27 Aralık 2020 Pazar

Bir AKP klasiği: faizi yükselt, vergisini sıfırla

 

Bir AKP klasiği: faizi yükselt, vergisini sıfırla

Mustafa Durmuş

27 Aralık 2020

Merkez Bankası bu haftaki toplantısında faiz oranlarını 200 baz puan artırarak politika faizi olarak da bilinen haftalık repo faizini yüzde 15’ten 17’ye yükseltti.

Böylece uzunca bir zamandır kafasının üstünde duran “enflasyon-faiz teorisi” tekrar ayaklarının üzerine oturtuldu.

Bu faiz artırımının, Merkez Bankası zorunlu karşılık oranlarının yükseltilmesinde olduğu gibi, değeri iyice düşmüş olan TL’ye değer kazandırmak, ülkenin kredi risk primlerini (CDS) düşürmek ve enflasyonu aşağıya çekmek için yapıldığı açık.

Nitekim faiz artırımının ilk ikisi üzerinde ani etkisi görüldü, kur gevşedi ve CDS’ler düşmeye başladı. Enflasyon üzerindeki etkisi ise zamana yayılı olarak ortaya çıkacak.

Enflasyon-faiz ilişkisini tekrar ayaklarının üstüne oturtmanın yüksek bedeli

Öte yandan teoriyi tersinden okumanın (faiz sonuç değil nedendir biçiminde) yol açtığı ekonomik ve toplumsal zarar konusunda şu ana kadar yapılmış bir özeleştiri yok. Ülkeyi yönetenler buna yanaşmıyorlar. Ekonominin ve Merkez Bankası’nın yeni patronları da geçmişi konuşmaktan yana değil. “Ne de olsa geçmiş geçmişte kaldı…”

Oysa yönetilenler olarak bizlerin aynı tutumu takınma lüksü yok. Hafızamızı tazeleyelim: Bakan Albayrak döneminde reel faiz oranları düşük tutuldu, başka faktörlerin de etkisiyle birlikte bu durum döviz kurunu hızla yükseltti. Bu kez kurdaki bu hızlı artışı durdurabilmek için 128-130 milyar dolarlık bir Merkez Bankası döviz rezervi kamu bankaları aracılığıyla değerinin altında satıldı.(1) Üstelik ödenen bunca büyük bir bedele rağmen döviz kurunun yükselmesi de durdurulamadı.

Döviz kurunun hızlı yükselmesiyle birlikte çok büyük bir ekonomik ve sosyal yıkım yaşandı, halen de yaşanıyor. Binlerce küçük işletme kapandı, döviz cinsinden borcu olanların borç stokları iyice büyüdü, bankaların tahsil edemediği batık krediler hızla arttı. Kapanan işyerleri yüzünden on binlerce işçi işsiz kaldı, toplum daha da yoksullaştı.

İş bilmezlik mi, bilerek ve isteyerek mi?

Bu durum  “iş bilmezlikten” kaynaklanan bir durum muydu, yoksa bilinçli olarak yürütülen bir strateji ve buna uygun para politikalarının bir sonucu muydu?

Konuyu sadece “iş bilmezlik ya da liyakatsizlik” gibi nitelemelerle açıklayabilmek doğru olmaz. Kuşkusuz bu faktörlerin de ortaya çıkan bu kötü sonuç üzerinde önemli etkisi var. Ancak asıl açıklayıcı faktör yıllardır bilinçli bir şekilde izlenen birikim stratejisi.

Çünkü yıllardır ülkede, ağırlıklı olarak da dış kaynaklarla finanse edilen (özellikle de 2007 yılından bu yana), inşaat-emlak ve alt yapı yatırımlarına dayalı servet ve sermaye birikim stratejisi uygulanıyor. Devletin elindeki neredeyse tüm kaynaklar bu yönde kullanılıyor, ekonomi politikaları ise buna hizmet edecek bir biçimde kurgulanıyor.

Böyle bir stratejinin sonucunda ülkenin en gözde sektörleri inşaat ve bunun en önemli ayağı konumundaki bankacılık sektörü olurken, az sayıda inşaat şirketi ülkenin ekonomik olarak da, politik olarak da en önemli, en büyük sermaye grupları haline geldiler.

Ülkenin yeni ‘beşi bir yerde’si

Nitekim basına da yansıdığı gibi, Dünya Bankası’na göre, dünyada devletten ihale alan şirketler sıralamasında en büyük ihaleyi alan ilk on şirketten beşi Türk inşaat şirketleri ve bunların üçü ilk beşte yer alıyor. Bu şirketlerin sahiplerinin siyasal iktidarla çok yakın ilişki içinde olduğu ileri sürülüyor. Bu şirketlerin 1990-2018 döneminde devletten aldığı inşaat ihalelerinin tutarı 143 milyar dolar, yani bugünkü kur ile 1,1 trilyon liraya yakın.(2)

Bu şirketler bugüne kadar hem inşaat alt yapısı, hem de şehir hastaneleri, TOKİ konutları, lüks plazalar, AVM’ler gibi üst yapı inşaatları yaptılar. Aldıkları milyar dolarlık projeler için olduğu kadar, yaptıkları inşaatları satabilmek için de bankacılık sistemine, yani krediye ihtiyaçları var. Bu kredilerin maliyetlerinin yüksek olmaması gerekiyor ki ortaya ciddi boyutta bir kâr çıksın. İşte düşük reel faiz politikası burada devreye giriyor.

Yani hem bu inşaat şirketlerinin kullandıkları yatırım ve işletme kredilerinin maliyeti yüksek olmamalı, hem de uzun vadeli konut- emlak kredisi kullanan tüketiciler için krediler pahalı olmamalı. Kısacası reel faizler düşük tutulmalı. Bu durum da uzunca bir süredir faizlerin (döviz kurunu patlatmak pahasına) neden artırılmayarak düşük tutulduğunun ekonomi politik arka planını sergiliyor.

Böyle bir toplumsal zarar, “iş yapan hata da yapar” diyerek görmezden gelinebilir mi? Bunun bedeli sadece bu politikaları uygulamakla sorumlu bir bakanı görevden alarak ödenebilir mi?

Dolarizasyon tehlikesi

Faiz artırımının bir diğer nedeni dolarizasyon. Çünkü Ekim ayı bankacılık verilerine göre yabancı para cinsinden mevduatların toplam banka mevduatları içindeki payı yüzde 56’yı aşıyor. (3) Yani para sahipleri yüksek enflasyon ve gelecekle ilgili belirsizlikler yüzünden TL’den kaçıp dolar ve avro cinsinden mevduata yöneliyorlar. Bu da kurun yükselmesine neden oluyor.

Sıcak para kısır döngüsü

TL faizlerinin yükseltilmesi ülkedeki ekonomik büyümenin ana kaynağı olan sıcak paranın ülkeye gelmesi için de gerekli.  Çünkü faizler yükseltildiğinde açılan faiz- kur makasından yararlanarak yüksek getiri elde etmek isteyen yabancı sermaye, sıcak para olarak da bilinen portföy yatırımlarıyla ülkeye geliyor. Nitekim (her ne kadar son iki haftadır bir yavaşlama olsa da)  6 - 27 Kasım tarihleri arasında ülkeye gelen 1,85 milyar dolarlık sıcak para döviz kurunun gevşemesinde etkili oldu. (4)

Sadece faiz artırımı ile enflasyonu kontrol edebilmek mümkün mü?

Diğer taraftan sadece faiz artırımı ile enflasyonun kontrol altına alınabileceğini düşünmek de anlamlı değil. Zira Türkiye’de enflasyon sadece parasal ya da toplam talepteki aşırılıktan kaynaklanan bir olgu değil. Aynı zamanda üretimde yaşanan dar boğazlarla, yüksek ithal enerji girdi maliyetleriyle, düşük verimliliklerle, kısaca arza ilişkin maliyetlerle de ilgili bir olgu.  Üretimde dışa bağımlılığı azaltmaksızın, sadece faiz artırımı ile kurdaki yükselişi bütünüyle durdurabilmek mümkün olamayacağından, sadece faizleri yükselterek enflasyonu kalıcı bir biçimde düşürebilmek de zor.

Faiz kararı ile birlikte yapılan vergi indirimleri

Faiz oranlarının artırılmasından iki gün önce vergileme alanında da bazı düzenlemeler yapıldı. 22 Aralık tarihinde üst üste çıkartılan Cumhurbaşkanı Kararları ile vergilerde bir dizi değişiklik gerçekleştirildi.

Öncelikle artık yapılan bu düzenlemeleri anlayabilmek için maliyeci, hatta vergi hukukçusu dahi olmak yeterli değil. Kararlara bakarak neyin ne olduğunu tam olarak anlamak zorlaşıyor.

