25 Eylül 2018 Salı

‘YENİ EKONOMİ PROGRAMI’NIN EMEK PERSPEKTİFİNDEN GÖRÜNÜMÜ


‘YENİ EKONOMİ PROGRAMI’NIN EMEK PERSPEKTİFİNDEN GÖRÜNÜMÜ

Mustafa Durmuş

24 Eylül 2018

İki gün önce Yeni Ekonomi Programı (YEP) açıklandı. Bu belge eskiden ‘Orta Vadeli Program’ olarak açıklanırdı. İsim değişikliğinin aklıma getirdiği ilk şey Sovyetler Birliği’nde 1921-1928 yılları arasında uygulanan Yeni Ekonomi Programı (NEP) oldu. Bizdekinin isim babası kim bilmiyorum ama geçmişte sola bulaşmış birilerinin eseri olabilir.
Geçtiğimiz 16 yılın ardından ülkeyi bir başka hükümet yönetmeye başlasaydı ve bu hükümet yeni bir program açıklasaydı bu isim değişikliği anlamlı olabilirdi. Böyle bir durum olmadığına göre, ülkeyi 16 yıldır yöneten bir iktidar aynı şeyleri söylediği bir belgeye neden “yeni” adını takar?
Bir ülkeyi yıllardır aynı programlarla yönetenler bunu sürdürmek istediklerinde, muhtemelen farklı bir program sunuyormuş izlemini vererek bu programa yeni bir isim vermek ihtiyacı duyuyor olabilirler. Böylece halk da “yeni bir şeyler denenecek deyip” umutlanabilir.
Böylece o ana kadarki başarısızlıklar da unutturulmuş olur. Bu yüzden de sıklıkla siyasal iktidarlar bu “yeni” kavramına başvururlar: ‘Yeni Rejim’, ‘Yeni Türkiye’ kavramları gibi.
YEP ile ilgili olarak piyasaların sözcüleri kadar, birçok ekonomist, gazeteci görüşlerini açıkladılar. Bunların çoğunluğu (dikkatli bir dil kullanarak) önce büyüme, işsizlik gibi hedeflerin gerçekçi olarak belirlendiğini peşinen söyleyerek programın aslında bir iç tutarlılıktan yoksun olduğunu yazdılar.

İÇ TUTARLILIĞI OLMAYAN BİR PROGRAM
Programı değerlendiren ekonomistlerin eleştirilerinin arasında, program varsayımlarının gerçek dışılığı, perspektif yetersizliği ya da tersine dönmekte olan uluslararası konjonktüre yer verilmemesi kadar, bazı temel makro değişkenlerin yanlış tahmini de geliyor.
Örneğin tüm sistemin pivotu konumundaki dolar kurunun gerçekçi olarak değil, beklenenin çok altında tahmin edilmesi en çok eleştirilen kısım oldu.
Çünkü programda öngörüldüğü gibi, doların bu yılki ortalama kurunun 4,90 olması hiçbir hesaba göre mümkün değil. Bunun için yılın kalan son aylarında kurun 5,70’lerekadar gerilemesi gerekiyor. Bugün hala dolar kuru 6.30’un üzerinde ve yaklaşan FED faiz artırımı gibi nedenlerden dolayı kurun bunun altına inmesi olası değil. Böylece bu denli dolarize olmuş bir ekonomide yanlış kur hesabı piyasalar açısından ciddi bir yanlış bir sinyal, yanlış yönlendirme demek.

YENİ BİR TEORİ DAHA MI?
Enflasyon öngörüsü ise evlere şenlik. 2019 yılından itibaren hızlıca düşen ve 2021 yılında yüzde 6,0 olan bir enflasyon öngörüsü var. Bu arada enflasyon düşerken, ekonomik büyüme hızlanıyor. Öyle ki büyüme 2020’de yüzde 3,5 ve 2021’de yüzde 5 oluyor.
Makro iktisat derslerinin ilk öğrettiği şeylerden biri enflasyon ile ekonomik büyümenin aynı yönde hareket ettiğidir. Geçici olarak 1990-2000 arasında ABD’de enflasyonsuz büyüme yaşanmış olsa da bu teori hala çürütülebilmiş değil. Ama olsun. Tıpkı faiz-enflasyon ilişkisinde olduğu gibi “yeni” bir teori ortaya atarak, “hem enflasyon düşürülür hem de ekonomi büyütülür” demenin siyaseten bir sakıncası yok. Bu öngörü gerçekleşmediğinde ise bu sözü hatırlayacak kim kalır ki?

DÜNYADA HERŞEY YOLUNDA GİDECEK VARSAYIMI
Keza küresel finansal kriz riskinin, korumacılık, ticaret savaşları ve faiz oranlarının arttığı bir dünyada sanki böyle bir olumsuz konjonktür ya da ülkede hali hazırda yaşanmakta olan kriz yokmuş gibi işsizlik oranını 2021’de yüzde 10,8’ e düşürmek nasıl mümkün olacaktır? Üstelik yüksek borç stokları yüzünden gerçekleşecek olan şirket batışlarının giderek artacağı 2019 yılından itibaren işsizlik oranının patlama yapması beklenirken.
Programın içsel tutarsızlığı ile ilgili son söz belki de 2020’ye kadar küçülen ekonominin nasıl olup da 2020’den itibaren çıkışa geçeceğidir. Zira küresel sıkıntıların arttığı böyle bir yılda bizim ekonomimizin yükselişe geçeceği öngörülüyor. Bunun nasıl olacağına ilişkin programda her hangi bir açıklama yok.

'TOPTANCI BAKIŞ'IN YETERSİZLİĞİ
Kısaca ekonomistler bu tutarsızlıkları gördüler ve yazdılar. Ama bir şeyi yazmadılar: Bu programın toplumun değişik sınıf ve kesimleri üzerinde yaratacağı etkileri. Çünkü bu ekonomistlerin böyle bir sınıfsal bakış açısı ve buna uygun analiz araçları mevcut değil. Muhtemelen aldıkları ana akım iktisat ideolojisi nedeniyle bu işleri toptancı bir gözle görüyorlar ve etkilerin tüm toplum için aynı olduğunu düşünüyorlar.

Yani bir tür “sınıfsız, zümresiz toplum” ya da “hepimiz aynı gemideyiz” inancı. Bu da analizlerinde bölüşüm sorunlarına, doğa ve emek tahribatına yol açabilecek etkilere yer verilmemesiyle (ya da asgari de tutulmasıyla) sonuçlanıyor.

