28 Şubat 2015 Cumartesi

Ekonomi Politik Eğitim Sen

http://www.slideshare.net/ruzgar/et-sen-mrk-eitimi-2013

İsviçre HSBC Skandalı

İSVİÇRE HSBC SKANDALI: BUZ DAĞININ GÖRÜNENİ!
Mustafa Durmuş
HSBC dünyanın en büyük ikinci bankası konumunda İngiliz kökenli bir banka. Tıpkı diğer büyük finans kuruluşları gibi, yaptığı işlemlerle, 2008 yılında patlak veren küresel finansal krizin tetikleyicilerinden biri. Uluslar arası denetim raporlarına göre, bu bankanın hizmetlerinden uyuşturucu tacirleri, silah kaçakçıları, kanlı/kirli elmas trafiği yapanlar yaygın bir biçimde yararlandılar. Bu bankanın İsviçre kolu yıllardır vergi kaçakçılığı ve kara para aklama konusunda belli başlı müşterilerine aracılık yaptı. Bu faaliyetleri hakkında bilgi sahibi olan İngiliz, Fransız ve Amerikan devletleri de bunları görmezden geldiler.
Bu bankanın İsviçre kolunda tutulan, 2005-2007 arasını kapsayan ama özellikle de 2006/2007 yılına ait sırdaş hesapların eski bir banka çalışanı tarafından ele geçirilip, sonrasında Le Monde ve Uluslar arası Gazeteciler Konsorsiyumu[1]tarafından açıklanması (30,000-60,000 dosya) ve CBS News’in ‘60 Dakika Programı’nda[2] dünya kamuoyu ile paylaşılması, deyim yerindeyse ortalığı birbirine kattı. Zira ortaya dökülen belgeler, vergi kaçakçılığından, servet gizlemeye ve yasal olmayan silah ticareti gibi uluslar arası ticarete aracılık yapmaya kadar çok önemli boyutlara sahip.
Söz konusu “gizli” ya da “sırdaş hesaplar” (dışarıya bilgi verilmiyor ya da bilgi karartılıyor) 203 ülkenin vatandaşlarına ait, 106.000 HSBC müşterisini kapsıyor ve 118 milyar ABD dolarlık bir miktarı içeriyor[3].
Hesaplarda ülke sıralaması
Müşteri sayısı açısından yapılan sıralamaya göre ilk beşte; 11,235 kişi ile İsviçre, 9,187 ile Fransa, 8,844 ile İngiltere, 8,667 ile Brezilya ve 7,498 ile İtalya vatandaşları yer alıyor. Böylece azgelişmiş Brezilya kadar, krizdeki İtalya’nın vatandaşlarının da servetlerini ülke dışında sakladıkları ortaya çıkıyor.
Hesaplarda tutulan para miktarı açısından ilk beşte ise; 31,2 milyar dolar ile yine İsviçre, 21,7 milyar dolar ile İngiltere, 14,8 milyar dolar ile Venezüella, 13,4 milyar dolar ile ABD ve 12,5 milyar dolar ile Fransa yer alıyor.
Listenin kalan kısmı da oldukça çarpıcı.  S. Arabistan (5,8 milyar dolar) 11. Sırada, Lübnan (4,8 milyar dolar) 12. Sırada, Hindistan (4,1) 16. Sırada, Mısır, B. Arap Emirlikleri ve Türkiye (her biri 3,5 milyar dolar) sırasıyla 20, 22 ve 23. Sırada, kriz içindeki Yunanistan (2,6 milyar dolar) 28. Sırada, Rusya (1,8) 35. Sırada, savaş içindeki Suriye (1,3 milyar dolar) 40. Sırada, yoksul Pakistan (860 milyon dolar)  48. Sırada, sosyal refah devletleri Danimarka (737 milyon dolar) ve Norveç (458 milyon dolar) sırasıyla 51 ve 66. Sıralarda, “Arap Baharı” ülkesi Tunus (554 milyon dolar) 59. Sırada, savaşla yerle bir edilmiş Libya (523 milyon dolar) 60. Sırada, yükselen dünya devi Çin (517 milyon dolar) 61. Sırada, paramparça Irak (515 milyon dolar) 62. Sırada ve Küba (84 milyon dolar) 110. Sırada yer alıyorlar[4].
Hesap sahibi 106,000 müşterinin arasında; kirli/ kanlı elmas ve silah kaçakçıları, sanayiciler, politikacılar, devlet adamları, sultanlar, prensler, moda tasarımcıları, aktör ve aktristler, futbolcular, tenis oyuncuları, Formula yarışmacıları, yargıçlar ve din adamları gibi neredeyse her meslekten insan var. Keza çoğunlu erkeklerden oluşsa da, aralarında 22,5 milyon dolarlık hesap ile Arlette Barbary de Langade  Ricci gibi Ninan Ricci’nin mirasçısı, Malezya kralının ikinci eşi  ve aktrist Joan Collins gibi kadınlar da var.
Bu hesap sahiplerinden, örneğin silah ve sigara tüccarı Aziza kulsum Gulamali adlı Burundi’li bir zenginin 2006/2007’deki hesaplarında tutulan miktar 3,3 milyar doları buluyor. Yoksulluk içinde kıvranan ülkesinin en zengini ve dünyanın en zengin 23. Kişisi olan Nijeryalı    sanayici Aliko Dangote’nin hesabında 22 milyon dolar, Uruguaylı futbolcu Diego Forlan’ınkinde  1,4 milyon dolar, Avustralyalı kadın model Elle Mac Pherson’unkinde 12,2 milyon dolar, Formula 1 sürücüsü İspanyol Fernando Alonso’nunkinde 42,3 milyon dolar, Ermenistan vatandaşı din adamı His Holiness Karakin’inkinde 1,1 milyon dolar, Ürdün Kralı 2. Abdullah’ınkinde 41,8 milyon dolar, Fas Kralı 6. Muhammed’inkinde 9,1 milyon dolar, S. Arabistan Prensi Bandar’ınkinde 15,6 milyon dolar, Mısırlı politikacı Rashid Mohamed Rashid’inkinde 31 milyon dolar, Bahreyn Prensi Salman bin Hasad El Khalita’nınkinde 20,9 milyon dolar, 2003 ‘teki Irak işgali sırasında ABD’yi desteklemiş olan Umman Sultanı Qbaoos bin Said’inkinde 44 milyon dolar bulunuyor.
Hemen belirtelim ki, bu listede yer alan servet sahipleri ya da bunların işlemlerini yapan banka yöneticileri ile ilgili hiçbir yasal işlem yapılmazken, bu dosyaları basına sızdıran Herve Falciani ciddi yasal soruşturmalarla karşı karşıya kaldı.
Türkiye ile ilgili hesaplar ve T.C. vatandaşlarının hesaplarının durumuna geçmeden önce şu ana kadar anlatılanlara ait genel bir değerlendirme yapmak yararlı olacaktır. 
(i) Bu hesaplar sadece tek bir bankada açılmış olan hesaplardır.  Dolayısıyla da bankacılık sistemi, uluslar arası fonlar vb bir bütün olarak dikkate alındığında, izlenmesi son derece zor olan dev bir okyanustaki buz dağının sadece görünen kısmından söz edilmektedir.  Bu nedenle de bu verileri,  daha önce bu sitede de sunulmuş olan ve bir İsviçreli kurum tarafından her yıl hazırlanan ‘Küresel Servet Raporu’nun (2014) bulgularıyla birleştirmek gerekir.
Bu rapora göre, dünyanın en zengin 35 milyon insanı, en yoksul 3,7 milyar insanın servetinden daha fazla bir servete sahiptir. Dünyadaki en zengin binde 7’lik nüfus toplam servetin ya da zenginliklerin % 44’ünü elinde tutmaktadır. Geçen yıl bu oranın  %  41 olması kriz koşullarının da en zenginleri daha da zenginleştirdiğini (karşılığında da milyarca insanı daha da yoksullaştırdığını) ortaya koymaktadır. En zengin % 10 ise geçen yıla göre payını % 86’dan % 87’ye çıkartırken, servet piramidinin tabanında yer alan % 50, küresel zenginliğin sadece % 1’inden altında bir orana sahiptir[5].  
Ayrıca sahte faturalama gibi yollarla her yıl azgelişmiş dünyadan bu tür servet saklama merkezlerine kaçırılan ve yılda 1 trilyon doları bulan serveti de bu hesaba katmak gerekir.
Öyle ki, azgelişmiş ülkelerden, 2002–2012 döneminde sahte faturalama, hayali ihracat vb yollarıyla ülke dışına, özellikle de vergi cenneti konumundaki ülkelere, çıkan para miktarı 6,6 trilyon dolar, sadece 2012 yılında çıkan para miktarı ise 991,2 milyar dolardır. Bunun % 77,8’i sahte faturalama ve % 23’ü yasa dışı sıcak para çıkışı yoluyla gerçekleşmektedir. Her yıl yurt dışına çıkan para miktarı % 9,4 oranında artış göstermektedir. Sadece 2012 yılında çıkan miktar azgelişmiş dünyaya yönelik doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının 1,3 ve resmi kalkınma yardımlarının 11,1 katıdır. Bu yolla her yıl azgelişmiş ülkeler milli gelirlerinin ortalama % 4’ünü (Sahra altı Afrika ülkeleri % 5’ini ve gelişmekte olan Avrupa ülkeleri % 4,4’ünü) kaybetmektedirler. Bu paranın % 40’ı Asya’dan , % 21’i ise gelişmekte olan Avrupa ülkelerinden çıkmıştır.  Son on yılda, en çok para çıkışı yapan ülkeler sıralamasında ilk üçte, toplamda 1,25 trilyon dolar ile Çin, 973,9 milyar dolar ile Rusya ve 514,3 milyar dolar ile Meksika yer almaktadır[6].
(ii) Listede yer alan bu servet zenginleri çalıştırdıkları işçilerine çok düşük ücretler ödüyorlar, böylece gelecekte onların emeklilik ödemelerini ve maaşlarını da buduyorlar. Yani bunlarla ilgili skandal (yasal olmayan işlerden servetlerini büyütmüş olmaları ve vergi kaçırmaları), bunların doğrudan emek sömürücü karakterlerinin üstünü örtmemelidir.
(iii) İsviçre gibi uluslar arası finansal sistemin kara kutusu niteliğindeki bir ülkede servetin tutulması, sadece vergi ile ilgili kaygılardan kaynaklanmıyor. Rüşvet, kaçakçılık, silah ve uyuşturucu ticareti gibi yasa dışı yollarla olduğu kadar, ucuz emek ve hammadde sömürüsüyle de biriktirilen bu servetlerin sahiplerinin, servetlerinin bir gün kendi ülkelerinde ellerinden alınması ya da bunlarla ilgili olarak hesap sorulması ile ilgili yaşadığı korkular ve endişeler de bu konuda önemli rol oynamaktadır.
(iv) Listede zengin ülkeler kadar, ondan daha da fazla olmak üzere, yoksul ya da üçüncü dünya ülkeleri olarak adlandırılan ülkelerin zenginleri var. Bu da kendi ülkesinde çok büyük bir ihtimalle “vatansever”, “milliyetçi- mukaddesatçı”, “hayırsever” olarak kabul edilen bu insanların gerçek yüzlerini ortaya koymaktadır.  Diktatörler açısından ise bu hesaplar, hem iktidarda kalmalarına yardımcı olan finans kaynakları olduklarından, hem de gelecekte bir gün mutlaka lazım olacağı kaygısıyla tutulmaktadır (İran Şahı Pehlevi ve Filistin diktatörü Marcos’un durumunda olduğu gibi).