Esnafa kira stopajı indirimi yok, diğerlerine var!

İkinci olarak bu kararlardan bazılarının neden alındığını da anlayabilmek kolay değil. Örnek olarak, sinemaların Covid-19 nedeniyle kapalı olduğu bir dönemde 3320 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile yerli ve yabancı film göstermeleri için belirlenen eğlence vergisi oranları 31 Mayıs 2021 tarihine kadar sıfırlandı.

Bir diğeri 3319 sayılı Karar. Buna göre kooperatiflere, vakıflara, derneklere ait taşınmazların, yabancı devletlere, yabancı kamu idare ve kuruluşlarına, uluslararası kuruluşlara ait diplomatik statüsü bulunmayan taşınmazların kiraya verilmeleri durumunda ve Gelir Vergisi Kanununun 70. maddesinde yazılı mal ve hakların kiralanması karşılığında bunlara yapılan ödemelerde uygulanan tevkifat (stopaj) oranı, yeni yılın başından itibaren geçerli olmak üzere beş aylığına yüzde 20’den yüzde 10’a indirildi.

İşin aslı hali hazırda yüzde 10 olan bu oran, aynı Kararla yüzde 20’ye çıkartıldı, sonra 31 Mayıs tarihine kadar yüzde 10 olarak tekrar belirlendi. Bunun neden yapıldığını ise anlayabilmek zor.

Milyonlarca esnaf ve işletmenin, kira bedeline ek olarak ödedikleri kira stopajı Covid-19 koşullarında dahi yüzde 20 olarak devam ettirilirken bazı kurum ve kuruluşlara ait taşınmazların kira stopajlarının yarıya indirilmesinin mantığını da anlayabilmek mümkün değil.

Covid-19 aşısının bedava olmayacağı anlaşıldı

Sonucu net olarak anlaşılabilen bir Karar ise 3318 Sayılı Karar. Zira bu karar ile 2021 yılının sonuna kadar Covid-19 aşılarının ithal ve tesliminde alınan Katma Değer Vergisinin oranı yüzde 1’e indirildi. Bu da bu aşıların devlet tarafından ithal edilip ücretsiz olarak yapılması yerine, özel firmalarca getirilip piyasada satılacağının bir işareti.

Faiz artırımı ile dolaylı olarak ilgili asıl vergi düzenlemesi ise yine 22 Aralık tarihinde yapılan ve Gelir Vergisi Kanunun Geçici 67. Maddesi ile ilgili bir düzenleme. (5) Çünkü bu düzenleme ülkenin sıcak paraya olan ihtiyacının bir göstergesi olduğu kadar, yüksek faiz geliri elde eden büyük servet sahiplerinin lehine bir düzenleme niteliğinde.

Asgari ücretli vergi öderken, faizcinin vergisini sıfırlayan bir karar

Çünkü bu Karar ile bankaların ve fonların ihraç edecekleri Hazine bonosu gibi kâğıtlardan elde edilen faiz gelirinin stopajı sıfıra kadar indirildi. Eklenen Geçici Madde 3 ile bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih ile 31 Mart 2021 tarihi arasında, yani önümüzdeki 3 ay içinde, iktisap edilen, bankalar tarafından ihraç edilen tahvil ve bonolardan elde edilen gelir ve kazançlar ile fon kullanıcısının bankalar olduğu varlık kiralama şirketleri tarafından ihraç edilen kira sertifikalarından elde edilen gelir ve kazançlara ve yatırım fonlarından elde edilen kazançlara uygulanan Gelir Vergisi tevkifatı (stopajı) oranları yüzde 0’a kadar indirildi.

Detay vermek gerekirse;  vadesi 6 aya kadar olan bu değerli kâğıtlardan sağlanan gelirlerden (ve elde tutulanların elden çıkartılmasından sağlanan kazançlardan) sadece yüzde 5,  vadesi 1 yıla kadar olanlardan yüzde 3, vadesi 1 yıldan uzun olanlardan ise yüzde 0 oranında vergi alınacak (yani vergi alınmayacak).

Ne yazık ki bu düzenleme bize; net ücretinin nerdeyse yarısı kadar bir vergi ve prim yükü altında ezilen 10 milyona yakın asgari ücretlinin, asgari ücretin vergi dışı bırakılması taleplerini umursamayanların, bir avuç yerli ve yabancı rantiyenin elde ettiği milyonlarca liralık faiz gelirinden hiç vergi alınmayacağını söylüyor.

Hazine’nin zor durumda olduğunun itirafı gibi bir karar

Bu da bir yanıyla, Devlet Hazinesinin ne kadar zor durumda olduğunu gösteriyor. Çünkü Devletin yeni borçlanmaya ihtiyacı var ancak bunun için dünyanın en yüksek faizlerinden birini yerli ve yabancı finans kapitale vermek yetmiyor, aynı zamanda ona ödediği faiz üzerinden aldığı vergiden de vazgeçmesi gerekiyor. Bu aynı zamanda Türkiye kapitalizminin, emperyalizmin önemli bir aracı olan küresel sermaye hareketlerine ne kadar bağımlı hale geldiğini de gösteriyor.

Sözde farklı, özde farklı siyaset anlayışı

Kuşkusuz bir diğer boyutuyla, faiz oranlarının artırılması, faizden beslenen sermayeye devlet bütçesinden (dolayısıyla da vergi mükelleflerinden) daha fazla kaynak aktarılması anlamına gelirken, faiz ödemelerinin bütçe içindeki payının da giderek artmasıyla ve böyle devam ederse diğer kamusal hizmetler için ayrılan ödeneklerin giderek azalmasıyla sonuçlanacak.

Nitekim son birkaç yıla ait bütçedeki faiz ödemeleri bu gidişatı doğruluyor. Öyle ki: 2017 yılında devlet bütçesinden faizciye 57 milyar TL, 2018’de 74 milyar TL, 2019’da 99,9 milyar TL ödendi. 2020 yılında bu miktarın 137,4 milyar TL ve 2021’de 179,5 milyar TL olması bekleniyor. (6) Verili koşullarda bu hedefin tutması zor görünüyor.

Özcesi faiz oranları artırılırken, beraberinde bu faizlerden alınan Gelir Vergisi oranlarının düşürülmesi ya da sıfırlanması artık bir AKP klasiğine dönüştü. Bu da her ekonomik sorunun altında faiz lobisi arama çabasının da, buna uygun propagandanın da artık toplumda karşılık bulamayacağı bir dönemin geldiğini gösteriyor.

Dip notlar:

(1)   https://www.sozcu.com.tr/2020/ekonomi/merkezin-128-milyar-dolarlik-rezerv-satisi-tbmm-gundeminde (28 Kasım 2020).

(2)    “Turkey’s Pro-Government Construction Companies Among World’s Ten Most Tender-Winning Firms”, https://ipa.news (30 December 2018).

(3)     Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu verileri, https://www.bddk.org.tr/BultenAylik  (25 Aralık 2020).

(4)     Alaattin Aktaş, “Umut TL’ye geçişte ama bunun işareti henüz yok”, https://www.dunya.com (18 Aralık 2020).

(5)    22 Aralık 2020 Tarih ve 3321 Sayılı Cumhurbaşkanı Kararı.

(6)  2021 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı (26 Ekim 2020).

 

 

 

 

19 Aralık 2020 Cumartesi

Gelirin sadece en altını değil, en üstünü de konuşalım

 

Gelirin sadece en altını değil, en üstünü de konuşalım

Mustafa Durmuş

20 Aralık 2020

Asgari Ücret Tespit komisyonu 15 Aralık’ta ikinci toplantısını da yaptı. Geriye iki toplantı kaldı. Bu yılın sonuna kadar bu toplantılar tamamlanacak ve önümüzdeki yıl için geçerli olmak üzere 10 milyonu aşkın işçiyi doğrudan, onlarca milyon insanı da dolaylı olarak etkileyecek olan yeni asgari ücret belirlenmiş olacak.

Enflasyonu düşük göstermek yetmiyor, yoksulluğun da bittiği (!) söylenmeli

Eski yıllarda bu rakamı aşağı çekmek için enflasyon oranları düşük gösterilirdi. Bu yıl da bu geçerli, ancak enflasyon resmi olarak dahi artmaya devam ettiğinden işçilerin ücret talebini asgaride tutabilmek için başka gerekçeler bulmak lazım.

Bunun için resmi ağızlardan “ülkede yoksulluğun bitirildiği” açıklamaları yapılıyor. Bu açıklamalar, üstelik Covid-19’un daha da artırdığı yoksulluk gerçeği, bedenlerine “aş ve iş” talebini kazıyarak intihar eden bir işsiz emekçi, işsiz kaldığı için hayatına kıyan bir müzisyen örneğinde olduğu gibi sosyal medyaya yansıyan acı örneklere rağmen yapılıyor.

