28 Mart 2022 Pazartesi

Aşı eşitsizliği ve kapitalizm

 

Aşı eşitsizliği ve kapitalizm

Mustafa Durmuş

29 Mart 2022

Dünyanın Kovid-19 salgını, ciddi ekonomik krizler, hızla artan küresel eşitsizlikler ve otoriterleşme, iklim değişikliği, biyolojik çeşitlilik kaybı, gıda ve su kıtlığı gibi ‘çoklu krizler’ olarak tanımlayabileceğimiz, bir birini besleyen krizlerden oluşan çok sert bir fırtınaya yakalandığı bir dönemdeyiz.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile birlikte bu kez de insani, ekonomik, ekolojik ve jeopolitik sonuçları çok büyük olan ve etkileri uzunca yıllar sürecek olan bir savaş ile karşı karşıya kaldık. Üstelik bu savaş az önce belirttiğimiz çoklu krizden ötürü dünyanın küresel bir işbirliğine çok büyük bir ihtiyaç duyduğu bir dönemde patlak verdi.

Diğer yandan, bu gelişmeler, kapitalizmin-emperyalizmin nasıl parçalayıcı ve yok edici, dünya halklarına ve ekonomilere, sağlığa, barışa ve ekolojiye zararlı bir sistem olduğunu da ortaya koydu.

Kovid-19 virüsü yeni varyantı ile atağa geçti

Sağlıkla başlayalım. Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) son verilerine göre (25 Mart 2022 tarihi itibariyle), küresel çapta olmak üzere devletler tarafından örgüte rapor edilen toplamda 476.374.234 onaylanmış pozitif Kovid-19 vakası ve 6.108.976 Korona kaynaklı ölüm söz konusu. Yani şu ana kadar her 100 insandan 6’sından fazlası bu virüse yakalandı. Son 24 saatte görülen yeni vaka sayısı ise 1.638.935 oldu. (1)

Kısaca, küresel çapta her gün 1,6 milyondan fazla insan Kovid-19 virüsü kapıyor. Bu sayı örgüte resmi olarak rapor edilen bir sayı olduğundan, rapor edilmeyenlerle birlikte bunun daha yüksek olmasını beklemek daha gerçekçi olur.

Ocak 2022’nin sonundan beri vaka ve ölüm sayılarında görülen düşüş ise son haftalarda tersine çevrildi. Öyle ki haftalık vaka sayısı art arda ikinci hafta (14-20 Mart 2022 haftasında bir önceki haftaya göre) yüzde 7’lik bir artış gösteriyor.

Türkiye’de aynı tarih itibarıyla DSÖ’ye bildirilen toplam 14.760.331 onaylanmış pozitif Kovid-19 vakası ve Korona nedeniyle gerçekleşmiş 97.598 ölüm vakası var. Son 24 saat içinde görülen yeni vaka sayısı 16,894 (2), vefat eden sayısı 68. Ülkeye ilişkin bu rakamların gerçeği tam olarak yansıtıp yansıtmadığı ise uzunca bir süredir tartışma konusu.

Böylece küresel çapta olmak üzere, salgınla birlikte gelen ölümler giderek azalsa da, yeni vaka sayılarının hala yüksek olduğu görülüyor. Üstelik başta bazı Avrupa ülkeleri ve özellikle de ABD olmak üzere, dünyada birçok ülkede Omicron’un BA.2 alt varyantı ile ilgili yeni vakalarda tekrar belirgin bir artış söz konusu. Şu anda yeni vakaların yarıya yakınının ne kadar ciddi olduğu henüz tam olarak bilinemeyen bu varyant ile gerçekleştiği ileri sürülüyor.

Çin’de ise 31 eyalette hızla yayılan Omicron BA.2 varyantının sonucunda on milyonlarca insan tekrar tecrit altına alındı. Birçok bilim insanı virüsün yayılmasının artık kontrolden çıktığına inanıyor. Çoğu kırsal kesimde yaşayan 80 yaş üstü insanın sadece yüzde 50’sinin tam aşılanmış olması nedeniyle, tekrar yaygın ölümlerin yaşanmasından endişe ediliyor[1]. (3)

Salgına karşı “stres testi” siyaseti

Diğer yandan yapılan testlerin sayısında ciddi bir azalma olduğu görülüyor ve test kiti üretimi de küresel çapta yavaşlamış durumda. Testlerin artırılması gerekirken, kapitalist hükümetler, uygulamaya koydukları yeni salgın kuralları çerçevesinde ‘bekleyip görelim’ politikası izliyorlar. Bizleri bir sonraki dalgaya karşı adeta bir tür “stres testi”ne tabi tutuyorlar. Yani neredeyse tüm önlemler ortadan kaldırılarak virüse tüm kapılar açılıyor ve salgına, ölümlere karşı ne kadar toleranslı ya da dirençli olduğumuz test ediliyor.

‘Geri bildirim döngüsü’ kaçınılmaz

Kısaca, yeni bir salgın dalgası karşısında bir kez daha hazırlıksız bırakıldık.  Oysa böyle büyük salgınlarda “geri bildirim döngüsü” dediğimiz bir döngü söz konusudur. Yani bir döngü kendi kendini her seferinde daha da güçlü bir biçimde besliyorsa, bunun bir geri bildirimi olur ve sorun geri gelir.

Bu durum kapitalizmin olmazsa olmazı konumundaki ekonomik kriz döngülerinde olduğu gibi, iklim yıkımı ya da Kovid-19 salgınında da yaşanıyor. Salgına neden olan koşullar ortadan kaldırılmadığında salgının geri dönmesi kaçınılmaz hale geliyor.

Bir başka anlatımla, sermayenin kâr amaçlı olarak doğa üzerinde kurduğu tahakküm kaçınılmaz olarak iklim yıkımına olduğu kadar, yeni salgın döngülerinin ortaya çıkmasına da neden olur. Uzun vadede kapitalizm ve onun sınırsız kâr çıkarımı hedefi ve arzusu ortadan kaldırılmadan böyle felaketlerin önlenebilmesi mümkün değil.

İlaç ve aşı sektöründeki devasa kârlar

Ayrıca ilaç sektörünün kârlılığı da bu salgınların devamını sağlayan faktörlerden biri. Öyle ki geçen yıl dünya çapında 1 trilyon dolarlık bir toplam ciroya ulaşan sektörde ilk sırada 176 milyar dolarlık bir ciro ile son derece pahalı olan kanser ilaçları yer alıyor ve bunun 2026 yılında iki katına çıkarak 320,6 milyar dolara ulaşması bekleniyor.

İkinci sırada yer alan ve geçen yıl cirosu 89 milyar dolara yaklaşan Kovid-19 aşılarının altın çağının ise 2026 yılına kadar sürmesi bekleniyor. Geçen yıl bu aşıların satışı yüzde 142’den fazla arttı. Bu yıl ise yalnızca yüzde 7,3’lük bir pazar payına ulaşacağı tahmin ediliyor. Tek başına BioNTech/Pfizer’ın Kovid-19 satışından elde ettiği gelir geçen yıl 37 milyar dolar oldu.(4)

Aşı eşitsizliği

Diğer yandan, orta vadede, yeni virüslerin ortaya çıkışını önleyemese de, Kovid-19 salgını ile mücadeledeki en etkili aracın aşı olduğu da çok açık. Nitekim şu ana kadar dünya nüfusunun yüzde 64,1’i en az bir doz Kovid-19 aşısı oldu. DSÖ verilerine göre (17 Mart 2022 tarihi itibariyle); küresel çapta olmak üzere toplam 10.925.055.390 doz, Türkiye’de ise (22 Şubat 2022 tarihi itibariyle) toplam 144.850.157 doz aşı yapıldı.