ASIL SORU
Oysa program irdelenirken asıl olarak şu soru sorulmalı ve yanıtı aranmalıydı: “Bu tür programları kimler hazırlıyor ve bu programlar gerçekte neyi, kimleri hedefliyor?”
YEP’in resmi sunumu sırasında da belirtildiği gibi, böyle programlar “piyasa ekonomilerinde karar alıcılara doğru sinyaller vermek, onları doğru yönlendirmek için” hazırlanırlar. Hazırlayanlar da (adları değişse de) düşünce yapıları ana akım iktisat ideolojisi ile şekillenmiş ve davranışları siyaset kurumunca belirlenmiş teknokratlardır, bürokratlardır.
Peki, ekonomideki karar alıcılar kimlerdir? Kısaca piyasalar, bankalar, büyük şirketler, yatırımcılar, büyük tasarruf sahipleri yani sermaye kesimi.
Bu çevreler, izlenen birikim ve büyüme stratejisi altında yeni kararlar alırken, yatırım yaparken doğru tahmin edilmiş olan ekonomik büyüme, enflasyon, döviz kuru ve faiz verilerine ihtiyaç duyarlar. Aksi halde yatırımlarından bekledikleri yüksek getiriyi elde edemezler. Bu açıdan böyle programlar onlar için önemlidir. Bu programlarla devlet gibi önemli bir aktörün kendi işlerini ne kadar kolaylaştıracağını, ya da ne denli riske sokacağını anlamaya çalışırlar.

BİZLER EKONOMİDEKİ KARAR ALICILAR DEĞİLİZ
Tüketici bir aktör müdür? Her ne kadar ana akım iktisat öyle söylese de (özellikle de günümüzde) hayır. Sayılarımız on milyonları bulsa da örgütlü olmadığımız için (örneğin ülke çapına yayılmış büyük tüketim kooperatifleri aracılığıyla) tüketimden gelen gücümüzü kullanabilecek durumda olamadığımızdan bizler bir aktör değil, sadece pazarda, süper market raflarında şikayetlenen sıradan tüketicileriz.
Bizler gerçek anlamda tasarruf sahibi de değiliz. Zira ülkedeki 2,2 trilyon liralık tasarruf mevduatının yarısına 149 bin küsur lira milyoneri sahipse tasarruf kararlarını onlar veriyor demektir. Bankadaki ya da yastık altındaki üç beş bin lira ile tasarruf kararlarını etkilemek mümkün değil. Buradan hareketle yatırımcı olmadığımızı söylemeye gerek bile yok.
Yani bu tür programlar tüm ülke, ekonomi ve toplum için yapılıyormuş gibi sunulsa da az sayıda karar alıcı için yapılırlar. Bu kesimlere yol göstermek, sinyal vermek ve durgunluk ve kriz dönemlerinde güven vermek için yapılırlar. Bu nedenle de bunların bizim gibi emeği ile geçinmeye çalışan geniş kitlelerle her hangi bir ilgisi yoktur.
Diğer yandan bu program bu haliyle bu kesimler için de doğru sinyaller verici ya da yol gösterici olmaktan oldukça uzak. Tıpkı eskileri gibi, varsayımları ve modeli gerçekçi değil, hedefleri aşırı iyimser, tahminleri doğru değil.

EMEKÇİLERİ NASIL ETKİLEYECEK?
Ancak bu programda kesin gibi gözüken bir şey bunun emekçiler üzerinde yaratacağı etkiler.
Sırasıyla vergi gelirleri artırılacak, sosyal harcamalar kısılacak, bunlar bizler için kemer sıkma demek, bu daha da yoksullaşmak demek.
Keza İşsizlik Fonu muhtemelen Emlak Bankası’nın güçlendirilmesi için kullanılacak, esnek çalışma daha da yaygınlaştırılacak, güvenceler kaldırılacak, kıdem tazminatı yeniden masaya getirilecek, Bireysel Emeklilik Sigortası (BES) tekrardan ısıtılacak.
Program sermaye için kesin olmasa da bizler için kesin sonuçlar üretecek gibi gözüküyor.


18 Eylül 2018 Salı

SAHİ KİMLER YAPMIŞTI 3. HAVALİMANINI?


SAHİ KİMLER YAPMIŞTI 3. HAVALİMANINI?

Mustafa Durmuş

18 Eylül 2018


“Kim yaptı yedi kapılı Mısır piramidini?
Kitaplarda firavunların adını okursunuz.
Kendileri mi kaldırdı firavunlar o koca koca taşları?

Altından kaplı ışıl ışıl ışıldayan Lima evlerini yapanlar nerede otururlar?
Nereye gitti Büyük Çin Seddi'nin yapılıp bittiği günün akşamında onu yapan taş işçileri?

Büyük Roma koca koca sütunlarla doluydu.
Peki kim dikti o sütunları?
….
Genç İskender Hindistan'ı fethetmiş.
Bir başına mı peki?

Çevirdikçe sayfaları, hep ama hep zafer.
Peki kimdi hazırlayan ziyafet sofralarını o ihtişamlı muzafferlerin?

Her on yılda bir büyük adam.
Faturası kime çıkar?

Bir sürü laf.

Bir ton soru.”

Yukarıda kısaltılarak verilen Bertolt Brecht’in “Okuyan Bir İşçinin Soruları” (Çeviren: Uğur Altunay) adlı şiirinde söylenmek istenen şey şudur:

Tarih anlatısında ön planda görünenler, egemenler onlar için çalışanlar olmadığı sürece var olamazlar. Öyle ki tüm tarih bu ikisi arasındaki bir mücadeledir, karşılıklı eylemliliktir.

Dev gökdelenler, alış veriş merkezleri, plazalar, görkemli ibadethaneler, saraylar, büyük köprüler, otoyollar ve havalimanları ise aslında bu egemenlerin, yönetenlerin servetlerinin, iktidarlarının birer sembolüdürler.

İŞÇİLER GÖRÜNMEZLER

Diğer yandan bu yapıtların inşaatında çalışan işçilerin genel olarak nasıl yaşadıklarına, bunlar inşa edilirken başlarına neler geldiğine, hayatlarının nasıl değiştiğine bakılmaz, bu üretimi yapanlar hiçbir biçimde görünür olsunlar istenmez.

Örneğin, İstanbul’daki 3. Havalimanı inşaatında çalışan 40 bin civarındaki işçinin çalışma koşullarının kötülüğü ve hak ihlalleri, aşırı çalıştırılma gibi nedenlerden dolayı iş bırakmaları söz konusu olmasaydı bu işçilerin varlığından haberdar bile olmayacak, havalimanının ya da “uçan saray” adı takılan yeni uçağın görkemi ile meşgul olacaktık.
Sonuçta bu havalimanını yaptıranın iktidar partisinin genel başkanı, yapan şirketlerin Cengiz- Limak- Kolin-Kalyon-Mapa Konsorsiyumu olduğunu, maliyetinin 35 milyar doları bulduğunu, muhtemelen de adının bir Osmanlı sultanının adı ile aynı olduğunu resmi tarihçiler yazacak.

Tıpkı Mısır piramitleri ya da Çin seddi anlatılırken, bunların inşaatını yapan on binlerce kölenin, işçinin hangi koşullarda çalıştırıldığının ve kaç bin tanesinin öldüğünün yazılmayarak sadece onları yaptıran muktedirler ve imparatorların adlarının yazılması gibi 3. Havalimanının yapımı sırasında binlerce işçinin ne kadar ağır koşullarda çalıştırıldıkları ya da kaç tanesinin iş kazası adı altında hayatlarını kaybettiği ve bu inşaat sonrasında doğanın nasıl bir tahribata uğratıldığı yazılmayacak.