Fakir babasından kibirli seçkinliğe yükseliş

Kısaca “garip gurebanın, fakir fukaranın” hakkını savunduğunu söyleyerek iktidar olan neo liberal- neo otoriter seçkinlerin, makyajlarının silinerek büyük patronların çıkarlarının açıktan savunucusu haline geldiği bir dönemden geçiyoruz.

Peki, bizleri temsil ettiğini ileri süren siyasal partiler ve işçi sendikaları bu durum karşısında ne yapıyorlar?

İktidar ortağı MHP asgari ücretin (enflasyonun da, açlık sınırının da altında kalacak bir şekilde) net 2,517 TL olmasını önerirken, Saadet Partisi bunun 2,900 TL,  İYİ Parti 3,000 TL, CHP 3,100 TL, Gelecek Partisi 3,300 TL ve HDP 4,000 TL olmasını talep ediyor.(1)

Öneriler sınıfsal tercihleri açığa çıkartıyor

Partilerin önerdiği asgari ücret rakamları, sermaye sınıfı ile kurdukları ya da kurmak istedikleri ilişkiyi gösterircesine yelpazenin Sağ’ından Sol’una doğru artarak gidiyor.

Örneğin MHP dört kişilik bir ailenin açlık sınırında bir ücret (2,517 TL)  önerirken, Saadet Partisi zam önermiyor ancak mevcut asgari ücretten gelir vergisi alınmamasıyla net ücretin 2,900 TL’nin üzerine çıkacağını söylüyor. Yıllarca mevcut iktidarın ekonomi politikalarını yürütmüş olan Babacan başta olmak üzere bazı eski AKP’lilerin kurduğu DEVA Partisi mevcut asgari ücretin Çin’dekinden bile düşük olduğunu belirtmekle yetiniyor.(2) Yani şu ana kadar her hangi bir somut öneride bulunmuş değil. Bu da Partinin sermaye sınıfına bakışının ve onunla ilişkilenme biçiminin bir sonucu olsa gerek. Belli ki sermayeyi küstürmek istemiyor.

Devleti ve sermayeyi işçi sınıfı dâhil tüm toplumun üzerinde tutan bir geleneğin devamı olan Gelecek Partisi, İYİ Parti ve CHP’nin önerileri de bu ideolojileriyle uyumlu.

Bu bağlamda, sermaye ve devlete bakışları ve bu yöndeki pratikleri diğer partilerden farklı olan, programlarında ülkedeki halkların çıkarlarını öncelediğini ileri süren (3) HDP’nin en yüksek rakamı önermesi sürpriz değil.

“Sarı” bile olamayan sendikalar suskun

AKP iktidarları döneminde net bir biçimde sermaye ve iktidarın yanında saf tutan HAK- İŞ her hangi bir rakam önermeyerek, muktedirden “hesap yaparken yılsonu enflasyon oranını esas almasını” istiyor.(4)  TÜRK- İŞ ise her hangi bir rakam önermiyor, önce işveren ve devletin önerisini görmek istediğini söyleyerek (5) zamana oynuyor.

Ülkenin üçüncü büyük işçi sendikası konumundaki DİSK ise asgari ücretin net 3,800 TL olmasını talep ediyor. Bunu yaparken kendi bünyesinde yaptırdığı bir araştırmayı dayanak olarak gösteriyor.

DİSK’in talebi kayıpları karşılamaktan uzak

Bu araştırmaya göre;  “1978’de kişi başına milli gelirin yüzde 3,4 üzerinde olan asgari ücret, aradan geçen 42 yılda kişi başına milli gelirin yüzde 40 altına düştü. Eğer asgari ücret kişi başına gelire paralel olarak artsaydı, brüt asgari ücretin 2020 yılında 2.943 TL değil, 4.995 TL olması gerekiyordu. 2003 yılında asgari ücretin yıllık tutarı ile 25 Cumhuriyet altını alınabilirken, 2020’de sadece 10 altın alınabiliyor. 2016’da 430 dolara yükselen asgari ücret Ocak-Kasım 2020 ortalama döviz kurlarına göre 336 dolara geriledi”. (6)

Kısaca araştırma, işçi sınıfının milli gelir artışından aldığı payın sürekli düştüğünü, yükselen döviz kurlarıyla da işçilerin hızla yoksullaştığını ortaya koyuyor (kaldı ki TÜİK’in son ekonomik büyüme verilerine göre, işçiler bu yılın üçüncü çeyreğinde, önceki çeyreğe göre, milli gelirden 3 puan daha az pay aldı ve payları yüzde 29,9’a düştü).

Buradan hareketle de DİSK,  2021 yılı için asgari ücretin en az net 3,800 TL olmasının (şu ana kadarki kayıpları karşılamasa da) yerinde ve haklı bir talep olduğunu ileri sürüyor.

Bir haneye iki asgari ücret girmiyor, girse bile hane yoksulluk sınırının altında kalıyor

Diğer taraftan, TÜRK-İŞ Kasım ayında 4 kişilik bir ailenin açlık sınırının 2,517 TL ve yoksulluk sınırının 8,198 TL olduğunu açıkladı.(7)  Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ise asgari ücret belirlenirken; işçilerin ve ailelerinin ihtiyaçlarının, ülkedeki genel ücretlerin düzeyinin, yaşam maliyetlerinin, sosyal güvenlik/yardım ödemelerinin ve diğer sosyal grupların göreli yaşam standartlarının dikkate alınması gerektiğini vurguluyor.(8)

Keza Covid-19 salgınının emek piyasasını çok fena vurduğu bir gerçek. 10 milyonu bulan işsiz ve eksik çalışan sayısı dikkate alındığında bir haneye iki asgari ücretin girmesi çok zor. Kaldı ki bu gerçekleşse dahi 3,800 TL’lik öneri haneyi yoksulluk sınırından çıkartmıyor.

Eğer, raporda vurgulandığı gibi,  asgari ücretten beklenen amaç işçileri Covid-19’un neden olduğu zarardan, yoksullaştırıcı etkilerinden korumaksa bu talep bunu karşılamaya yetmez.

Kısaca Covid-19 gerçeği DİSK’in talebini daha yüksek tutmasını gerektiriyor. Ya da ücret gelirinin istihdamla bağının giderek koptuğu böyle bir dönemde Herkese Temel Gelir gibi araçların işçi sınıfı perspektifinden nasıl politikleştirilebileceği üzerinde düşünülmeli.

Asgari ücret mücadelesi emek sömürüsünü azaltma mücadelesidir

Kaldı ki asgari ücret meselesinin asıl önemli kısmı emek sömürüsüyle ilgili. Çünkü asgari ücret bir yıl boyunca işçi sınıfının yarattığı değerin ne kadarının kendisinden artı değer sömürüsü (kâr, faiz, vergi vb) biçiminde alınacağına karşı verilen bir mücadele aracı olmak zorunda. Ne kadar yüksek net asgari ücret o kadar az artı değer sömürüsü demek. Yani bu mücadele sınıf mücadelesinin en somut, en net biçimlerinden biri. Sendikaların da asıl görevi bu sömürüyü azaltma mücadelesi vermek değil mi?

Keza asgari ücret artışı genel ücret düzeyini ve bunun artışını da etkiliyor. Bu nedenle, asgari ücret sadece asgari ücret civarında ücret alanları değil, bütün ücretli çalışanları ve aileleriyle birlikte on milyonlarca yurttaşı ilgilendiren bir konu. Ayrıca sosyal güvenlik primlerinin alt ve üst sınırı asgari ücrete bağlı olarak belirleniyor. İşsizlik ödeneklerinden, emekli aylıklarına kadar pek çok ödeme asgari ücret düzeyinden etkileniyor. Özellikle salgın döneminde büyük önem taşıyan kısa çalışma ödeneği de asgari ücrete oranla hesaplanıyor.

Son olarak, asgari ücret ülkemizde giderek ortalama ücrete dönüşmüş durumda. Öyle ki asgari ücretin yüzde 20 fazlası ve altında ücret alan işçilerin sayısı 9,7 milyon. Bütün ücretli çalışanların yüzde 50’ye yakını bu kapsamda yer alıyor. Tüm ücretli çalışanların yüzde 64’ü ise (12,5 milyon işçi) asgari ücretin altı ile asgari ücretin bir buçuk katı arasında bir ücret elde ediyor. (9)

Verili gerçekler sendikanın elini zayıflatıyor

Durum bu ise, DİSK neden yoksulluk sınırının da altında kalan 3,800 TL’lik bir öneride bulunuyor? Kuşkusuz Covid-19 ile birlikte iyice otoriterleşen rejim, 10 milyonu bulan işsiz sayısı, son derece güçsüz konumdaki işçi sınıfı örgütleri, sendikalar, Tespit Komisyonu’nun yapısı gibi verili durumlar sendikayı böyle bir tutuma zorluyor. Bu yüzden de uzlaşılabileceği umut edilen en yüksek rakam talep ediliyor.