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının hesapları
Açığa çıkan belgelere göre, Türkiye ile ilgili hesap sayısı 4,584 ve müşteri sayısı 3,105. Bu müşterilerin % 41’i (1,273) ise TC vatandaşı olarak TC pasaportu taşıyor. 2006/2007 hesap döneminde Türkiyelilere ait hesaplarda 3,5 milyar dolar yer almış. Tek başına en büyük hesapta ise 264 milyon dolara yakın bir meblağ tutulmuş.  Büyük bir kısmı numaralandırılmış[7], buna karşılık % 10’luk bir kısmının off-shore hesap olarak açılmış olması buralarda tutulan paranın vergi kaygısından ziyade, serveti gizleme ihtiyacından kaynaklandığını ortaya koyuyor.
Zengin Türklerin açığa çıkan bu milyarlarca dolarlık servetleriyle, milli duygularımızı kabartarak ve “200 ülke içinde ilk 23. Sırada yer aldık, birçok Avrupa ülkesini solladık” biçiminde gurur mu duymalıyız?
Öncelikle, bu ortaya saçılan servet de buz dağının görünen kısmıdır. Başbakan yardımcısı Babacan tarafından daha önce açıklandığına göre, TC vatandaşlarının yurt dışında tuttukları servetin miktarının 200 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu yüzden de AKP son on yıldır sırasıyla, önce “nereden buldun” yasasını ortadan kaldırdı, sonra da servetleri meşrulaştırmak pahasına, ülkeye getirebilmek için çok cazip koşullarla (sadece % 2 vergi, buna karşılık bir inceleme yapılmayacağı garantisi) iki kez “Varlık Barışı Yasası” çıkarttı.  Buna rağmen ülkeye bu servetlerin çok az bir kısmı geri döndü ve bu yasa asıl içerdeki servetin bu yolla meşrulaşmasını sağladı.
Keza Türkiye’den 2002-2012 döneminde vergi cennetlerine, sahte faturalama vb yollarla çıkan para miktarı 36 milyar doları buldu ve bu rakam sadece 2011 yılında 10 milyar doları aştı[8].
İkinci olarak, bu gelişim aslında 12 Eylül Askeri Darbesi sonrası iktidara getirilen Özal Hükümetlerinin bir mirasıdır. Bir neo liberal olarak “zengini sevip, fakiri sevmediğini”,  her fırsatta yineleyen Özal, sırdaş hesap uygulamasını başlatmış dönemin ünlü kaçakçısı ‘Berber Yaşar’ ile anlaşmaya varmıştı. Keza ülkede ne kadar vergi toplandığı ve bunların nerelere harcandığı belli olmasın diye Bütçe by-pass yapılarak, devlet, sayıları 100’ü aşan bütçe dışı fonlar aracılığıyla yönetilmişti. Bugünkü iktidarlar aslında böyle bir yönetim mirasının da üzerine oturmuş durumdadırlar. Her fırsatta vurguladıkları gibi Özal’ın mirasçısı olmaktan da gurur durmaktadırlar.
Üçüncü olarak, son on yılda iç tasarrufların neden % 21’lerden % 13’lere kadar (üçte bir oranında) gerilediği de böylece ortaya çıkmıştır. Zira vergi vermeyi bir zül olarak gören sermayedarlar ve servet zenginleri, servetlerinin önemli bir kısmını da ülkede değil, ülke dışında tutmayı tercih ediyorlar. Böylece ülke yabancı sermaye akımlarındaki düzensizliklerin tetiklediği iktisadi çalkantılar ya da krizlerle alt üst olurken, bu kesimler örneğin doların 2.50 lirayı aşmasıyla bir anda dolar cinsinden tuttukları bu servetlerinin kendilerini nasıl daha da zengin ettiğine bakıp mutlu oluyorlar. 
Dördüncü olarak, bunca miktar servet yurt dışında tutuluyorsa, bu içinde olduğumuz sistemin, emek sömürüsü, rüşvet, usulsüzlük ve yolsuzluk ne denirse densin, nasıl çürümekte olduğunu, bunun artık böyle devam edemeyeceğini gösterirken, servet zenginlerinin de bu gerçeğin farkında olarak, kendilerine dışarıda bir gelecek garantisi aradıklarını ortaya koyuyor.
Son olarak, bu ortaya saçılıp dökülenler ve torbada kalanlar, neo liberal politikalar altında son 20-30 yıldır iktisadi ve sosyal gelişme ve kalkınmamızı uluslar arası piyasalara bırakmamızı, sosyalizm gibi arayışlardan vazgeçmemizi bize dikte eden ana akım iktisat ideolojisi ve onun konveyörü konumundaki günümüz üniversitelerinin ve IMF, DB, OECD, WTO gibi uluslar arası örgütlerin de yozlaşmışlığının da en somut kanıtıdır. Zira bu kurumların söylemleri sadece servet sahiplerini daha da zengin etmeye yaramakta, diğer yandan ülke ekonomilerini krizlere sokmakta ve işçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçilerin geleceğini de karartmaktadırlar.
HSBC skandalı aslında, finansal sistemde yaygın bir biçimde var olan, hileli eşik altı konut kredisi destekli menkul kıymetler, yasa dışı hacizler, Libor ve döviz manipülasyonu gibi bir dizi skandalın sadece açığa çıkmış olan bir kısmıdır. 2008 krizi sonrasında ortaya konulan belgeler bu sektörün nasıl yasa ve etik tanımadığını ortaya koymuştu[9].
Geleceğimizi teslim etmek istedikleri uluslar arası finans piyasaları ve onun aktörleri spekülatiftirler, bir o kadar da yozlaşmış ve çürümüşlerdir. Bu sistemin aktörleri (özel sektör ya da devlet tarafındaki) açısından meşru iş ya da ticaret ile politikacı satın alma, sahtecilik, hırsızlık ve rüşvet gibi meşru kabul edilmeyen eylemler arasındaki çizgi çok ince bir çizgidir.
Bir başka anlatımla kapitalist toplum kendi koyduğu yasaları dahi önemsiz ayrıntılar olarak gören kriminallerce yönetilmektedir. Bunlar tarafından satın alınmış siyasiler, sistemin düzenleyici kurumları, mahkemeleri, suçluları değil, suçu açığa çıkartanları cezalandırmaktadırlar. Yani toplumun en küçük kurumundan en büyüğü bu multi milyarder uluslararası finans oligarşisince denetlenmektedir.
Kaynaklar:

Durmuş, Mustafa Kapitalizmin Krizi, 4. Baskı,  2013

Global Financial Integrity (2014),  Illicit Financial Flows from Developing Countries: 2003-2012.
Global Wealth Report 2013 (2014), Credit Swiss Research Institute, (October 2014).
HSBC bank 'helped clients dodge millions in tax',   http://www.bbc.com/news/business, 10.02.2015.
Swiss Leaks: Murky Cash Sheltered by Bank Secrecy, http://www.icij.org/project/swiss-leaks.

The Swiss Leaks, http://www.cbsnews.com/news/hsbc-swiss-leaks-investigation-60-minutes.





[1] Swiss Leaks: Murky Cash Sheltered by Bank Secrecy, http://www.icij.org/project/swiss-leaks.

[2] The Swiss Leaks, http://www.cbsnews.com/news/hsbc-swiss-leaks-investigation-60-minutes.

[4] Bu ülkelerden söz edilirken kastedilen bu ülkelerin vatandaşlarıdır (ülke içinde ya da dışarıda yaşayan). Bunun tek istisnası Venezüella’nın eski bir bakan adına açtırmış olduğu 14,8 milyar dolarlık resmi hesaptır. Bunun nedeninin ise ülkeye uygulanan ABD ambargosu vb olduğu tahmin edilmektedir. 
[5] Global Wealth Report 2013 (2014), Credit Swiss Research Institute, (October 2014), s. 26.

[6] Global Financial Integrity (2014),  Illicit Financial Flows from Developing Countries: 2003-2012, s. 1-13.

[7] Gizli hesap açma prosedürü şöyle işliyor: İlk aşamada paranın sahibi adına hesap açılıyor.  İkinci aşamada kişinin adı off-shore bir şirketin adı ile değiştiriliyor ya da bu hesaba bir numara verilerek kişinin adı gizleniyor. Kişilerin şahsi detayları hesaplarından ayrı bir yerde, özel olarak tutuluyor. Hesaplar incelenmek istendiğinde de sadece vergi cenneti konumundaki off-shore şirketin adı ya da bir numara ile karşılaşılıyor.
[8] Global Financial Integrity (2014),  Illicit Financial Flows from Developing Countries: 2003-2012, s. 31-32.