3. HAVALİMANI İNŞAATINDA NE OLMUŞTU?

Aylardır aralıksız olarak ve her türlü kaza riski altında, 29 Ekim’de yapılacak olan resmi açılışa yetiştirilsin diye olağanüstü bir tempoyla çalıştırılan işçiler ağır ve kötü çalışma koşullarına tepki göstermiş ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için eylem düzenlemişlerdi. Eylemden üç gün önce yaşanan ve 17 işçinin yaralanmasıyla sonuçlanan iş kazası da işçilerin eylemlerini tetiklemişti.

İşçilerle yapımcı şirketlerin yetkilileri arasında yapılan görüşmeler sonucunda işçilerin 15 maddelik son derece insani talepleri önce şirket yetkilileri tarafından kabul edilmiş, ancak kısa bir süre sonra reddedilmiş, bunun üzerine de iş bırakma eylemi yayılarak sürmüştü.

Sonrasında eylem bir sabaha karşı gerçekleşen polis ve jandarma baskınıyla bastırıldı, 500 civarında işçi devletin kolluk güçleri tarafından gözaltına alındı ve bu işçiler taşeron şirketlerin araçlarıyla karakollara taşındılar. İşçilerin sorgulanma süreçleri devam ederken, büyük medyada çıkan haberlerle işçilerin eylemleri kriminalize edildi.

HAKLI TALEPLER

Kısaca “iş kazalarına karşı önlemler alınsın, yatakhaneler-banyolar temiz olsun, tahtakurusu sorunu çözülsün, maaşlar elden verilmesin, SGK ve vergi hırsızlığı yapılmasın, ücretler zamanında ödensin” biçiminde özetlenebilecek bu talepler işçilerin son derece haklı ve makul talepleriydi.

Ancak devlet ihalelerinin başgediklisi, vergileri sıfırlanan, doğayı yok eden, emeği yok sayan projeleriyle bilinen, millete yönelik küfürleriyle ünlenen son dönemin gözdesi az sayıda inşaat tekelinin güvenliği işçilerin iş güvenliğinden, sağlığından, yaşamından daha önemli kabul edilmiş olsa gerek ki işçiler devletin sert tepkisiyle karşılaştılar.

YUKARIDAN-AŞAĞIDAN BAKIŞ

Bu eyleme yukarıdan, yani egemenlerin gözüyle bakarsanız işçiler haksızdır ki maalesef hâkim görüş de böyle şekillendiriliyor. Ama gerçeği görebilmemiz için tüm olaylarda olduğu gibi, bu olaya da aşağıdan bakmak gerekiyor. Yani çok küçük bir azınlığı oluşturan sermayedarların, onların sözcülüğünü yapan politikacıların değil,  üretenlerin, işçilerin gözünden bakmak gerekiyor.

Nasıl ki 19.Yüzyılda gerçekleşen sanayi devrimini ele alırken fabrika sahiplerine değil, o fabrikaları yapan işçilere, dev camiler için padişahlara değil, onu yapan işçilere, mimarlara bakmak gerekiyorsa, havalimanlarında da siyasetçilere ya da büyük inşaat şirketlerine değil, buradaki ağır çalışma koşullarına rağmen haklı talepleri reddedilen günümüzün modern kölelerine bakmak gerekiyor.

Çünkü gerçekte bu insanlar tarihtir. Siyasi liderler ve patronlar yalnızca insan gerçekliğinden oluşan büyük bir okyanusun yüzeyindeki köpüklerdir. Asıl olan bu okyanusu oluşturan halklardır, emekçilerdir.

TARİHİ KİM YAPAR, KİM YAZAR?

Tarihi yapanlar toplumsal sınıflar ve bu sınıfların arasındaki mücadeleler iken, onun resmi  yazıcıları ya  egemen sınıfların resmi tarihçileri ya da onun entellektüelleri olmuştur.

Bu nedenle de yıllar sonra bu havalimanının tarihi yazılırken muktedirden, büyük inşaat şirketlerinden söz edilecek ama bu inşaatı yapan ve çok ağır koşullarda çalıştırıldıkları için tepki göstererek iş bırakan binlerce işçiden, onların taleplerinin nasıl reddedildiğinden söz edilmeyecek.

Çünkü henüz tarihi yapanlarla onu yazanlar aynı sınıflar değil. Tarihin yapıcıları ile tarihin yazıcıları aynılaştığında taşlar yerine oturacak ve hakikat sonraki kuşaklara doğru biçimde aktarılacak.

17 Eylül 2018 Pazartesi

HADİ “MERKEZ BANKASI BAĞIMSIZ”


HADİ “MERKEZ BANKASI BAĞIMSIZ”…

Mustafa Durmuş

14 Eylül 2018

Merkez Bankası’nın dünkü faiz artırımı kararına Cumhurbaşkanı’ndan bugün bir açıklama geldi: “ Merkez Bankası faiz artırımını oldukça yüksek gerçekleştirildi. Bağımsızlığın neticesini göreceğiz, şahsen sabır safhamdır. Biz sömürü manivelalarına eyvallah edemeyiz. Ben yatırımcıma bakarım. Bir ülkenin kalkınması üretim, üretim, üretimdir. Finans kuruluşlarının yapması gereken bu çarkı döndürmektir. Finans kuruluşlarının ayakta kalması da reel ekonomi ve reel yatırımcıya bağlıdır. Tulumbadan su gelmezse susuz kalırsın. Kişisel olarak faiz meselesine bakışımı böyle bilmenizi isterim” (1).

Faiz artırımından hemen önceki Erdoğan’ın faiz artırımı karşıtı açıklamalarını ekonomist gazeteci U. Gürses, mealen seçmenin gönlünü almaya dönük bir açıklama olarak nitelendirilmişti. Yazara göre MB, “Cumhurbaşkanı’nın onayı olmadan böyle bir adımı atamazdı” (2).

Cumhurbaşkanı’nın faiz karşıtlığı söylemleri biliniyor. Bunu da daha çok faizin haksız ve haram bir kazanç olmasına, sömürü olmasına dayandırıyor. Bu da dindar seçmende karşılık buluyor.

Diğer taraftan yüksek faiz oranı işin bir boyutu. Diğer boyutunda bunun nasıl vergilendirildiği konusu var. Yani “kazanılmamış, haksız ya da haram kazanç” olarak tanımlanan faizden elde edilen gelirin (ya da sömürünün) büyüklüğünü sadece faiz oranının yüksekliği belirlemiyor. Bu faizden ne kadar vergi alındığı  da önemli.

Maalesef Türkiye’de son yıllarda, Gelir Vergisi Kanunu’nun Geçici 67. Maddesi gereğince, faizden asgari ücretliden alınan kadar dahi vergi alınmıyor. Üstelik bu Eylül başında yapılan bir değişiklikle lira cinsinden vadeli mevduatlardaki gelir vergisi (stopaj) oranları daha da düşürüldü.
Kısaca, lira cinsinden tutulan vadeli banka mevduatlarından elde edilen faiz gelirinden alınan gelir vergisi 6 aya kadar vadeli mevduatlarda yüzde 15’ten yüzde 5’e; 6 ay-1 yıl vadeli olanlarda yüzde 12’den yüzde 3’e ve 1 yıldan uzun vadeli olanlardan yüzde 10’dan yüzde 0’a düşürüldü (3) .