Sınıfın gücüne gerçekten inanıyor muyuz?

Diğer yandan bu tutum, sınıfın eldeki nispeten en dirençli örgütü konumundaki bir sendikanın dahi ücret sendikacılığına sıkıştığını,  sınıfın gücünü harekete geçirebilecek güçlü ve haklı bir ekonomik-politik bir zeminde durduğunun ve tüm topluma sunabileceği güçlü bir işçi sınıfı ideolojisine sahip bulunduğunun yeterince bilincinde olmadığını gösteriyor.

Ayrıca görüşmelerin sonucunda ortaya çıkacak rakamın 3,800 TL’nin çok altında olacağı da peşinen biliniyor? Çünkü Komisyon’un bir adalet sağlama arayışı içinde olmadığı çok açık Bu konuda geçmiş yıllara bakmak yeterli. Raporun da vurguladığı gibi, 1978 yılından bu yana gerçekleşen ekonomik büyüme adil bir biçimde ücrete yansıtılsaydı şu anki asgari ücret en az iki kat olurdu.

Örgütlü mücadele yoksa kazanım da yok!

Kısaca tarih bize müesses nizamın, işçilerin kendilerinin yarattığı değerden adaletli bir pay alma talebini her zaman reddettiğinin, işçilerin de örgütlü bir biçimde mücadele etmeden kazanım elde edemediğinin çok sayıda örneğiyle dolu olduğunu gösteriyor.

Ayrıca ücret-fiyat ilişkisi dikkate alındığında kapitalist toplumda ücret artışlarının enflasyonist etkileri de söz konusu. Ülkede özellikle de yüksek döviz kurları olmak üzere birçok nedenden dolayı hali hazırda yüksek bir enflasyon mevcut. Böylece 3,800 TL’lik bir asgari ücretin dahi yılın ilk bir kaç ayında yüksek enflasyon karşısında erimesi kaçınılmaz olacak.  

Kısaca kapitalizmin sürekli durgunluk ya da kriz içinde olduğu bir dönemde sadece ücret sendikacılığı yaparak elde edeceğimiz ücretlerin reel değerini koruyabilmek imkânsız. Bu kazanılması mümkün olmayan bir yarış gibi bir şey.

Ne yapmalı, neyi talep etmeliyiz?

Kapitalizmin ücretli emek sömürüsüne dayalı bir sermaye birikim sistemi olduğunu biliyoruz. Nihai talep böyle bir ücretli emek köleliğine son vermek olabilir. Ancak bu yolda ilerlerken yapılacak çok şey var. Öncelikle bu ücreti yeniden tanımlamamız gerekiyor. Emek örgütlerince sıklıkla dile getirildiği gibi bu “geçinilebilir bir yaşam ücreti karşılığı olan bir asgari ücret” olabilir.

“Geçinilebilir bir yaşam ücreti”

Geçinilebilir bir yaşam ücreti tartışması  bazı kaynaklara göre Antik Yunan’da  Aristo ve Platon’a, 13. yüzyılda St.T. Aquinas’a, 18.yüzyılda Adam Smith’e  ve 1890’dan bu yana Papalık Kurumuna kadar gidiyor. BM’nin Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi (1948) ve ILO Anayasası (1919) işçilerin kendilerine ve ailelerine tatmin edici bir yaşam standardı sunmaya yetecek bir geçinilebilir yaşam ücreti elde etmesi gerektiğini savunuyor.  21.yüzyılın başlarında ABD’de 100 civarında belediye ve üniversitede ve hatta birçok çok uluslu şirkette böyle bir ücretin uygulanmasına başlandı. (10)

Ancak insan onuruna yakışır bir biçimde yaşamak için sadece bunu karşılayacak bir gelir elde etmek yeterli olmaz. Buna ilave olarak insanların, temel kamusal hizmetler ya da müşterekler olarak da adlandırılan eğitim, sağlık, barınma, ulaştırma, iletişim, internet ve ısınma gibi hizmetlere de nitelikli ve ücretsiz olarak ulaşabilmeleri gerekir. Çünkü bu hizmetler sunulmadığında gelirin de her hangi bir anlamı kalmaz.

Yani işçiler, yukarıda sayılan müştereklerimizi oluşturan kamusal hizmetlere ücretsiz, eşit ve etkin bir biçimde erişebilmeli. Böyle bir temelin üzerinden gıda ve dayanıklı tüketim mallarına ve diğer mallara erişimi yeterli bir biçimde karşılayacak bir geçinilebilir yaşam ücreti olarak asgari ücret müzakeresi yapılabilir.

Bu yapılırken sınıfın en çok ezileni konumundaki kadın işçiler ve ötekileştirilmiş diğer kimliklere mensup işçilerin bu hizmetlerden öncelikli olarak yararlanmasının sağlanması yüzlerce yıllık eşitsizliği ortadan kaldırmanın bir yolu olabilir.

Asgari ücret vergi dışı tutulmalı

Böyle bir ücretin her türlü vergi ve benzeri mali kesintinin dışında tutulması gerekir. Çünkü hali hazırda Türkiye’de bir işçi haftada 50 saate kadar çalışıyor. Buna karşılık haftada sadece 36 saat çalışan bir OECD üyesi ülke işçisinden en az üçte bir oranında olmak üzere daha ağır bir vergileme ve prim kesintisine tabi tutuluyor.(11) Hali hazırda asgari ücretliden, ülkedeki pek çok meslek grubuna mensup birisinin dahi ödemediği 619 TL’lik bir Gelir Vergisi alınıyor. Ayrıca SGK kesintisi yapılıyor.

Bugüne kadar asgari ücretle çalışan işçilerden alınan gelir vergisinin miktarı ilk vergi dilimi tarifesi düşük tutularak artırıldı. Öyle ki 2003 yılında ilk vergi dilimi tarifesi asgari ücretin 15-16 katı iken, AKP iktidarlarında vergi dilimi tarifeleri asgari ücretten ve enflasyondan daha az artırıldığından 2020 yılına gelindiğinde ilk vergi dilimi asgari ücretin 7,5 katına geriledi.(12)

Kuşkusuz işçi sınıfının yoksulluğunu artıran, başta KDV ve ÖTV gibi vergiler olmak üzere, dolaylı vergiler de var. Bunların da sıfırlanması gerekiyor. Çünkü bu vergiler pratikte sadece emekçiler tarafından ödenen vergiler haline geldi.

Asgariyi konuşmak kadar azamiyi de konuşmak gerek

Diğer taraftan neden “ücretin asgari düzeyi” tartışıldığı gibi, “diğer gelirlerin azami düzeyi ” de tartışılmıyor ve “ böyle gelirlere bir üst sınır konulması” talebinde bulunulmuyor?

Bir başka deyimle, gelirin en altına sözde sınır konulurken, neden diğer gelirlere (faiz, rant, kâr gibi) bir üst sınır getirilmiyor ve emekçilerle sermayedarlar arasındaki uçurum daha da derinleştiriliyor?

Böyle bir gelir ve servet farklılığının hem sosyal, hem de politik olarak geniş yığınları yoksullaştırıp güçsüz bırakırken, bir avuç zenginin gücünü daha da pekiştirdiği açık değil mi?

Kısaca toplum etiği ve iyiliği açılarından gelirin asgari bir düzeyin altına inmemesi kadar, belli bir düzeyin üzerine çıkmaması da son derece önemli. Nasıl ki trafikte aşırı hız yasağı ya da av yasağı toplumun ve doğanın iyiliği için gerekliyse, üst gelirlere sınır getirilmesi de toplum iyiliği ve toplumsal barış için gerekli.(13)

Vergi oranı belli bir düzeyden sonra yüzde 100’e çıkartılabilir

Gelire üst sınır koymanın en kestirme yolu, vergilemeyi düşük gelirliler lehine olmak üzere yeniden bölüşüm aracı olarak kullanmak. Yani belli bir düzeye ulaşan en üst gelirlere uygulanan gelir vergisi oranını yüzde 100’e çıkartmak. Benzer bir biçimde belli bir düzeyi aşan her türden serveti de artan oranlı bir biçimde (üst oran yüzde 100’e ulaşacak şekilde) vergilendirmek gerekir.

