın bu yıl yüzde -3,2 olması bekleniyor. (3) Geniş tanımlı işsizlik ve istihdam kaybı oranı yüzde 50,  gerçek işsiz sayısı 17,2 milyon oldu.(4) Gerçek enflasyon ve yoksulluk oranı ise yüzde 30’un üzerinde seyrediyor.

Finansal göstergeler endişe veriyor

Finansal göstergeler açısından da durum hiç iç açıcı değil. Örnek olarak dolar kuru 7,40’ın üzerine çıkarak tarihsel bir zirve yaptı. Merkez Bankası kurdaki bu yükselişi durdurabilmek için likidite sıkılaştırmasıyla faizleri (dolaylı da olsa) yükseltmek durumunda kaldı.

Finans dışı özel sektörün net döviz pozisyonu açığı 165 milyar doları aşıyor. (5) Ülkenin  CDS’leri, eşiği çok aşarak Ağustos ayında 560 puana yaklaştı.(6)Döviz rezervlerindeki düşüş, zayıf para politikası, negatif reel faiz ve kısmen güçlü kredi teşvikinin tetiklediği yüksek cari açığın dış finansman risklerini artırdığı” gerekçesiyle, kredi derecelendirme kuruluşu Fitch ülkenin not görünümünü negatife düşürdü. (7)

Merkez Bankası döviz rezervleri sadece 6 ayda 30 milyar dolar eridi, döviz swapları çıkartıldığında ise eksiye dönüyor. 7 Ağustos itibariyle yurt dışına sermaye çıkışları 12 milyar doları buldu. (8)

Bu süreçte görev zararları artan kamu bankalarının döviz açık pozisyonları da, yasal sınır olan sermayelerinin yüzde 20’sini aşarak, yüzde 30’a ulaştı.(9) Bankacılık sektöründe kârlılık oranları düşerken (10), KOBİ’lere ait takipteki kredilerin oranı yüzde 7’ye aştı. (11)

Daha da kötüleşen devlet maliyesi

Dahası ülkenin sorunları sadece ekonomik küçülme gibi reel ekonominin yaşadığı sorunlarla ya da döviz açığı, yüksek kur, batık krediler gibi finansal sorunlarla sınırlı değil. Devlet maliyesi alanında da ciddi sorunlar yaşanıyor. Bir başka anlatımla; ekonomik kriz sürerken, finansal kriz kapıda beklerken, devlet mali krizi de bir süredir “sırada ben de varım” demeye başladı.

Vergi gelirleri azalırken, bazı devlet harcamaları ciddi olarak arttı

Bu duruma yol açan mali faktörleri şöyle özetlemek mümkün: Toplanamayan, sık sık affedilen, uzlaşma yoluyla eksik alınan ve Korona Salgını yüzünden indirim, erteleme biçiminde özel sektörden tahsil edilmeyen vergiler ve diğer mali yükümlülükler ciddi boyutlara ulaştı.

Diğer yandan Salgın nedeniyle başta sağlık harcamaları olmak üzere,  sermaye sınıfına verilen teşvikler, sübvansiyonlar, büyük inşaat ve enerji şirketlerinin kurtarılması için verilen mali desteklerde ciddi artışlar söz konusu.

Bunlara bir de piyasaya göre daha ucuz faizlerle kredi ve düşük kurdan döviz sattıkları için zarar eden kamu bankalarının zararı, bir türlü düşürülemeyen ve çok büyük bir kısmı halkın refahı ile ilgili olmayan lüks devlet harcamaları, askeri harcamalar, iç güvenlik harcamalarını ve Kamu Özel İşbirliği yöntemi altında yapılan büyük alt yapı projelerinin bütçeye getirdiği yükleri de dâhil ettiğimizde durum iyice kötüleşiyor.

Devlet maliyesindeki bu gelişmelerin sonucunda, özel ekonominin yanı sıra devlet de artık kriz potasına girmiş durumda. Sırasıyla; bütçe açığı, Hazine nakit açığı, kamu borçlanması ve faiz ödemeleri önlenemez bir biçimde artış gösterdi. Öte yandan devlet mali krizi devletin sınırları içinde kalmadı ve bankacılık krizini de tetiklemeye başladı.

Goldscheid’den O’Connor’a devlet mali krizi

‘Devlet mali krizi’ yeni bir kavram değil. Bu kavramı ilk kullanan iktisatçının mali sosyolojinin de öncülerinden R. Goldscheid olduğu kabul ediliyor.

Goldscheid, feodalizm sonrasında feodal devletin yerini alan kapitalist devleti ‘vergi devleti’ olarak niteliyor ve bu yapının içinin sermayedarlar tarafından boşaltılarak mali bir krize sokulduğunu ileri sürüyor. Ona göre mali kriz, finans sermayeye yapılan yüksek borç servisi ödemeleriyle, bu da işçilerin daha ağır biçimde vergilendirilerek sermaye sahipleri tarafından daha fazla sömürülmesiyle sonuçlanıyor.(12)

Goldscheid’ten etkilenen  Schumpeter’e göre,  bir zamanlar feodal egemenlere (devlete) ait olan mülkiyet özel sektöre geçip piyasalar gelişmeye başlayınca, vergileme devletin temel gelir kaynağı oldu. Böylece ‘vergi devleti’ ile kapitalizmin yükselişi aynı sürecin birbirinden ayrılmaz parçaları oldular. Diğer yandan, süreç içinde devletin gelire olan ihtiyacı aşırı bir şekilde arttığında bu durum artık sürdürülemez bir hale gelir ve vergi devleti çöker.(13) Kısaca Schumpeter’e göre devletin özel sektöre olan finansman yönünden bağımlılığı (son tahlilde) vergi devletinin çöküşüne neden olacaktır.

Ancak kavrama asıl anlamını veren kişi İkinci Dünya Savaşı sonrasının Marksist iktisatçılarından J. O’Connor’dur.