İGV Ders Powerpoint Sunumu 2015

http://www.slideshare.net/ruzgar/igv-2015-renci-kopyas-powerpoint

Merkez Bankası Bağımsızlığı”, Para ve Faiz

“Merkez Bankası Bağımsızlığı”, Para ve Faiz: Kapitalizmde Finansın Ekonomi Politiği
Mustafa Durmuş
Ekonomide yeni yılın ilk iki ayına faiz oranları tartışması ve Merkez Bankası’na yönelik eleştiriler damgasını vurdu. Cumhurbaşkanı, en tepeden Merkez Bankası’na, politika faiz oranını indirmediği için yüklenirken, Merkez Bankası’nın bu konudaki kararını 24 Şubat 2015 tarihli Para Kurulu toplantısına bırakması ve bu arada Bank Asya yönetimine el konulması ABD dolarını TL karşısında zirveye çıkarttı ve 1 dolar 2.50 lirayı aştı. Sonrasında kur bir miktar gerilese de 24 Şubat tarihli Para Kurulu toplantısından çıkması muhtemel bir faiz indirimi kararı doları tekrar 2.50 seviyesine yükseltebilir.
Bu gelişme aynı zamanda bir atışmaya da neden oldu. Eski T.C. Merkez Bankası başkanı Bankanın faiz indirimine gitmeme kararına destek verirken, burjuva iktisadının iki temel ismi olan Smith ve Keynes’i referans gösterdi ve  “onların kitaplarını yakalım mı” ifadesini kullandı. Ekonomi Bakanı da aynı düzeyde yanıt verdi: “ Hala Keynes’in kitabını yakmadın mı?”. Böylece yüzlerce yıllık ana akım iktisat öğretisi resmi ağızlarca yerle bir edildi. 
Kuşkusuz bu düzeyli (!) tartışmalar (maalesef üniversitelerimizde bugünlerde bu kadarı dahi yapılmıyor) ve polemikler bir başka tartışmanın (Türkiye’de tarihi 1990 yılı para programına kadar giden), “merkez bankası bağımsızlığı” tartışmasının da kaçınılmaz olarak yeniden gündeme gelmesine neden oldu. Başta Erdoğan olmak üzere aynı safta yer alan bilumum politikacı, köşe yazarı, kadrolu TV yorumcusu ve iktisatçı Merkez Bankası’nın faiz indirimi konusundaki bu sözde bağımsız tavrından şikâyetçi olurken, ana muhalefet de dâhil olmak üzere bazı liberaller ve neo liberal iktisat sevdalıları merkez bankası bağımsızlığını, sanki emperyalist işgal ordularına karşı verilmekte olan bir ulusal kurtuluş mücadelesiymiş gibi,  savunmaya başladılar.
Siyaset kurumlarının (Cumhurbaşkanı ve Hükümet ile temsil edilen) faizlerin indirilmesi yönünde merkez bankasına yaptığı baskıların nedenleri açıktır. Bunlar sırasıyla;
(-) Son on yıldır Türkiye’de uygulanmakta olan neo liberal birikim-büyüme stratejisinin önemli bir kısmını, ağırlıklı olarak dış kaynakla finanse edilen alt yapı ve üst yapı inşaatları oluşturuyor. 2014 yılı itibariyle inşaat-gayrimenkul ve finans sektörünün GSYH içindeki payı % 23,1’i bularak neredeyse imalat sanayini yakaladı. Hali hazırda toplamda milli gelirin beşte birini bulan toplam yatırımların neredeyse yarısı inşaat sektöründe gerçekleşiyor. Ancak 2013 yılından bu yana inşaat sektörü ciddi bir gerileme sürecine girdi. Sektörün büyüme hızı düştü. Bu gerilemede en önemli etkenler; yükselen faizler ve döviz kurları nedeniyle özellikle ipotekli konut satışlarında görülen azalma ve konut stoklarındaki hızlı artışlar oldu[1].
Faiz oranlarının düşürülmesi yönündeki baskının ilk nedeni budur. Ayrıca politika faiz oranlarındaki bir indirimin kredi faiz oranlarını da düşüreceği, bunun de seçim öncesinde ekonomide bir canlılık yaratacağı beklentisi  var.
(-) Nordhaus adlı bir iktisatçının 1975 yılında geliştirdiği bir modele göre[2], politikacılar seçimlere doğru yeniden seçilebilmek için işsizlik oranlarını düşürme gayretine girerler. Böylece makro iktisadi politikaların, en azından kısa dönemde,  nesnelliği ortadan kalkar. Ayrıca, seçim dönemlerinde seçmenler daha yüksek büyüme oranları sunan politikacıları ödüllendirirler. Keza seçmenler ekonomik büyümeyi düşük enflasyona yeğlerler ve politikacılar kendi kısa dönemli çıkarları için bu tercihi sömürme yoluna başvururlar. Nitekim birçok araştırma bu tür nedenlerle hareket eden siyasilerin özellikle merkez bankasının siyaset kurumlarına doğrudan bağlı olduğu ülkelerde, yüksek enflasyon pahasına, ekonomiyi teşvik etmesi için para politikasını gevşetme yönünde faiz oranlarını düşürmesi için merkez bankalarını baskıladıklarını göstermektedir.
(-) Dindar-muhafazakar AKP tabanının seçimlere doğru faiz karşıtlığı üzerinden de konsolide edilme amacı.
Biz böyle bir tartışmanın neresinde ve nasıl bir pozisyonda yer alabiliriz? Öyle ya dünyayı sadece anlamak değil, aynı zamanda onu tüm insanlık ve doğa adına daha iyiye doğru değiştirmek gibi bir felsefeye sahip olan insanların ve bu amaçla bir araya gelmiş insanlardan oluşan ekonomik-demokratik ve politik örgütlerin, kapitalist üretim tarzının ve onun devletinin bir parçası olan, aynı zamanda da para ve kredi mekanizmasının işleyişinde çok önemli bir role sahip bulunan merkez bankaları konusunda bilinçli bir tutumlarının olması gerekmez mi?
Biz bu soruya iki bakış açısından yanıt bulmaya çalıştık: Ana akım burjuva sağ iktisadi bakış ve sol-sosyalist eleştirel iktisadi bakış.
I.                  Ana Akım İktisada Göre Merkez Bankası Bağımsızlığı
Merkez Bankalarının prototipleri kapitalizmle birlikte, 17. Yüz yılın başından itibaren sırasıyla Hollanda, İsveç ve İngiltere’de ortaya çıktılar.  Bugün dünyanın en büyük merkez bankası konumunda olan ve aldığı kararlarla uluslar arası sermaye hareketleri üzerinde ciddi etkilere sahip bulunan Amerikan Merkez Bankası’nın (Fed) kuruluşu ise1913 yılına yani 1. Paylaşım Savaşı’nın hemen öncesine kadar gider.
‘Merkez bankası bağımsızlığı” ise, “merkez bankasının hükümetin kontrolünden bağımsız bir biçimde para politikasını yürütmesi” olarak tanımlanıyor ve ABD’de Fed tarafından çok uzun bir süredir, İngiltere’de ise 1997 yılından bu yana hayata geçirildiği belirtiliyor[3].  
ABD’de para basımı yoluyla kamu açıklarının finansmanı Fed’in kuruluşundan bu yana yasaklanmış[4] olsa da, özellikle 2.Paylaşım Savaşı sonrasında bir dönem bu yasak kolayca aşıldığından, bu yolla finansmanı önleyebilmek için, yani Fed’in Kongre’den ve Hazine’den bütçe açıklarını kapatmak için “para bas” yönündeki baskılarından kendini uzak tutabilmesini sağlamak için “merkez bankası bağımsızlığı” kavramının ortaya atıldığı ileri sürülüyor[5].
Diğer taraftan, ilgili ana akım iktisat literatüründe bu konuya ilişkin yeterince açık ve net tanımların mevcut olmadığının da altının çizilmesi gerekir. Bu konuda ilk yazanlardan birisi olan ve Monetarist Okulun babası sayılan Milton Friedman’a (1962) göre, “merkez bankası bağımsızlığı yürütme ile yargı arasındaki ilişki gibidir. Yargı sadece mevcut, geçerli yasalara göre karar verir. Farklı kararlar ise ancak yasalar farklılaştığında, değiştiğinde verilebilir[6]. Hasse’ye (1990) göre ise, “merkez bankası bağımsızlığı üç alanda hükümetin etkisinin ortadan kaldırılması ya da radikal bir biçimde kısıtlanmasıyla gerçekleşebilir: Personel seçiminde bağımsızlık, finansal bağımsızlık ve izlenecek politikalardaki bağımsızlık”[7].
Yine literatürün 1990’lı yıllardaki öncü çalışmalarından olan Grilli, Masciandaro ve Tabellini (1991)’nin çalışmasına göre[8] merkez bankası bağımsızlığı politik ve iktisadi bağımsızlık olarak ele alınmalıdır. Böylece, politik bağımsızlık, para politikasının nihai amacını belirlemede bankanın hükümetten bağımsız karar alması, iktisadi bağımsızlık ise bankanın para politikası araçlarını özgürce belirleyebilmesi ve uygulayabilmesidir. Yazarlara göre, politik bağımsızlığın var olup olmadığı konusunda şu sekiz kritere bakmak gerekir: “MB Başkanını (guvernör) hükümet mi tayin ediyor, başkan beş yılın üzerinde bir süreliğine mi atanıyor, yönetim kurulu üyeleri beş yılın üzerinde bir süreliğine mi atanıyorlar, yönetim kurulu üyelerinin tümü hükümet tarafından mı atanıyor, hükümet temsilcilerinin yönetim toplantılarına katılımları zorunlu mudur, bankanın amaçları arasında parasal istikrarın sürdürülmesi gibi resmi bir hedef var mıdır, hükümetle ters düşüldüğünde bankayı koruma altına alan önlemler mevcut mudur ve para politikasının hükümet tarafından onaylanması zorunlu mudur?” Bu ilkelere göre dünyada gerçek anlamda bağımsız merkez bankaları sadece Almanya (Bundesbank) ve Hollanda merkez bankalarıdır.
İktisadi bağımsızlık kriterleri ise şöyle sıralanmaktadır: “Doğrudan kredi kolaylığı;  otomatik midir,  piyasa faiz oranına bağlı mıdır,  geçici midir, bir limiti var mıdır; banka kamu borçlarıyla ilgili olarak birincil piyasaya katılıyor mu, reeskont oranları banka tarafından mı belirleniyor, banka tek başına mı yoksa başka diğer kurumlarla birlikte mi bankacılık sistemini yönetmektedir?”[9] Bu kriterlere göre bu kez tek başına Bundesbank en bağımsız merkez bankası olarak öne çıkmaktadır.
Bir başka çalışma[10] ise, bağımsızlığı 1 - 4 sayıları arasında sıralamakta, 4 numaraya en bağımsız merkez bankalarını yerleştirmekte ve bağımsızlık kriterleri olarak şunlara dikkat çekmektedir: “Merkez Bankası; nihai bir otorite midir, karar mekanizmasında yer alanların yarıdan fazlası hükümetten bağımsız olarak mı göreve getirilmişlerdir, yönetiminde hükümetin resmi bürokratı var mıdır? (oy hakkı olsun ya da olmasın)”. Bu kriterlerin her üçünü de yerine getiren banka en bağımsız merkez bankası olarak nitelendirilmektedir. Buna göre; Avustralya 1, Fransa, Hollanda ve İngiltere 2 ile en az bağımsız; Japonya ve ABD 3 ile nispeten bağımsız ve Almanya ve İsviçre 4 ile en bağımsız merkez bankalarına sahip ülkelerdir.
Çolak, merkez bankası bağımsızlığını, “kurumun, hükümetçe belirlenmiş olan diğer makro ekonomik politikalarla çatışma pahasına da olsa, fiyat istikrarını sağlamada özerk davranabilmesi ve tam yetkili olması” şeklinde tanımlamaktadır[11]. Bu çerçevede fiyat istikrarının ana unsurları da sırasıyla; para arzının büyüme oranı, interbank piyasasında gecelik faiz oranları- uzun dönemli faiz oranları ve nominal döviz kuru olduğundan bunların banka tarafından her hangi bir siyasi baskıya uğramadan belirlenmesi merkez bankası bağımsızlığının gereği olarak ele alınmaktadır.
Enflasyon Hedeflemesi ve Taylor Kuralı
Merkez bankası bağımsızlığı fikrinin ortaya atıldığı yıllarda, paralel bir biçimde, iki kavram daha yaygın olarak kullanılmaya başlandı: “Enflasyon Hedeflemesi ve Taylor Kuralı”. Çünkü her ne kadar merkez bankalarının öncelikli amaçlarının fiyat istikrarı ile birlikte tam istihdamın sağlanması olduğu ileri sürülmüş olsa da, döneme damgasını vuran yüksek enflasyon ve bütçe açıkları nedeniyle, fiiliyatta hep fiyat istikrarı ön planda tutuldu. Böyle olunca da bir strateji olarak “enflasyon hedeflemesi” 1990’lı yılların başından itibaren birçok ülkede uygulanmaya başladı.
Bu stratejide bir sayısal enflasyon oranı hedefi belirlenmekte ve bu oran kamuoyu ile paylaşılmaktadır.  Bu oranın üzerine çıkılmayacağı ve para politikalarının da buna uygun olarak tasarlanacağı taahhüdü anlamına gelen böyle bir stratejinin ancak siyasal otoriteden bağımsız bir merkez bankasının varlığı ile yürütülebileceği açıktır[12].
Taylor Kuralı (1993) ise, bu taahhüdü yerine getirmede uygulanan bir kural politikasıdır. Bu kurala göre ekonomi politikaları üretilirken öncelikli olarak faiz oranları dikkate alınmaktadır. Buna göre politika faiz oranı daima enflasyon oranındaki artıştan daha büyük oranda artışı içerecek şekilde belirlenmelidir. Örneğin enflasyon oranı % 1 puan artmışsa, faiz oranındaki artış % 1’den daha büyük olmalıdır. Bu yüksek reel faiz uygulaması anlamına gelir. Hedeflenmiş bir enflasyon oranına ulaşabilmek için harcamalar kısılmalıdır. Bunun için de reel faizler pozitif olacak şekilde, faiz oranları enflasyon artış oranından daha büyük oranda artırılmalıdır[13]. Böyle bir kuralın hayata geçirilebilmesi yine sadece bağımsız bir merkez bankasının varlığıyla mümkün olabilecektir.
Parasal istikrarın önemi ve merkez bankasının rolü
O halde, ana akım çerçevesinde, kapitalist bir ekonomide paranın işlevlerinden ve bu paranın oluşumu, istikrarının korunması ve içinde dolaştığı bankacılık sistemi üzerindeki belirleyici etkileri bağlamında merkez bankalarının işlevlerinden yolumuza devam edebiliriz. 
Para, ana akım iktisat kitaplarında, içinde yaşadığımız toplumda başarının sembolü, aynı zamanda birçok suçun kaynağı, ama dünyayı da döndüren şey[14] olarak tanımlanır. Buna göre, paranın ortaya çıkışından bu yana çeşitli işlevleri oldu. Mal bedellerinin ve borçların ödenmesinde genel kabul gören bir değişim ve standart ödeme aracı,  sermayenin veya servetin bir kısmının saklanması olarak değer saklama ya da biriktirme aracı ve hesap birimi aracı oldu. Ayrıca para, hem Klasik iktisat hem de Keynesyen iktisat yaklaşımlarında para politikalarının temel aracı olarak ön planda tutuldu. Örneğin Keynesyenler para politikasının, faiz oranları aracılığıyla, istihdam ve milli gelir düzeyinin belirlenmesinde çok önemli olduğunu ileri sürerler.
19.Yüzyıla kadar para daha çok altın ve gümüş sikke biçimindeydi. Kapitalizmin gelişimi ile birlikte teknolojideki ilerlemelerle ve bu madenleri bu şekilde tutmanın alternatif maliyetleri de artmaya başlayınca, daha ucuz yollarla para üretimi gerçekleştirilmeye başlandı ve adına “itibari para” da denilen “banknotlar” ya da kâğıt paralar üretilmeye başlandı. Bu paralar kendi üretim maliyetinin çok üstünde nominal değere sahip bulunduğundan devletlerce giderek daha çok benimsendiler. Hem basım, hem nakliye, hem de stoklama maliyetleri düştüğünde paranın, devleti yönetenler açısından, değeri de arttı. Bu noktada banknot basmak suretiyle piyasaya ne kadar para sürüleceğine karar veren merci olarak merkez bankalarının da ilk rolleri netleşmiş oldu.
Böylece, (i) kapitalist bir ekonominin işleyişini denetimlerinde tutan egemenler, piyasadaki para arzını (stokunu) belirleyen, kontrol eden kurum anlamında, merkez bankalarının varlığına ve işleyiş biçimine kayıtsız kalamazlar.
Keza itibari paranın yanı sıra, ondan çok daha fazla miktarda ve daha çok kendini kredi olarak gösteren bir başka tür para da söz konusudur. Bu paranın yaratılmasında da anahtar kurum yine merkez bankasıdır. Bu para “kaydi para” ya da “banka parası” olarak da bilinmektedir.  Bankaların, kendi cari hesaplarını kullanarak yarattıkları ve böylece de sadece merkez bankalarının bastığı banknotlarla sınırlı kalmaksızın piyasadaki parayı çoğalttıkları kaydi para (kredi) oluşumu, bir örnekle anlatmak gerekirse, şöyle gerçekleşmektedir: Vatandaş elindeki nakit 100 lirayı bankaya vadesiz mevduat olarak yatırdığında banka, merkez bankası nezdinde tutmak zorunda olduğu kanuni karşılık oranı kadar kısmı (örneğin % 20) ayırdıktan sonra kalan 80 lirayı işletmek isteyecek ve şirketlere ya da şahıslara borç-kredi olarak verecektir. Bunlar da bu miktarı, nakit olarak çekmeyip bankada mevduat hesabı açtıklarında, banka aynı şekilde % 20’yi kesecek ve kalan 64 lirayı bir başka müşterisine borç olarak verecektir. Bu müşteri de kendisinden öncekiler gibi davrandığında,  sürecin sonunda başlangıçta yatırılmış olan 100 liralık mevduata ilave olarak 400 liralık borç-kredi yaratılarak bankadaki mevduat toplamı 500 liraya çıkacaktır.[15]. Bu yaratılan ilave miktarın ne olacağını belirleyen şey ise “mevduat çoğaltanı” olarak tanımlanan bir katsayıdır[16].  Buradaki önemli husus, kanuni karşılık oranını belirleyen otoritenin merkez bankası olmasıdır.
Görüldüğü gibi bankalar yarattıkları kaydi para ile mevduatlarını artırmaktadırlar. Bu da belli bir anda ekonomideki para stoku /miktarı anlamına gelen para arzını artırmaktadır. Bu artışı sağlayan ise “para çarpanı” adı verilen bir katsayıdır. Bu parasal tabandaki, yani dolaşımdaki para artı bankalardaki rezervler /mevduatlar (R) ve banknot ve madeni paradan oluşan nakitlerinin (C) toplamındaki artışın para arzını ne ölçüde artırdığını gösteren katsayıdır[17].
Böylece (ii) merkez bankası, yarattığı banknotlar dışında, kaydi para yaratılmasındaki rolü ile de piyasadaki para-kredi miktarını belirlemekte, bu da para arzını etkileyerek, enflasyon ya da fiyat istikrarı konusunda önemli olmaktadır. Bu nedenden dolayı da sistemin egemenleri merkez bankalarının işleyişine karşı kayıtsız kalamayacaklardır.
Piyasadaki para ve kredi miktarının artmasına neden olan bir diğer operasyon, bizzat merkez bankasının yaptığı para basma operasyonudur (emisyon). Bunun nedeni hükümetin bütçe açıklarını kapatmak için merkez bankasına avans için başvurması ve merkez bankasının da bunu karşılayabilmek için para basmasıdır. Bu operasyon şöyle bir mekanizma ile para arzını artırır: “Merkez bankası parası” adı da verilen parasal taban, daha önce de belirtildiği gibi,  rezervler ve nakit paradan oluşmaktadır. Para basılması sonucunda nakit miktarında meydana gelen artışlarla parasal taban artar.  Parasal tabanın para arzını ne kadar artıracağı ise para çoğaltanının büyüklüğüne bağlıdır.  Çünkü bilindiği gibi, para çoğaltanı, parasal tabandaki bir birimlik değişmenin para arzında kaç birimlik bir değişmeye yol açacağını gösteren bir katsayıdır. Böylece para arzı, parasal tabanda ve/veya para çarpanında meydana gelen bir değişmeyle aynı yönde değişir [18]ve bu durum genelde enflasyon ile sonuçlanır.
Böylece, (iii) özellikle de, servetini daha çok para ve sermaye piyasalarında değerlendiren spekülatif finansal sermaye, fiyat istikrarsızlığı sonucunda enflasyon arttığında servetinin değeri azalacağından, merkez bankalarının doğrudan ya da hükümetin talebi nedeniyle ortaya çıkabilecek bu tür davranışlarına kayıtsız kalmayacaktır.
Hükümetlerin, merkez bankaları aracılığıyla piyasada para ve kredi yaratmasının bir diğer yolu kamu iç borçlanmasıdır. Daha ziyade gelişmiş ülkelerde rastlanan bu yöntemle para arzı şöyle artmaktadır:  Hükümet devlet iç borçlanma senetleri (DİBS) satışları için merkez bankasına başvurur. Ancak bu satışlar belli koşullara ve prosedüre bağlı bulunduğundan hükümet belli bir DİBS stokunu merkez bankasında bloke eder ve merkez bankası henüz satılmamış DİBS’ler karşılığında hükümet hesabına alacaklı kaydeder, yani bir nevi kredi ya da avans tahsis eder. Hükümet sağladığı bu avans ya da kredi karşılığında cari harcamaları ya da transfer harcamaları için bireyler ve kurumlara çekle ödemede bulunur. Bu çeklerin ticari bankacılık sistemine girmesiyle beraber çeklerin karşılığı kadar bir rezerv artışı gerçekleşir ve sonuçta mevduat değerine bağlı olarak ilave bir mevduat yaratılmış olur. İlave mevduatın gerekli rezervler dışındaki büyük kısmının kredi olarak verilmesiyle kredi hacmi genişler[19].
Buna genelde para basma (money creation) adı verilse de piyasaya hemen yeni basılmış paranın girme zorunluluğu yoktur. Asıl mekanizma merkez bankasının yarattığı ilave kredi imkânının mevduat çoğaltanı aracılığıyla bankacılık sisteminde vadesiz mevduat hacmini artırması ve böylece mali bir genişlemeye yol açmasıdır ( M1 para arzı tanımı içinde vadesiz mevduatın yer aldığını dikkate aldığımızda bu şekilde yaratılan mevduatın para arzını artırdığı görülür )[20].
Böylece, (iv) merkez bankasının “kamu borçlanması” aracılığıyla para yaratma özelliği göz önüne alındığında buna da kayıtsız kalınması söz konusu olmayacaktır.
Ana akımda para arzı - enflasyon ilişkisi
Ana akım iktisat teorisi bu sürecin neden olduğu bölüşümsel etkilerden ziyade fiyat istikrarı üzerine odaklanır. Bu nedenle de para arzı ile enflasyon arasındaki ilişkiyi temel alır. Bu ilişki esasta Miktar Teorisi’nce formüle edilen bir ilişkidir. Buna göre, M.V =P. T’dir. Burada M = para arzını, V = paranın dolaşım hızını, P = ortalama fiyat düzeyini, T = işlem hacmini göstermektedir. Monetaristlere göre, (V) ve (T) sabit kabul edildiğinde (M)’deki bir artış (P)’de artışa neden olacaktır. Yani, işlem hacmi ve paranın dolaşım hızı sabit ise, para arzındaki artış doğrudan fiyatları artıracak ve enflasyon oluşacaktır. Böylece para arzı ile fiyat düzeyi arasında bir nedensellik bağı kurulmaktadır.  Bu bağın temelinde ise ‘reel denge etkisi’ yatmaktadır.  Buna göre bireyler, firmalar portföylerinde reel mallardan, hisse senetleri, tahviller, bonolar, banka mevduatları ve nakde kadar çok sayıda araç bulundururlar. Dolayısıyla da para arzındaki bir artış sadece nakit ya da mevduat artışına değil tüketim malları talebinde de bir artışa neden olacak ve işlem hacmi (T) sabit iken talepteki bu artış fiyatların artmasına ve enflasyona neden olacaktır[21].
Para politikaları ve merkez bankası ilişkisi
Kuşkusuz, tüm dünya örneklerinden de görüldüğü gibi, merkez bankalarının asli görevi para politikalarının uygulayıcısı olmaktır. Nitekim Fed’in görevleri arasında; finansal kuruluşların denetlenmesi, en son borçlanıcı olma işlevi, interbank ödemelerinin yürütülmesi ve döviz kurlarının ve rezervlerinin yönetimi gibi görevlerin yanı sıra, ama ilk sırada, para politikasının tasarlanması ve uygulanması sayılmaktadır[22]. Uygulanacak bu para politikalarıyla ise sırasıyla; istihdamın artırılması ve tam istihdamın sağlanması, iktisadi büyüme, fiyat istikrarı, faiz oranı istikrarı, mali piyasalarda istikrar ve döviz piyasalarında istikrarın sağlanması amaçlanır. Merkez bankasının, para politikası ile bu amaçları gerçekleştirirken,  para arzını değiştirerek ya da oranlara doğrudan müdahale ederek faiz oranlarını belirlediği ve bu faiz oranlarının para arz ve talebini dengeye getirirken, aynı zamanda da tasarruf ve yatırımlar üzerinde etkili olduğu kabul edilir.
Böylece merkez bankalarının işlevi,  19.Yüz yıla kadar sadece emisyon hacmini belirlemekle sınırlı kalmışken, sonrasında işlevleri, yukarıda sayıldığı gibi, genişlemiş ve dolayısıyla da etki alanı büyümüştür. Örneğin 1931 yılında bir anonim şirket olarak faaliyete geçen ve başlangıçta devletin payı % 15 ile sınırlı kalan T.C. Merkez Bankası’nda 1970 yılında, kanununda yapılan bir değişiklikle, devletin payı % 51’e çıkartılmıştır. 2001 krizi sonrasında ise yeni düzenlemelere gidilmiş ve bankanın banknot ihracında bulunmak, devletin iç ve dış borç ödemelerini gerçekleştirerek haznedarlığını yapmak, liranın döviz karşılığını belirlemek ve repo, ters repo ve menkul kıymetlerin ödünç alınıp verilmesine aracılık yapmak gibi görevlerinin yanı sıra, açık piyasa işlemlerinin koşullarını, reeskont oranlarını belirlemek ve son borç verici olarak ticari bankaların likidite ihtiyacını karşılamak gibi yeni işlevlerle görev alanı genişletilmiştir[23].
Para politikasının normal dönemlerdeki araçlarına bakıldığında merkez bankası bağımsızlığı kavramının önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır.