Bu bağlamda 791 milyar liralık çeşitli vadelere bağlanmış vadeli mevduattan elde edilen faiz gelirinden alınan vergi azaltıldı, hatta bir kısmında sıfırlandı (4).
BDDK verilerine göre bu mevduatın yüzde 45’i, bu kendilerine “milyoner” denilen 150 bin servet zenginine ait. Bunların hesaplarında ortalama 6,6 milyon liraları var (5). Dolayısıyla da sağlanacak vergi indirimlerinden asıl olarak bu 150 bin zengin faydalanacak.

Benzer bir biçimde, 67. Maddeye göre, devlet tahvili ve hazine bonosu faiz geliri elde edenlerden alınan vergi oranı yerli ve yabancı ayırımı yapılmaksızın yüzde 0. Duruma göre yüzde 10 ile sınırlı. Borsadan elde edilen gelirler ise hiç vergilendirilmiyor. Yani süper zenginlerimiz bir asgari ücretli kadar dahi vergilendirilmiyor.

Şimdi sizce de burada bir tuhaflık yok mu?

Hadi Merkez Bankası “bağımsız”, bu nedenle de siyasal iktidarın bunlara sözü geçmiyor. Bu kurum faizleri yükseltip, rantiyeye daha fazla kazandırıyor. Hazine ve Maliye Bakanlığı’na da mı sözümüz geçmiyor? Kaldı ki yeni rejimle vergileri kaldırmak, indirmek yetkisi artık doğrudan Cumhurbaşkanı’nın yetkisinde değil mi?

……..
(2) Uğur Gürses, “Geç gelen itfaiye…”,  https://ugurgurses.wordpress.com/2018/09/13/gec-gelen-itfaiye
(13/09/2018).
(4) TCMB, Haftalık Para ve Banka İstatistikleri (31 Ağustos 2018), Tablo 2,http://www.tcmb.gov.tr/…/haftalik+para+ve+banka+istatistikl…
(5) http://www.hurriyet.com.tr/…/milyoner-sayisi-150-bine-dayan….


12 Eylül 2018 Çarşamba

SERİ SONU SATIŞLARIN SONU, KAPATIYORUZ!


SERİ SONU SATIŞLARIN SONU, KAPATIYORUZ!

Mustafa Durmuş

12 Eylül 2018

Büyüme verileri açıklandı. Veriler 2017 yılından bu yana süren bir dönemin kapandığını, yeni bir dönemin başladığı gösteriyor.
TÜİK’e göre (1), ekonomi bu yılın (Nisan-Mayıs-Haziran) aylarını kapsayan ikinci çeyreğinde yüzde 5,2 oranında büyüdü. Ne hoş değil mi, her şeye rağmen yüksek oranda büyümeye devam ediyoruz.
Nitekim 12 Eylül Darbesi’nin hatırlattığı bir tanımlamayla “beşi bir yerde havuz medyası” bu gelişmeyi “yine hâlâ dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisine sahibiz ” diye sundu.
Diğer yandan bu gelişmeye Hazine ve Maliye Bakanı temkinli bir biçimde yaklaştı ve (mealen) ekonomik büyümede yavaşlamanın söz konusu olacağı bir “dengelenme sürecinin başladığını” (2) söyledi.

BAYRAM GELMİŞ NEYİME?
Büyüme verisi (beklendiği gibi) halkımız arasında coşkuyla karşılanmadı. Bayram havası yaratmadı. Nasıl yaratsın ki? Döviz uçmaya, enflasyon yükselmeye, hayat pahalılığı artmaya devam ediyor. Tarım dışı işsizlikte bırakın azalmayı artma sürüyor, gençler arasında işsizlik oranı neredeyse yüzde 50 olmuş. Her gün şirket batışları ve toplu işçi çıkarımı haberleri peş peşe geliyor.
Öyle ki Merkez Bankası’nın yılsonu enflasyon beklenti anketinde beklenen enflasyon yüzde 19,1 çıkarken (3) ve Morgan Stanley’in öngörüsü yüzde 20,7 civarında (4). ÜFE’deki yüksek artış yılsonuna doğru enflasyonun yüzde 22-25 olacağının işaretlerini veriyor.
Enflasyon yüksek döviz ile birlikte sabit gelirlinin daha da yoksullaşması, işsizlerin açlığa iyiden iyiye mahkûm edilmesi demek.
Bu büyüme sırasında emeğin milli gelirden aldığı payın azalmış ve bu yılın ilk çeyreğinde yüzde 38,2’den ikinci çeyrekte yüzde 36’ya gerilemiş olması da (5) bu büyümenin asıl olarak bir servet zenginleşmesi olduğunu gösteriyor.
Yani ekonomi büyümüş ama emekçinin aldığı pay yüzde 2 puandan fazla azalmış. Kapitalist büyümenin sınıfsal karakterini bundan daha iyi anlatabilecek başka bir somut veri olabilir mi?