Sınıfsal çelişki ve çatışma mali krizin nedeni

O’Connor’a göre, kapitalist devletin kabaca birbiriyle çatışan iki işlevi mevcut: “Sermaye birikimini sağlamak” ve “bunu toplum nezdinde meşrulaştırmak”. Yani devlet bir yandan özel sermaye birikimini kârlı kılabilecek koşulları yaratmalı, diğer yandan da toplumsal uyumu / uzlaşmayı korumalıdır. (14)

Öte taraftan pratikte, birbiriyle uzlaşmaz çelişki içinde olan sosyal sınıfların çıkarlarını yansıtan bu iki işlev devletin bir mali krize girmesiyle sonuçlanır. Şöyle ki; kapitalist devlet sermayenin karşılaştığı maliyetleri sosyalleştirirken, kârların özelde kalmasını sağlar. Böylece kârlı bir sermaye birikimini oluşturmaya dönük olarak yapılan devlet harcamaları, devlet destekleri sürerken, bunları finanse etmesi beklenen vergiler yeterince artırılamaz. Çünkü sermaye sınıfı vergi vermeye yanaşmaz. Halkın vergi ödeme gücününse bir üst sınırı mevcuttur. Bunun sonucunda devlet gelirleri ile devlet harcamaları arasında yapısal bir açık oluşur. Bu da mali bir krize neden olur.   

Özetle devlet mali krizi teorisi perspektifinden; devlet harcamaları artarken, devlet geliri yaratma kapasitesi bunun çok gerisinde kaldığında (yapısal açık), ‘vergiye dayalı devlet’ kendi mali çöküşünün tohumlarını da atmış olur.

Bütçe artık yama tutmuyor

Bu perspektiften Türkiye’de neler olup bittiğine bakalım. Bunun için de öncelikle bütçe açığından başlayalım.

Merkezi Yönetim Bütçesi açığı son yıllarda sürekli artarak; 2016 yılında - 38,2 milyar liraya, 2017 yılında - 60,4 milyar liraya, 2018 yılında -72,8 milyar liraya yükseldi.

2019 yılında  - 80,6 milyar lira olan açığın 2020 yılında -138,9 milyar lira olması öngörülmüştü. Ancak 2020 yılının sadece 7 ayında (Ocak-Temmuz) bu açık – 139,2 milyar lira olarak gerçekleşti. Tek başına Temmuz ayındaki açık ise – 29,7 milyar lira oldu. (15)

Gerçekte açığın çok daha yüksek çıkması gerekiyordu. Çünkü bu 7 ay içinde sadece Ocak ayında bütçe 21,5 milyar lira olmak üzere fazla verdi. (16) Bu fazlanın nedeni bu ay Merkez Bankası’nın yapılan olağanüstü genel kurulunda kurumun geçen yılki kârının yüzde 90’ının ve geçen yıllardan kalan ihtiyat akçesinin Hazine’ye kâr payı olarak aktarılması kararının alınmış olması.

Tahminlere göre bu yıl 50-55 milyar lira civarında bir Merkez Bankası kaynağı (vergi dâhil)  Hazine’ye aktarılmış olacak. (17) Ocak ayında bu aktarmanın bir kısmının yapıldığı anlaşılıyor. Kısaca Merkez Bankası kârı ve ihtiyat akçesi olmasaydı (tıpkı geçen yıl olduğu gibi) bu yıl da bütçe açığı çok daha fazla olacaktı.

                                              Bütçe Açığı 

                                              (Milyar TL)                                                   

 

2016

2017

2018

2019

2020 (İlk 7 ay)*

 

-38,2

-60,4

-72,8

-80,6

-139,2

(* Bu yılın tamamında öngörü -138,9 TL)

Bu gelişmeyi kısaca yorumlayalım: Bu yıl öngörülen açık miktarı daha ilk 7 ayda aşıldı.  Geçen yıl Temmuz ayında bütçe 9,9 milyar lira fazla verirken, bu yılın Temmuz ayında bunun açığa dönüşerek – 29,7 milyar liraya çıkması, açığın yüzde 400 arttığı anlamına geliyor.

7 ay (Ocak-Temmuz) olarak bakıldığında; 2019 yılında bütçe açığı -68,7 milyar iken, bu 2020 yılının aynı döneminde -139,2 ‘ye yükseldi. Bu yaklaşık yüzde 103’lük bir artış demek oluyor.

Bu gelişmeler Dünya Bankası’nın son raporunda bütçe açığının tarihsel zirve olarak milli gelirin yüzde - 5,2’sini bulacağı öngörüsünü doğrular nitelikte (Maastricht Kriteri olan yüzde - 3’ün neredeyse 2 katı).

Faiz dışı açık yüzde 482 arttı

Bu arada bir ayrıntıya da dikkat çekmemiz gerekiyor: Faiz Dışı Denge. Bu kavram faiz ödemeleri düşüldükten sonraki bütçe ya da Hazine dengesini gösteriyor. Ortaya çıkan fark pozitif ise faiz dışı fazladan (FDF), negatif ise faiz dışı açıktan (FDA) söz ediliyor. Bu açığın hızla büyümesi devletin yapısal bir mali kriz (dolayısıyla borçlanma yönündeki baskı) içinde olduğuna işaret ediyor.

Bu çerçevede geçen yılın Temmuz ayında + 17,6 milyar lira olarak faiz dışı fazla verilmiş iken, bu yılın ilk 7 ayında bu fazla açığa dönüştü ve yüzde 220,5 oranında artarak  – 21, 2 milyar liraya çıktı. 7 aylık (Ocak –Temmuz) faiz dışı denge ise – 59,4 milyar lira oldu (bu arada yılın ilk 7 ayında Hazine borçlanmalarından dolayı 79,7 milyar lira faiz ödendi. Bu geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 36’nın üzerinde artış demek).

Böylece 2019 yılının ilk 7 ayında sadece – 10,2 milyar lira olan faiz dışı açık 2020 yılının aynı döneminde yüzde 482’lik bir artış ile - 59,4 milyar liraya çıktı.

Faiz Dışı Denge 

(Milyar TL)

2019 (Ocak-Temmuz)

2020 (Ocak-Temmuz)

Artış hızı (%)

-10,2

-59,4

482

 

Faiz dışı açıktaki artışın bu denli yüksek olması devlet maliyesinin sorununun sadece yüksek faiz ödemelerinden ibaret olmadığını gösteriyor. Asıl sorun artık faiz dışı ve bir türlü azaltılamayan devlet harcamaları. Yani artık devlet maliyesinin dengesizliğine neden olan bazı temel yapısal faktörlerin devrede olduğu çok açık.