Bir başka deyimle, yüksek gelirin ve servetin belli bir düzeyden sonrasına vergilemeyle kamu adına el koyup, onu toplumsallaştırmak ve toplumun ortak hizmetlerini finanse etmede kullanmak etkin ve adil bir çözüm olabilir. Böyle bir çözüm, servet zenginlerinin siyasal iktidarlar üzerindeki etkisini azaltarak, halkın gücünün ön plana çıkmasına ve böylece ülkenin demokratikleşmesine de katkıda bulunur.

Diğer yandan “yeni özel sektör yatırımlarının yapılmasını önleyeceği”, “vergi kaçakçılığını teşvik edeceği” ya da “zenginlerin politik güçlerini kullanarak böyle bir vergi düzenlemesine izin vermeyecekleri” gibi savlardan hareketle vergileme yoluyla gelir ve servete böyle bir üst sınır koymanın yapılabilir bir şey olmadığı ileri sürülecektir.

Gelire üst sınırın örnekleri mevcut

Öncelikle, geçmişte böyle müdahalelerin yapıldığı biliniyor. Örnek olarak 1871 Paris Komünü sırasında, kamu görevlisi olarak tanımlanan milletvekilleri, memurlar- bürokratlar ya da belediye başkanlarının maaşlarına üst sınır getirilmesi uygulaması hayata geçirilmeye çalışıldı. 1944-1964 döneminde ABD’de yıllık 400,000 doların üzerindeki gelirlere yüzde 90 oranında gelir vergisi uygulandı.(14) Bugün de bu bakış açısına bağlı olarak, KESK’e bağlı  kamu emekçileri sendikalarında yöneticilerin maaşları, ortalama bir kamu emekçisinin maaşı kadar olabiliyor.

Ayrıca şu anki egemen düşünce biçimi olan “yatırımların sadece özel firma ya da bireyler tarafından yapılabileceği” düşüncesinin piyasacı kapitalist üretim tarzı içinde geçerli olabilecek bir düşünce olduğunun altını çizelim.

Topluma yararlı ve doğaya zarar vermeyen yatırımlar ve buna uygun araçlar seçilmeli

Özellikle de ekolojiye verdiği zarar nedeniyle yatırımlar konusunda seçici davranmalı ve ekolojiye zarar vermeyen, aynı zamanda da  toplum için faydalı olan yatırımlara yönelmeliyiz.

Kâr amacı taşımayan bu tür yatırımlar; işçi sınıfının denetimindeki demokratik merkezi yönetimler,  yerel yönetimler, belediyeler, kooperatifler, yerel meclisler, komünler ve diğer topluluk örgütlenmeleri biçiminde, yerelin öncelikleri gözetilerek demokratik bir biçimde aşağıdan yukarıya doğru planlanabilir. Buna uygun üretim, dağıtım ve bölüşüm modelleri ve araçlarıyla hem daha verimli, hem daha çevreci, hem de bölüşüm anlamında daha adil biçimde gerçekleştirilebilir.

Sendikaların çok güç kaybettiği bir dönemde böyle örgütlenmeler ekonominin toplumsallaştırılmasında ve demokratikleştirilmesinde dönüştürücü bir rol oynayabilirler. Kaldı ki sendikalar ve böyle yapılar, örgütlenmeler birbirini dışlamazlar. Böyle demokratik işçi kooperatifleri, işçi birlikleri işyerlerinin, iş mekânlarının ötesinde daha geniş topluluklarda daha iyi kök salabilirler.

Sermaye gelirlerine üst sınır konulabilmesinin politik zorluklarının bilincinde olarak, bu zorlukları aşabilmek için emekçi halkların çıkarlarını savunan bir paradigmaya, siyasal programa, kolektif özneye ve bunu hayata geçirmeye kararlı bir politik iradeye ihtiyacımızın olduğu açık. Ama öncelikle, sermaye ideolojisinin çeşitli yollarla düşüncemize ve eylemlerimize koyduğu sınırlardan kurtulmamız, kendimizi fikren özgürleşmemiz gerekiyor.

Dip notlar:

(1)  https://kronos34.news/tr/partilerin-asgari-ucret-teklifleri-ne-kim-ne-vaat-ediyor (5 Aralık 2020).

(2)    Agh.

(3)    https://www.hdp.org.tr/tr/parti-programi (17 Aralık 2020).

(4)    https://www.cnnturk.com/ekonomi/2021-asgari-ucret-ne-kadar-olur-hak-is-asgari-ucret-icin-ne-ded (16 Aralık 2020).

(5)    https://www.ntv.com.tr/ekonomi/turk-isten-asgari-ucret-aciklamasi (13 Aralık 2020).

(6)    DİSK-AR, “Salgın günlerinde asgari ücret gerçeği araştırması”, http://disk.org.tr/2020/12.

(7)    http://www.turkis.org.tr/Kasım-2020-Açlık- ve-Yoksulluk sınırı (26 Kasım 2020).

(8)    Asgari Ücret Belirleme Anlaşması (1970-No. 131 Madde 3/a,  http://www.ilo.org (17 Aralık 2020).

(9)   DİSK-AR, agr.

(10)                    Richard Anker , Estimating a living wage: A methodological review, Conditions of Work and Employment Programme,  ILO, 2011. 

(11)                    OECD, Taxing Wages 2020, OECD Publishing, Paris, https://doi.org (May 2020).

(12)                      DİSK-AR, agr.

(13)                    Sam Pizzigati,  Greed and Good: Understanding and Overcoming the Inequality that Limits Our Lives, Rowman & Littlefield Publishers, 2004;  Sam Pizzigati , The Rich Don’t Always Win: The Forgotten Triumph over Plutocracy that Created the American Middle Class, 1900-1970, Seven Stories Press, 2012.

(14)                    Sam Pizzigati,  “Do We Need a Maximum Wage?”, http://inequality.org (25 September 2015).

 

 

12 Aralık 2020 Cumartesi

Varlık affı: vergi politikaları büyük servet sahiplerinin hizmetinde

Varlık affı: vergi politikaları büyük servet sahiplerinin hizmetinde

Mustafa Durmuş

12 Aralık 2020

Covid-19 Salgını tüm dünyada başta sağlık olmak üzere, gelir ve istihdam programlarını desteklemek için gerekli olan kamu harcamalarında ciddi artışlara yol açtı. Salgının tetiklediği ekonomik kriz yüzünden vergi gelirleri belirgin bir biçimde azaldı, devlet borçları ise adeta patlama yaptı.

Bu durum yeni kamu finansmanı kaynakları bulmayı gerektiriyor. Diğer yandan Türkiye’de olduğu gibi, dolaylı vergilerin ağırlığından ötürü, vergilerin asıl yükü emekçilerin üzerinde. Bu kesimlerden daha fazla vergi alınması hem ekonomik olarak anlamlı değil, hem de son derece adaletsiz.

Servet vergisi gündemde

Bu yüzden de dünya artık şu ana kadar vergilendirilmemiş bir kaynağı, servetin vergilendirilmesini konuşmaya başladı. Tek seferlik ya da 5-10 yıllık artan oranlı servet vergileri üzerinde çalışılıyor.

Bu vergiyi pratiğe geçirmeye hazırlanan bir ülke var: Arjantin Covid-19 Salgınının neden olduğu sağlıkla ve ekonomi ile ilgili sorunlarla mücadelede kullanılmak üzere tek seferlik bir servet vergisi alacak. Bu vergi yaklaşık 2,5 milyon dolar ve üzerinde servet sahibi olan yaklaşık 12,000 zenginden alınacak. (1)

Serveti Arjantin’de olanlar servetlerinin yüzde 3,5’ini, yurt dışında olanlarsa yüzde 5,25’ini vergi olarak ödeyecekler (Arjantin kökenli şirket ve bireyler ülke milli gelirinin yüzde 38’ine denk düşen bir serveti vergi cennetlerinde tutuyor). Toplanan verginin beşte biri sağlık ekipmanı alımı, beşte biri KOBİ’lere destek, beşte biri öğrenci bursları için kullanılacak.

Aynı soruna birbirinin zıddı iki yaklaşım  

Bizde ise, bırakın çok zenginlerden servet vergisi alınması için her hangi bir çaba gösterilmesini, çıkartılan son torba Kanun ile bazı zenginlerin kayıt dışı servetleri meşrulaştırılıyor. Yani Arjantin en azından Covid-19 bahanesiyle zenginini vergilendiriyor, biz ise vergisini ödememiş zenginleri affediyoruz.