KÜÇÜLME BAŞLADI
Büyüme verisinin ayrıntıları çok daha büyük tehlikelerin önümüzde olduğunu gösteriyor. Bunu TÜİK verisindeki gözden kaçırılmaması gereken bir ayrıntı sunuyor aslında bize. Şöyle ki ekonomi geçen yılın ikinci çeyrek dönemine göre yüzde 5,2 büyümüş ama bu yılın ilk çeyreğine göre büyüme sadece binde 9 olabilmiş. Ayrıca bu yılın ilk çeyreği geçen yılın son çeyreğine göre yüzde 1,5 büyüyebilmiş.
Kısaca, geçen yıl yüksek cari açık vermek pahasına (yüzde 6) içerde bol KGF kredileriyle hormonlu bir şekilde yüzde 7,4 büyütülen ekonomi bu yılın ilk çeyreğinden itibaren yavaşlamaya başlamış, bu büyüme hızı bir önceki çeyreğe göre önce yüzde 1,5’e ve ardından da binde 9’a kadar düşmüş.
Daha da kötüsü bu yılın ikinci yarısından itibaren (şu an üçüncü çeyrek içindeyiz) bu büyüme eksiye döndü. Yani bu yılın ikinci yarısında ekonomi büyümeyecek, tersine küçülecek (negatif büyüme). Bu küçülmenin yüzde -2 ila yüzde – 4 arasında olması bekleniyor (6).
Ekonominin bu yılın ikinci yarısından itibaren küçülmeye başladığının göstergesi büyümenin dinamiklerindeki gelişmelerinden de anlaşılıyor.
Yüzde 5,2’lik büyümeyi sağlayan dört faktör söz konusu. Sırasıyla; yüzde 7,2’lik artışla devletin yapmış olduğu tüketim harcamaları, yüzde 6,3’lük artış ile hanelerin yapmış olduğu tüketim harcamaları, yüzde 4,5’lik artışla mal ve hizmet ihracatı ve yüzde 3,9’luk artış ile sabit sermaye yatırımlarındaki artış. Buradan anlaşılıyor ki büyüme yine, yeni yatırımlarla değil, tüketim artışıyla sağlanmış.
Diğer yandan bu faktörlerin önceki değerleri dikkate alındığında “Şeytanın ayrıntıda gizli olduğu” anlaşılıyor. Çünkü bu yılın ilk çeyreğinde hane halkı tüketim harcaması yüzde 9,3 artmışken, ikinci çeyrekte bu sadece yüzde 6,3 olmuş (üçte bir oranında azalmış). Tüketiciler frene basmaya başlamışlar.
Yatırımlardaki düşüş ise çok daha belirgin. İlk çeyrekte yüzde 7,9’dan, ikinci çeyrekte yüzde 3,9’a gerilemiş. Yani yatırımlar yarı yarıya azalmış. Buna paralel bir biçimde sanayi üretimi bu Mayıs’ta yüzde 6,5 artmışken, Haziran’da bu artış yüzde 3,2’de kalmış. Bu dönemde asıl artan devletin nihai tüketim harcamaları olmuş. Yüzde 4,9’dan yüzde 7,2’ye yükselmiş. Benzer biçimde ihracat da binde 7’lik bir artıştan yüzde 4,5’luk bir artışa yükselmiş.
Özcesi, artık ekonomi özel tüketim ve yatırım harcaması ile büyütülemiyor. Hormonlu büyümeyi devletin tüketim harcamaları sağlayabiliyor (birazda kur etkisiyle ihracat). Enflasyonun bu denli hızla arttığı bir dönemde devletin bu harcamaları sürdürebilmesi ise hiç kolay değil. IMF ile olası bir anlaşmanın kaçınılmaz şartı devlet harcamalarının kısılması olacağından, ekonominin önümüzdeki yıl ya da yıllarda küçüleceği görülüyor.
13 Eylül’de Merkez Bankası’nın faiz artırımına gitmesi olasılığının bir hayli yüksek olması (500-1000 puan beklentisi var) ekonomideki küçülmenin daha da artacağının bir göstergesi. Yani döviz ve enflasyonu baskılamak için yapılacak ciddi bir faiz artışı ekonomiyi belirgin bir biçimde küçültecek.

DENİZ BİTTİ
Uzun sözün kısası deniz bitmiş, gemi karaya oturmuş. Bu yılın ikinci yarısından itibaren ekonomi küçülmeye başlamış ve bu durum en az bir yıl devam edecek gibi görünüyor. İşte size adına “resesyon” da denilen “derin ekonomik durgunluk” ya da reel sektör krizi hali.
Hatırlayalım bu durum, döviz kurunun fırlamasıyla (ödemeler dengesi krizi) , özel sektör dış borç krizinin patlama noktasına gelmesi ve bunun bankacılık krizine dönüşmesi potansiyeliyle, yani bir finansal krizle başlamıştı. İşin finansal boyutunda bu gelişmeler hız kesmeden devam ederken, şimdi de ekonomi resesyona girmiş bulunuyor. Yani buna politik krizi, ekolojik krizi de eklersek Türkiye çoklu bir kriz sarmalına girmiş durumda.

MAHŞER GÜNÜ
Bu aslında irili-ufaklı özel sektör firmaları için bir “mahşer günü” tarifidir. Çünkü hem döviz kuru yüksek, hem başta döviz cinsinden olmak üzere borç stoklarınız çok yüksek, hem kısa vadeli borçlarınızın oranı çok yüksek, CDS’ler zirve yapmış, ülkenizin kredi notu sürekli düşürülüyor, dışarıda faizler yükselmeye başlamış, isteseniz dahi borcu çevirecek yeni borç alamıyorsunuz. Tüm bunlar yeterince sorun iken bir de ekonomi resesyona girmiş. Kime ne satıp da borçlarınızı çevireceksiniz? Sizin için deniz bitmemiş midir? 

KRİZ ÖNCE REDDEDİLDİ, ŞİMDİ KABUL EDİLİYOR
“Dış güçlerin durdurmaya çalıştığı şaha kalkan ekonomi” noktasından “hepimiz aynı gemideyiz” noktasına hızlıca geçiverdik. Bu süreç çok uzun sürmedi. Artık “krizdeyiz, ama hepimiz aynı gemideyiz” söylemleri yaygınlaşmaya başladı. Bu galiba krizin varlığını alıştıra alıştıra söylemenin bir yolu.
Bu söylemi son olarak, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) Ticaret ve Sanayi Odaları Konseyi Başkanı Necdet Takva yapmış ve “şirketlerin borcu, 81 milyon Türkiye vatandaşının borcu haline geldi” demişti (7). Bu hepimiz aynı gemideyiz söylemimizin bir adım daha geliştirilmişi.
Yani “fedakârlık yapacağız”, kemer kısacağız, yoksullaşacağız ama ses çıkarmayacağız, zira gemi batarsa hepimiz batarız. Ne güzel değil mi, kârlarınız sizin, zararınız ise tüm toplumun olsun! İşte kapitalist sömürüyü anlatan ikinci en güzel tarif.
Aynı gemideyiz söylemi devletin tüm kurumlarınca da benimsendi, daha da benimsenecektir. Hatta “zor durumlarda ülkeye sahip çıkmak” adına kapitalizmi ve onun sürdürücüsü siyasal iktidarları kurtarmaktan çekinmeyen ana muhalefet partimiz de bu aynı gemideyiz sözlerine canı gönülden katılıyor? Öyle ya, “bu hale nasıl geldik, kimler getirdi” sorgulaması yapmaksızın, “ülkeyi ekonomik krizden çıkarabilmek için üzerimize düşeni yapmaya hazırız” demiyorlar mı?
Gerçekten aynı gemide miyiz? Çok uzağa gitmeye lüzum yok. Ankara’da Eskişehir Yolu’na doğru bir gezintiye çıkın anlarsınız. TOBB’un dev ikiz kuleleri ile devlet bütçesinden birçok bakanlığın toplamından çok daha fazla ödenek kullanabilen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görkemli binası yolun iki tarafına konuşlanmıştır. Bu yola (ya da arka taraflarına) Ankara’nın Mamak İlçesinde yaşayanların evlerini ya da gecekondularını resmedebilirseniz “aynı gemideyiz diyebilirsiniz.
…………

(1)TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, II. Çeyrek: Nisan - Haziran, 2018, Bülten Sayı: 27827 (10 Eylül 2018).
(2) 
https://www.ntv.com.tr/…/bakan-albayraktan-buyume-aciklamasi (10 Eylül 2018).
(3)
https://www.bloomberght.com/…/2153758-tcmb-anketi-2018-sonu…(10 Eylül 2018).
(4) 
http://www.paraanaliz.com/…/morgan-stanley-tcmb-faizi-425-b… (11 Eylül 2018).
(5) TÜİK, agb.
(6) Capital Economics/Turkey, “GDP (Q2 2018): Robust growth in Q2, but economy now in recession” (10 September 2018).
(7) 
http://www.diken.com.tr/tobba-gore-sirketlerin-borcu-81-mi…/ (31 Ağustos 2018).