Korona sermaye vergilerini azaltırken,  ÖTV ve KDV halkın sırtına iyice bindi

Bu yapısal faktörleri gözden geçirelim. Öncelikle bütçe açığının bir tarafını oluşturan vergi geliri tahsilatları durgun seyrediyor. Bu durgunluğun sebepleri arasında; Korona Salgınının neden olduğu ekonomik krizin vergi ödeme gücünü azaltması, vergi toplama gayretini zayıflatması, sıklıkla çıkartılan vergi afları ve yüksek enflasyonun vergi gelirlerini reel olarak düşürmesi gibi faktörler var.

Örneğin geçen yıl aynı dönem ile kıyaslandığında bu yıl (Ocak-Temmuz) 7 aylık dönemde bütçe açığının diğer belirleyeni olan devlet harcamalarındaki artış yüzde 39,1 (faiz hariç yüzde 42,2) olurken, vergi gelirleri artışı yüzde 30,3’ de kaldı.

Vergi gelirlerindeki bu artış da asıl olarak, yüzde 81 oranında artan ÖTV ve yüzde 35 oranında artan KDV gelirlerinden kaynaklandı. Çünkü Gelir Vergisi tahsilatları yüzde -1 ve Kurumlar Vergisi tahsilatları yüzde -23 civarında azaldı.  Diğer yandan vergi dışı devlet gelirleri yüzde - 74 civarında azalınca, toplam bütçe gelirleri yüzde – 7,4 oranında düştü.

Kısaca bütçe giderleri hızla artarken bütçe gelirlerinin düşmesi bütçe açığını artırdı.   

                                Bütçe gelir ve giderlerinde artış

 

Kamu harcamalarında artış (%)

Vergi gelirlerinde artış (%)

Vergi dışı bütçe gelirlerinde artış (%)

(Ocak-Temmuz 2020)

39,1

30,3

-         74,0

 

Bu dönemde faiz ödemelerinin dışında, Korona Salgını yüzünden başta sermaye kesimi olmak üzere çeşitli kesimlere verilen mali destekler, sermayeye verilen ucuz faiz ve döviz desteği yüzünden kamu bankalarının artan görev zararları belirleyici oldu.

Hanelere verilen destekleri de kapsayan bu “cari transfer harcamaları” adı da verilen harcamalar bütçe ödeneklerinin yaklaşık yüzde 44’ünü oluşturuyor. Bu kalemdeki artış ise yüzde 30 oldu.

Abartılı güvenlik harcamaları krizi tetikliyor

Diğer yandan (üzerinde konuşulması çok da istenmeyen), ancak hız kesmeden de devam eden ve kimilerine göre “güvenlik harcaması” (savunma ve iç güvenlik gibi), kimilerine göre “militarizm ve otoriterleşmeye dönük harcamalar” ya da bazılarınca “savaş harcamaları” olarak adlandırılan harcamalar bütçenin harcamalar tarafını etkileyen en önemli gider kalemi oldu.

Öyle ki 2017 yılı sonu itibariyle iç ve dış güvenlik kurumları (savunma hizmetleri + kamu düzeni ve güvenlik) toplam olarak merkezi yönetim bütçesinin yaklaşık yüzde 11’i civarında kaynak kullandı. Buna adalet hizmetlerine ayrılan yüzde 1,1 civarındaki pay da eklendiğinde, bu pay yüzde 12,1’e çıkıyor. (18)

2020 yılı Merkezi Yönetim Bütçesi ödeneklerinin dağılımı ise çok daha çarpıcı (19). Bu ödeneklerin yüzde 13,2’si (145 milyar lira) iç ve dış güvenlik ve yargılama hizmetleri için ayrılmış durumda.

Ancak buna sermayelerinin tamamına yakını devlete ait olan Aselsan, Roketsan, Savunma ve Hava Sanayi, TAİ, STM gibi ‘Askeri Sanayi Karması’nın ulusal örneklerini oluşturan şirketlerin güvenlik hizmetine dönük üretimleri için kullandıkları kaynak olan 98,5 milyar lira ve Savunma Sanayi Destekleme Fonu’nun (SSDF)  23,9 milyar liralık harcaması dâhil edildiğinde bu rakam 272,9 milyar liraya ve oran yüzde 25’e yükseliyor.

Denetlenemeyen askeri harcamalar

Bütçe dışı bir fon olduğu için Meclis denetimine tabi olmayan ve yaptığı harcamaların detayları gizlilik gerekçesiyle Meclis ile dahi paylaşılmayan Savunma Sanayi Destekleme Fonu bünyesinde 2018 yılında yaklaşık 24 milyar lira gelir elde edildi. Aynı yıl güvenlik ve savunmaya yönelik araç, gereç ve savaş teçhizatı alımına 22,5 milyar liralık harcama yapıldı. (20)

Bu fonun gelir kaynakları 28 Kasım 2017 tarih ve 7061 sayılı Yasa ile daha da güçlendirildi ve 2018 yılından itibaren Gelir ve Kurumlar Vergisinin SSDF’ye aktarılan payı yüzde 6’ye çıkartıldı, Motorlu Taşıtlar Vergisinin yüzde 20’si ve Veraset ve İntikal Vergisinin yüzde 25’i de bu fona aktarılmaya başlandı.

Bir çalışma ülkedeki Askeri Sanayi Karması ve askeri harcamaların geleceğine ilişkin önemli bulgular sunuyor.

Buna göre (21) Türkiye Savunma Sanayi Başkanlığı’nca yayınlanan 2019-2023 dönemi için stratejik planda; Türk savunma sektörünün gelirlerinin 26,9 milyar dolara, ihracatının ise 10,2 milyar dolara çıkartılması hedefleniyor. Türkiye Savunma ve Havacılık Sanayi Üreticileri Birliği tarafından Nisan ayında açıklanan 2019 sanayi verilerine göre ise; sektörün ihracatı 2019 yılında yüzde 40,2 artarak (2018'deki 2,2 milyar dolarlık düzeyden) 3,1 milyar dolara yükseldi. Toplam satışları ise yüzde 24,2 artarak (2018'de 8,8 milyar dolara kıyasla), 10,9 milyar dolara yükseldi.  

Sonuç olarak, silah sanayi sektörünün satışlarının dörtte üçünün iç pazarda kullanıldığı ve bunun temel alıcısının da devlet olduğu dikkate alınırsa; sermaye kesimine verilen desteklerin yanı sıra, ülkedeki otoriterleşme ve militarizmi artırmada kullanılan devlet harcamalarının faiz dışı açığı artıran, böylece de devlet mali krizine yol açan faktörlerden biri olduğunun altını çizmek gerekiyor.