Ancak Kovid-19 aşılarının dağılımındaki küresel eşitsizlik giderek büyüyor. Resmi veriler ülkelere göre aşılama oranlarında ciddi farkların olduğunu gösteriyor. Öyle ki, azgelişmiş- yoksul ülkelerde insanların çok büyük bir kısmı, hem kendi ülke insanlarının zenginleriyle, hem de gelişkin ülke insanlarıyla kıyaslandığında aşıya çok zor erişebiliyor. Bu da buralardaki vaka ve ölüm sayısının göreli olarak daha yüksek olmasına neden oluyor.

Yoksul ülkelerde her 100 kişiden sadece 7’si aşılandı

Our World in Data’ya (5)  göre, yüksek gelirli ülkelerdeki her 100 kişi başına düşen aşının dozu 169,9 iken, bu sayı üst-orta gelirli ülkelerde 108,4; düşük-orta gelirli ülkelerde 50,6 ve düşük gelirli ülkelerde sadece 6,8. (6) Yani şu ana kadar yüksek gelirli ülkeler kendi insanlarına, düşük gelirli ülkelerle kıyaslandığında, ortalama olarak yaklaşık 25 kat daha fazla dozda Kovid-19 aşısı uyguladılar.

Tabloda ise 22 Mart itibarıyla, bazı ülkelere göre aşılanma oranları yer alıyor. Tablodaki ülkeler tam aşı protokolü ve kısmi aşılamaya göre sıralanıyorlar.

Kısmi aşılama açısından en yüksek oranda aşılama gerçekleştirmiş ülkenin Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) olduğu görülüyor. Bu ülkeyi yüzde 96 ile Portekiz, yüzde 94 ile Küba ve yüzde 93 ile Şili takip ediyor. Türkiye ise kısmi aşılama açısından yüzde 68 ile ancak 21’nci sırada yer alabiliyor.  Türkiye’de tam aşılama açısından bu oran yüzde 58 civarında. (7)

Yani Türkiye’de aşılamanın başarı ile yürütüldüğünü ileri sürebilmek zor. Buna rağmen salgın ile ilgili tedbirlerin büyük ölçüde ortadan kaldırılması, bizim de stres testine tabi tutulduğumuzu ve yönetenlerin asıl kaygısının toplum sağlığından ziyade ekonomik çıkarlar olduğunu gösteriyor.

COVAX yeterli olmadı

Düşük gelirli ülkeler, içinde bulundukları finansman zorlukları, aşı üreten ülkelerde aşının ihracatına konulan kısıtlamalar ve aşı üretiminde yaşanan sorunlar ve yine bu ülkelerde yapılan istiflemeler gibi nedenlerden ötürü yeterince aşı tedarik edemediler.

Gelir düzeyinden bağımsız olarak tüm ülkelere Kovid-19 aşısına eşit erişim sağlamayı amaçlayan küresel bir girişim olan COVAX’ın 2021 yılı sonuna kadar bu ülkelere 2,8 milyar doz aşı verme taahhüdü de aksayınca (bu yılın Ocak ayı sonuna kadar sadece yaklaşık 1,4 milyar doz teslim edilebildi) (8) bu tablo ortaya çıktı.

DSÖ’ye göre, aşılama bu hızda devam ederse, bu yılın Temmuz ayına kadar 109 azgelişmiş ülkenin nüfusunun yüzde 70’ini aşılayabilmesi imkânsız. Bu durum da yeni varyantlarıyla virüsün kalıcı olarak etkili olmaya devam edeceğini, bizlerin de belirsiz bir süre daha Kovid-19 salgını ile yaşamak zorunda kalacağımızı gösteriyor.

Küresel kapitalist eşitsizliklerin neden olduğu bir durum

Aşı eşitsizliğinin doğrudan ülkelerin imkânlarıyla, ekonomik gelişkinlik düzeyleriyle ve politik tutumlarıyla ilgili olduğu açık. Örneğin BAE, az nüfuslu ve oldukça zengin bir ülke olarak aşının temininde finansman sorunu yaşamadığından tam doz aşılama düzeyi açısından en iyi durumdaki ülke. Küba ise kişi başı gelir düzeyi açısından dünyanın çoğunluk ülkesinin gerisinde kalırken en iyi durumdaki üçüncü ülke. Bu kendi aşısını üretmesi ve ülkesinde insan sağlığına verilen yüksek değerle ilgili bir durum.

Tablonun geri kalanıyla ilgili olarak genel olarak şu söylenebilir: Aşı eşitsizliği kapitalizmin doğurduğu bir sonuç olan küresel eşitsizliklerle doğrudan ilişkili bir durumdur. Çünkü ülkelerin kendi içlerindeki zengin-yoksul ayrışması gibi, dünya da “zengin ülkeler-yoksul ülkeler” ya da “gelişkin Kuzey-azgelişmiş Güney ülkeleri” şeklinde ikiye bölünmüş durumda. Kendini ekonomik olarak gelir ve servet eşitsizliği biçiminde gösteren bu eşitsizlikler, hem ekonomik krizleri hem de politik ve jeopolitik istikrarsızlıkları ve krizleri tetikliyor.

Örneğin son yıllarda artan sınır ötesi göçlerin ve ortaya çıkan mülteci krizlerinin nedenlerinden biri (iklim değişikliğinden kaynaklanan kuraklık, açlık ve iç savaşlara ilave olarak), tarihsel olarak kökleri kolonyalizme kadar uzanan ülkeler arasındaki devasa gelir, servet, refah eşitsizlikleri, kısaca emperyalist sömürü olgusu.

Bu eşitsizlikler yoksul ülkelerin insanlarının daha iyi bir yaşam kurma, servet edinme, refahını artırma gibi amaçlarla Kuzey’in zengin ülkelerine sığınmaya çalışmalarıyla sonuçlanıyor. Örnek olarak, Meksika başta olmak üzere Latin Amerika ülkelerinden ABD’ye doğru göçmen akımının temel nedenini aslında bu eşitsizlikler oluşturuyor.

Kuşkusuz bunun bir diğer nedeni göç veren ülkenin kendi içindeki gelir ve servet eşitsizlikleri. Aşılama düzeyi açısından neredeyse Türkiye ile aynı durumda bulunan (Türkiye’nin bir sıra altında) Meksika örneğinde olduğu gibi, ülkedeki gelir ve servet dağılımı çok adaletsiz ise, insanların diğer ülkelere yönelmekten başka çareleri de kalmıyor.

En gelişkin ekonomilerde dahi alttaki yüzde 50’nin servetten aldığı pay yüzde 10’un altında

Aşağıdaki haritada ise dünyadaki net servet dağılımı, en yoksul yüzde 50’lik nüfusun toplam servetten aldığı pay anlamında gösteriliyor ve yetersiz aşılamanın olduğu ülkelerdeki servet dağılımı eşitsizliğinin de çok büyük olduğu ortaya koyuluyor.

Öyle ki, coğrafi olarak dünyanın en az üçte birinde alttaki yüzde 50’lik nüfusun net serveti eksi durumda (açık sarı ile boyanmış ülkeler). Yani ülke nüfuslarının yarısının her hangi bir varlıkları olmadığı gibi, borç içinde yaşamlarını sürdürüyorlar.

Dünyanın yaklaşık üçte birinde ise en yoksul yüzde 50’lik nüfusun toplam servetten aldığı pay sadece yüzde 1,7 ile yüzde 4,5 arasında değişiyor (koyu sarı ile boyanmış ülkeler). Türkiye bu ikinci grupta yer alıyor.

En yoksul yüzde 50’nin toplam servetten göreli olarak en fazla pay aldığı (yüzde 5,9 ile yüzde 10,4 arasında) ülkeler ise Avustralya, Hindistan ve Çin’in yanı sıra, İtalya ve İspanya gibi bazı Avrupa ülkeleri (koyu kahverengi ile boyanmış ülkeler).