İlk olarak, açık piyasa işlemleri (APİ)  para politikasının en önemli araçlarındandır, zira merkez bankalarının parasal tabanı, dolayısıyla da para arzını değiştirmede başvurduğu temel işlemdir. Bu işlemler genelde devlet tahvili ve döviz üzerinden, bazı ülkelerde de altın üzerinden yapılmaktadır[24].

Örnek vermek gerekirse,  merkez bankası, para arzını 10 milyar lira artırarak faiz oranını düşürmek istediğinde bunu piyasadan 10 milyar liralık devlet tahvili alarak yapar. Böylece piyasaya 10 milyar lira aktarmış ve para arzını artırmış olur. Bankacılık sistemine giren bu para daha önce anlatıldığı gibi (kaydi para yaratılması), bankalarca kanuni karşılık oranları ayrıldıktan sonra piyasaya kredi olarak biçiminde dönecektir. Bu yeni fon bankalar arasındaki borç verilebilir fon fiyatı olan faiz konusundaki rekabeti artıracak, bu da faiz oranının düşmesine neden olacaktır. Bu faiz oranı bankaların birbirinden gecelik (overnight) olarak aldıkları kısa vadeli borçlanma faiz oranıdır (bankalar merkez bankasında tuttukları rezervleri azaldığında bu açıklarını tamamlamak için birbirlerinden borçlanırlar).
Ancak açık piyasa işlemlerini Hazinenin devlet iç borçlanma senetleri (DİBS) satışları ile karıştırmamak gerekir. Çünkü APİ hem mekanizması, hem de sonuçları itibariyle DİBS satışından farklıdır. APİ’ ye açık piyasa denir, çünkü işlemler merkez bankası ile ticari banka / tasarruf sahipleri arasında gerçekleşir, Hazine sürece dâhil edilmez. APİ’yi hükümet, diğerinin aksine,  bütçe açığını kapatmak için değil, para arzını değiştirmek için araç olarak kullanır ve bu işlemler sırasında alınıp satılan kâğıtlar yeni DİBS’ler değil, piyasada hali hazırda alınıp satılan DİBS’lerdir[25].
İkinci olarak, merkez bankaları para politikası aracı olarak, para arzını değiştirmede (dolayısıyla da faiz oranlarını) reeskont politikasına başvurabilir. Reeskont oranı, merkez bankasının ticari bankaların ellerindeki hali hazırda iskonto edilmiş ticari senetleri ikinci kez iskonto etmesi, böylece de bu bankalara kısa vadeli kredi sağlaması karşılığında uyguladığı orandır. Merkez bankası iskonto oranını değiştirirken para politikasında değişiklik yapılacağının sinyalini verir. Bu oranlar yükseltilirse bu sıkı, düşürülürse gevşek bir para politikası uygulanacak, dolayısıyla da ilk durumda faizler yükselirken, ikinci durumda düşecek demektir. Reeskont oranları genellikle APİ’ lerle birlikte ve onunla uyumlu olarak uygulanır[26].
Son olarak,  merkez bankasının para arzının değiştirilmesinde daha az başvurduğu bir yöntem rezerv (zorunlu karşılık) oranlarının değiştirilmesidir. Bu oran yükseltildiğinde ticari bankaların fonlama/ kredi kapasitesi azalır, zira oran yükseldiğinde para çoğaltanının değeri düşer, bu da nihai mevduatı azaltır bir parasal daralma ile sonuçlanır. Oran düşürüldüğünde ise fonlama / kredi kapasitesi artar ve parasal genişleme ortaya çıkar.
Böylece, (v) merkez bankası parasal tabanı belirleyen açık piyasa işlemleri, para çarpanını belirleyen karşılık oranları ve reeskont oranları aracılığı ile para arzını belirleyen, kontrol eden bir kurum olarak kendine ve politikalarına kayıtsız kalınamayacak bir pozisyondadır.
Ancak teoride, yukarıda özetlenen araçlarla para arzını kontrol etmek kolay gibi gözükse de uygulamada bu kolay olmaz.
Bu nedenle de merkez bankaları para arzını kontrol etmek için bir diğer yola başvururlar. Bu doğrudan faiz oranlarının belirlenmesidir. İngiltere Merkez Bankası (Bank of England)[27]  ve T.C. Merkez Bankası[28] dolaylı olarak para arzını kontrol etmek için, daha ziyade bunu yapar. Zira belirledikleri faiz oranlarında oluşan para talebi para arzının büyüklüğünü etkiler. Böylece faiz oranı, para politikasının bir aracı olarak kullanılır.
Kuşkusuz merkez bankalarının önemi, Fed’in 2008 krizini öngörememesinde, hatta krizi tetikleyici işlemler yapmasında olduğu gibi, kriz sonrasında da, krizden çıkışta uygulanan bazı yeni para politikası araçlarına aracılık etmesiyle daha da ön plana çıktı. Bu da bu kurumların bağımsız olup olmamaları gerektiği konusundaki tartışmaları iyice alevlendirdi.
Başta ABD, Avrupa ve Japonya’dan oluşan Triad olmak üzere krizdeki tüm ekonomilerde merkez bankaları şu ana kadar sıraladığımız geleneksel politikalarına ilave olarak aşağıdaki politikaları uyguladılar. Bu politikaların ekonomik istikrar, büyüme-istihdam, borç stokları üzerinde olduğu kadar gelir ve servet bölüşümü üzerinde de önemli etkileri ve sonuçları oldu.
2008 Krizi sonrası para politikası ve merkez bankaları
Dünya, 2008 yılında patlak veren finansal krizin, altı yıllık süreç içinde bir ‘Büyük Resesyon’a dönüştüğüne tanık oldu. Yani başta avro bölgesinin bazı ülkeleri, Japonya ve Rusya olmak üzere bazı büyük ekonomiler resesyona girerek küçüldüler. Ayrıca avro bölgesi (Almanya da dâhil olmak üzere) deflasyona sürüklendi[29].  
Böyle bir deflasyonist sürecin daha da derinleşmesini durdurabilmek için sistemin başvurduğu temel araç ise genel olarak genişletici para politikaları oldu. Başta Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve Japon Merkez Bankası (BoJ) olmak üzere dünyanın pek çok merkez bankası bu politikalarla para arzını artırarak, fiyatların yükselmesini, böylece de deflasyondan çıkmayı planladılar. Faiz oranlarının neredeyse sıfıra kadar hali hazıra çekildiği bir durumda, doğrudan faiz oranları ile oynayarak fiyatlarda hareketlenmeyi sağlamak mümkün olmadığından, tek yol aşağıda sayılan ve hepsi de merkez bankaları aracılığıyla yürütülen politikaları büyük çapta uygulamak oldu[30]:
(-) Merkez bankaları (ve Hazine), doğrudan şirket tahvillerini ve dolaylı yoldan tüketicilerin elindeki ipotekli-menkul kıymetleri satın aldılar.
(-) Riskli finansal kâğıtlar teminat olarak kabul edildi. Bu özel sektörü rahatlatma açısından son derece önemliydi, zira piyasada çok büyük miktarda özel sektörce arz edilmiş olan böyle bono ve tahvil vardı ve bunların getirileri ile hazine bonoları ve tahvillerinin getirileri arasındaki farklılıklar (spread) çok büyüktü.
 (-) “Miktarsal kolaylaştırmaya (quantitative easing)” ve “kredi kolaylaştırmasına (credit easing)” gidildi. Merkez bankaları uzun vadeli faiz oranlarını düşük tutabilmek için finansal piyasalardan trilyonlarca dolarlık orta ve uzun vadeli hazine tahvili satın aldılar. Böylece Fed örneğinde olduğu gibi, bilançolarını dört kata yakın bir oranda büyüttüler[31]. Merkez bankalarının bilânço büyüklükleri ve bileşenleri değiştirilmek suretiyle finansal piyasaların, ekonominin ve faiz oranlarının etkilenmesi hedeflendi. Ayrıca merkez bankaları güven tesis edebilmek için bu kâğıtları teminat olarak kabul ettiler.
Fed ise miktarsal kolaylaştırmaya ilave olarak, kredi kolaylaştırma politikası uyguladı. İki politikanın ortak noktası her ikisinin de merkez bankasının bilânçosunu büyütmesidir.  Miktarsal kolaylaştırmada banka bilânçosunun pasif tarafındaki banka rezervlerinin miktarına odaklanılır. Böylece, merkez bankasının bilânçosunun aktifinde yer alan kredilerin ve menkul kıymetlerin kompozisyonu ile doğal bir etkileşim söz konusu olur. Kredi kolaylaştırma ise Fed’ in elinde tutmuş olduğu kredilerin ve menkul kıymetlerin bileşimi ve bunun bileşiminin hane halkının ve şirketlerin ellerinde tutmuş oldukları aktiflerin, bu kesimlerin kredi koşullarını etkilemesi işlevini görür.
Diğer taraftan dünyanın ileri gelen iktisatçılarına ve IMF ve BIS gibi uluslar arası kuruluşların raporlarına göre[32], 2008 krizinden bu yana uygulanan trilyonlarca dolarlık parasal kolaylaştırma ve kredi kolaylaştırma politikaları esas olarak yeni finansal balonların şişirilmesine yaradı. Yani bankalara ve büyük yatırım fonlarına aktarılan bu taze para reel sektör yatırımcılarına ulaşmadı, daha ziyade finans piyasalarında yeni ve büyük kârların yaratılması ve spekülatif kazançlar için kullanıldı. Özellikle Fed, ECB ve BoJ gibi merkez bankaları eliyle yeni balonlar şişirilirken, özel yatırımlar çok düşük düzeyde kaldı. Böylece yeni, ama eskisinden daha tahrip edici, bir finansal krizin fitili de ateşlenmiş oldu.
Bu arada Fed,  Ekim 2014’te, para musluklarını kısma kararını (finansal piyasalardan yaptığı aylık 85 milyar dolarlık menkul kıymet alımı uygulamasına son verme) açıkladı. Beraberinde 2015 yılında faiz oranlarının da yükseltileceğinin sinyalini verdi. Bu kararıyla kriz “yükselen ekonomiler” adı verilen ve yabancı sermaye hareketlerine karşı son derece kırılgan olan aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkelere aktarılmaya başladı[33]. Nitekim doların TL karşısında tarihsel olarak gördüğü zirvenin bir nedeni de Fed’in bu kararıdır.
ECB ise düşük faiz politikasını sürdürürken, 1,1 trilyon dolarlık yeni bir miktarsal kolaylaştırmaya gidileceğini, bunun da Mart 2015’te (aylık 60 milyar avroluk tahvil alımıyla) başlayacağını açıkladı. Keza Japon Merkez Bankası BoJ da mevcut miktarsal kolaylaştırma politikasının, piyasadan alım oranının 750 milyar dolara kadar artırılması suretiyle, genişletilerek sürdürüleceğini açıkladı[34].
Bir başka açıdan, Fed’in muslukları sıkma kararı enflasyon ve yeni bir finansal kriz endişesi yaşayan egemen sınıflar arası bölünmenin, Avrupa ve Japonya’nın miktarsal kolaylaştırmayı genişleterek sürdürme kararı ise küresel kapitalist güçler arasındaki çatışmanın daha da artacağının bir işaretidir.