Kapitalizmin, krizleri derinleştikçe, savaşlara yönelmesi Birinci Paylaşım Savaşından bu yana kanıtlanmış olan bir olgu. Bugün de, bu yönde olmak üzere tüm dünyada hem ırkçılık, hem de militarizm yükseliyor. Savunma amacını fazlasıyla aşan büyüklüğe erişen askeri harcamalarsa böyle savaşları gündemde tutmaya yarıyor.

Diğer yandan, dünyanın her yerinde savaşı, ölümü ve öldürmeyi kutsamak yerine, ısrarla ve inatla barışı, yaşamı ve yaşatmayı savunanların mücadelesi de kesintisiz sürüyor.

Mali bir krizin de tetikleyicisi olan savaş harcamalarının arttığı bir dönemde de olsa,  çok önemsediğimiz için her yıl alanlara çıktığımız bir gün olan 1 Eylül Dünya Barış Günü tüm dünya halklarına kutlu olsun.

Sonraki yazı: İçi boşalan Hazine ve önlenemeyen devlet borçlanması

Dip notlar:

(1)     World Bank Group, Turkey Economic Monitor, August 2020: Adjusting the Sails, www.worldbank.org. s. 65.

(2)       TÜİK, Sanayi Üretim Endeksi, Haziran 2020,  Haber Bülteni (14 Ağustos 2020), http://www.tuik.gov.tr.

(3)       World Bank Group, agr. s. 15.

(4)     http://disk.org.tr/2020/08/covid-19-istihdami-vurdu-issizlik-ve-is-kaybi-toplami-17-2-milyon (10 Ağustos 2020).

(5)       TCMB, Mayıs Ayı Finansal Kesim Dışındaki Firmaların Döviz Varlık ve Yükümlülükleri, https://www.tcmb.gov.tr (5 Ağustos 2020), s. 1

(6)       https://tr.investing.com/rates-bonds/turkey-cds-5-year-usd (24 Ağustos 2020).

(7)       https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kredi-derecelendirme-kurulusu-fitch-turkiyenin-not-gorunumunu-negatife-dusurdu (23 Ağustos 2020).

(8)       https://www.dunya.com/kose-yazisi/bu-doviz-cikisina-rezerv-dayanmaz-zaten-dayanmiyor (20 Ağustos 2020).

(9)       https://www.bloomberght.com/kamu-bankalari-tl-yi-savunmak-icin-doviz-acik-pozisyonlarini-artirdi (17 Temmuz 2020).

(10)   Bu  konuda bkz: Mustafa Durmuş, “Elbette “ekonomi yüksek döviz kurlarından ibaret değil”, http://mustafadurmusblog.blogspot.com/2020/08.

(11)   BDDK, Türk Bankacılık Sektörü Temel Göstergeleri, Haziran 2020, s. 14.

(12)   Goldscheid, Rudolf (1925), A Sociological Approach to Problems of Public Finance. R. Musgrave and A. Peacock (Edts), Classics in The Theory of Public Finance, Palgrave Macmillan, 1958 içinde, s. 202-213.

(13)   R. A. Musgrave, "Schumpeter's Crisis of the Tax State: An Essay in Fiscal Sociology," Journal of Evolutionary Economics, Springer, vol. 2(2), August, 1992, s. 89-113.

(14)   James O’Connor,  The Fiscal Crises Of the State, St.Martin’s Press, New York,  1973, Chapter 2, s. 40-64.

(15)   T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı, Aylık Bütçe Gerçekleşme Raporu,  Temmuz 2020, s. 2-7.

(16) Hazine ve Maliye Bakanlığı, Aylık Bütçe gerçekleşme Raporu (Ocak 2020), s. 2.

(17) https://www.sozcu.com.tr/2020/ekonomi/son-dakika-merkez-bankasindan-ihtiyat-akcesi-karari (20 Ocak 2020).

(18) Koç Üniversitesi- Eaf-TÜSİAD,  Merkezi Yönetim Bütçesi Takip Raporu, Mayıs 2018, s. 42

(19) T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı,  2020 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi ve Bağlı Cetveller.

(20) T.C. Sayıştay Başkanlığı, Savunma Sanayi Destekleme Fonu 2018 Yılı Sayıştay Denetim (Düzenlilik) Raporu, (Eylül 2019), s. 22.

(21) Ali Bakeer,  “Turkey’s Defense Industry in the Covid Age”, https://cgpolicy.org (10 July 2020).

 

17 Ağustos 2020 Pazartesi

Dünya Bankası Türkiye Raporu: Elbette “ekonomi yüksek döviz kurlarından ibaret değil”

 

Elbette “ekonomi yüksek döviz kurlarından ibaret değil”

Mustafa Durmuş

17 Ağustos 2020

Yazının başlığı, özellikle de kurlardaki son yükseliş üzerinden iktidarın ekonomi politikalarını eleştirenlere karşı iktidar cephesince yapılan savunmayı özetliyor. 

Bu mealdeki sözler; bazen “buzdolabı sayısındaki artışın halkın refahındaki artış ile ilişkilendirilmesiyle”  dolaylı olarak söyleniyor, bazen de “bir merminin fiyatının ne kadar yüksek” ya da “terörle mücadelenin ne kadar pahalı” olduğu hatırlatılıyor. Böylece hem ekonomideki diğer göstergelerin iyi durumda olduğu, hem de ülkenin bekası açısından her türlü maliyete katlanılması gerektiği vurgulanıyor.

Kuşkusuz ekonomi sadece kurdaki değişikliklere indirgenemez. Nitekim bu durumun bilincinde olan Dünya Bankası da (DB) birkaç gün önce Türkiye ile ilgili bu yöndeki kapsamlı raporunu kamuoyu ile paylaştı.

Bu rapor Türkiye’deki son kur yükselişlerinden önce hazırlandığı için kurlarla ilgili son gelişme raporda yer almıyor. Ancak hemen her ekonomik göstergeye raporda yer verilmiş, mevcut duruma ilişkin ciddi bilimsel çözümlemeler yapılmış, geleceğe ilişkin öngörülerde bulunulmuş.