Diğer yandan Credit Suisse’nin bir araştırması, 2019 yılında dünyanın en zengin yüzde 1’lik yetişkin nüfusunun toplam servetin yüzde 43,4’ünü elinde tuttuğunu (173 trilyon dolar), buna karşılık en yoksul yüzde 54’lük yetişkin nüfusun payına sadece yüzde 1,4 (5,4 trilyon dolar) düştüğünü ortaya koyuyor. (9)

Kovid-19 salgını ise dünyayı daha da yoksullaştırırken, bu bir avuç zengin bu süreçte servetlerini artırdı ve tüm dolar milyarderleri Mart 2020 ile Kasım 2021 arasında servetlerini 5,2 trilyon dolar artırarak 13,8 trilyon dolara çıkarttı. Bu, son 14 yıldaki artış toplamından daha fazla bir artış. Toplam 2,660 dolar milyarderinin birlikte servetinin büyüklüğü şu anda dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olan Çin ekonomisinin büyüklüğü ile neredeyse aynı. (10)

Buradan hareketle de Oxfam ve DSÖ, dünyanın bu dolar milyarderlerinin servetlerinden alınacak olan yüzde 3 oranındaki bir servet vergisiyle 350 milyar dolarlık bir ilave kaynağın yaratılacağını, bununla fonlanacak aşı üretimleriyle 7,8 milyar insanın etkin bir biçimde Kovid-19 salgınına karşı aşılanabileceğini ileri sürüyor. (11) Ancak ulus devletlerin böyle bir vergiye yanaşmadığı da biliniyor.

Yoksulluğun nedeni süper zenginler…

Günümüzde yoksulluk sınırının günde en az 7,40 dolarlık bir gelir olması gerektiğini ileri süren bilim insanlarına göre, küresel yoksulluk 2013 yılında dünya nüfusunun yüzde 58’i civarında idi. Yani bundan dokuz yıl öncesinde bile dünyadaki yoksul sayısı 4,2 milyardı. (12) Dünyadaki aç insan sayısının ise 1 milyarı aştığı biliniyor.

Türkiye’de ise (2019 yılında), en zengin yüzde 1’lik nüfus toplam servetin yaklaşık yüzde 42,5’ine, en zengin yüzde 5 yüzde 60,6’sına ve en zengin yüzde 10 yüzde 70,3’üne sahip (13) ve ülkedeki yoksulluk hızla artarak bir derin yoksulluğa dönüşüyor.

Öyle ki TÜİK verilerine göre dahi yoksul sayısı son 4 yılda yüzde 11,5 arttı.  2017 yılında 15,9 milyon olan yoksul sayısı, 2019 yılında 1,3 milyon daha artarak 17,2 milyona, 2020 yılında ise 17,7 milyona ulaştı, yoksulluk oranıysa yüzde 21,9’a yükseldi. Bu rakamlara göre Türkiye’de her beş kişiden biri yoksul. (14)

Yoksulluğun temel nedeninin ise toplumda en zengin ve en yoksul olanlar arasındaki uçurumu da derinleştiren gelir dağılımı eşitsizliği olduğu açık.

Nitekim Eurostat verilerine göre AB üye ülke ortalamasında en zengin yüzde 20’lik kesim, en yoksul yüzde 20’den 5,2 kat daha fazla kazanıyor. Türkiye’de ise toplumun en zengin yüzde 20’si ile en yoksul yüzde 20’si arasındaki gelir farkı 9,2 kat. Gelir dağılımı eşitsizliğinin daha düşük olduğu ülkelerden Belçika’da bu fark 3,3 kat, Hollanda’da 4,2 kat, Fransa’da ise 4,5 kat. (15)

Sonuç olarak

Kapitalizmde hem ülke içindeki, hem de ülkeler arasındaki gelir ve servet eşitsizliği, işsizliğe, yoksulluğa, ekonomik krizlere, göçlere, savaşlara neden olurken, aynı zamanda Kovid-19 salgını gibi küresel çaptaki salgınlara karşı üretilen aşıların adaletsiz dağılımı ile sonuçlanıyor.

Başta işçi sınıfı olmak üzere, emekçiler ve yoksul halklar ve yoksul ülkeler aşıya çok daha zor ya da eksik dozda erişebiliyorlar.  Bu da dünyanın nüfus olarak büyük çoğunluğunu oluşturan bu kesimlerin kaybının diğerleriyle kıyaslanamayacak kadar büyük olmasıyla neticeleniyor.

Özcesi, eşitsizliklerin kaynağı olan kapitalizme son vermeden sorunlarımızdan kurtulabilmemiz mümkün değil. Kapitalizm ile mücadele edebilmek için de en başta küresel sermayeyi ve onunla işbirliği içinde olan ulusal yapıları olmak üzere, onu bütün yönleriyle çok iyi tanımamız ve ona karşı bir mücadele perspektifi ve programı geliştirmemiz gerekiyor.

Böyle bir perspektifimiz ve programımız yoksa ekonomik krizleri ve onun beraberinde getirdiği yüksek işsizliği, enflasyonu ve yoksulluğu, ekolojik tahribatı, iklim yıkımını ve gelecekte ortaya çıkacak yeni salgınları önleyemeyiz.

Dip notlar:

(1)    https://covid19.who. int (25 Mart 2022).

(2)    https://covid19.who.int/region/euro/country/tr (25 Mart 2022).

(3)    “Will Omicron finally overpower China’s COVID defences?”, https://www.nature.com (28 March 2022).

(4)    Katharina Buchholz, “The Drugs That Bring in the Most Pharma Revenue”, https://www.statista.com/chart/18311/sales-revenues-of-drug-classes (4 February 2022); https://www.statista.com/statistics/258022/top-10-pharmaceutical-products-by-global-sales-2011 (27 March 2022).

(5)    https://ourworldindata.org/covid-vaccinations (24 March 2022).

(6)    https://www.brinknews.com/quick-take/the-global-disparity-in-covid-vaccines-is-growing (23 March 2022).

(7)    Agm.

(8)    https://www.unicef.org/supply/covid-19-vaccine-market-dashboard (27 Mart 2022).

(9)    Credit Suisse Research Institute, Global wealth report 2020 (October 2020), https://www.credit-suisse.com (5 December 2020), s. 29.

(10)                 https://rwer.wordpress.com/2022/03/08/the-ten-richest-billionaires.

(11)                 www. https://inequality.org (27 March 2022).

(12)                 https://www.theguardian.com/commentisfree/2019/jan/29/bill-gates-davos-global-poverty-infographic-neoliberal.

(13)                 Credit Suisse,agr. s. 168).

(14)                 EMAR-GENEL-İŞ Emek Araştırma Dairesi, https://www.genel-is.org.tr/gelir-esitsizligi-ve-yoksulluk-raporu-halkin-yuzde-58i-borclu (2 Şubat 2022).

(15)                 Agr.

 

 

 



[1] “Will Omicron finally overpower China’s COVID defences?”, https://www.nature.com (28 March 2022).

20 Mart 2022 Pazar

Bütçemiz, Hazinemiz müsait ama sizin için değil!

 

Bütçemiz, Hazinemiz müsait ama sizin için değil!

Mustafa Durmuş

21 Mart 2022

Ülkenin en başta gelen ekonomik sorununun resmen yıllık yüzde 54’ü,  gayri resmi olarak yüzde 123’ü aşan enflasyon ve buna bağlı olarak giderek artan hayat pahalılığı olduğu çok açık.

Üstelik bu süreç daha da kötüleşerek devam edecek. Bu durumu Merkez Bankası’nın raporlarından, üstü örtük resmi açıklamalardan gördüğümüz gibi, hem her gün bir öncekinden daha yüksek olan sokaktaki, pazardaki fiyatlardan, hem de TÜİK’in resmi verilerinden anlıyoruz.