Bilindiği gibi, son torba Kanun (2) ile yeni bir varlık affı getirildi. Öyle ki ülke vatandaşlarına ve kurumlarına ait, yurt içinde ya da yurt dışında tutulan ancak Türkiye’de finansal sisteme sokulmamış bulunan (kayıt dışı)  para, altın, döviz,  menkul kıymet ve diğer sermaye piyasası araçlarının 30 Haziran 2021'e kadar Türkiye'deki banka veya aracı kuruma bildirilmesi halinde; bu gerçek ve tüzel kişilere, bu serveti “nereden buldun” sorusu sorulmayacak, bu servetler üzerinden her hangi bir vergi alınmayacak ve her hangi adli bir soruşturma ya da geriye dönük vergi incelemesi de yapılmayacak.

Bu düzenleme, maalesef bu ülkede hem kriz dönemlerinin büyük servetlerin, sahipleri için nasıl bir fırsata dönüştürüldüğünün bir kanıtı, hem de 2004 yılında “nereden buldun” uygulamasına son veren siyaset anlayışının geldiği son nokta.

Bu yedinci servet affı

Türkiye’de varlık affı ilk kez yapılmıyor. Son 12 yılda altı kez yapıldı ve finansal sisteme yaklaşık 150 milyar liralık kayıt dışı para sokularak meşrulaştırıldı. Daha önceki aflarda cüzi bir miktar vergi ödeme şartı olduğundan şu ana kadar toplamda 3,3 milyar liralık bir vergi geliri elde edilebildi.(3)  

Kara para aklama

Bu af bir kısım kara paranın aklanmasıyla sonuçlanacak. Böylece vergi cennetlerinde tutulan rüşvet, uyuşturucu satışı ve silah ticareti gibi faaliyetlerden ve her türlü vergiden kaçırılan büyük kârlardan elde edilen servetler de dâhil olmak üzere, normalde ceza kanunu gereği suç teşkil eden faaliyetlerden elde edilen servetler aklanmış olacak.

Böyle afların meşrulaştırdığı servetler borsa ve portföy yatırımlarıyla yasal olarak daha da büyütülecek. Ancak bunlar ülkenin karşı karşıya kaldığı finansal ve ekonomik sıkıntıları ortadan kaldırmaktan ve spekülatif atakları önlemekten ziyade, yüksek kâr ve politik rant içeren iş ve projelerde (sonuçta daha fazla servet biriktirmek için) kullanılacak. Bu arada mevcut ekonomik adaletsizlikler artarken, ülke finansal krize bir adım daha da yaklaşacak.

Bu durum  (siyasal iktidarın faiz lobisi iddiasının aksine) sadece faiz politikalarının değil, vergi politikalarının da finans kapitalin kontrolüne girdiğinin, kriz fırsatçılığının devrede olduğunun açık bir ispatı.

Dünyada servet zenginleri

“Bu kadar servet neden var, nasıl birikir ve neden bir kısmı kayıt dışında, vergi cennetleri denilen yerlerde tutulur?” sorusu,  çağdaş kapitalizmde artık en uç noktalara kadar erişmiş olan emek sömürüsü ve doğa talanı gerçeğini görmeden yanıtlanamaz. Çünkü böyle servetler yoğun bir emek sömürüsü ve doğa talanından elde ediliyor.

Kapitalizmin eşitsizlikler üzerinden temellendiği ve bu eşitsizlikleri sürekli olarak yeniden ve daha büyük çapta ürettiği bilimsel bir saptama. Bu eşitsizliklerin başında da (emek-sermaye, kadın-erkek eşitsizliği, kimlikler ve inançlar arasındaki eşitsizliklerin yanı sıra) gelir ve servet eşitsizlikleri geliyor.

Gelir dağılımı: Yüzde 5 yüzde 46’ya el koyuyor

Bir araştırmaya göre, dünyadaki en zengin yüzde 1’lik nüfus her yıl toplam küresel gelirden 19 trilyon dolar pay alıyor (küresel hasılanın beşte birinden fazla). Bu; aralarında Norveç, İsviçre, Arjantin, tüm Orta Doğu ülkeleri ve tüm Afrika Kıtası ülkelerinin bulunduğu toplam 169 ülkenin elde ettiği gelirden daha fazla. Geriye kalan (69 trilyon dolarlık) küresel gelir de eşit dağıtılmıyor. Öyle ki yıllık gelirleri 100,000 doların üzerinde olan en zengin yüzde 5’lik azınlık küresel gelirin yüzde 46’sına el koyuyor (40,4 trilyon dolar). (4) Küresel ekonomik büyüme de zenginlere yarıyor çünkü ekonomik büyüme arttığında bu seçkinlerin gelirleri de artıyor.

Servet dağılımı: Yüzde 1 yüzde 43’ün sahibi

Servette de benzer, hatta daha kötü bir tablo söz konusu. Küresel servet dağılımı konusunda raporlarıyla da bilinen bir finans kuruluşu olan Credit Swiss’e göre, küresel servet 2019 yılı sonu itibariyle 399 trilyon doları aşıyor. Bu servetin dağılımı ise şöyle: Dünyanın en zengin yüzde 1’lik yetişkin nüfusu servetin yüzde 43,4’ünü elinde tutarken (173 trilyon dolar), en yoksul yüzde 54’lük yetişkin nüfusun payına düşen sadece yüzde 1,4 (5,4 trilyon dolar). (5)

Dünyadaki en fazla dolar milyarderine sahip bulunan ülke olan ABD’de en zengin 50 milyarderin servetinin toplamı (yaklaşık 2 trilyon dolar)  ülke nüfusunun yarısını oluşturan en yoksul 165 milyon insanının servetinin toplamına (2,08 trilyon dolar) eşit. (6)

Avrupa Birliği ülkelerinde en zengin yüzde 1’lik nüfus servetin yüzde 22,5’ine, en zengin binde 1 ise yüzde 10’una sahip.  (7)  Türkiye’de en zengin yüzde 1’lik nüfus toplam servetin yaklaşık yüzde 54’üne ve en zengin yüzde 10’luk nüfus yüzde 78’ine el koymuş durumda. (8)

Covid-19 eşitsizliği daha da artırdı

Kısaca servet hem dünya da, hem de Türkiye’de son derece adaletsiz bir biçimde dağılıyor. Covid-19 Salgını ise dünyanın en zenginlerinin servetini azaltmadığı gibi daha da artırdı.

Öyle ki dünyanın en zengin 2,189 milyarderinin toplam serveti bu yılın Haziran ayı sonu itibarıyla 10,2 trilyon dolara çıktı. Bu son üç yılda 1,3 trilyon dolarlık artış anlamına geliyor. (9) ABD’de milyarderlerin toplam servetinde Salgının başladığı Mart ayından Kasım başına kadar 1 trilyon dolardan fazla artış oldu (yüzde 34 oranında). (10)

Finans ve teknoloji zenginleri liste başı

Dünyanın bu dolar milyarderlerinin servetlerini elde ettikleri ilk beş iktisadi faaliyet alanı büyüklük sırasına göre şöyle: Finans, teknoloji, moda ve perakende, emlak-konut, gıda-içecek sektörleri. Sanayi sektörü bunlardan sonra geliyor.

Bu kadar büyük servetler kuşkusuz sadece fabrika ya da alt yapı yatırımı gibi sermaye yatırımları biçiminde tutulmuyor. Başta mevduat olmak üzere, borsadaki paylar, hazine bonoları ve devlet tahvilleri, çeşitli fonlar, türev araçlar gibi menkul kıymetler ve altın biçiminde tutuluyor.

Vergi cennetleri

Dolar milyarderleri servetlerini ağırlıklı olarak kendi ülkelerinde tutarken, bir kısmını da vergi ve diğer kaygılardan ötürü “vergi cennetleri” olarak bilinen, vergisiz ve servet sahipleri hakkında hiçbir bilgi verilmeyen “güvenli” bölgelerde tutuyorlar.

Bu güvenli bölgeler sadece British Virgin Islands, Panama, Bahama, Seychelles gibi adalarda ya da küçük ülkelerde değil, Londra (İngiltere), New York (ABD), İsviçre, İngiltere ve Hong Kong gibi ülkelerde ya da kentlerde de işlevsel durumdalar.

Bu merkezler büyük servetleri çekebilmek için, tam gizlilik dâhil pek çok özel avantaj sunuyorlar,  aynı zamanda birçok ülkenin büyük hırsızlarının,  diktatörlerinin servetlerine de kalkan vazifesi görüyorlar.

Finans seçkinlerinin cenneti çoğunluk için cehennem etkisi yaratıyor

Bu servetlerin çıkarıldığı ülkelerin ekonomileri tasarruf/ sermaye yetersizliği nedeniyle yabancı sermayeye daha fazla bağımlı hale gelirken, devletleri de kaçan bu servetlerden vergi alamadığı için, sağlık ve eğitim gibi birçok temel kamusal mal ve hizmet yeterince yerine getirilemiyor.