Raporu görme ama Biden’ı gündeme taşı

Bu anlamda rapor son yıllarda (bence) uluslararası kuruluşlar tarafından Türkiye ekonomisi üzerine hazırlanmış olan en kapsamlı raporlardan biri. Buna rağmen rapor (Bakan Albayrak’ın döviz kurundaki yükselişle ilgili çok tartışılan açıklamalarını yaptığı günlerde yayınlanmış olsa da), ana akım medyanın gündeminde gerektiği gibi yer almadı.

Havuz medyasında daha ziyade raporda yer alan  “Türkiye’nin Salgını daha hızlı kontrol altına aldığı” şeklindeki tespite yer verilmekle yetinildi. Raporun kendinin ülke ekonomisinin bugününe ve yarınına ait olduğu gerçeği göz ardı edildi.(1)  Bu yapılırken bugünlerde ABD Başkan adaylarından J. Biden’in bu yılın başında Türkiye ile ilgili söylediği iddia edilen bazı sözler aynı medya tarafından servis ediliyor.

Dünya Bankası Türkiye Ekonomik İzleme Raporu

Toplamda 120 sayfayı bulan ve çok sayıda banka ekonomistinin katkı verdiği bu rapor (2) Türkiye ekonomisinin ve insanımızın mevcut durumu ve yakın geleceği ile ilgili olarak çok önemli ipuçları veriyor, ciddi uyarılarda bulunuyor. Bu yazıda bunların hepsine yer verme şansımız olmadığı için, bazılarına odaklanmakla yetineceğiz.

Bu yıl ekonomi küçülecek, işsizlik ve yoksulluk artacak, 2021 ise belirsiz

İlk olarak, Dünya Bankası Türkiye ekonomisinin 2020 yılında yüzde -3,8 oranında küçüleceğini, buna bağlı olarak da, işsizliğin ve yoksulluğun daha da artacağını, ülkenin giderek daha fazla finansal bir kriz riski ile karşı karşıya bulunduğunu ileri sürüyor.

Son 3 yılda refahımız yüzde 25 azaldı

Rapordan (s.67); yurttaşlarımızın ortalama ekonomik refah düzeyinin (Korona Salgını yüzünden değil), aslında 2017 yılından bu yana düşmekte olduğu gerçeği ortaya çıkıyor.

Şöyle ki; 2017 yılında kişi başı milli gelir 10,616 dolar iken, bu sürekli olarak düşmüş ve 2018’de 9,693 dolara; 2019’da 9,127 dolara gerilemiş. İçinde bulunduğumuz yılda ise 7,924 dolara kadar düşmesi bekleniyor. Bu son 3 yılda ortalama gelirimiz yüzde 25 azaldı demek oluyor.

Diğer taraftan bu kişi başı gelir hesabının kendi de kusurlu. Zira sanki milli gelir eşit dağılıyormuş gibi, toplam milli gelir toplam nüfusa bölünerek bir ortalama bulunuyor. Oysa gerçekte yılda, bırakın başına binlerce dolar düşeni, bin dolar dahi düşmeyen milyonlarca yoksulumuz, buna karşılık az sayıda da olsa dolar milyarderlerimiz var. Yani rapor ana akım iktisadın ekonomik büyüme yanılsamasını da sürdürüyor.

2023’ te 2019’un gerisinde olacağız

Bu yanılsamaya rağmen, 2022 yılında kişi başı gelirin 8,502 dolar olarak gerçekleşebileceğinin öngörülmesi ise, bu süreçte bir ekonomik toparlanma olsa dahi, halkın durumunun iyileşmeyeceğini, hatta 2019 seviyesinin bile gerisinde kalacağını ortaya koyuyor.

Bu yüzden de 2023 yılında kendilerince yeni bir İslam Cumhuriyeti içinde yaşamak hayali kuranların, siyasal İslam sayesinde uğradıkları ekonomik refah kaybı üzerinden (yitirdikleri sosyal ve politik hakları bir yana)  bir kez daha düşünmelerinde fayda var.

Bu arada raporda diğer kurumların büyüme öngörülerine de yer veriliyor. Bu kurumlar Dünya Bankası kadar da iyimser değil. Örneğin IMF bu yıl Türkiye ekonomisinin yüzde - 5, OECD ise yüzde - 6’ya yakın küçüleceğini öngörüyor (s.65). Bu verilere rağmen, Bakan Albayrak’ın, iktisatçıların bu yıl ekonomide yüzde - 5 küçülme beklentisini hafife almasını ciddiye alabilmek mümkün değil.

Kısaca, Dünya Bankası bu yılı Türkiye için çok zor bir yıl olarak öngörüyor. 2021 yılında ise ekonomik büyümenin bir sıçrama yapabileceğini (yüzde 5) ileri sürse de, bunun ciddi olarak belirsizliklerle dolu olduğunun altını da kalın bir çizgi ile çiziyor. 

Tartışmalı varsayımlar

Ayrıca rapor büyümeye ilişkin tahminlerini şu varsayımlara dayandırıyor: “Salgın ile ilgili yeni sıkılaştırma tedbirleri (sokağa çıkma kısıtlamaları gibi) yapılmayacak, fiziksel mesafelenme uygulamaları bu yılın sonuna kadar (ya da aşı bulunana kadar) etkin biçimde sürdürülecek, yeni bir salgın dalgası olmayacak.”

Normalleşme, Kurban Bayramı ve turizm sezonunun açılması sırasında, Salgında günlük vakalarda bugün itibariyle Nisan ayından daha kötü sayılara ulaştığımız, grip mevsiminin yaklaştığı, bu nedenle de Salgınla mücadelede işimizin daha da zor olacağı çok açık.

Yönetenlerin Salgınla ilgili sorumluluğu yurttaşın kendine bırakırken, yurttaşın da umursamaz tavırları (3) dikkate alındığında, Dünya Bankası’nın raporunu dayandırdığı varsayımların pek de sağlam olmadığı ortaya çıkıyor. Yani Salgın bu Sonbaharda daha da kötüleşirse (ikinci bir dalgaya gerek kalmaksızın) ekonomik büyüme tahminleri tutmaz, ekonomik sonuçlar daha da kötü olabilir.

Talep yönlü büyüme sınırlarına ulaştı

Raporun detaylarında yer alan verilerse çok daha önemli. Zira bir süredir kredi genişlemesi ile (yani hormonlu olarak) talep yönlü büyütülmeye çalışılan ekonomide talebin artmayacağı, tersine ciddi olarak azalacağı öngörülüyor.