Böylece, (vi) bu gelişmeler merkez bankalarını da birbirinden bağımsız olarak ele almanın yanlış olduğunu, dünyadaki merkez bankalarının kendi aralarında bir hiyerarşisinin olduğunu ve özellikle de TCMB gibi küçüklerin siyasal iktidara karşı sözde bağımsızlığı tartışılırken, Fed ve ECB gibi sistemin büyük aktörlerine karşı bağımlılık durumlarının göz ardı edilmemesi gerektiğini ve günümüzde ekonomik savaşların büyük ölçüde merkez bankalarının yürüttüğü faiz ve döviz kurları üzerinden de yürütüldüğünü ortaya koymaktadır. Bu da bir bütün olarak merkez bankacılığına karşı kayıtsız kalınamayacağını göstermektedir.

II.               Merkez Bankası Bağımsızlığına Soldan Bakış
Toplumsal ve doğal olay ve olgulara soldan bakış “Diyalektik ve Tarihsel Maddeci Bakış” tır. Bu bakış olayları, olguları, düşünceleri var oldukları tarihsel koşullar içinde ve mevcut ekonomik sistemin, üretim tarzının iç çatışmaları, dinamikleri ve sınıf mücadeleleri ile açıklayan bir bakıştır. Bu bakış altında doğadaki ya da toplumdaki olaylar derindeki ihtiyaçların bir sonucu olarak ortaya çıkarlar.
Bu çerçevede temel amacı “parasal istikrarı sağlamak” olarak tanımlanan merkez bankalarını ve onların bağımsızlığı konusunu yerli yerine oturtabilmek için öncelikle bu işin merkezinde yer alan paranın ne olduğu ve hangi ihtiyaçtan doğduğuna, tarihsel maddeci bir perspektiften bakmak gerekir.
Bu bakış açısı altında para, kısaca, satın aldığımız bir şeyin, yani mübadele sürecinden geçen bir malın değerinin ölçümüdür. Aldığımız bir malın ambalajının üstünde onun için harcanan emek miktarı yerine fiyatı, yani parası yazar. Böylece para, gerçek hayatta, kapitalist toplumsal ilişkilerin üzerine inşa edildiği bir unsur ve emek tarafından yaratılmış toplumsal değerin ifadesidir. Değerin parasal açıklaması ise fiyattır. “Fiyat, metada nesnelleşmiş emeğin para ile ifade edilen adıdır”[35]. Para, böylece, metaların değerlerinin evrensel eşitleyicisidir.
Para tarihsel bir sosyal pratik aracılığıyla mübadele sürecinden geçerek oluşmuştur. İçinde yaşadığımız toplumda herkesin birbiri ile takas yoluyla değişimde bulunması pratik olarak imkânsız olduğundan, toplum evrensel bir değişim değerine ihtiyaç duymuştur. Bunun adı paradır. Yani takasın neden olduğu zorlukların bir sonucu olarak para ortaya çıkmıştır. Yüz yıldan fazla bir zamandır, “evrensel değer eşitleyici” olarak sadece altın, para işlevi görmüştür. Bir malın “şu kadar et, giysi vs değerinde” olduğunu söylemek yerine altın miktarı ile söylemek daha işlevsel olmuştur. Bugün bu kâğıt para ile hatta elektronik para ile sürdürülmektedir.
Rosenthal’a göre[36] Marx, burjuva ekonomi politiğini, hem paranın gerçek toplumsal niteliğini kavrayamadığı, hem de paranın sermayenin dolaşım sürecindeki rolünü de kavrayamadığı için eleştirir. Zira A. Smith’e göre, para meta değişiminde sadece basit bir aracı idi. Smith’in anlamadığı şey paranın toplumsal niteliğiydi, paranın kendi başına bir değer ifade ettiği ve kullanım değerleri dünyasında, tüm diğer metalarla karşı karşıya olduğu bir düzenin metası oluşu idi. Smith, paranın kullanım değeri ile değişim (meta) değerinin çelişkilerinin sonucu olduğunu ve üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan bir toplumsal üretimin çelişkilerini ifade ettiğini anlamaktan çok uzaktı. Ricardo da bunu pek kavrayamamıştı. Oysa meta üretiminin temel karakteristiği bireysel emek ile soyut toplumsal emek arasındaki çelişkidir. Para, bu çelişkinin ortaya çıkışının, dolayısıyla da meta ilişkilerinin büyümesinin bir ürünüdür. Smith ve Ricardo bu durumu kavramış olmadıklarından, parada metalar dünyasına yabancılaşan önemli bir biçimi görmezden gelmişler ve Marx’ın tanımına göre, onu değişim eyleminin birliğini sağlayan  “anlık bir biçim” olarak ele almışlardır. Aynı zamanda paranın bir ekonomik kriz yaratma imkânına sahip bulunduğunu da kavramamışlardır.
Buna karşılık Marx, değişim olgusunun ortaya çıktığı andan itibaren buna eşdeğer biçimde ortaya çıkan metanın doğasını yerli yerine oturtmuş ve değer biçimlerinin gelişmesini izlemiştir. Meta üretiminin ve dolaşımının büyümesinin, basit ya da yalıtılmış değer biçiminden, tam ya da gelişmiş değer biçimi haline gelişini, bunun genel değer biçimi ve nihayet değerin para biçimi haline gelişini göstermiştir. Kısaca Marx’a göre, para, “meta değerinin şeklini değiştirmiş bir biçimidir”[37].
Kuşkusuz para içinden geçerek geldiği beş yüz yıllık kapitalizm tarihinde evrime uğramış ve hala da oluşum sürecini tamamlamamıştır. Bunun en somut örneği paranın 2008 finansal krizi sırasında oynadığı rolde ortaya çıkmıştır[38].
Böylece, daha önce de belirtildiği gibi, gelişim süreci içinde para; değer ölçüsü (metaların değerlerinin bir ölçüsü olma), dolaşım aracı (metaların mübadelesinde aracı olma) ve değer biriktirme aracı (servet gömülemesi, ödeme aracı olma ve evrensel ödeme aracı olma[39]) gibi işlevlere sahip bulunduğu gibi, sınıflı bir toplum olan kapitalizmde başkalarının emeğini mülk edinmenin bir aracı olduğu ölçüde sınıfsal bir doğaya da sahiptir.
Yani para ve para sahipliği kapitalizmin bu sınıfsal bölünmüşlüğünü net olarak yansıtır. Bu nedenden dolayı da bir ülkede uygulanan para politikaları, faiz oranlarının belirlenmesi ve bu konudaki merkez bankalarının rolleri, teknik bir tartışmadan ziyade sınıfsal bir tartışmanın konusunu oluşturur.
Ayrıca gerçek hayatta, genelde, bir ülkedeki dolaşımda olan para miktarı üretilmiş olan mal ve hizmetlerin toplam değerleriyle uyum içinde olmaz. Bu da ekonomide spekülasyon ve para dolandırıcılığının önünü açar. 
Keza bazen hükümetler kısa dönemli sorunları aşmak için para basarlar. Ancak, bu durumda, piyasadaki malların değerlerinin çok üstünde piyasada para varsa enflasyon ortaya çıkar ki, bu parayı değersizleştirir. Ekonomiye giderek daha fazla para akıtılırsa, avronun son aylarda yaşamakta olduğu gibi, para değersizleşir ve sonuçta tamamen değersiz kalabilir (1.Paylaşım Savaşı sonrasında Alman markının durumu gibi).
Paranın diğer bir görünümü olan kredi ise kapitalizmin çok önemli bir unsurdur, zira sistemin kendi sınırlarının ötesinde büyümesini sağlar. Bunu yaparken de istikrarsızlığa neden olur. Yani kredi birikim sürecinin yağlayıcısıdır. Kredi sayesinde bir kapitalist normal bir üretim sürecinin sonunu beklemeden yeniden yatırıma girerek birikimini hızlandırır. Finansal krizlerde kredi kuruması yaşandığında (2008 krizinde olduğu gibi) devletlerin sistemin işlemesini sağlamak için ekonomiye taze para-kredi pompalamalarının nedeni budur.
Bu nedenle de Marx, bankacılık sistemini ve krediyi, kapitalist sistemin kendi sınırlarının ötesinde büyümesinin ve aynı zamanda da krizin ve üçkâğıtçılığın en etkili araçları olarak nitelemiştir[40].
Buradan merkez bankalarının bağımsızlığına geldiğimizde, düşünce olarak bu kavramın 1990’lı yıllarda, egemen iktisat kuramında yaşanmakta olan neo liberal dönüşümü yansıtacak şekilde,  Gordon, Barro ve Rogoff gibi ana akım sağcı iktisatçılar tarafından savunulduğunu görürüz. Ancak tarihsel maddeci bakış, düşünceden önce maddenin (burada maddi koşulların) geldiğini ileri sürer. Bu perspektifle bu düşünceye neden olan ekonomik ve siyasal koşulların neler olduğunun ortaya konulması gerekir.
Kapitalizmin, 1980’li yılların başından itibaren bazılarınca “geç kapitalizm”[41] bazılarınca ama daha yaygın bir biçimde “neo liberalizm” denilen bir aşamaya girdiği gözlemlenmiştir. Sistem, 1970’lerin başlarından itibaren içine girdiği ve yıllar sürecek ekonomik durgunluğunu ve krizlerini aşabilmek ve böylece sermaye birikimini sürdürebilmek için yeni bir birikim stratejisi uygulamasına geçmiştir. Bu döneme,  küreselleşme, çok hızlanan finansallaşma, özelleştirmeler, de regülasyonlar-serbestleştirmeler gibi yeni dünya düzeninin politikaları ve uygulamaları damgasını vurmuş ve aynı zamanda Post-Fordist dönem olarak adlandırılan bu dönemde ana akım iktisat teorisinde bir kırılma yaşanmış ve devlet müdahalelerini savunan Keynesyen teori ciddi bir biçimde gözden düşmüştür. Bu gelişmelere paralel olarak sermaye üzerindeki kontroller kaldırılmış, sermaye istediği yere ve yöne hareket edebilme serbestîsine kavuşmuş, kapitalist devletler küçültülüp daha kompakt bir hale getirilirken, aynı zamanda da bunların özel yatırımların yönünü, koşullarını denetleyebilme imkânları ortadan kaldırılmıştır. Politikacılar ve hükümetler seçmenlerdense, giderek sermayeye, piyasalara, özellikle de tahvil-bono piyasalarına bağımlı olmuşlar ve Dünya Ekonomik Forumu-Davos örneğinde olduğu gibi uluslar arası sermaye ulus devletlere kendi şartlarını açıktan dayatmıştır.
Bu dönemde, egemen neo liberal iktisat felsefesinin değişik versiyonlarının (Yeni Klasik İktisat, Arz Yönlü İktisat, Rasyonel Beklentiler Okulu ya da Yeni Ekonomi Yaklaşımı)  bağımsız merkez bankası savunusu, bu görüşlerin Keynesyen iktisadın temellerinden olan Phillips Eğrisi’nin geçerliliğini reddetmesine dayanır. Yani onlara göre, özellikle de kısa dönemde, enflasyon ile büyüme arasında bir çatışma ya da ödünleşim mevcut değildir. İktisadi büyüme ve istihdam artışı sağlayabilmek için yüksek enflasyon biçiminde bir bedel ödemek gerekli değildir. Böyle bir ilişkinin var olmadığı 1990-2000 döneminde ABD ekonomisinde yaşanan “enflasyonsuz büyüme”[42] ile ispatlanmaya çalışılmıştır.
Böylece artık siyaset alanının egemenlerinin büyüme için enflasyona katlanmalarına gerek yoktur, merkez bankalarının asıl işi ise fiyat istikrarını sağlamak, yani enflasyonu kontrol altına almaktır, enflasyon hedeflemesi yapmak ve istikrar altında ekonominin büyümesine yardımcı olmaktır. Bunun için de merkez bankalarının siyasi otoritenin baskılarından uzak, özerk ve bağımsız bir yapıya sahip olmaları ve aldıkları kararların siyaset mekanizmasından etkilenmemesi gerekir.
Merkez bankası bağımsızlığı gerçekte var olan bir şey midir ya da merkez bankası gerçekten bağımsız olabilir mi?
Diğer yandan, uygulama bize, ne politik, ne operasyonel ne de temel politikalarının oluşumu anlamında merkez bankalarının gerçekte bir bağımsızlığının olmadığını göstermektedir. Örneğin en gelişmiş örnek olan Fed “Kongre’nin yarattığı bir şeydir/ Creature of Congress”[43]. Kongre’nin günlük işlere yönelik politik baskılarından korunmuş olsa da Fed, Kongre’nin arzusuna göre hareket eden, başkanı ve yöneticilerinin devlet başkanı tarafından önerilip Kongre’ce atandığı, dönem sonu kârının yine Hazineye aktarıldığı, Federal Hükümet’in bir bankası olduğu için de operasyonel bir bağımsızlığının olmadığı bir kurumdur. Ayrıca son küresel krizde takındığı tavır nedeniyle şeffaflığı, hesap verilebilirliği ve demokratik yönetişimi sorgulanan bir kurumdur.
Fed, para politikası araçlarının seçiminde bağımsızdır, ama nihai amacı Kongre tarafından belirlenmiştir. Bu amaçlar; işsizlik, enflasyon ve büyüme olarak tanımlanmıştır. Fed spesifik olarak enflasyon oranları ya da işsizlik oranlarını belirlemez (diğer bazı merkez bankaları enflasyon ile ilgili aralıklar belirleyebilmektedir).
Bir anonim şirket olarak kurulmuş olan T.C. Merkez Bankası da, her ne kadar kendine özgü bir hukuki statüye sahip kılınmış olsa da, 1211 sayılı kuruluş kanununda bağımsız bir idari otorite olarak nitelendirilmemiştir. Ayrıca şirketin hisselerinin % 51 ‘i (A sınıfı hisseler) Hazineye yani merkezi devlet yönetimine aittir. Azınlıktaki diğer hisseler ise ağırlıklı olarak ticari bankaların ve küçük bir kısmı şirketlerin ve şahıslarındır.  Başkanın (Guvernör), 5 yıllığına (ABD’de 14 yıllığına) Bakanlar Kurulu tarafından atanması hükümetin ağırlığının bir diğer göstergesidir. Hemen her türlü politika kararını almak ve uygulatmakla görevli bulunan Banka Meclisi’nin 6 üyesi 3 yıllığına ve hisse dağılımına göre oluşan Banka Genel Kurulu tarafından seçilirler. Keza icracı organ konumundaki Yönetim Komitesi’nin (Başkan ve 4 Başkan yardımcısı) oluşumu bütünüyle Başkan’ın önerisiyle (dolayısıyla da hükümetin yönlendirmesi söz konusudur) gerçekleşir. 4 Başkan yardımcısı, Başkan ve Banka Meclisi’nin üyeleri arasından seçilecek bir üye ve Başkan'ın önerisi üzerine müşterek kararla atanacak bir üyeden oluşan Para Politikası Kurulu ise para politikasının oluşturulması ve uygulanmasından, dolayısıyla da faiz oranlarının belirlenmesinden sorumludur.  Hazine müsteşarı veya belirleyeceği müsteşar yardımcısı toplantılara oy hakkı olmaksızın katılabilir. Bu tabloya bakıldığında, Bankanın karar ve uygulama mekanizmasının hükümetin izlenecek para politikaları ile ilgili taleplerine aykırı kararlar alabilmesi, ancak bugünlerde yaşandığı gibi, AKP Hükümetinin geçmişteki ortaklarının büyük çatışmasının yansımasının bir sonucu olarak gerçekleşebilir.