Bir kez daha yüksek gıda enflasyonu

TÜİK, 15 Mart’ta tarım ürünlerinde üretici enflasyonu verisini yayımladı. Buna göre tarım ürünlerinde endeks (üretici fiyat endeksi) bu yılın Şubat ayında, geçen yılın aynı ayına göre yıllık yüzde 68,5 arttı. Emekçileri daha yakından ilgilendiren baklagiller gibi tahıl ürünlerinde ise bu artış yüzde 92 ve sebze ve meyvede yüzde 112,5 oldu. (1) Böylece üretici fiyat endeksi tüketiciye yansıdıkça yani üreticiler maliyetlerini tüketicilere yansıttıkça gıda fiyatlarındaki artışların sürmesi kaçınılmaz olacak.

Sadece yüksek gıda enflasyonu değil, bunun yanı sıra enerji, akaryakıt, ısınma ve ulaştırma hizmetlerine üst üste yapılan zamlar da halkımızın yaşam standardını düşürüyor, belini büküyor.

“Pozitif mi ayrışıyoruz”, yoksa yaşam standardımız düşüyor, yoksullaşıyor muyuz?

Aynı zamanda ülkede yüksek düzeyde gelir elde eden ve büyük çapta serveti olan belli bir kesim dışında, toplumun çok önemli bir kısmının hızla yoksullaştığı ve giderek birçok şeyden yoksun kaldığı bir süreçten geçiyoruz. Bu süreçten en fazla yoksullar zarar görüyor olsa da bu durum hepimizi etkiliyor.

Kuşkusuz büyük miktarda kâr açıklayan bankaların ve büyük sermaye şirketlerinin sahipleri, “gözleri ışıl ışıl parlayan” bakan,  sermaye tarafından önerilerek atanmış olan bazı bakanlar, ikinci iş olarak iş takipçiliği yapan bazı milletvekilleri, birden fazla maaş alan bazı bürokratlar böyle bir yoksullaşma ya da yoksunlaşma yaşamıyorlar. Aksine onlar zenginleştikçe daha da zenginleşiyorlar. 

“Pozitif ayrışma yaşıyoruz” derken bu mu kast ediliyor bilinmez ama azınlığın çoğunluktan yaşam standardı ve koşulları bağlamında hiç bu kadar negatif ayrışmadığı ortada.

Tasarrufu zengin, borcu yoksul yapıyor

Emekçilerin böyle günlerde kullanabilecekleri birikimleri, tasarrufları olmadığı gibi,  büyük bir kısmı giderek daha fazla borçlanarak yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor. Bankalardaki tasarrufların büyük çoğunluğunu sahibi ise sayıları 250 bin civarındaki nakit zenginleri.

Bunların bir kısmı paralarını dolarda ve avroda tutmayı yeğlerken, bir kısmı da kendilerine gümüş tepside sunulmuş olan Kamu Korumalı Mevduat (KKM) uygulamasından yararlanmak için TL cinsinden mevduata geçti. Bu kesimlere ilk kur farkı/faiz ödemesi 21 Mart’ta yapılacak ve böylece milyarlarca liralık emek ile kazanılmadığı için “hak edilmeyen” bir faiz geliri hediye edilecek.

Emekçiler ev kirasını ödeyemiyor, büyük müteahhitler ve bankalar kârlarını katlıyor  

Artık resmi olarak envanterleri tutulmayan büyük çaptaki gayrimenkul zenginlerinin servetleri ise son yıllarda da ciddi biçimde artmaya devam ediyor. Öyle ki bir IMF çalışmasına göre (2), 2020 yılında Türkiye 57 ülke arasında emlak fiyatları en hızlı artan ikinci ülke oldu (Lüksemburg’un ardından). Aynı yıl Türkiye’nin reel kredi artışında ilk sırada olması büyük inşaat şirketi sahipleri ile birlikte banka sahiplerinin de servetlerini nasıl büyüttüklerinin bir göstergesi.

Emlak-konut satışları ile ilgili olarak, TÜİK verileri satışların içinde bulunduğumuz yılın Ocak-Şubat aylarında yüzde 22,5 arttığını, yabancılara yapılan konut satışlarının ise bu yılın Şubat ayında geçen yılın aynı ayına göre yüzde 55 oranında arttığını ortaya koyuyor. (3)

Kısaca emekçiler fahiş biçimde artan kiralarını ödeyemezken, binlerce konutun sahibi büyük müteahhitler ve sektörü fonlayan bankalar kârlarını artırmayı sürdürüyorlar.

Suçlu “küresel olumsuz gelişmeler mi?”…

Diğer yandan siyasal iktidarın sözcüleri bizlere sürekli olarak kendilerinin kontrolü altında olmayan küresel olumsuz gelişmelerden; salgının iktisadi etkilerinden, Ukrayna savaşı ile birlikte başta petrol, enerji ve temel gıda fiyatlarındaki hızlı artışlardan söz ediyorlar ve bu gelişmelerde kendilerinin bir kusurları olmadığını, zam yapmaktan başka seçeneklerinin de olmadığını anlatıyorlar.

Bir kez daha sabır, şükür ve tevekkül…

 “Refahın kıyısında olduğumuz”, dolayısıyla da sabretmemiz gerektiği telkin ediliyor. Muhtemelen bu ikna çabası, Ramazan ayı boyunca TRT ekranlarında boy gösteren ve günlük ücreti yüzbinlerce TL’yi bulduğu öne sürülen bazı ‘din alimleri’ tarafından sürdürülecek. Yoksullara “yoksul olmanın cennette en iyi yeri garanti etmenin bir bedeli” olduğu dini referanslarla anlatılmaya devam edilecek. Yani bir kez daha halka kemer sıkmaya razı olması, sabır göstermesi, işleri olanların şükretmesi ve tevekkül içinde olması öğütlenecek.

Ancak bu sözler bizler için çok tanıdık, bildik sözler ve işin aslı nakarattan öteye gitmiyorlar. Dahası bu telkinlerin arka planında bizleri yöneten sınıfların ve onların hemhal oldukları siyasal iktidarın sınıfsal ve bir o kadar da sınıfsal tercihlerinin olduğunun farkındayız.

Kaynak kıtlığı yok, sınıfsal ve siyasal tercihler var!

Kısaca, bunlar iktidar blokunun sınıfsal ve siyasal tercihlerinin somut sonuçları. Yani iktisadi olarak, örneğin kaynak kıtlığı gibi bir sorundan dolayı bütün bunlar yaşanmıyor. Ukrayna savaşının etkileri henüz tam olarak görülmediği gibi, bu savaştan önce de yine toplumun büyük çoğunluğunun aleyhine sonuçlanan tercihlerin sonucunda (faiz politikası gibi)  ülke ekonomisi ciddi bir krizin içine sokulmuştu.

Kaldı ki kamu maliyesinin, Bütçenin, Hazinenin durumunu ortaya koyan resmi raporlar düzenli olarak açıklanıyor. Bu raporlardan da en azından bu yılın ilk iki ayında devlet bütçesinin ve Hazinenin hiç de zor bir durumda olmadığı anlaşılıyor (durum muhtemelen yılın ikinci ayında kötüleşecektir).

İlk iki ayda bütçe fazlası 100 kat arttı

Öyle ki geçen yılın Ocak-Şubat aylarında 0. 984 milyar TL açık vermiş olan Merkezi Yönetim Bütçesi bu yılın aynı aylarında 99,8 milyar TL fazla verdi. Yani bütçe fazlası 100 kattan fazla arttı. 