Bu bağlamda bu yılın bütününde özel tüketim harcamaları binde - 5; yatırım harcamaları (kredi büyümesine ve faizlerdeki keskin düşüşe rağmen) yüzde -10,5; ihracat yüzde -15 ve ithalat yüzde - 6,5 azalacak (s.15).

Bu yıl büyümesi beklenen tek harcama kalemi ise (tahmin edilebileceği gibi) kamunun tüketim harcamaları. Bu harcamaların yüzde 6,2 oranında artması bekleniyor. Ancak bu gelişme bütçe açığını uzunca bir süreden sonra ilk kez yüzde 5,6’ya kadar çıkartırken, geçen yıl fazla veren cari açığın da yüzde  -3,2’ye yükselmesiyle sonuçlanacak.

Bu durum raporda “ülkenin para politikası araçlarıyla ekonomiyi büyütme sınırına gelindiği” biçiminde yorumlanıyor. Çünkü Türkiye, diğer kırılgan 12 ülke arasında nominal faiz oranları enflasyon oranından en düşük olan ülke (reel faiz oranı  - 6 puan düşük) olarak sıralanıyor.

Bu da iktidara artık faiz oranlarını daha fazla indirme imkânı vermediği için (nitekim Ağustos’ta dolaylı biçimde faizler yükseltildi), ekonomiyi talep yönlü büyütmenin tek yolu olarak geriye kamu bütçesine (kamu harcamalarını artırarak) yüklenmek kalıyor. Nitekim rapor bunu “yönetimin bu alandaki cephaneyi kullandığı” şeklinde ifade ediyor (s.14).

Kuşkusuz bu gelişmeler kaçınılmaz olarak, krizle mücadelenin faturasının kamu sektörüne, dolayısıyla da vergi mükellefi emekçilere daha fazla ödettirilmesiyle sonuçlanacaktır.

 

İşsizlik arttı, çalışılan saatler ve ücretler azaldı

Raporda, Korona salgınının (özellikle Nisan ayından itibaren) istihdam ve işsizlik üzerinde ne kadar etkili olduğu ayrıntılı bir biçimde anlatılıyor:

“Bir bütün olarak istihdam ve işgücüne katılım sayıları 2’şer milyon civarında azaldı. Sektörel olarak en büyük kayıp; toplam istihdamın yüzde 55’ini sağlayan hizmetler sektöründe (istihdamının yüzde 10’unu, yani 1,5 milyon işçiyi kaybetti) yaşanırken, inşaat sektöründeki istihdam kaybı yüzde 28’i buldu. Alt sektörler itibariyle;  Salgın en çok gıda ve konaklama sektöründe etkili oldu, zira sektör Nisan ayında yüzde 62,5 oranında küçüldü.  Genel olarak turizm sektöründe, Nisan ayında gelen yabancı turist sayısı yüzde 99,3 oranında azaldı, otellerdeki doluluk oranı yüzde 3’e kadar düştü” (s.36).

Bir diğer önemli bulgu, raporun Türkiye’de DİSK-AR’ın da geniş işsizlik tanımında kullandığı iş saati kayıplarını da içeren bir ankete yer veriyor olması. Kurumun TOBB ile birlikte Haziran ayında yürüttüğü bir anket çalışması ülkede tüm sektörlerde hem çalışılan saatlerde, hem de işçilere ödenen ücretlerde ciddi oranlarda düşüş gerçekleştiğini gösteriyor.

Örneğin eğitim sektöründeki işletmelerin yüzde 41’i çalışma saatlerini, yüzde 27’si ücretleri; sağlık sektöründeki işletmelerin yüzde 40’ı çalışma saatlerini, yüzde 20’si ücretleri; gıda sektöründekilerin yüzde 33’ü çalışma saatlerini, yüzde 23’ü ise ücretleri düşürdü.  Bu indirimler ulaştırma ve depolama sektöründe sırasıyla yüzde 33 ve yüzde 20; konaklama sektöründe yüzde 31 ve yüzde 19; toptan ve perakende ticarette yüzde 29 ve yüzde 8; imalat sanayinde yüzde 28 ve yüzde 14 ve inşaat sektöründe yüzde 29 ve yüzde 11 dolayında oldu (s.43).

Yoksulluk arttı ama hesaplama yöntemi hala sorunlu

Rapor yoksulluk oranının yüzde 10,4’ten yüzde 14,4’e yükseleceğini ileri sürüyor. Bu 1,2 milyon daha yurttaşın yoksullar kervanına katılacağı anlamına geliyor.

Ancak yoksullukla ilgili olarak sunulan veriler çok çarpıcı olsa da, raporun önemli bir eksiği var. Raporda uluslararası yoksulluk eşiği olarak da kabul edilen, “günde 1,90 dolarlık harcama yapabilme imkânı” ölçütü benimseniyor (2011 yılı satın alma gücü paritesine göre). Yani günde 1,90 dolar geliri olmayanlar, dolayısıyla da böyle bir harcama yapamayanlar yoksul olarak kabul ediliyor.

Türkiye’de (doların kurundaki son yükseliş raporun yayınlandığı tarihten sonra gerçekleştiği için), hesaplamayı 1 dolar  = 6,85 lira üzerinden yapmak mümkün. Ancak kuru örneğin 1 dolar = 7,0 lira olarak kabul etsek dahi izahı zor bir durumla karşılaşıyoruz. Bu hesaba göre Türkiye’de günde 13,3 liranın üzerinde harcama yapan biri yoksul sayılmıyor.

Oysa günde 13, 3 liralık bir gelire ve harcama imkânına sahip birini (özellikle de böyle çok yüksek enflasyon ortamında) yoksul olarak değil, düpedüz aç olarak kabul etmek gerekir. Bu yüzden de yoksulların sayısının 1,2 milyondan çok daha fazla artacağını ileri sürmek daha gerçekçi olur.

Ayrıca rapor yoksulların yüzde 72’sinin sadece ilkokul mezunu olduğunu ileri sürerek, yoksulluğun asıl nedeninin eğitimsizlik olduğu biçiminde bir sonuca ulaşıyor ki bu tam olarak doğru değil. Çünkü bu ülkede hem çalışan, yani işi olan lise mezunlarının, hem işli- işsiz birçok üniversite mezunu gencin, hem eğitimli kadınların, hem de ülkede ayırımcılığa uğrayan farklı ulusal, etnik kimliklerin yoksulluğu daha ağır basıyor.