9 Eylül 2018 Pazar


“RABBİM CLEVELAND DEDİ”. YERSENİZ!

Mustafa Durmuş

9 Eylül 2018


Türkiye’de olaylar o kadar hızlı gelişip, gündem o kadar hızlı değişiyor ki (ya da değiştiriliyor ki) tarihsel öneme sahip bir olayın yankıları bile ancak bir hafta sürebiliyor.
Türkiye’nin en büyük ve “başarılı” özelleştirmesi olarak yıllarca siyasal iktidar tarafından savunulmuş olan Türk Telekom’un (TT) özelleştirilmesinden söz ediyorum.
Ne zaman ki TT sonunda kredi borçlarını ödeyemez duruma düşerek bankaların eline geçti, o zaman bu özelleştirmenin ayrıntıları ortaya çıktı. Öyle olunca da ortalığa temizlenmesi çok güç bir pislik yayıldı.
Çünkü bu özelleştirmenin sıradan bir özelleştirme olmadığı, tam bir soygun, talan ve içerden yağmalamaya dönüştüğü gözler önüne serildi. Bu konuda uzmanlarca çok şey yazıldığı için durumu sadece özetleyip geçeceğim.

KURUMLAR VERGİSİ DÜŞÜRÜLDÜ, 200 MİLYON LİRALIK VERGİ İADESİ YAPILDI
2005 yılında, ülke güvenliği açısından en stratejik sektörü olan iletişim sektöründe faaliyet gösteren, ülkenin en büyük ve en kârlı (sıfır borçlu) şirketlerinden biri ve tekel konumunda olan dev bir kamu şirketinin yüzde 55 hissesi (zararda olmamasına, hatta kârlı olmasına rağmen), bir hafta sonu Maliye Bakanlığı’nda yapılan yüz yüze görüşmeyle dönemin Maliye Bakanı Unakıtan’ın sözleriyle “babalar gibi”, Lübnanlı Hariri ailesinin ve Suudilerin ortak olduğu Oger’e 6,550 milyar dolara taksitli olarak, özelleştirme yoluyla satıldı. Yapılan anlaşmaya göre, şirketin bütün iletişim şebekesi ve teçhizatı 21 yıllığına Öger’e verildi.
Türkiye’deki kurumlar vergisi mükellefleri içinde ilk sıralarda yer alan bu şirket satıldıktan sonra Araplara bir kıyak daha yapıldı ve geçerli kurumlar vergisi oranı yüzde 30’dan yüzde 20’ye düşürüldü. Ama buradaki bir ayrıntı çok önemliydi. Bu kanun 1 Ocak tarihinden itibaren geçerli sayılarak dönemin parasıyla kurumun yeni sahiplerine 200 milyon lirayı aşan miktarda bir kurumlar vergisi iadesi de yapıldı.

ELİN TAŞIYLA ELİN KUŞUNU VURDU
Öger ne yaptı dersiniz? 6,5 milyar dolarlık satın alma bedelinin 1,3 milyarı dolarını 2005’te peşin olarak ödedi. 2006 yılında ödediği 1,4 milyar doların 1 milyar dolarını ise şirketten aldığı kâr paylarından (temettü) ödedi. Bundan sonra Öger’in cebinden para çıkmadı.
Yani şirket çok kârlı bir şirket olduğundan hemen yüksek kârından ödeme gerçekleşti. Bu arada kurumun verdiği hizmetler sürekli zamlanıyor, kurumda çalışanların sayısı yarı yarıya düşürülerek şirketin kârlılığı daha da yükseltiliyordu.
Ama şirketin Hazine’ye hala borcu vardı. Bu kalan borcu ödemek için de Öger 2007 yılında aralarında (Hükümet’in de telkinleriyle), İş Bankası, Garanti ve Akbank’ın da bulunduğu Türkiyeli bankalardan yüksek miktarda kredi aldı (4,3 milyar dolar). Böylece siyasetçi, finans kapital ve bürokrasi üçgeni de kurulmuş oldu.
Bu arada Öger, şirketten 2006-2016 arasındaki on yıl boyunca, toplam olarak libor faiz oranından bugünkü değeri 7,9 milyar doları bulan temettü aldı. Yani elde edilen toplam kârdan payını sorunsuzca aldı ve bu kârı yine sorunsuzca yurt dışına çıkarttı. 

Böylece bu on yıl boyunca aldığı kâr payı (temettü) özelleştirmenin toplam bedeli olan 6,5 milyar dolardan 1,4 milyar dolar daha fazla oldu (Ne güzel bir alış veriş değil mi?)
Biraz karışık gibi görünse de aslında hesap ortada. Öger, kendilerini çok seven dönemin siyasileri tarafından kasasında onlarca milyon doları bulunan çok kârlı bir kamu tekelini, fiyatının sadece dörtte bir oranında (1,7 milyar dolar) bir peşinat ile aldı.
On yıl boyunca bugünkü değer ile 7,9 milyar dolar kâr payı elde etti. Bunu yurt dışına çıkarttı. Bu operasyon nedeniyle yapılan kurumlar vergisi indiriminden dolayı kasasına 200 milyar liralık bir vergi iadesi girdi. Özelleştirme bedelinin yüzde 75’lik kısmını ise yerli bankalardan aldığı ve geri ödemediği kredilerle karşıladı.
Kısaca Öger çok iyi bir alış veriş yaptı. Elin taşıyla elin kuşunu vurdu. Kurumun içini boşaltırken, 30 bine yakın personelinin işine son verdi. İnsanları aşsız bıraktı. Ödenmeyen kredilerin risklerini ise şimdilik bankalara yükledi. Böylece ülkede ilk kez finans kapital bu çapta bir sanayi ortaklığına girerek, dev bir tekelin büyük ortağı oldu.