Aynı aylarda Hazinenin nakit durumuna baktığımızda ise benzer bir biçimde Hazine nakit fazlası olduğunu görüyoruz. Örneğin, Şubat ayı sonu itibarıyla Hazinede nakit fazlası olarak 17,5 milyar TL mevcut. (4)

Bu resmi veriler devletin bütçesi ya da hazinesinin (en azından şimdilik) zorda olmadığını gösteriyor. O halde neden halk, örneğin geçici de olsa akaryakıt üzerinden alınan ÖTV ve KDV gibi vergiler sıfırlanarak rahatlatılmaz, işçi ve memurlara enflasyondaki bu hızlı yükselişe karşı ek ücret zamları yapılmaz ya da küçük çiftçi ve üreticiye nakit ve diğer destekler verilmez?

Bütçe fazlası kimler için ya da ne için kullanılacak?

Bu tercih “mali disipline uygun davranıyoruz” denilerek savunulamaz. Çünkü mali disiplinin emekçiler için gerçek bir kemer sıkma, buna karşılık servet zenginleri, faizciler ve genel olarak sermaye sınıfı içinse cömert bir kaynak aktarması olduğunu biliyoruz.

Böyle bir bütçe fazlasının zorlanmasının nedenleri KKM ödemeleri için para biriktirmek ve olası bir erken seçime hazırlanmak gibi nedenler olabilir. Çünkü 21 Mart’tan itibaren ilk KKM kur farkı/faiz ödemeleri yapılacak ve bunun toplamda 50 milyar TL’yi bulması bekleniyor. Yeni seçim kanunu çalışmaları ise iktidar blokunun bir erken seçimi göz ardı etmediğini gösteriyor.

Bütçenin MR’ı iktidar blokunun tercihlerinin aynası gibi

Kaldı ki iki aylık (Ocak-Şubat) olmak üzere, bütçe gerçekleşmelerinin harcamalar kısmının tabiri caiz ise MR’ını çektiğimizde, iktidar blokunun tercihlerini ve bundan böyle de ülke ekonomisini nasıl yönetmek istediğini görebilmek mümkün.

Örneğin bu ay MB politika faizi bir kez daha sabit tutulup muhafazakâr seçmene “Nas’a devam” mesajı verilirken, bu iki aylık gerçekleşme faiz ödemelerinin rekor düzeyde arttığı gerçeğini yüzümüze vuruyor. Öyle ki geçen yılın Ocak-Şubat aylarında faize ödenen miktar toplam 34,7 milyar TL iken bu yılın aynı aylarında 57,9 milyar TL’ye çıkmış. Bu yaklaşık yüzde 67’lik bir artış demek oluyor.

Sonuç: Sermayeye ve güvenliğe kaynak aktarmaya devam

Sermaye ve servet zenginlerine kaynak aktarımı bununla da sınırlı değil. Resmi verilerden hazırladığımız aşağıdaki tablo sermayeye bu iki aylık süre zarfında yapılan kaynak aktarımını gösteriyor.

Böylece; SGK 5 puan prim indirimi, ihracatçı desteği, savunma sanayi desteği, BES, KOSGEB desteği, sermayeye ucuz hammadde ve girdi temini yüzünden zarar eden KİT’lere (örneğin BOTAŞ)  görev zararı adı altında verilen destekler ve sermaye desteği, iki büyük kamu bankasının yine ucuz faizle verdiği kredilerden doğan zarar için verilen destekler ve şehir hastaneleri gibi son derece maliyetli projelere yapılan aktarmaların, bu iki ay zarfında çok belirgin bir biçimde bütçeye damgasını vurduğu görülüyor.

Buna karşılık yerel yönetimlere her hangi bir Hazine yardımı yapılmazken, emeklilere, yoksullara ve küçük üretici ve çiftçilere verilen destek toplamda 8,5 milyar TL ile adeta devede kulak niteliğinde kalmış. Onlarca milyon yoksul emekçiye verilen destek, faizciye ödenenin yüzde 15’ini dahi bulmazken, patronlara 6 milyar TL’ye yakın bir indirimli prim desteği ya da savunma sanayi projelerine 5,8 milyar TL’lik bir kaynak aktarılmış.

Özcesi bu MR, iktidar blokunun bundan böyle de, sadece sermaye yanlısı sınıfsal-ekonomik tercihlerini değil, otoriter bir siyasal rejim  tercihini sürdüreceğini gösteriyor.

Dip notlar:

(1)    TÜİK, Tarım Ürünleri Üretici Fiyat Endeksi, Şubat 2022, www.tüik.gov.tr (15 Mart 2022).

(2)    https://www.imf.org/external/research/housing (15 November 2021).

(3)    TÜİK, Konut Satış İstatistikleri, Şubat 2022,  www.tüik.gov.tr (15 Mart 2022).

(4)    https://www.hmb.gov.tr/kamu-finansmani-istatistikleri (7 Mart 2022).

 


13 Mart 2022 Pazar

Aynı gemide değiliz

 

Aynı gemide değiliz !

Mustafa Durmuş

13 Mart 2022

                                          (Resim: ft.com)

Dünya, Kovid-19 salgınının ikinci yılının tamamlandığı bugünlerde hala bu salgının neden olduğu büyük çaptaki insani kayıplar ve ekonomik zararla uğraşırken, buna şimdi yeni bir felaket daha eklendi: Yeni bir soğuk savaşın da önünü açabilecek olan Rusya-Ukrayna savaşı.

Salgında resmen “sürü bağışıklığı” dönemi

Bu arada dünyada hükümetler çoğunlukla salgının etkili bir şekilde sona erdirildiği iddiasıyla, “normal”e dönüşü ilan ettiler. Böylece önlemleri büyük ölçüde azaltarak, artık resmi olarak sürü bağışıklığı stratejisini uygulamaya soktular.

Türkiye’de Sağlık Bakanlığı da bu eğilime uyarak salgın sona ermiş gibi açıklamalar yaptı, hatta kapalı mekânlarda maske kullanma zorunluluğunu büyük ölçüde kaldırdı. Oysa virüsün son versiyonu eskisinden çok daha hızlı bulaşıyor, aşılanma düzeyleri hala yeterli değil. Vaka ve ölen sayısının yüksekliği bunun en somut kanıtı.

Kaynaklar artık savaşa ve militarizme

Salgın devam ederken patlak veren bu savaş, bir yandan kapitalizmin ve emperyalizmin parçalayıcı, yok edici karakterini bir kez daha ortaya koyarken, diğer yandan da küresel çapta ülkeler arasındaki, tek tek ülkelerde sosyal sınıflar ve farklı kimlikler arasındaki mevcut eşitsizlikleri ve bir bütün olarak insanların güvenli gelecek konusundaki endişelerini artırıyor.

Şu ana kadar salgın ile mücadele için ayrılmış olan kaynakların önemli bir kısmının bundan böyle savaşın finansmanı ve militarizm için kullanılacağından şüpheniz olmasın.

Ne salgını, ne de Ukrayna’daki savaşı “kaçınılmaz” ya da  “doğal felaket” olarak nitelendirmek doğru. Çünkü her ikisi de insan eliyle gerçekleştirildi. Ortak özellikleri ise insanın, daha doğrusu sermayenin, özünde kâr için doğa, insanlar ve toplumlar üzerinde sömürücü, yok edici bir hâkimiyet kurması, doğayı ve insanı kâr- rant, daha fazla sermaye birikimi, servet ve politik güç için sonuna kadar kullanması.

Ukrayna’daki savaş en çok savunmasız yoksulları vuruyor

Savaş bugün büyük çapta insani ve ekolojik sorunlara ve acılara yol açtığı gibi, dünyada (Ukrayna ve Rusya’yı da aşarak), özellikle de aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bazı azgelişmiş ülkelerde (başta Afrika ve Orta Doğu ülkeleri olmak üzere) büyük bir ekonomik yıkıma, derin bir yoksullaşmaya, hatta açlığa neden olacak gibi görünüyor.  