Bankacılık krizi riski artıyor

Türkiye ekonomisinin kırılganlığına ilişkin olarak da rapor; “dış borçlarla ilgili yükümlülüklerin yönetilebilir olsa da, cari açığın giderek artmakta olmasının, döviz rezervlerindeki sert düşüşün ve kurlardaki hızlı artışın neden olduğu kur riskinin ülke ekonomisinin dışsal kırılganlığını artırdığını” (kibarca finansal kriz riskinin varlığından söz ediyor) ileri sürüyor. Özellikle de imalat sanayi, ulaştırma ve inşaat-enerji sektörlerindeki şirketlerin yüksek düzeydeki borçlarının bankacılık sektörü için ciddi risk oluşturduğuna dikkat çekiyor.

Bu bağlamda raporda; sadece bu yılın ikinci çeyreğinde kamu bankalarının verdikleri kredilerin 250 milyar lira ve özel sektör bankalarının kredilerinin 126 milyar lira arttığına; bankaların kârlılığının hızla düştüğüne, kur riski, vade uyumsuzlukları, varlık kalitesindeki kötüleşmeler, toptan, perakende ticaret, ulaştırma ve depolama, inşaat sektörlerindeki batık kredilerin bankaların bilançolarını kötüleştirdiğine ve dolayısıyla da finansal istikrarsızlık riskinin arttığına dikkat çekiliyor (s. 10).

 

Kârlılık düştü, batık kredilerin miktarı arttı

Örneğin bankaların vergi öncesi kâr (zarar) / ortalama toplam varlıklar rasyosu şeklinde ifade edilen kâr oranı 2017 yılında yüzde 2 iken,  bu hızla düşerek 2018’de yüzde 1,8’e; 2019’da yüzde 1,4’e geriledi. Bunun 2020’de binde 7’ye düşmesi bekleniyor. Toplam nakit kredileri içindeki batık kredilerin oranı ise 2017 yılından bu yana 2 kata yakın arttı (s. 103).

Reel sektör açısından da benzer bir durum söz konusu. Her ne kadar Salgın bu gelişmenin nedeni olarak nitelendirilse de, bu tam olarak doğru değil. Zira ikinci en büyük 500 sanayi kuruluşunun 2017-2019 yılları arasındaki satışları ve kârlarına bakıldığında bu sektörde de satış ve kâr sorunlarının Korona öncesinde de mevcut olduğu görülüyor.

Nitekim Dünya Gazetesinde yer alan bir habere göre: “Türkiye'nin ikinci 500 sanayi kuruluşunun üretimden satışlardaki artış hızı yüzde 14,2 ile 3 yılın en düşük seviyesine geriledi. Satışlardaki yavaşlama eğilimi kârlılığı da olumsuz etkiledi. İSO İkinci 500'ün 2018'de 19 milyar lira olan faaliyet kârı, 2019'da 16,8 milyar liraya indi”.(4)

Ülkenin sorunları 2015 yılından bu yana derinleşti

Kısaca sistemik bir ekonomik kriz nedeni olan kâr oranlarındaki düşüş, ne bankalarla, ne de Korona Salgını ile sınırlı. Böyle bir krizi tetikleyecek, açığa çıkartacak gelişmeler siyasal iktidarların (özellikle de 2011 Suriye iç savaşı ve 2015 yılı Haziran genel seçimlerinden bu yana) izledikleri hem iç, hem de dış politikalarla mümkün kılındı.

Ülke 2011 yılında Yeni Osmanlıcı yayılmacı politikaları hayata geçirmek sevdasıyla Suriye’nin işgaline zemin hazırlayan iç savaşın bir parçası oldu. Ardından, 2015 yılından itibaren, Kürt sorununun çözümünde çatışmasızlık ya da barış yolundan vazgeçilerek tekrar savaş konseptine dönüldü. 2015’teki 7 Haziran seçimleri AKP’nin tek başına iktidar olmasını mümkün kılmayınca, ülke Orta Doğu ülkeleri ya da Afganistan’dakileri aratmayan bombalı saldırılarla sarsıldı ve seçimler yenilendi. Temmuz 2016’daki askeri darbe girişimi fırsat görülüp ilan edilen OHAL altında, yeni bir otoriter rejim tesis edilmeye başlandı, iktidar ortakları değişti.  

2017’deki Anayasa değişikliğinden itibaren bugün artık tüm sorunların başlıca nedenlerinden biri olduğu iyice ortaya çıkan Türk Tipi Başkanlık sistemi hayat geçirildi.

Ancak bunlar ne politikada, ne de ekonomide istikrarı sağlamaya yetmediği gibi kriz dinamiklerini iyice açığa çıkarttı. Ülke 2001 yılından sonra ilk kez olmak üzere, 2018 yılında ciddi bir döviz krizi yaşadı. Ekonomik durgunluk 2019 yılında devam ederken, ülke bu sefer küresel Korona Salgınına ve beraberinde gelen çok derin bir ekonomik krize daha yakalandı.

Dünya Bankası yaklaşımı: “Ekonomi ile siyaset iki ayrı alandır!”

Kuşkusuz bu raporda ne savaştan, ne de politik krizden söz ediliyor. Bir iki paragrafla sınırlı kalmak kaydıyla; ülkeyi yönetenlere; “kısa vadeli ekonomik kazanımlardansa uzun vadede dayanıklılığı artıran politikalara yönelmeleri, parasal disiplini korumaları yatırımcı güvenini tesis etmeleri” ve içerikleri açıklanmayan “yapısal reformlar yapmaları öneriliyor”. Bunlar yapılmazsa sermaye çıkışlarının daha da artacağı, rezervlerin iyice eriyeceği ve kurdaki yükselişlerin devam edeceği yönünde uyarılar yapılıyor (s. 11).

Bu normal çünkü Dünya Bankası’ndan  (tıpkı IMF, OECD ve DTÖ gibi) son tahlilde küresel egemenlerin, dev uluslararası şirketlerin, emperyalist devletlerin çıkarlarına aykırı bir rapor hazırlaması beklenemez.