Uygulamaya bakıldığında, merkez bankası bağımsızlığı söylemlerinin ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal konjonktürle de yakından ilgili olduğu görülmektedir. Örneğin enflasyonist eğilim ne denli yüksekse, merkez bankalarını etkisizleştirme o denli maliyetli hale gelmekte ve bankaların bağımsız davranmalarına izin verilmektedir. Keza, ülkede kamu borç stokunun düzeyi ne denli yüksek ise merkez bankasını bağımsız bırakma eğilimi o denli yüksek olmaktadır. Her iki durumda da aslında hükümetler sorumluluğu üzerlerinden atmak ve işler daha da kötüleştiğinde bir günah keçisi ortaya koymak istemektedirler. Ayrıca iktidardan düşme olasılığı arttıkça, mevcut hükümet, gelecekteki hükümetin elini kolunu bağlamak için de merkez bankalarını bağımsız bırakmak isteyebilmektedir[44].
Merkez bankaları bağımsız olmalı mıdır?
Burjuva demokrasilerinde, özellikle de 2008 krizi sonrasında neredeyse tek araç olarak kullanılmakta olan ve kapsamı itibariyle trilyonlarca dolarlık bir kapsama sahip bulunan para politikasının tek uygulayıcısının, sadece kendi ülkesinde balonlar yaratan değil, azgelişmiş ekonomilerde de finansal kırılganlıklara, sermaye kaçışlarına ya da balonların şişirilmesine neden olan politikaların yürütücüsü konumundaki bankaların ve izledikleri para politikaları ile hem üretim hem de bölüşüm ve istikrar üzerinde çok önemli etkilere sahip bulunan azgelişmiş ülke merkez bankalarının demokratik olarak hesap sorulamazlığı söz konusu olabilir mi?
Halk tarafından seçilmişlerce değil, atanmışlarca yönetilen bir kurumun halkın doğrudan ya da dolaylı denetiminden bağımsız olması en sıradan demokratik işleyişe bile terstir, zira bu halde seçmene ya da halka hesap verme durumu söz konusu değildir. Yani merkez bankası bağımsızlığı ile demokratik denetim ve hesap verilebilirlik arasında bir çelişki mevcuttur, dolayısıyla da halkın doğrudan ya da dolaylı denetimine tabi olmayan bir kurumun meşruiyeti tartışmalıdır.
Ayrıca bağımsız merkez bankası özellikle de kriz dönemlerinde uygulanması gereken ve işsizliği azaltıcı, gelir ve servet dağılımı eşitsizliklerini azaltıcı ve büyümeye odaklı sosyal ve ekonomik politikalarla çatışabilir. Böylece siyasal iktidar emek yanlısı güçler tarafından kontrol edilse dahi, bağımsız bir merkez bankası ve bankacılık sistemi böyle bir iktidarın önünde ciddi bir engel oluşturabilir[45].
Bir başka anlatımla, özellikle de kriz dönemlerindeki zorunluluklar, merkez bankalarının daha fazla denetlenmeleri gerektiği düşüncesini haklı çıkartmaktadır[46].
Merkez bankası bağımsız olmazsa ne olur? Fiyat istikrarı mı (parasal istikrar) bozulur, enflasyon mu yükselir, bütçe açıkları mı artar, ekonomik büyüme mi yavaşlar ya da hükümet ödeme güçlüğüne (temerrüde) mi düşer, iflas mı eder?
İlk olarak, parasal istikrara kavuşmak için merkez bankası bağımsızlığı ne yeterlidir, ne de gereklidir. Çünkü merkez bankası bağımsızlığı birçok para politikası tasarımı aracından sadece biridir. Keza dışsal bir değişken değil, içsel bir değişkendir, yasal, politik ve ekonomik sistemlerin farklılığına bağlı olarak, bazı ülkelerde tercih edilmiştir. Ayrıca, her ne kadar merkez bankası bağımsızlığının uygulandığı ülkelerde düşük enflasyon oranları gözlemlenmişse de, bu uygulamanın endojenliği dikkate alındığında sözü edilen bu korelasyon bize merkez bankası bağımsızlığı ile düşük enflasyon arasındaki nedensellik konusunda her hangi bir şey söylememektedir.
İşin aslı fiyat istikrarının sağlanması konusu kapitalist sistemin işleyişinin temel kuralı olarak merkezde yer aldığından, merkez bankası gibi kuruluşlar bu kuralın olumsuzlamasının ya da inkârının tipik bir örneğini oluştururlar.
Bağımsız bir merkez bankasına sahip ülkelerde, ceteris paribus, enflasyon oranının daha düşük seyrettiği gözlemlenmiştir. Nitekim 1988-1996 tarihleri arasında literatürün en önde gelen iktisatçılarınca toplam 28 çalışma yapılmış; toplam dokuz yöntem kullanılmış (AL, BP, EMP, ES, GMT, LVAU, LVAW, QVAW, TOR); en az 9, en çok 74 ülke incelenmiş ve sonuç olarak 15 çalışma; merkez bankası bağımsızlığı arttıkça enflasyon oranının düştüğünü ortaya koymuştur. Buna karşılık bu ilişkinin sadece gelişmiş ülkelerde geçerli olduğu, azgelişmiş ülkelerde ise geçersiz olduğu görülmüştür. Diğer 2 çalışmaya göre ise enflasyon ile merkez bankası bağımsızlığı arasında her hangi anlamlı bir ilişki mevcut değildir. Ancak ilişkinin anlamlı olduğu bu ülkelerde dezenflasyon maliyetlerinin daha az olduğunu ortaya koyan bulgular mevcut değildir. Tersine merkez bankası bağımsızlığı yüksek dezenflasyon maliyetleriyle birlikte yürümektedir[47].
İkinci olarak, birçok ampirik çalışma merkez bankası bağımsızlığının ekonomik büyüme ve istihdamı geliştirmediğini ortaya koymaktadır. Örneğin yukarıda anılan çalışmalardan 9’una göre merkez bankası bağımsızlığı ile ekonomik büyüme ya da istihdam artışı arasında doğrusal bir ilişki mevcut değildir. 1 çalışmaya (De Long) göre, diğer faktörler kontrol altında tutulduğunda pozitif bir ilişki vardır. 3 çalışma ise bağımsızlığın ortadan kalkma riski olduğunda büyümenin yavaşlamakta olduğunu ortaya koymuştur[48].
Aynı araştırmada, 4 çalışma, merkez bankası bağımsızlığı ile faiz oranları arasında bir ilişkinin mevcut olmadığını, 1 çalışma, ilişkinin olmadığını, ancak merkez bankası bağımsız olduğunda faiz oranlarının çok az değiştiğini ve 1 çalışma ise bağımsızlık ile bütçe açığındaki değişim arasında önemsiz bir ilişki, ama düzey değişiklikleri arasında ciddi bir ilişkinin var olduğunu ortaya koymuştur[49].
Mevcut durumda, özellikle de Türkiye örneği göz önüne alındığında, faiz oranlarının belirlenmesi işi, bağımsız olması gerektiği ileri sürülen merkez bankalarının neredeyse tek işi haline gelmiştir. Diğer taraftan siyaset kurumlarından bağımsız olarak faiz oranlarını belirleyebilmesi gerektiğine inanılan merkez bankaları ve faiz mekanizması gerçekten bağımsız mıdır? Yani faiz oranlarının belirlenmesi işi her türlü ekonomik-sosyal- siyasal ve sınıfsal mülahazanın ötesinde teknik bir konu mudur?
Gerçekler bunun böyle olmadığını ortaya koymaktadır. Bunun somut örneği küresel finansal piyasaların pusulası konumundaki Libor (London Interbank Offer Rate) ve bununla ilgili 2012 yılında patlak veren bir uluslar arası skandaldır.
Libor, Londra bankalar arası borçlanma piyasasında, bankaların teminatsız borç verme karşılığında talep etmiş oldukları faiz oranlarıdır.  Her gün saat 11.00’ de 18 büyük bankanın oluşturduğu bir panelin, 10 ulusal para ve 15 kısa vadeli bonoyu temel alarak hazırlayıp önerdikleri birbirlerinden borç alma faiz oranlarına ilişkin tekliflerinin Thomson Reuters tarafından toplanıp, en yüksek ve en düşük  % 25 teklifin dışarıda tutularak ortalama oranların hazırlandığı ve Britanya Bankalar Birliği’nce (BBA) bir haftalık gecikme ile sitesinde yayımlanan küresel çapta kısa vadeli faiz oranlarının belirlenmesinde en önemli referans olarak alınan oranlardır (toplamda 150’yi bulan bu oranların en önemlisi 3 aylık dolar Libor’dur).
Libor’un kökleri özel finansal akımların uluslararası para sistemi içinde adeta patlama yaptığı 1970’li yıllara, yani neo liberalizmin doğduğu yıllara kadar uzanır.  İngiltere’de 1986 yılındaki “Bing Bang Reformları” olarak anılan finansal sektöre yönelik reformlar bu mekanizmanın ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamıştır. O yıl İngiliz Bankalar Birliği bankaların birbirlerinden borç aldıklarında uyguladıkları faiz oranları ile ilgili bilgiyi paylaşma zorunluluğu getirmişti. Böylece ortalama bir faiz oranı belirlenebilecekti. Ekonominin durumu iyi ise bu oran düşük, kötü ise yüksek olacaktı.
Ancak Libor, sadece bankaların birbirlerinden borç alma oranlarını değil, yani bankacılık sisteminin borçlanma, fon toplama maliyetini değil, keza böylece sadece tüm dünyada bireylerin ve şirketlerin kullandıkları krediler için, kredi kartlarından yaptıkları harcamalar için ödedikleri ya da tasarruf sahiplerinin tasarrufları için aldıkları faizlerin oranlarını belirlememektedir Aynı zamanda 800 trilyon dolarlık uluslar arası finansal işlemlerin de dayanak noktası haline gelmiştir[50]
Bir başka anlatımla Libor, trilyonlarca dolarlık işlem hacmine sahip olan türev enstrümanların fiyatlandırılmasında referans faiz oranı olarak kullanılmaktadır. Böylece mortgage kredileri ya da bireysel krediler üzerinden çıkartılan menkul kıymetlerin bu şekilde belirlenen değerleri (fiyatları) sayesinde finans kapital çok büyük çapta gelir elde ederken, bu kredileri kullananlar, borçlular ciddi oranda bir sömürüye tabi tutulmaktadırlar.
Öyle ki dünya çapında birçok banka Libor’u kendi tüketici ve kurumsal kredi oranlarını belirlerken kullanmaktadırlar. ABD Commodities Futures Trading Commission’a göre, trilyonlarca dolarlık menkul kıymet ve otomobil ya da konut kredisi Libor ile bağlantılıdır. Libor arttığında bu borçların faiz ödemeleri de artmakta, düştüğünde düşmektedir. Ayarlanabilir eşik mortgage oranlarının % 45’i ve eşik altı mortgage oranlarının % 80’i ve değişken faiz oranlı öğrenci kredilerinin yarısı Libor’a bağlı olarak belirlenmektedir[51].
Aslında Libor, pek çok değişken faiz oranlı finansal ürün konusunda olduğu kadar, küçük ve orta ölçekli bankaların borç almak istediklerinde başvurdukları eurodolar piyasalarındaki borçlanma oranlarına da referans oluşturan temel oranlardır.
Bilindiği gibi eurodolar hesapları, petrol ihracatçısı ülkelerin bu satışlardan elde ettikleri dolar cinsinden gelirlerini Avrupa’da dolar cinsinden tuttukları hesaplara verilen addır. Birçok banka daha ucuz oranlarda borçlanabilme umuduyla yurt dışındaki bu hesaplara başvurur.  Libor, Londra interbank piyasasında eurodolar cinsinden borçlanmalarda başvurulan en etkili oranlardır. Yani böylece eurodolar örneğin, ABD’de bankaların birbirlerinden kısa vadeli olarak teminatsız olarak borçlandıklarında uyguladıkları faiz oranından sunulan federal fonlarının ikamesi haline gelir. Bu nedenle de Libor ve Fed’in temel faiz oranları arasında genelde bir paralellik mevcuttur. Bunlar aşağı yukarı aynı seviyelerde hareket ederler. Son on yıllık dönemde bu paralel gidişin tek istisnası 2008 krizi olmuş ve 2007-2009 yılları arasında iki oran arasında sapma ortaya çıkmıştır.  Kriz sırasında borçların geri ödenmesine ilişkin güvenin yitmesi Libor’un yükselmesine neden olurken, Fed’in izlediği genişletilmiş para politikaları fon faiz oranının düşmesine neden olmuş ve oranlar farklılaşmıştır[52].
Buradan çıkan sonuç, Fed temel faiz oranı ile Libor’un birbirini karşılıklı etkilemekte olmasıdır. Birazdan görüleceği gibi Libor, teoride iddia edildiği gibi piyasanın serbest rekabetçi güçlerince ya da tamamen iktisadi güçlerle belirlenmediği gibi, Fed temel faiz oranları da sadece teknik olarak belirlenen bir konu olma durumunun çok ötesinde bir özelliğe sahiptir.
2012 yılında ABD, İngiltere ve AB’deki denetleyici kurullar tarafından yapılan incelemeler sonucunda aralarında dünyanın yedinci büyük bankası olan Barclays Bank’ın da bulunduğu dünyanın toplam 20 önde gelen bankasının, Libor oranlarının belirlenmesinde sistematik olarak manipülasyon yaptıkları ve hileli oranlar belirledikleri ortaya çıktı. İngiliz Merkez Bankası Bşk.Yrd. Paul Tucker’in ortaya çıkan ses kaydına göre Merkez Bankası, Barclays Bank’tan Libor oranlarını aşağıya doğru revize etmesini, iş ortağı bankaları ve ülkeleri panikletmemek için, istemişti. Sonrasında Citibank, J.P.Morgan ve Bank of America ile ilgili soruşturmalar başlatıldı.
Bu incelemelerin sonucunda bankalara kesilen cezaların toplamı 6 milyar doları aştı. En çarpıcı örnek olarak, bir başka faiz oranı manipülasyonu (Euribor- Euro Interbank Offered Rate[53]) nedeniyle de ayrıca cezaya çarptırılan Barclays Bank 2005 ve 2009’da yaptığı faiz oranı manipülasyonları yüzünden 453 milyon dolarlık bir para cezasına mahkûm edildi. 2013 Kasım ayına gelindiğinde RBS, UBS, Rabobank ve İngiliz broker ICAP toplamda 3,7 milyar doları aşan bir ceza ve Deutsche Bank, JP Morgan ve Societé Générale 2.3 milyar dolarlık para cezaları ve bazı bankacılar hapis cezalarıyla karşı karşıya kaldılar[54]. Tüm sektörün karşılaşacağı para cezalarının ise 8,7 milyar doları bulacağı ve bunun AB bankalarının yıllık gelirlerinin % 10’unu oluşturduğu ileri sürülmektedir[55].
Libor skandalı, bunun bir hata ya da düzenleyici kuruluşların dikkatlerinden kaçan bir şey olmadığını ortaya koydu. Bu sistemik bir sahtekârlıktı ve bunun aktörleri faiz oranlarını tespit eden çete gibi çalışan bankalardı, kilit roldeki devlet görevlileriydi ve sahtekârlığın farkında olan düzenleyici kuruluşlardı[56]. Merkez bankaları Libor’daki bu gelişmelerin farkındaydılar ve bunun olmasına göz yumdular. Zira bankalar ne denli büyük olursa merkez bankaları kendilerinin o denli güçlü hissetmektedirler. Bunun için ticari bankalara göz yumdular. Böylece, bankacılık sisteminin denetimden sorumlu merkez bankaları büyük bankaların kuklaları oldular[57].