Sermaye ve serveti yeterince vergilendirmeyen ya da vergilendiremeyen devletlerse (genelde piyasa faizlerinin çok üstünde faiz oranlarından) dış borç almaya yöneliyorlar.

Böylece, zengin bireyler ve büyük şirketler ülkede emek sömürüsü ve doğa talanı üzerinden sağladıkları servetlerini bu cennetlerde daha da büyütürken, giderek artan devlet borcunun yükü halkın üzerinde yıkılıyor. Bu da azgelişmiş ülkelerin (servet zenginleri ve onların desteklediği siyasal iktidarlar dışında) yoksul emekçilerini, halklarını daha da yoksullaştırıyor.

Özetle, devlet borçlarındaki artışın nedenlerinden biri de büyük şirketlerin ve çok büyük servetlerin sahiplerinin kolayca vergi ödemekten kaçınabilmeleri ya da vergi kaçırabilmeleri.  Serveti ve kârları vergilemeye dönük çabalarsa sonuçta neo-liberalizmle birlikte önündeki bütün engellerin kaldırıldığı sermayenin, servetin vergi cennetlerine transfer edilmesiyle sonuçlanıyor. Bugün neredeyse hiçbir ülke çok uluslu şirketlerin bu talanından kurtulabilmiş değil.

Ulus devletler ve G7 ve OECD gibi uluslararası örgütlenmeler sözde vergi cennetlerine karşı çıkıp, bunların denetlenmesi gerektiğini söylerken, gerçekte somut adımlar atmıyorlar. Çünkü en başta G7 ülkeleri vergi kaçıran çok uluslu şirketlere ev sahipliği yapıyor. (11) Bu da ulus devletlerin desteği olmaksızın böyle bir servet (dolayısıyla da vergi) kaçırmanın mümkün olamayacağını gösteriyor.

Vergi cennetlerindeki servetler dünya hasılasının yüzde 10’unu oluşturuyor

Bir uluslararası araştırma (2017), dünya hasılasının ortalama yüzde 10’unun (8 trilyon dolar civarında) vergi cennetlerinde tutulduğunu, ancak bu oranın İskandinav Ülkelerinde milli gelirin yüzde 3-5’inde ve Avrupa’da yüzde 15’inde kalırken, bazı Körfez ülkeleri, Rusya ve bazı Latin Amerika ülkelerinde neredeyse yüzde 60’a kadar çıktığını ortaya koyuyor. (12)

Türkiye yüzde 18-19.

Aynı araştırmada, T.C. vatandaşı bireylerin ve Türkiye’de yerleşik şirketlerin yurt dışında tuttukları servetlerin tutarının ülke milli gelirinin beşte biri büyüklüğüne eriştiği bilgisi de mevcut (150-170 milyar dolar). (13)  Türkiye kaynaklı bazı açıklamalarsa bu rakamın en az 200 milyar dolar olduğunu ileri sürüyor. (14)

Sadece vergileme yüzünden değil

Her ne kadar servetlerin bu merkezlere kaçmasında; dünya ticaretinin yarıdan fazlasının fiilen bu merkezler üzerinden yapılıyor olması, kârı gizlemek için kâr kaydırması yapılması (dolayısıyla da vergi ödenmemesi), diktatörlerin, yolsuzluğa bulaşmış politikacıların ve bürokratların rüşvet yoluyla elde ettikleri servetlerini yurt dışına kaçırmaları,  servetlerin bir kısmının uyuşturucu ve silah kaçakçılığı başta olmak üzere yasa dışı yollarla elde ediliyor olması gibi genel nedenler ileri sürülebilirse de, nedenler ülkelere göre farklılaşabiliyor.

Örnek olarak; ABD hala çok uluslu şirketlerin kârlarının vergilendirilmesinde (örneğin İngiltere ile kıyaslandığında) göreli olarak katı bir vergileme rejimine sahip bir ülke. Bu nedenle de ABD kaynaklı çok uluslu şirketlerin yurt dışında elde ettikleri kârların yüzde 45’i vergi cennetlerine kaydırılıyor,  vergiden kaçırdıkları kârın tutarı ise 2,4 trilyon doları buluyor. (15) Beş büyük ABD’li çok uluslu şirketin böyle merkezlerde tuttukları kârları ise (2016’da) şöyle:  Apple: 216 milyar dolar, Microsoft: 111 milyar dolar, Cisco: 60 milyar dolar, Oracle Corp: 51 milyar dolar ve Alphabet Inc: 48 milyar dolar. (16) Böylece vergi cennetlerindeki operasyonları sayesinde, bu şirketler toplam faaliyetleri üzerinden ödemeleri gereken kurumlar vergisinin efektif oranını yüzde 21’den ortalama yüzde 14’e kadar (üçte bir oranında) indirebiliyorlar. (17)

Hatta bazı çok uluslu şirketler için bu oran yüzde 5’in altına düşüyor. Örneğin dünyanın da en büyük çok uluslu şirketlerinden olan General Electric’in (GE) ABD’ deki kârları üzerinde ödediği efektif verginin oranı sadece yüzde 3,4. (18)

Küresel çapta yılda 427 milyar dolarlık vergi geliri kaybı

Kuşkusuz vergi cennetleri çok ciddi bir vergi geliri kaybına neden oluyor. Öyle ki ABD ve AB ülkeleri bu operasyonlar yüzünden yıllık kurumlar vergisi gelirlerinin yüzde 20’sinden (kabaca 60 milyar avro)  mahrum kalıyorlar. (19)

Bir IMF araştırmalarına göre ise, kârların böyle bölgelere kaydırılmasının OECD dışında kalan ülkelere neden olduğu yıllık vergi geliri kaybı 200 milyar doları (milli gelirlerinin ortalama yüzde 1,3’ü) buluyor. (20)

Vergi cennetleri ve diğer vergiden kaçınma / kaçırma uygulamaları yüzünden ülkelerin uğradığı vergi gelir kaybı ile ilgili son çalışma (21) bu kaybın çok daha büyük olduğunun, yıllık 427 milyar dolar olduğunun altını çiziyor. (22)

Türkiye: yılda 2,7 milyar dolarlık vergi geliri kaybı

Türkiye’ninse her yıl böyle küresel vergi usulsüzlükleri ve vergi cennetlerinde tutulan vergilendirilmemiş servetler yüzünden 2,69 milyar dolar vergi geliri kaybına uğradığı ileri sürülüyor. Bu miktarın dörtte üçü vergi ödemeyen / kaçıran şirketler, kalanı ise zengin bireyler yüzünden ortaya çıkıyor. Bu rakam ülkenin toplam vergi gelirlerinin yüzde 1,8’ine ve kişi başına yaklaşık 33 dolara denk düşüyor. (23)

Kayıp vergi ile Türkiye’de 250 bin hemşire daha istihdam edilebiliyor

Böyle vergi geliri kayıpları küresel olarak sağlık harcaması bütçesinin yüzde 9,2’sine ve 34 milyon hemşirenin toplam ücretine denk düşen bir büyüklüğü oluşturuyor.

Bu durum azgelişmiş ülkelerde çok daha vahim zira bu kayıplar bu ülkelerin sağlık harcamalarının ortalama yüzde 52,4’ü büyüklüğünde. Yani bu vergi kayıpları önemli ölçüde azaltılabilse, özellikle de Covid-19 Salgını ile mücadelenin bu denli önemli olduğu bugünlerde, bu gelirlerle milyonlarca yeni sağlık personeli istihdam edilebilir.

Türkiye’nin uğradığı vergi geliri kaybı ise Sağlık Bakanlığı’nın gelecek yılki bütçesinin yüzde 27’sine denk düşüyor (yaklaşık 21 milyar lira). Bu vergiler tahsil edilebilse 250.000 civarında hemşire daha istihdam edilebilir ve böylece 140.000 olduğu ileri sürülen hemşire açığı fazlasıyla kapatılabilir. 

7.000’i hemşire, 1.700’ü ebe ve 2.864’ü sağlık teknikeri/teknisyeni olmak üzere 14 branşta 12 bin sağlık personelinin alınacağının açıklandığı (24) bugünlerde böyle bir gelirin ne kadar önemli olduğu çok açık.

Asıl neden servet sahiplerinin kimliğinin gizli tutulması

Vergi cennetleri olgusunun sadece yüksek vergilerle ya da servet sahiplerinin endişelenmesine yol açan bazı politik gelişmelerle açıklanabilmesi zor. Çünkü en yüksek vergi oranlarına sahip Norveç ve Danimarka gibi ülkelerde normalde bu cennetlere yönelimin en fazla olması beklenirken, yukarıda da açıklandığı gibi, yüzde 3-5 ile en düşük yönelim bu ülkelerde gerçekleşiyor. Buna karşılık demokrasinin göreli olarak daha iyi işlediği Arjantin’de (yüzde 38) bu oran Türkiye’nin de üzerine çıkıyor. Suudi Arabistan ise en yüksek yönelimi gösteriyor (yüzde 57).