Salgından hâlihazırda fazlasıyla etkilenmiş olan bu azgelişmiş ülkeler, yüksek dış borçları, bütçe açıkları ve özellikle gıda, yakıt ve finansman teminindeki zorluklarından dolayı bu savaştan, diğer ülkelere göre, çok daha fazla etkileniyorlar, etkilenecekler.

Temel gıda maddeleri ve petrol/akaryakıt fiyatlarındaki hızlı yükselişin en yoksul, en savunmasız kesimleri vurduğu ise çok açık. Çünkü bu insanlar, diğer kesimlere nazaran,  yoksulluk sınırının altında, hatta birçoğu açlık sınırında elde ettikleri istikrarsız gelirlerinden çok daha yüksek payı temel gıdaya, ulaştırmaya, ısınma ve aydınlatma gibi enerjiye harcıyorlar.

Üstelik azgelişmiş ülkelerin çoğunluğu, genelde büyük sermaye gruplarının kontrolünde, onlara hizmet eden oligarşik-otokratik siyasal iktidarlar tarafından yönetildikleri için salgın ve savaş nedeniyle daha da daralan devlet bütçesinden bu kesimlere kaynak aktarılmadığı gibi, örneğin savaşın dünyadaki petrol fiyatlarını artırdığı gerekçesiyle, fatura üst üste yapılan akaryakıt, elektrik, doğal gaz zamlarıyla bu kesimlere ödettiriliyor.

Kısaca, savaş (tıpkı salgında olduğu gibi) toplumun tüm kesimlerini eşit biçimde etkilemiyor. Sosyal sınıflara ve farklı kimliklere bölünmüş kapitalizmde işçi ve emekçi sınıfları ve ezilen kimlikler bu savaşın her türden ekonomik ve sosyal faturasını öderken, sermaye sınıfı ve yönetenler bundan zarar görmediği gibi, kârlı dahi çıkabiliyorlar.

Bu durum da, kârı, serveti özelleştirirken, zararı sosyalleştirip herkese mal etmeyi becerebilen düzenin sözcülerinin, ciddi ekonomik krizler, salgın ya da savaş zamanlarında kitleleri arkalarına alabilmek için sarf ettikleri “hepimiz aynı gemideyiz” sözünün bir burjuva propagandasından öte bir şey olmadığını, doğru ya da haklı bir yanının bulunmadığını gösteriyor.

Kapitalizm 355 yıldır aynı sonuçları üretiyor

Robinson Crusoe adlı ünlü romanın yazarı gazeteci, iktisatçı Daniel Defoe tarafından ilk kez Mart 1722'de yayınlanan “Veba Yılı Dergisi” adlı bir romanda (1), Büyük Veba Salgınının Londra’yı vurduğu 1665 yılında yaşamış bir adamın gözünden yoksulların durumu şöyle anlatılıyor:

“Salgın esas olarak yoksullar arasında görülürken, bu yoksullar en gözü pekler, en korkusuzlardı. İşlerine güçlerine kör cesaretiyle devam ettiler. Bu ne dinsel nedenlerle, ne de sağduyulu olmakla ilgiliydi. Kıtlık ve açlık gibi öylesine zorluklar içindeydiler ki bulabildikleri her işe atladılar. Bu işlerse en tehlikeli işlerdi: Hastalara bakmak, karantina altına alınan evleri kontrol etmek, haşereden temizlemek, enfekte olanları evlerine ve hatta ölenleri mezarlarına taşımak ve gömmek gibi…”

Bu salgından 355 yıl sonra ortaya çıkan Kovid-19 salgınında da durum farklı olmadı. Bu salgın bize, kimlerin korumasız, kimlerin korunaklı olduğunu; kimlerin sağlık hizmetlerinden yararlandığını, kimlerin yararlanamadığını; kimlerin konforlu evlerinde yaşamlarını sürdürürken, kimlerin ölmek pahasına kalabalık işyerlerine gitmek zorunda kaldığını; kimlerin sağlık hizmeti ve gıda tedariki başta olmak üzere üretimde bulunurken, kimlerin rahat evlerinden ya da özel malikânelerinden, yatlarından işlerini yönettiklerini; kimlerin aşının kıt olduğu günlerde kolayca aşılanabilirken, kimlerin aşılanamadığını ve bu süreçte kimlerin işsiz ve aşsız kalırken, kimlerin milyarlarına milyarlar kattığını ortaya koydu.

Silah sanayi ve savaş baronları savaşın asıl kazananları

Savaşlar için de benzer şeyler söylenebilir. Çünkü savaşlarda ölenlerin, sakat kalanların, işlerini kaybedenlerin, yoksullaşanların yoksul emekçi çocukları ve bir bütün olarak emekçi sınıfların mensupları olduğu bir gerçek. Buna karşılık savaşlarda silah üreten, satan büyük çok uluslu şirketlerin, savaş baronlarının kârlarına kârlar kattığı da bir gerçek.

Bilindiği gibi, geçtiğimiz 20 yıl içinde 14 Orta ve Doğu Avrupa ülkesi NATO’ya katıldı. Bu genişleme, bir yandan Ukrayna’daki bugünkü savaşın fitilini ateşlerken, diğer yandan pazarlarını büyüterek ve sınırlarına dayandığı Rusya ile çatışmayı teşvik ederek büyük silah üreticilerine fayda sağladı. Yani, NATO'nun genişlemesi bugünkü krizin bir kışkırtıcı faktörüydü ama aynı zamanda küresel silah sanayine verilen de bir hediyeydi.

Savaş lobisi için bir yılda 108 milyon dolar

Öyle ki, örneğin sadece son beş yıl içinde, ABD’den yapılan büyük çaplı silah ihracatı yüzde 23, Fransa’dan yapılan ise yüzde 72 oranında arttı ve Soğuk Savaş'tan bu yana en yüksek seviyelerine ulaştı. Bu arada, Avrupa’nın bir bütün olarak askeri harcamaları adeta patladı. Daralmakta olan silah sektörü tekrar canlandı. ABD’de silah sanayinde, neredeyse dörtte üçü daha önce Federal Hükümet için çalışmış olan savaş lobici sayısı 700’ü aştı. Lobicilik faaliyetleri için sadece 2020’de 108 milyon dolar para harcandı. (2)

Ukrayna savaşı öncesinde (25 Ocak), ABD’nin dev silah üreticisi şirketlerinden biri olan ve 2020 yılında 56,6 milyar dolarlık silah satışı bulunan Raytheon’un yöneticisi Gregory J. Hayes’in şirketin hissedarlarına yaptığı şu açıklama bu savaşın çok büyük kârlarla ilgili boyutunu ortaya koyuyor:

“Elbette, Doğu Avrupa'daki ve Güney Çin Denizi’ndeki gerilimlerden bizler de fayda sağlayacağız.”(3)

Yarım trilyon doları aşan silah satışı ve artan savaş harcamaları

Dünyada yılda yaklaşık 2 trilyon dolar tutarında savunma harcaması adı altında bir harcama yapılıyor (tam olarak 2020 yılında 1,960 trilyon dolar). Bunun yüzde 43’ü Amerika kıtasında, yüzde 26’sı Asya ve Okyanusya’da ve yüzde 19’u Avrupa’da gerçekleşiyor. (4) Bu tutarın 531 milyar doları en büyük 100 silah şirketinin silah satışlarından oluşuyor. 2002 yılından bu yana bu şirketlerin satışları sabit fiyatlarla yüzde 79 oranında arttı. Bunların arasında 2,2 milyar dolarlık satışla Türkiye’ye ait ASELSAN (53’ncü sırada) yer alıyor. (5)

Bu savaş ile birlikte militarizmde ve bunun en önemli kalemi olan savunma (savaş) harcamalarında büyük bir artış yaşanıyor.