Kaldı ki bu raporu hazırlayan ekonomistler tipik bir ana akım yaklaşımı altında ekonomi ile siyaset alanlarını birbirinden keskin çizgilerle ayırabiliyorlar. Onlara göre, örneğin bir ülkedeki ekonomik verimliliğin ve kârlılığın garantisi, demokrasiden ziyade siyasal istikrardır ki -diktatörlükler altında (Çin’de olduğu gibi) siyasal istikrar daha kolay sağlanabiliyor.

Bu nedenle de, 20 yılı aşkın bir süredir uzun vadede kârlı olabilmeyi sürdürebilmek anlamına gelen  “sürdürülebilir kalkınma” kavramını savunan Dünya Bankası’nın Nairobi’de,  Korona Salgının ortasında iyice çaresiz kalan ve su faturalarını ödeyemeyen gecekondularda yaşayanların sularının kesilmesini önermesi anlaşılabilir bir durum. (5)

Sonuç olarak

Dünya Bankası’nın son raporu Türkiye ekonomisinde sadece yüksek kurun değil, tepeden tırnağa her şeyin, her olgunun artık ciddi bir soruna dönüştüğünü ortaya koyuyor.

Bu raporda anlatılanlardan farklı düşündüğümüz temel hususu şöyle özetleyebiliriz: Türkiye kapitalizminin ekonomisinin de, siyasetinin de yapısal-sistemik sorunları ile karşı karşıyayız. Neo-liberalizmin daha da derinleştirilmesi anlamına gelen ekonomi politikalarıyla, Keynesyen soslu para ve maliye politikalarıyla, politik-demokratik bağlamından kopartılmış sözde yapısal reformlarla veya daha önceki ekonomi politikalarını tekrardan hayata geçirmeye ve uluslararası sermaye ile köprüleri tekrar kurmaya çalışan politikacılarla ya da bundan ötesini yapmaya niyetli olmayan siyasal partilerle bu sorunların üstesinden gelebilmek mümkün değil.

Diğer yandan umutsuz da olmamamız gerekiyor. 18 yıllık ekonomik, politik, ideolojik hegemonya çöküyor. Sorunlar çözümler için, çözümler de sorunlar için vardır. Sorunlar derinleştikçe çözümler de olgunlaşır. Bu çözümler köklü, radikal ve sistemi değiştirmeye dönük çözümlerdir. Acil ihtiyacımız bu çözümleri kitlelerle buluşturabilecek ve onları harekete geçirebilecek olan politik öznelerin örgütlenmesidir.

Dip notlar:

(1)     https://www.hurriyet.com.tr/dunya/dunya-bankasindan-turkiye-raporu-daha-hizli-kontrol-altina-aldi (11 Ağustos 2020).

(2)     World Bank Group, Turkey Economic Monitor August 2020: Adjusting the Sails, www.worldbank.org.

(3)       En son bir düğünde, ortak kullanılan makyaj malzemesi nedeniyle 30-35 vaka birden görüldü: https://www.sozcu.com.tr/2020/gundem/ayni-makyaj-malzemesini-kullanan-35-kisi-corona-oldu (15 Ağustos 2020).

(4)       “İSO İkinci 500'ün satış hızında sert yavaşlama”, https://www.dunya.com/ekonomi/iso-ikinci-500un-satis-hizinda-sert-yavaslama (14 Ağustos 2020).

(5)       “In the middle of a pandemic, the World Bank wants slum dwellers to lose their water supply”, https://norberthaering.de/en (9 August 2020).

 

 

 

Okullar açılırken

 

Okullar açılırken

Mustafa Durmuş

15 Ağustos 2020

Türkiye’de ilk ve orta öğretimdeki okulların 31 Ağustos’ta uzaktan erişimle (muhtemelen özel okulların talebi sonucunda), 21 Eylül’den itibaren ise sınırlandırılmış- dönüşümlü olarak yüz yüze eğitimle, açılmasına karar verildi.

Bu konuda yaygın bir endişe var.

Özellikle de veliler, bilhassa alt yapının yetersiz olduğu, kalabalık bölgelerde ilköğrenim çağındaki küçük çocukların alınacak önlemleri ne ölçüde uygulayabileceği ve bunun sonucunda Korona vakalarının patlama yapıp yapmayacağı konusunda haklı olarak endişe duyuyor.

Bu endişeyi haklı çıkaran bir haber Brezilya’dan geldi (1) . Ülkenin Manaus adlı bir bölgesinde geçen hafta açılan ve 110.000 öğrencinin öğrenim gördüğü 123 devlet okulunun 36’sında daha ilk haftada yeni Korona vakası görüldü.

Bu ülkede de, bizde hedeflenene benzeyen bir sınırlandırılmış-dönüşümlü eğitim sistemi (hibrid) uygulanması başlatılmıştı. Bununla da yetinilmemiş, durumu denetleyebilmek için, okullarda okul aile birliği ve öğretmenler sendikası temsilcileri gibi ilgili tarafların da temsilcileri bulundurulmuş. Ayrıca koruyucu maskeler, dezenfektanlar  dağıtılmış.

Ancak, alınan önlemlere rağmen,  ilk günde 1 öğretmen Koronaya yakalandı. 2 gün içinde 8 okul kapatıldı ve sonuçta, açılıştan itibaren geçen sadece 1 hafta içinde toplam 36 okulda (bölgedeki okulların yüzde 30 ‘unu oluşturuyor) yeni Korona vakası görüldü.

Eylül ayında Britanya’da da okullar yüz yüze eğitim için açılacak. Salgınla mücadeleyi piyasaların insafına bırakmak anlamına gelen sürü bağışıklığı stratejisini uygulayan Brezilya’dan sonra Britanya’dan da benzer haberlerin gelmesi kaçınılmaz olacak.

Bu gelişmelerden iki acil ders ve görev çıkartmak lazım:

İlk olarak; kâr için üretim insan hayatından (özellikle de çocuklarımızı ve eğitim emekçilerini riske atarak) daha değerli değildir, insan ve toplum sağlığı her şeyin üzerindedir.

İkinci olarak eğitim, bir toplumun bir müştereği,- ortaklaşımı olarak kabul edilmeli ve kâr için feda edilmemelidir. Bu nedenle de kamusal eğitim kurumları iyileştirilirken, özel okullar ve kurumlar derhal toplumsallaştırılmalı ve doğrudan toplumun yönetimi ve denetimine bırakılmalıdır.

…….

(1) Tomas Castanheira, “Brazilian teachers report 36 COVID-infected schools after one week of classes in Manaus”, https://www.wsws.org (15 August 2020).