Libor’un 1980’lerde, önce Avrupa’daki eurodolarların bankalarca standart bir yatırım ürünü haline getirilmesinin, böylece de finans kapitalin birikiminin önünün daha da açılmasının bir yolu olarak kullanılması, 1990’lardan itibaren ise pek çok finansal aracın kendine peg edildiği (sabitlendiği) önemli bir faiz referans oranı haline gelmesi, böylece uluslararasılaştıkça resmi bir güven oluşturarak büyük merkez bankalarının temel politika faiz oranlarının ikamesi haline gelmesi, skandalda yer alan bankaların başından bu yana bilerek bu manipülasyonun temel aktörü olmasını sağlamıştır. Eğer Libor kendi lehlerine hareket ettiğinde türev araçlardan milyarlar kazanacaklarsa, bu oranlar ona göre belirlenmekteydi. Bu nedenle de türev araç ve yatırımların kaymağını yemek için Libor oranlarını baskıladılar. Finansal kriz sırasında ise bu kez bilançolarının sağlam olduğunu göstermek ve müşterilerine güven tesis edebilmek için bu oranları manipüle ederek borçlanma maliyetinin altında belirlediler.

Libor üzerine yapılan akademik araştırmalar, neo liberallerin iddialarının tersine, Libor oranlarının arz ve talep ile oluşmadığını, bankaların kendi çıkarları doğrultusunda hileli bir biçimde oluşturulduğunu ortaya çıkarttı. Yani Libor, uydurulmuş ve hileli oranlardı ve piyasa güçleri ya da görünmez el tarafından değil, Libor’u belirleyen seçkin bankaların gücü ve vulger özçıkarlarınca belirlenmekteydi[58].


Bir başka anlatımla ortaya atıldığı andan bu yana Libor anlaşmalı bir olaydır. Serbest rekabet içinde oldukları ileri sürülen piyasalar tarafından belirlenmiş oranlar değil, daha ziyade paranın fiyatını belirleyen ve diğer küçük bankaları, şirketleri ve hatta devletleri bile bu durumu kabul etmeleri için baskılayan finans kapital gruplarının oluşturdukları bir projedir.
Diğer taraftan Libor sadece dolandırıcılıkla açıklanabilecek bir şey değildir. Konuya sadece bir komplo teorisi çerçevesi içinde bakıldığında faiz oranlarının ya da finansın politik ekonomisini tam olarak anlayabilmek mümkün olmaz.
Faiz oranlarının sermaye sınıfının, servetin sosyal üretiminde kullandıkları imtiyazlı araçlardan biri olduğunun altını çizmek gerekir. Zira Libor dışında, genel olarak diğer faiz oranları da, serbest rekabet piyasalarında olduğu kabul edilen ve hiçbir tek bankanın ya da borçlunun koşulları belirleyemediği bir rekabet ortamında oluşmazlar. Fiili üretim tarafından değil,  krediye olan talep ve buna yönelik arzca belirlendiklerinden ayrıca irrasyoneldirler. Oluşumları sırasındaki kartelci gizli anlaşmalar, güç ve etki kullanımı daha ziyade genel bir norm oluşturmuştur.
Finansın tarihi faiz oranlarındaki farklılığın nasıl oluştuğunu kanıtlayan sayısız örnekle doludur. Faiz oranlarının üretiminde her zaman büyük bankaların, devletlerin ekonomi politikalarının, savaşların ve merkez bankalarının kararlarının çok önemli rolleri olmuştur. Özellikle çok güçlü sermaye grupları ve devlet bürokrasisi, serveti kendilerine doğru akıtmak yönünde ekonomileri sabote etmek için komplo kurmuşlardır. Bu, faiz oranlarını aşağıya ya da yukarıya sıçratan dışsal makro ekonomik faktörlerin olmadığı anlamına gelmez. Büyük bankalar gibi çok güçlü ekonomik ajanların dahi uymak zorunda kaldıkları ya da çaresiz kaldıkları kısıtlar söz konusu olabilir.  Ama adil bir biçimde faiz oranlarının oluştuğu bir piyasanın olduğu, Libor’un ise bunun ihlali olduğunu söylemek yanlış olur. Libor skandalı, faiz oranlarını kilit anlarda aşağı yukarı sıçratacak kadar güçlü olanların servet biriktirmesinin en son örneğidir[59].
Her ülkede uygulanan faiz oranları ülke ekonomisinin ve siyasetinin kendi durumunu yansıttığı kadar, uluslar arası düzeyde yukarıda açıkladığımız, manipülatif mekanizmalarla da belirlenmektedir. Yani faiz oranı ana akım iktisat teorisinde ileri sürüldüğü gibi, sermayenin gelecekteki getirisince yönetilmemektedir. Muhtemelen trilyon dolarlık finansal araç ticaretinde ortaya çıkacak gelecekteki spekülatif kâr ve zararın belirlenmesiyle ilgilidir. Bu anlamda merkez bankalarının ya da siyaset mekanizmasının bir ülkede uygulanacak olan faiz oranları üzerindeki etkilerinin derecesi tartışmalıdır. En iyi ihtimalle bu etki kısmidir.
Merkez bankalarının siyaset kurumlarından bağımsız bir biçimde para politikaları ve bunun en önemli araçlarından olan faiz politikalarını belirlemeleri anlamına gelen “merkez bankası bağımsızlığı” bono-tahvil piyasalarına yatırım yapanların yatırımlarının getirilerinin erimesini önlemek için getirilen bir garanti niteliğindedir. Bu kavram altında tüm sosyal politikalar bono-tahvil piyasaları gibi finans kapitalin en önemli unsurlarının izin verdiği ölçü ve biçimde uygulanabilir. Öyle ki, bu piyasalar, sosyal güvenlik harcamalarının enflasyonist etkiye yol açmayacağı, böylece de finansal yatırımların uzun vadede getirilerini olumsuz yönde etkilemeyeceği hususunda tatmin edilmelidirler. Bu kavram ayrıca, küresel çaptaki sermaye mobilitesinin doğrudan ya da dolaylı etkilerinin çok büyük boyutlarda olduğunun da kanıtıdır.

Kapitalist toplum sınıflı bir toplumdur ve böyle bir toplumda tüm ekonomik ilişkiler çatışmalıdır. Böyle bir sınıfsal çatışma ve karşıtlık durumu üst yapı kurumlarına da yansır. Nasıl ki devlet, mahkemeler, kolluk güçleri, din vb böyle bir çatışmalı durumun dışında kalamıyorsa merkez bankaları da bu sınıfsal çelişkilerin neden olduğu ekonomik çatışmaların dışında kalamaz. Tam tersine, tarihsel olarak kapitalist paranın yaratılmasında merkezi bir rol oynamış merkez bankaları toplumsal sınıflar, gruplar ve çıkarlar arasındaki kök salmış çatışmalar karşısında hep taraf olmuşlardır.  Aldığı kararlarda belli baskılara uğramışlardır, ama sonuçta aldığı kararlar mutlaka belli sınıflara fayda, diğerlerine ise zarar vermiştir.


Merkez bankasının bağımsızlığının savunulması onların yeniden özelleştirilmesi anlamına da gelir. Özelleştikçe bu kurumun aklı giderek finansal piyasalarca ele geçirilir ve kumandası bu piyasalarca yapılır. Merkez bankası bağımsızlığı, bu kurumların halka hesap verme sorumluluklarının ortadan kalkarak finansal kapitalin, finansal kurumların ve piyasaların örtülü bir biçimde hegemonyası altına girmesi anlamına gelmektedir[60].
Burada solun tavrı sistemik bir karşı çıkış biçiminde olmalıdır. Yani ne burjuva siyaset kurumlarının kendi kısa vadeli ihtiyaçlarına göre faiz oranlarının belirlenmesi için merkez bankasının doğrudan bu kurumların emrine verilmesi ne de siyaset kurumlarından bağımsız ama uluslararası finans piyasalarına bağımlı olarak politikalar uygulayan ve sırtını bu ülkenin emekçilerine dönmüş olan bir merkez bankası bağımsızlığı savunulmalıdır.
KAYNAKÇA
Alessi, Christopher, Sergie,Mohammed Aly, “Understanding the Libor Scandal”, http://www.cfr.org/united-kingdom/understanding-libor-scandal/p28729, 5 December  2013.

Aren, Sadun,  100 Soruda Para ve Para Politikası, Gerçek Yayınevi, 100 Soruda Dizisi: 51, 1984.

Bailey, J. Stephen,  Public Sector Economics: Theory, Policy and Practice,2nd Edt., Palgrave, 2002.
Bank for International Settlements (BIS),  Annual Report, 1 April 2013–31 March 2014.
Begg, David, Fisher, Stanley and Dornbusch, Rudiger, Economics, 7th Edt.,The McGraw Hill –Hill Companies, 2003.

Çolak, Ömer Faruk,  “Merkez Bankası ve Para Politikası”, İktisada Giriş  (Edt. Ömer Faruk Çolak, İbrahim Tokatlıoğlu), Gazi Kitabevi, 2007.

Durmuş, Mustafa,  Maliye Politikaları, Teori ve Uygulamalarının Değerlendirilmesi, Yaklaşım Yayınları, 2003.

Durmuş, Mustafa, Kapitalizmin Krizi, 4. Baskı, Gazi Kitabevi, 2013, V. Bölüm: 167-184.

Durmuş, Mustafa,  “21.Yüzyılın üçüzleri: İktisadi kriz, Yeni bir paylaşım savaşı ve otoriterleşme”, Yaşayan Marksizm, Yıl 3/Sayı 3, Şubat 2015.

Durmuş, Mustafa,  “Konut desteği: Ev alana mı, finansal sermayeye mi?”, http://siyasihaber.org, 3 Şubat 2015.