CİNAYETİ KÖR KAYIKÇI GÖRDÜ
Tüm bunları tek başına mı yaptı? Elbette hayır. “Kör kayıkçı” dâhil herkes gördü. İngilizlerin deyimiyle bu bir güpegündüz soygunuydu (daylight robbery).
Bu durum, özelleştirmelerin hiçbir ekonomik rasyonalitesinin olmadığını, bir talan ve vurgun, el koyma biçimi olduğunu gözler önüne serdi. Bu nedenle de Türk Telekom özelleştirmesi bazıların dediği gibi yüzyılın en “başarısız” değil, tersine, tarafları açısından, en “başarılı “ özelleştirmesidir.
Bu özelleştirme F. Yaşlı’nın dediği gibi “yeni rejimin ekonomi-politiğinin nasıl işlediğinin de, vatan, millet, Sakarya edebiyatının, memleketi 70 yıldır ezan, Kuran, bayrak diyerek soyan Türk sağının çürümüşlüğünün, ahlaksızlığının, ikiyüzlülüğünün zirve noktasıdır"(1) .
Bu ikiyüzlülük ve arsızlık öyle bir noktaya gelmiştir ki, bu özelleştirmenin mimarı olan dönemin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın, özelleştirmeden 4 yıl sonra, 2009’da by-pass ameliyatı için Türkiye’de değil de neden ABD’ye (Cleveland’da bir özel hastaneye) gittiği karısına sorulduğunda Bayan Unakıtan bizlerin aklıyla alay edercesine, bir gece önce rüyasında “Rabbinin kendisine Cleveland’a götür ” dediğini (2) söyleyebilmiştir.
Çoğu kez yurdumun yoksul insanına bir kasaba hastanesini dahi işaret etmeyen Rabbimin Unakıtan’a Cleveland’ı işaret etmesine ne kadar inanırsınız bilemem ama bu ifade bile yalanın ve çürümüşlüğün boyutlarını ortaya koyuyor.
Öyle bir noktaya geldik ki Marx’ın dediği gibi sadece “katı olan her şey erimiyor”, bir zamanların en kutsalları, en değerlileri de giderek buharlaşıp ortadan kayboluyor.
Bu toplumdaki tüm vergi verenlerin, onların vergi veren atalarının vergileriyle kurulmuş olan bir kurumu sahipsizmiş gibi “babalar gibi” satan yerinde rahat mıdır acaba?
………………..
(1) Fatih Yaşlı, “Bir vatana ihanet hikâyesi: Telekom soygunu”, BirGün (2 Eylül 2018).
(2) Rabbime sordum 'Cleveland' dedi, 
https://www.mynet.com/rabbime-sordum-cleveland-dedi (5 Mart 2009).




6 Eylül 2018 Perşembe

ORMANLAR ÖZELLEŞTİRİLİRKEN ‘GENÇ KARL MARX’IN HATIRLATTIKLARI



ORMANLAR ÖZELLEŞTİRİLİRKEN ‘GENÇ KARL MARX’IN HATIRLATTIKLARI

Mustafa Durmuş

5 Eylül 2018

2017 yılında vizyona giren “Genç Karl Marx” adlı R. Peck’in yönettiği filmi izleyenler filmdeki, pis ve yırtık, pırtık kıyafetler içindeki kadın, erkek, çocuk köylü-proleterlerin ormanda, kurumuş ağaç, çalı çırpı, kuru yaprak toplarken atlı polislerin saldırısına uğrayıp bazılarının kılıçtan geçirilip öldürüldükleri, diğerlerinin ise yakalanarak götürüldükleri ilk sahneyi hatırlarlar. 

1830’lu yıllarda Almanya’da köylülerin ormanları kullanması suç sayılmaktadır. Öyle ki 1836 yılında sadece Prusya’da 150 bin civarında köylü bu nedenle tutuklanarak muhtelif cezalara çarptırılırlar. Sadece kuru dal, kurumuş ağaç, çalı, çırpı ya da yaprak değil, yere dökülen meyvelerin dahi toplanması hırsızlık sayılmaktadır (1).

Böyle bir gelişmenin nedeni ise para kazanma derdinde olan küçük tüccarların ormanlara el koymaları ve adeta bir tür “çitleme” yaparak bu hakkı kendi tekelleri altına almalarıydı. Marx daha sonra bu gelişmeyi, Kapital’de ilkel sermaye birikiminin bir örneği olarak sunar.

BENZER OLAYLAR BENZER SONUÇLARA YOL AÇAR

Tarih kuşkusuz ki tekerrürden ibaret değildir. Diğer taraftan tarihin değişik dönemlerinde bir birine benzer olaylar ortaya çıktığında, farklı bir zaman diliminde de olsa birbirine benzer sonuçlar ortaya çıkabilir.
Nitekim son 15 yıllık AKP iktidarları döneminde siyasal iktidarın ve onun yol verdiği sermayenin hem emek, hem de doğa ile kurduğu ilişki onları sonsuz bir kâr hırsı için tahrip etme yönünde oldu.

Bu gelişme aslında, özellikle de düzenlemelerin, denetimlerin neredeyse tamamen ortadan kaldırılıp sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırılması anlamında tam serbestlik demek olan neo liberal kapitalizmin tipik bir özelliği.

Türkiye’deki sermaye de kâr çıkarım alanı olarak gördüğü doğaya ait ne varsa talana varırcasına onu tahrip etmekte sakınca görmedi. Özelleştirmeler adı altında bu talan meşrulaştırıldı. Halka ait, kamuya ait ne varsa adım adım adeta yeni bir çitleme hareketiyle büyük sermayeye devredildi.

Bunun özellikle de 20 Temmuz 2016’dan sonra OHAL altında ve sonrasında artık kurumlaşmış bir otoriter rejim altında daha da hızlanarak yapılması ise tesadüf değildi.

ORMANLARIN, SU VARLIKLARININ VE TOPRAKLARIN BÜYÜK SERMAYE TARAFINDAN GASPI KOLAYLAŞIYOR

Böyle bir çitleme ya da modern ilkel sermaye birikimine izin veren bir kanun bu yılın Nisan ayında yayımlandı (2). Kısaca söylemek istersek, bu kanun ile tüm su varlıklarının Devlet Su İşleri Gn. Md.’ nün (DSİ) kontrolüne verilerek, ardından da özelleştirilmesi, ormanların imara açılması, arazi toplulaştırma işlemlerinin yine DSİ’ye verilerek köylülerin arazilerine el konulması yasalaştırılıyor.

Sırasıyla:

-Doğadaki su kaynakları ve su havzalarından yapılan tarımsal sulamanın işletme ve bakımı, yani suyun dağıtımı özelleştirilecek.

-DSİ tarafından zorunlu arazi toplulaştırma ve tarla içi geliştirme hizmetleri yapılacak. Böylece köylülere ait arazilere önce devlet tarafından el konulacak, ardından hektarlar düzeyinde toplulaştırılan bu arazileri yoksul köylüler ve küçük toprak sahipleri satın alamayacağı için (küçük köylünün satın alamayacağı kadar yüksek fiyatlar nedeniyle) bunlar DSİ tarafından özel şirketlere satılacak. Böylece küçük köylülüğün tasfiyesi hızlandırılmış olacak.

-Hazine arazileri (tarıma uygun olsalar dahi) enerji, maden, imar rantı gibi amaçlarla özel şirketlere devredilecek.

ORMANLAR KÖYLÜLERE KAPATILACAK

Ama asıl düzenleme ormanların kullanımıyla ilgili. Öncelikle orman alanları Hazineye takas yoluyla devredilip her türlü imara açılacak. Böylece hali hazırda orman içinde gördüğümüz lüks villalara ve malikânelere yenilere eklenecek.

Dahası kanunun 18. Maddesinde:

“Devlet ormanlarında, odun kömürü, terebentin, katran, sakız gibi işletilmesinde ağaç kullanılan ocakların açılmasına, balık üretmek üzere tesis kurulmasına ve göl, baraj ve deniz yüzeyinde yapılan balık üretimi için karada yapılması mecburi tesislere ve yeraltında depolama alanı kurulmasına Orman Genel Müdürlüğünce bedeli alınarak yirmi dokuz yıla kadar izin verilebilir”.