Örnek olarak AB, 450 milyon avroluk silah satın alıp Ukrayna'ya vereceğini açıklarken, ABD geçmişte tek başına geçen yıl verdiği 90 tonun üzerinde askeri malzemeye ve 650 milyon dolara ilave olarak 350 milyon dolarlık askeri yardım sözü verdi. Şu ana kadar ABD ve NATO, Ukrayna’ya 17.000 tanksavar silahı ve 2.000 Stinger uçaksavar füzesi gönderdi.  Aralarında İngiltere, Avustralya, Türkiye ve Kanada’nın bulunduğu bir uluslararası koalisyon da Ukrayna’daki  direnişçileri yaptığı silah yardımlarıyla destekliyor. (6)

Ukrayna’ya yapılan silah yardımı küresel silah şirketlerinin borsadaki hisselerini yükseltiyor

Bu durum dünyanın en büyük silah üreticisi ve ihracatçısı şirketler için çok büyük bir fırsat oluşturuyor. Zira Rus tanklarını uzaktan kolayca avlayabilen son derece gelişkin seyyar Stinger füzelerinin yapımcısı dünyanın en büyük ikinci silah şirketi olan ABD’li Raytheon. Keza bu şirket dünyada 65,4 milyar dolarlık satış ile ilk sırada yer alan Lockheed Martin ile ortaklaşa olarak Javelin tanksavar füzelerini ABD ve Estonya gibi ülkelerden tedarik ediyor.

Her iki şirket de dünyanın en büyük borsalarından olan S&P 500’de yer alıyor. Savaşın başlamasının ardından bu endeksin değeri ortalama yüzde 1 düşerken, Lockheed’in hisselerinin değeri yaklaşık yüzde16 ve Raytheon’un hisselerinin değeri yüzde 3 arttı. (7) Bu bile savaşın ilk elden kazananlarının büyük silah şirketlerinin sahipleri olduğunu göstermeye yeterli.

Küresel silah satışlarının yüzde 37’si ABD, yüzde 20’si Rusya kaynaklı

SIPRI’ye göre küresel çapta silah satışlarının neredeyse yüzde 40’ına yakınını ABD kökenli şirketler gerçekleştirirken,  bunu sırasıyla Rusya, Fransa, Almanya ve Çin izliyor.

Bunların yanı sıra Ukrayna’ya silahlı insansız hava aracı (SİHA/Bayraktar TB2)  satan Türkiyeli Baykar Savunma Şirketi de bu savaştan fayda sağlayan şirketler arasında sıralanıyor. Ekim 2019’da Kiev'de yapılan anlaşma sonucunda geçen yıl 6’sı teslim edilen SİHA sayısının savaş öncesinde toplamda 48’i bulması bekleniyor. (8)

Krizin ve savaşın faturası halka kesiliyor

Ukrayna savaşının ilk elden kazananları yukarıda açıklanan silah şirketlerinin sahipleri, ilk elden kaybedenleri ise dünya halkları.

Öyle ki hayatlarını kaybetmenin yanı sıra bu savaş büyük bir mülteci akınına daha neden oldu. Şu ana kadar 1,5 milyon civarında Ukraynalının Polonya başta olmak üzere komşu ülkeler sığındığı açıklandı. Rusya'da ise bir yandan savaş karşıtları içeri atılırken, diğer yandan halk Batının koyduğu ekonomik yaptırımlar yüzünden ciddi sıkıntılar yaşıyor. Savaştan bu yana Rus rublesi dolar karşısında yüzde 40 civarında değer kaybetti, gıda enflasyonunda ciddi bir artış söz konusu.

Bu iki ülke dışında “savaştan en fazla etkilenecek üçüncü ülke” olarak anılan Türkiye’de ise son zamanlarda, gerçekte 8,5 milyona ulaşan işsizin,  yüzde 100’leri aşan enflasyonun, yüzde 127’yi bulan elektrik ve doğal gaz zamlarının yanı sıra petrole son on günde üst üste yapılan zamlar dar gelirliler için olduğu kadar, orta sınıf olarak da tabir edilen kesimler için de dayanılmaz boyutlara erişti. Öyle ki geçen yıl ortalama litresi 7 TL olan benzin-motorin 1 yılda ortalama 15 TL’ye ve savaştan bu yana 22 TL’ye kadar yükseldi.

Akaryakıt fiyatları dolarla çıkıyor, ama dolarla inmiyor

Akaryakıt pompa fiyatlarının EPDK tarafından piyasalardaki gelişmelere bağlı olarak belli kâr marjlarıyla belirlendiği Türkiye’deki akaryakıt fiyatlarındaki yükselişin asıl nedeninin petrol fiyatlarındaki küresel çaptaki artışlar olduğu inkâr edilemez.

Nitekim Ukrayna savaşı ile birlikte petrol fiyatları artarak varil başına 130 doların üzerine çıkınca yeni zamlar da üst üste geldi.  Ancak geçtiğimiz hafta Birleşik Arap Emirlikleri’nin üretimi artırma taahhüdü ve yapılan ateşkes görüşmelerinin ardından bu fiyat 110 doların altına düşmesine rağmen ülkede akaryakıt pompa fiyatları inmedi.

Bir diğer neden TL’nin döviz, özellikle de dolar karşısında değer kaybının sürmesi (çünkü petrol sadece dolar ile satın alınabiliyor). Bir süredir bir politika hedefi olarak 14 TL’nin altında tutulan dolar kuru savaşla birlikte yeniden yükselerek 15 TL sınırlarına kadar yükseldi, bu da akaryakıt pompa fiyatlarını yükseltiyor.

Üçüncü bir neden ise akaryakıttan alınan ÖTV ve KDV gibi vergilerin yüksekliği. Öyle ki 1 litre benzinden alınan toplam vergi 5,4 TL’yi, 1 litre motorinden alınan 5,6 TL’yi ve 1 litre LPG’den alınan 3,4 TL’yi buluyor. Böylece akaryakıtta verginin yükü yüzde 32’ye kadar çıkıyor.

Aşağıdaki tablo bu akaryakıtın vergili ve vergisiz fiyatlarını gösteriyor.

 

Vergisiz Litre Fiyatı (TL)

ÖTV (Litre başına TL)

KDV

(Litre başına TL)

Toplam Vergi

(Litre başına TL)

Vergi Yükü (%)

Vergili Litre Fiyatı

(TL)

Benzin

13,8

2,5

2,9

5,4

28.5

19,3

Motorin

17,3

2,1

3,5

5,6

24,3

22,8

LPG/Oto gaz

7,3

1,8

1,6

3,4

32,0

10,7

Akaryakıt fiyatlarındaki artışın sadece son kullanıcı olarak haneleri, tüketicileri değil, aynı zamanda çiftçileri, üreticileri, nakliyecileri ve küçük ve orta ölçekli işletmeleri de etkilediği çok açık. Nitekim bu zamları protesto etmek için Ankara’da özel halk otobüsleri ve dolmuş sahipleri bu hafta bir gün kontak kapatma eylemi yaptılar.

Akaryakıtta Eşel Mobil uygulamasına neden son verildi?

Oysa Kovid-19 salgınının ikinci yılında (2021) küresel petrol fiyatlarındaki artışın pompaya, dolayısıyla da halka yansımasını önleyebilmek için Eşel Mobil sistemi uygulanmıştı. Bu sistem ile akaryakıt fiyatları dünya petrol fiyatlarındaki artıştan dolayı arttığında,  bunlardan alınan ÖTV tutarı, ürünlerin fiyatında gerçekleşen artış tutarı kadar azaltılmıştı.

Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından ikincisi yayımlanan Kamu Maliyesi Raporu’nda, 2021 yılı Aralık ayında son verilen bu uygulamanın devlete neden olduğu ÖTV ve KDV geliri biçimindeki zararın ise 46 milyar TL olduğu açıklandı (KDV sıfırlanmasa da matrahı hesaplanırken ÖTV’li miktar göz önüne alındığından KDV kaybı doğuyor).