Eifffinger, Silvester, Yakob De Haan, C.W. ,“The Political economy of Central Bank Indipendence”, Princeton University Special Papers in International Economics, 19 May 1996.
Foxman, Simone, “Why Central Banks May Never Allow LIBOR To Be Fixed”, http://www.businessinsider.com,  10 August 2012.
Gilani, Shah , “It's Not Libor Stupid, Central Banks Are The Problem”, http://www.forbes.com,  7 June 2012.
Graham, Darwin Bond, “LIBOR: Viewing the Biggest Financial Crime in History”, http://www.counterpunch.org,  26 February 2013.
Hesse, Martin,  Seith, Anne, “Feeding the Bubble Is the Next Crash Brewing?”, http://www.spiegel.de, 12 March 2013.

IMF, Global Financial Stability Report, 8 October 2014, http://www.imf.org
Kurt, Daniel , “What Is The Relationship Between The Federal Funds, Prime And LIBOR Rates?”,  http://www.investopedia.com.
Langdana , Farrokh K.,  Macroeconomic Policy, Demystifying Monetary and Fiscal Policy, Kluwer Academic Publishers, 2002.

Marx,Karl,  Kapital- Ekonomi Politiğin Eleştirisi, 1. Cilt, (çevirenler: Mehmet Selik, Nail Satlıgan, 2. Basım, Yordam Kitap, 2011.

Marx,  Karl,  Engels, Frederick,  “The Civil War  in France”, Karl Marx and Frederick Engels, Selected Works II, Progress Publishers,  Moscow, Fourth Printing, 1977,içinde.
Nordhaus,  D. William, “ The Political Business Cycle”, The Review of Economic Studies, Vol. 42. No.2, 1975. 
Pixley,Jocelyn,  Whimster,  Sam , Wilson, Shaun,  “Central bank independence: A social economic and democratic critique”, The Economic and Labour Relations Review, 2013.

Rosenthal, M.,  Kapital’de Diyalektiğin Sorunları, (çeviren: Yurdaer Erşan), Yücel Yayınları, 1977.

Rutherford, Donald,  Routledge Dictionary of Economics, Second Edt.,Routledge, 2002..

Sturr, Chris, “Libor, Swaps, and the Inherently Political Nature of Interest Rates”, http://dollarsandsense.org, 3 August 2012.
TCMB, Sıkça Sorulan Sorular, http://www.tcmb.gov.tr.

“The rotten heart of finance,  A scandal over key interest rates is about to go global”, http://www.economist.com, 7 July 2012.
Ünsal,Erdal M.,  Makro İktisat, 3.baskı, İmaj yayıncılık, 2000.

Vaughan Liam,  Finch, Gavin , “Libor Lies Revealed in Rigging of $300 Trillion Benchmark”,  http://www.bloomberg.com, 6  February 2013.

 “What is the purpose of the Federal Reserve System?”, http://www.federalreserve.gov/faqs.


Wolf,  Naomi, “This global financial fraud and its gatekeepers” , http://www.theguardian.com, 14 July 2012.
Wray, L. Randall,  “Central Bank Independence: Myth and Misunderstanding”, Working Paper No. 791, March 2014.










[1] Mustafa Durmuş, Konut desteği: Ev alana mı, finansal sermayeye mi?, http://siyasihaber.org, 3 Şubat 2015.


[2] William, D. Nordhaus, “The Political Business Cycle”, The Review of Economic Studies, Vol. 42. No.2, 1975, s. 169-190. 
[3] Donald Rutherford, Routledge Dictionary of Economics, Second Edt.,Routledge, 2002. S. 77.
[4] Türkiye’de 1998 yılından bu yana Hazinenin Merkez bankasından bu tür bir emisyona neden olan kısa vadeli borçlanması yasaklanmış durumda.
[5] L. Randall Wray, “Central Bank Independence: Myth and Misunderstanding”, Working Paper No. 791, March 2014.
[6] Friedman’dan aktaran Silvester, C.W. Eifffinger, Yakob De Haan, “The Political economy of Central Bank Indipendence”, Princeton University Special Papers in International Economics, 19 May 1996. s.1.
[7] agm. s. 2.
[8] Grilli, Masciandaro ve Tabellini (1991)’den aktaran Silvester et al, s. 56-57.
[9] agm., s. 57
[10] Alesina (1988, 1989) Bade ve Parkın (1988)’den aktaran Silvester, et al., s. 56.
[11] Ömer Faruk Çolak, “Merkez Bankası ve Para Politikası”, İktisada Giriş  (Edt. Ömer Faruk Çolak, İbrahim Tokatlıoğlu), Gazi Kitabevi, 2007, s. 526.
[12] agm. s. 529
[13] Farrokh K.Langdana, Macroeconomic Policy, Demystifying Monetary and Fiscal Policy, Kluwer Academic Publishers, 2002, s. 270.
[14] David Begg, Stanley Fisher and Rudiger Dornbusch, Economics, 7th Edt.,The McGraw Hill –Hill Companies, 2003, s. 313.
[15] Sadun Aren, 100 Soruda Para ve Para Politikası, Gerçek Yayınevi, 100 Soruda Dizisi: 51, 1984, s. 48-49.
[16] Bu, banka vadesiz mevduatındaki bir artışın sistem içinde yaratacağı toplam mevduat değişikliğini gösterir ve formülü şöyledir: ΔTd = (1/rd) x ΔTr. Burada ΔTd: Toplam vadesiz mevduat değişimi, rd: Kanuni karşılık oranı ve ΔTr: Mevduattaki değişim.  Örnekteki gibi başlangıç mevduatı = 100 lira, kanuni karşılık oranı = % 20 ise, mevduattaki toplam artış = 100 x 1 / 0.20 = 500 lira olacaktır. 
[17] M (para stoku) = m (para çarpanı) x MB (parasal taban).  MB = R (rezervler)+ C (nakit). Böylece para çarpanı, para arzının parasal tabana oranıdır ve 1’den büyüktür.
[18] Erdal M. Ünsal, Makro İktisat, 3.baskı, İmaj yayıncılık, 2000, s. 383-406.
[19] Mustafa Durmuş, Maliye Politikaları, Teori ve Uygulamalarının Değerlendirilmesi, Yaklaşım yayınları, 2003, s. 105-107.
[20] Durmuş, agk., s. 106.
[21]  Stephen J. Bailey, Public Sector Economics: Theory, Policy and Practice, 2nd Edt., Palgrave, 2002, s. 90’dan aktaran Durmuş, agk., s. 107. Diğer taraftan Keynesyenlere göre bu denklem yeterince açıklayıcı değildir. Onlara göre, her şeyden önce toplam talep, (P) ile ölçülen ortalama fiyatlarla değil, nispi fiyatlarla belirlenir. Ayrıca denklemde faiz oranına yer verilmemiştir. Oysa faiz para talebi açısından çok önemlidir. Örneğin faiz oranlarında bir artma beklentisi bono ve tahvil fiyatlarının düşmesine neden olacak ve böyle bir durumda sermaye kaybına uğrayacaklarını düşünen insanlar bono ve tahvil almak istemeyecekler ve böylece para arzındaki bir artış reel harcamaya dönüşmeyerek boşlukta kalacak ve enflasyon oluşmayacaktır. “Likidite Tuzağı” adı verilen bu durumda para arzındaki (M) bir artış (V)’deki bir azalmayla telafi edilecektir. Böylece de uç bir durum olsa da para arzındaki her artış enflasyona neden olmayacaktır, zira M,V,P,T birbirinden tamamen bağımsız değildir ve ayrıca (T) sadece tam istihdam koşullarında sabit kabul edilebilir (Bailey agk.,s. 90). Keza M. Roberts’e göre miktarsal kolaylaştırma politikalarının da teorik arka planında yer alan bu teori işe yaramamıştır.  Çünkü kriz sonrasında, bu politikalarla para miktarının (M) devasa artırılmasına rağmen, ne enflasyon (P) ne de hâsıla (T)  kıpırdamamıştır. V ise düşmüştür. Bu da şunu doğrulamaktadır:  Piyasada paraya ya da krediye olan talep, para arzının sürükleyicisidir, yani para arzı, paraya talep yaratmamaktadır. İktisadi faaliyetler yavaş olduğunda para talebi de düşük kalmaktadır.  Uygulamada, ekonomiyi büyütemeyen trilyonlarca dolar bankacılık sistemine akmış, orada bilançoların toparlanması ve karların restorasyonu için kullanılmıştır. Finansal varlıklara akıtılarak devasa balonlar şişirilmiş öyle ki hem devlet tahvillerinin, hem de özel sektör menkul kıymetlerinin, borsanın değerleri yetmiş üç ayda rekor seviyelere ulaşmıştır. Diğer yandan finansal piyasaların patlaması reel sektörün canlanmasını sağlamamış, hatta gerilemesine neden olmuş ve sonuçta da bu varlıkları ellerinde tutan en zengin yüzde 1 bu işten kazançlı çıkmıştır. Bkz. http://thenextrecession.wordpress.com.

[22] “What is the purpose of the Federal Reserve System?”, http://www.federalreserve.gov/faqs.


[23] Çolak,agm.,  s. 517-518.
[24] Çolak, agm., s.528.
[25] Langdana, agk., s. 258-259.
[26] Langdana, agk., s. 259-260.
[27] Begg et al, agk., s. 338.
[28] TCMB, Sıkça Sorulan Sorular, http://www.tcmb.gov.tr, s. 36.
[29] Mustafa Durmuş, “21.Yüzyılın üçüzleri: İktisadi kriz, Yeni bir paylaşım savaşı ve otoriterleşme”, Yaşayan Marksizm, Yıl 3/Sayı 3, Şubat 2015, s. 180-184.
[30] Bu konuda geniş bilgi içi bkz. Mustafa Durmuş, Kapitalizmin Krizi, 4. Baskı, Gazi Kitabevi, 2013, V. Bölüm: S. 167-184.
[32] Bu konuda bkz. Martin Hesse and Anne Seith, “Feeding the Bubble Is the Next Crash Brewing?”, http://www.spiegel.de, 12 March 2013; IMF, Global Financial Stability Report, October 08 2014, http://www.imf.org; Bank for International Settlements (BIS),  Annual Report, 1 April 2013–31 March 2014.

[33] Durmuş (2015), s. 189-190.
[34] agm., s. 190.
[35] Karl Marx, Kapital- Ekonomi Politiğin Eleştirisi, 1. Cilt, (çevirenler: Mehmet Selik, Nail Satlıgan, 2. Basım, Yordam Kitap, 2011, s. 108.

[36] M. Rosenthal, Kapital’de Diyalektiğin Sorunları, (çeviren: Yurdaer Erşan), Yücel Yayınları, 1977. S. 118-122.
[37] agk., s. 121-122.
[38] Paranın bu yeni işlevi için bkz.  Durmuş (2013), agk., IV. Bölüm: S. 155-166.
[39] Marx, agk., s. 133-147.
[40] Marx, agk., s. 605-606, 644.
[41] “Geç Kapitalizm” kavramı her ne kadar 20.Yüzyılın hemen başında Werner Sobart tarafından ortaya atılmış olsa da, asıl olarak 1960’larda, Neo Marksist Frankfurt Okulu’nun kurucularından olan Theodor Adorno tarafından “sanayi toplumu” kavramına bir alternatif olarak kullanılmıştır. E. Mandel ise1972 tarihinde yazdığı doktora tezi ile kavramı popüler hale getirmiştir.
[42] Langdana, agk., s. 226-228.
[43] Wray, agm.
[44] Eifffinger et al.
[45] Marx, Paris Komünü’nü değerlendirdiği “Fransa’da İç Savaş” adlı çalışmasında, iktidarı ele geçiren Komünün ordu dâhil devletin diğer kurumlarını dağıtırken,  Fransız burjuvazisinin Versay Hükümetini Komüncülerle barış yapmak için baskılayabilecek bir araç niteliğinde olan dönemin merkez bankası Fransız Bankası’na hiç dokunmamasını politik bir hata olarak nitelemiştir. Bkz. Karl Marx,  Frederick  Engels, “The Civil War  in France”, Karl Marx ve Frederick Engels, Selected Works II, Progress Publishers,  Moscow, Fourth Printing, 1977,içinde s. 186.
[46] Jocelyn Pixley, Sam Whimster and Shaun Wilson, “ Central bank independence: A social economic and democratic critique”, The Economic and Labour Relations Review, 2013,s. 24: 32.
[47] Eifffinger, et al.
[48] agm.
[49] agm.
[50] The rotten heart of finance,  A scandal over key interest rates is about to go global”, http://www.economist.com,  7 July,2012.
[51] Christopher Alessi and Mohammed Aly Sergie, “Understanding the Libor Scandal”, http://www.cfr.org/united-kingdom/understanding-libor-scandal/p28729,  5 December 2013.
[52] Daniel Kurt , “What Is The Relationship Between The Federal Funds, Prime And LIBOR Rates? “, http://www.investopedia.com ve Simone Foxman, “Why Central Banks May Never Allow LIBOR To Be Fixed”, http://www.businessinsider.com,  10 August 2012.
[54] Alessi ve Sergie, agm. Aslında son beş yıldır yapılmakta olan küresel çaptaki Libor usulsüzlüğünün sektörün “Tütün Momenti” kadar büyük çapta olduğu ileri sürülmüştü. Tütün Momenti (Tobacco Moment) ise 1998 yılında Amerikan Tütün Sanayinin yapmış olduğu usulsüzlükler nedeniyle çarptırıldığı ve 200 milyar dolarlık cezayı anlatan bir mahkeme kararıdır.

[55] Liam Vaughan and Gavin Finch, “Libor Lies Revealed in Rigging of $300 Trillion Benchmark”,

http://www.bloomberg.com, 6  February 2013.

[56] Naomi Wolf, “This global financial fraud and its gatekeepers” , http://www.theguardian.com, 14 July 2012.
[57] Shah Gilani,  “ It's Not Libor Stupid, Central Banks  Are The Problem”, http://www.forbes.com,  7 June 2012.
[58] Darwin Bond- Graham, “LIBOR: Viewing the Biggest Financial Crime in History”, http://www.counterpunch.org,  26 February 2013.

[59] Chris, Sturr, “Libor, Swaps, and the Inherently Political Nature of Interest Rates”, http://dollarsandsense.org, 3 August 2012.