Ve 30. Maddesinde:

“Devlet ormanlarından elde edilen dikili ağaç da dâhil, orman ürünlerinin piyasa satışlarında açık artırma esastır.”

Hükümleri yer alıyor. Böylece orman içlerine, göl ve baraj göletlerine balık üretme çiftlikleri, ormanlarla deniz ve göl kıyılarına balık tesisleri kurulabilecek. Ormanlardaki ağaçların altı metrelerce oyulup sebze ve meyve ya da tehlikeli kimyasal atık saklamak üzere depo haline dönüştürülebilecek (3).

Ayrıca, ormanlardaki dikili ağaçlar özel sektöre satılacak ve ormanlar dikili ağaçları satın alacak şirketlere 29 yıllığına kiraya verilecek. Tıpkı T. Özal sonrasında kıyıların Yap-İşlet-Devret Modeli altında 29 yıllığına kiraya verilip sonra mülkiyetlerinin özel sektöre devredilmesi gibi, ormanlar da 29 yılın sonunda özel sektörün malı olacak.
Şimdi bu gelişmenin neden olacağı felaketleri sıralamaya çalışalım.

Öncelikle bu, ormanları doğrudan tahrip edecek ve zarar verecek bir yıkımın artık yasalaştırılması demektir.  

Bir bölgenin, kentin akciğerleri anlamına gelen ormanların metalaştırmaya ve ticarileştirmeye konu edilmesi ya da satılması iklim değişikliklerinin, aşırı ısınmanın ve ardından gelebilecek ekolojik felaketlerin nedeni olacaktır.

Tüm topluma ve bu ormanların içinde yaşayan hayvanlara ait olması gereken bu müşterek kullanım alanlarının sermayenin kâr hırsına terk edilmesi ve bunlar üzerinden bir haksız servet birikimi demektir.

YENİ TÜR BİR ÇİTLEME

Orman köylüleri açısından ise daha vahim bir durum söz konusudur. Kışın yakacağını kurumuş ağaç, dal, yaprak, ya da yere dökülmüş meyve veya toplanabilecek meyve gibi (örneğin kuşburnu) gibi toplayarak doğa ile ücretsiz bir alış veriş içinde olan (en azından böyle olmasını beklediğimiz) yoksul köylüler artık bundan mahrum edilecekler ve yakacak odunlarını satın almak zorunda kalacaklar. Bu da onların yoksulluğunu daha da artıracaktır.

Çünkü özelleştirme yoluyla çitlenmiş orman alanlarına artık hiç giremeyecekler. Buralarda sadece bu şirket ucuz işçi aradığında çalışmak için birbirleriyle yarışacaklar (nitekim bu durum 13. Madde ile düzenlenmiş).

Tarihin “tekerrür” kısmı burada da devreye giriyor. Çünkü daha önce çıkartılan Büyükşehir Belediyeleri Kanunu ile köylülerin müşterek alanları (su kaynakları, otlak, yaylak ve meralar) imara açıldıktan sonra köylüler bu hizmetler için para ödemek zorunda kalmışlardı.

İmar geçirilen tarım arazilerini satıp, üç-beş yıl içinde parasını tüketen köylülerin çoğu bu arazilerde yükselen konut inşaatlarına bekçilik yaparak hayatlarını kazanmaya çalışmışlardı. Bu arada azalan tarım arazisi nedeniyle artan tarımsal ürün fiyatları yüzünden iyiden iyiye yoksullaşıp, yoksulluk yardımlarına sığınmışlardı.

DOĞA İLE KURULAN ÜCRETSİZ FAYDALANMA İLİŞKİSİ TOK EDİLİYOR

Oysa binlerce yıldır insanların ilk üretim ve dönüştürme faaliyetinin doğa ile kurduğu ücretsiz ilişkinin (karşılıksız olarak doğadan alma faaliyeti) üzerinde temellendiği biliniyor.

Bu da onlara su kaynaklarını, toprağı, ormanları ve daha birçok yer altı ve yer üstü varlığını ücret ödemeden kullanmak gibi geleneksel bir hak veriyor. Bu hak doğadaki diğer canlılar için de olmalıdır.

İşte bu kanun ile su varlıklarını, ormanları özelleştirerek ve arazileri kapitalist bir zihniyetle toplulaştırarak ve binlerce yıldır gelenek haline gelen kullanma haklarını yok ederek insanların doğa ile kurdukları doğal ilişkisi artık yok ediliyor.

Yani köylüler artık ormanın içindeki kuru odun, çalı çırpı, kuru yaprak ya da meyve toplanması gibi geleneksel olarak yüzlerce yıldır sahip oldukları haklarından faydalanamayacaklar.

‘Genç Karl Marx’ ile bitirelim. Filmde, dönemin meşhur ideoloğu Proudhon’un “mülkiyeti hırsızlık olarak ilan ettiği” bir sahne var. Dinleyiciler arasındaki Marx söz alır ve “hangi tür mülkiyet hırsızlıktır? Burjuva mülkiyeti mi?” diye sorar. Proudhon “bütün mülkiyet türlerinin hırsızlık” olduğunu söylediğinde, bunun çok soyut bir yanıt olduğunu söyleyerek itiraz eder.

Marx, kullanım/faydalanma hakkı (appropriation) ile istimlak (expropriation) arasında fark olduğunu ve orman köylülerinin sadece kullanım haklarını kullandıklarını ileri sürer (4).

Yani Marx’a göre, köylülerin ormanda kuru ağaç, dal, yaprak ya da meyve toplamaları hırsızlık değildir. Özellikle de yere dökülen meyvelerin toplanması çocuklar açısından geleneksel bir haktır (bizde de aslında buna benzer ve daldaki meyveler için dahi geçerli bir geleneksel hak vardır: “Göz Hakkı”).

Bunlar yoksulların geleneksel olarak sahip olduğu haklardır ve ellerinden alınamazlar. Ona göre yoksulların ölü orman ürünlerine erişim hakkı onların genel yoksulluklarının bir yansımasıdır ve onların doğa ile olan geleneksel ilişkilerini bir sonucudur.

Bu yüzden de filmin başlarında, gazetedeki odasında arkadaşlarıyla konuyu tartışırken köylülerin Prusya devletine ve onun liberal sanayici destekçilerine karşı mücadele etmekten başka çarelerinin olmadığını hararetle savunur. Çünkü köylü proleterler hırsızlık yapmamakta, geleneksel haklarını kullanmaktadırlar.
………………
(1)    John Bellamy Foster, “Marx, Value, and Nature”, https://monthlyreview.org/2018/07/01/marx-value-and-nature (1 July 2018).
(2)    28 Nisan 2018 Tarihli Resmî Gazetede yayımlanan 19 Nisan  2018 Tarih, 7139 Numaralı ve 30405 Sayılı Kanun.
(4)    Foster, agm.