Bu dönemde çeşitli sektörlere yönelik vergi indirimlerinin toplam kaybı ise 102,6 milyar TL olarak açıklandı. Ayrıca bu sistemin geçen yılın ilk 8 ayında enflasyon oranını yüzde 2,48 puan olmak üzere, düşürücü bir etki yarattığı aynı raporda yer alıyor. (9)

Üç ay vergi alınmamasının Hazine’ye maliyeti sadece 22 milyar TL

Dolayısıyla, halkın ve ekonominin rahatlatılabilmesi açısından akaryakıttan alınan ÖTV ve KDV’den geçici bir süreliğine vaz geçilebilir. Bunun Hazine için tam olarak ne kadarlık bir vergi kaybına neden olacağını hesaplamak (tüketim miktarını kestirebilmek zor olduğundan) mümkün olmasa da, geçmiş yıllarda (örneğin 2018 yılında) bu iki verginin toplam gelirinin 88 milyar TL olduğu biliniyor. (10) Böylece üç aylık bir ÖTV ve KDV sıfırlamasının Hazine’ye maliyeti kabaca 22 milyar TL civarında olacaktır.

Siyasal iktidarın buna, vergi gelirlerini azaltacağı gerekçesiyle yanaşmadığı düşünülebilir, ancak bu tutar bu yıl toplanması öngörülen toplam vergilerin sadece yüzde 1,5’ini oluşturuyor.

‘Kur Korumalı TL Mevduat’ın çıplak maliyeti 47 milyar TL!

Diğer yandan, uygulanan yanlış faiz politikalarının sonucunda kurdaki hızlı yükselişi önleyebilmek için gündeme getirilen Kur Korumalı TL Mevduat uygulamasının (mevduat sahiplerine ilk üç aylık dönemde artan enflasyon nedeniyle reel olarak getiri sağlayıp sağlamadığı ya da ne kadar sağladığı bir yana),  Hazine’ye üç aylık kur farkı/faiz ödemesi biçimindeki maliyeti ise kabaca 47 milyar TL civarında (çünkü Hazine Bakanının açıklamasına göre uygulamanın başladığı Aralık ayından bu yana bu hesaplarda 539 milyar TL toplandı. Bu süreçte ortaya çıkan ve telafi edileceği garanti edilen kur farkı yaklaşık 1,20 TL).

Ayrıca bu maliyete bu süreçte dolar kurunu 14 TL’nin altında tutmanın Merkez Bankası rezervlerinde neden olduğu milyarlarca dolarlık erimenin maliyetini de ilave etmek lazım.

Kamu bankalarına 55,1 milyar TL’lik sermaye desteği

Kaldı ki birkaç gün önce T. Varlık Fonu tarafından,  Ziraat Bankası’na 21,8 milyar TL, Halkbank’a ve Vakıf Bank'a 13,4’er milyar TL, Kalkınma ve Yatırım Bankası’na 1,5 milyar TL, Ziraat Katılım’a 900 milyon TL, Emlak Katılım’a ise 500 milyon TL olmak üzere toplam 55,1 milyar TL’lik bir sermaye katkısı ve sermaye benzeri kredi sağlandığı açıklandı. (11) Kamu ticari bankalarının sermayelerinin ise, 2018 yılından bu yana, ucuz döviz satma ve ucuz faizli kredi politikalarına aracılık ettirilmeleri yüzünden eridiği biliniyor.

Böylece büyük servetlerin sahiplerine cömertçe verilen toplam 102 milyar TL’yi aşan bir nakit desteği biçimindeki teşvik ortada iken,  akaryakıt fiyatlarında bunun beşte birinden az bir verginin üç aylığına alınmasından vazgeçilmesiyle halkın, esnafın, üreticinin neden rahatlatılmadığı (üstelik enflasyonu bir miktar düşürebilmek olası iken) sorgulanmalıdır.

Oysa dünyanın başka yerlerinde bu geçici vergi sıfırlamaları ya da zenginden daha fazla vergi alma biçimindeki yeniden bölüştürücü politikalara enerji krizinin yaşandığı bu günlerde rahatlıkla başvuruluyor.

Örnek olarak, İspanya hükümeti enerji üzerindeki katma değer vergisini geçici olarak azaltarak tüketicileri rahatlatma yoluna gitti. Ayrıca zengin hanelerden alınmak üzere ek gelir vergisi biçiminde bir ‘sosyal denge vergisi’ ve enerji dağıtım firmalarından ‘arızı kazanç vergisi’ almayı planlıyor. (12)

Sonuç olarak

İçinde yaşadığımız düzen sosyal sınıflara bölünmüş, aynı zamanda farklı kimliklerin sert bir biçimde ayrımcı muameleye tabi tutulduğu kapitalist bir düzen. Üstelik bu sistem 2015 yılından (özellikle de 2017 yılından) bu yana içine girdiği çoklu krizler altında hızla nekrokapitalizme doğru gidiyor.

Yani kapitalizmin militarist, savaşçı, mafyatik,  emek ve demokrasi karşıtı, toplumsal cinsiyet eşitliğini reddeden, farklı kimlikleri ötekileştiren ve doğa karşıtı yanı iyice belirginleşiyor. Mevcut ekonomik kriz ve savaş ortamı bu gidişatı daha da hızlandırıyor.

Salgından ve ekonomik krizlerden olduğu gibi, savaştan kazanç sağlayanların silah sanayi ve savaş baronları ve otoriter muktedirler olduğu gerçeği dikkate alındığında, aynı gemide olduğumuzun düşünülmesi sadece bir yanılsamadır. İşin aslı, “aynı felaketlerle karşı karşıya olabiliriz ama aynı gemide değiliz”.

Böyle bir düzende para ya da vergi politikaları biçimindeki ekonomi ve maliye politikalarının ya da sosyal politikaların emekten ve diğer ezilen kimliklerden yana olması beklenmemeli. Bu ancak başka bir iktidarın inşa edeceği başka bir düzen ve buna uygun başka bir paradigma ile mümkün olabilir.

Dip notlar:

(1)  Daniel Defoe, A Journal of the Plague Year’den aktaran https://anticap.wordpress.com/are-we-all-in-this-together (6 May 2020).

(2)  https://truthout.org/articles/arms-industry-sees-ukraine-conflict-as-an-opportunity-not-a-crisis (2 March 2022).

(3)  Agm.

(4)  SIPRI, Military expenditure by region, in constant (2019) US$ b., 1988-2020, https://sipri.org/databases/milex (11 Mart 2022).

(5)  SIPRI, Total arms sales fort he SIPRI top 100 (2002-2020), https://sipri.org/databases/armsindustry (11 Mart 2022).

(6)  https://theconversation.com/ukraine-the-worlds-defence-giants-are-quietly-making-billions-from-the-war (9 March 2022).

(7)  Agm.

(8)  “Bayraktar SİHA’lar hangi ülkeye nasıl satılıyor?”, http://www.mezopotamyaajansi35.com (22 Kasım 2021).

(9)  https://ms.hmb.gov.tr/uploads/2021/09/Kamu-Maliyesi-Raporu-Eylul-2021-2.pdf, s. 12-13.

(10)                 Neslihan Çalışkan, Akaryakıt üzerinden alınan vergilerdeki olası değişikliklerin otomobil kullanıcılarının davranışlarına etkisi: Sakarya ili örneği, Yüksek lisans tezi, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ocak 2020, s. 34.

(11)                 https://www.bloomberght.com/tvfden-kamu-bankalarina-sermaye-destegi (9 Mart 2022).

(12)                 https://socialeurope.eu/taking-the-heat-out-of-energy-prices (7 March 2022).