Kısaca Türkiye’nin zenginlerinin vergi cennetlerine yöneliminin nedeni onların çok ağır vergilendirilmesi değil. Çünkü servetleri üzerinden vergi ödemiyorlar. Asıl olarak, bu merkezlerin söz konusu servetlerin sahipleri ve servetlerin tutarları hakkında son derece ketum davranmaları, bu konuda hiç bilgi vermemeleri ve biraz da, çeşitli gerekçelerle servetlerine el konulabileceği korkusu ya da  bu servetlerle ilgili olarak ülke halkının bir gün hesap sorabileceği endişesi bu kararlarında etkili oluyor.

Bir başka deyişle, Türkiye kökenli servetlerin bu cennetlere yöneliminde vergi ikinci planda kalıyor çünkü Türkiye servetin hiç vergilendirilmediği, aynı zamanda da uluslararası yatırımlar da dâhil olmak üzere sermaye vergilemesi açısından dünyanın en liberal vergi sistemine sahip ülkelerden biri.

Burjuva iktisat teorisi ve burjuva siyaseti de böyle bir konumun, “rakiplerine kıyasla uluslararası yatırım pastasından daha fazla pay alabilmek,  daha fazla uluslararası yatırım çekebilmek için gerekli olduğunu” ileri sürüyor.

Uluslararası vergi rekabeti endeksi

Bu bağlamda, dünyadaki vergi sistemlerini uluslararası vergi rekabeti açısından sıralayan ve düzenli olarak her yıl hazırlanan bir endeks var: Uluslararası Vergi Rekabeti Endeksi. Bu endeksin üst sıralarında yer alan ülkeler en liberal vergi rejimine, en alt sıralarda yer alanlarsa en katı vergi rejimine sahip ülkeler olarak tanımlanıyorlar.

Türkiye 11. ABD 32. sırada: OECD ülkeleri Türkiye’nin gerisinde kalıyor

Bu yıl yayınlanan endekse göre (25) Türkiye’nin genel endeks sıralamasındaki yeri 11. Böylece Türkiye sermaye üzerinden aldığı vergilerin oranlarını en fazla indiren ve mevzuatını/uygulamasını en fazla liberalleştiren, ekonomisini uluslararası vergi rekabetine en fazla açan ülkeler arasında yer alıyor. Üstelik ülkenin 2018 yılında 14. Sırada iken 2020’de 11. Sıraya yükseldiği görülüyor. Oysa geçen yıldan bu yana birçok gelişkin ülke farklı bir tutum izleyerek vergi sistemlerini daha katılaştırdı.

Yani Merkez Ekonomiler vergi rekabetini eskisi kadar önemsemiyorlar. Buna rağmen Türkiye bu konuda ısrarcı davranıyor çünkü hem ekonomisi yabancı sermayeye yapısal olarak bağımlı, hem de ülkeyi yönetenler neo-liberalizme sonuna kadar sadıklar.

Genel sıralamada ilk sırayı İngiltere (en liberal) alıyor. En son sırada ise 36. Sıra ile Şili (en katı) ülke konumunda olurken, geriye doğru bunu 34. Sıra ile İsrail, 33. sıra ile Güney Kore, 32. Sıra ile ABD,  31. Sıra ile Slovakya,  30. Sıra ile İzlanda, 29. Sıra ile Japonya,  28. Sıra ile Danimarka, 27. Sıra ile Polonya, 26. Sıra ile Portekiz, 25. Sıra ile Avustralya,  24. Sıra ile Yunanistan, 22. Sıra ile Finlandiya, 21. Sıra ile İtalya, 20. Sıra ile Yeni Zelanda, 19. Sıra ile Belçika, 17. Sıra ile İrlanda 17 ve 15. Sıra ile İspanya takip ediyor.

Endeks çeşitli vergiler ve vergileme biçimlerine göre de değerler taşıyor. Buna göre; Türkiye kurumlar vergisinde 15. Sırada, gelir vergisi, sermaye kazançlarının ve kâr paylarını vergilendirilmesi konusunda 6. Sırada, emlak vergisinde 7. Sırada ve servet transferi üzerinden alınan vergilerde 10. Sırada yer alırken, tüketim vergilerinde 20. Sırada bulunuyor. Dolaylı vergilerin karmaşıklığı ölçütüne göre ise 28. Sırada (en karmaşıklardan biri) konumunda. Kısaca Türkiye kâr ve faiz gibi sermaye gelirlerini çok az vergilendirirken, asıl ağırlığı halkın ödediği dolaylı vergilere bindiriyor.

Endekste Türk vergi sistemi şöyle tanımlanıyor (26): “ Türkiye genel olarak 11. Sırada yer alıyor yani oldukça liberal bir vergileme sistemine sahip. Uluslararası yatırımlardan elde edilen kârlar vergilendirilmiyor çünkü ülke muafiyet endeksinde 1. Sırada yer alıyor. Kâr payları üzerinden sadece yüzde 20 oranında nominal vergi alıyor. Bu OECD ortalaması olan yüzde 23,9’un yaklaşık 4 puan altında. Türk vergi sistemi yatırım teşvikleri konusunda oldukça cömert”.

Sonuç: vergi politikaları servet sahiplerine hizmet ediyor

Türkiye’de siyasal iktidar son torba Kanun ile daha önce altı kez yaptığını bir kez daha yaptı. Çıkardığı varlık affı ile yurt dışındaki vergi cennetleri olarak da tabir edilen merkezlerde yıllardır tutulan ve yaklaşık olarak 150-200 milyar dolar civarında olduğu tahmin edilen kayıt dışı servetlerin Türkiye’ye getirilip sisteme sokulmasını amaçlıyor.

Bunun ülkenin yapısal cari açığını ve tasarruf açığını kapatmak, acil döviz ihtiyacını gidermek ve reel yatırımları artırmak için kullanılacağı ileri sürülse de, bu gerekçe tatmin edici değil.

Çünkü öncelikle bu operasyon ciddi düzeyde bir kara para aklama ile sonuçlanacak. İkinci olarak bu servetlerden hiçbir vergi alınmayacak ya da her hangi bir vergi incelemesi yapılmayacak. Böyle olunca da ciddi bir vergi gelir kaybı yaşanırken, ülkenin kendisi büyük servet sahipleri için vergi cennetine dönüşecek. Üçüncü olarak bu servetin reel yatırımlara dönüşüp, istihdam yaratması ihtimali çok düşük zira (Türkiye’deki daha önceki örneklerinden görüldüğü gibi), bu servetler finansal sistem içinde; borsada, hazine bonosu ve tahvil piyasasında, banka mevduatlarında, faiz geliri ve diğer spekülatif kazançlarla kendini büyütmek için ya da rantı çok yüksek ancak toplum ve ekoloji için zararlı projelerde kullanılıyor. Son olarak böyle servetler, kendilerini meşrulaştıran siyasal iktidarların ömrünü uzatmada mali bir kaynak/güç olarak işlev görüyor.

Özetle varlık affını, borsa ve hazine bonosu gelirlerinden hiç vergi alınmaması, mevduat faizlerinden alınan verginin asgari ücretlinin ödediği faizden daha az olması, gelecek yıl sermayeden alınmayacak olan yaklaşık 231 milyar liralık vergi, pırlanta ve külçe altından alınmayan KDV ve ÖTV, Milli Piyango şans oyunlarından alınmayan KDV; buna karşılık ekmekten, etten, çocuk mamasından, gazeteden, elektrik ve doğal gazdan yüzde 18’e kadar alınan KDV ve gübre, petrol ve sigara ve alkollü içeceklerden alınan çok yüksek ÖTV ve son günlerde gündeme getirilen ve bazı büyükşehir belediyelerinin eski yöneticilerine ilişkin milyarlarca liralık yolsuzluk dosyalarıyla birlikte ele almak gerekiyor.

Bunu yaptığımızda şans oyunları denilen kumardan elde edilen milyarlarca liranın ve vergi cennetlerine kaçırılan onlarca milyar dolarlık servetin neden vergilendirilmediğini ve aklandığını daha kolay anlayabiliriz.

 

Dip notlar:

(1)     “Covid: Argentina passes tax on wealthy to pay for virus measures”, https://www.bbc.com/news/world-latin-america (5 December 2020).

(2)       17 Kasım 2020 tarihli ve 31307 sayılı Resmî Gazete ’de yayımlanarak yürürlüğe giren 7256 Sayılı Kanun Madde 21 ile 193 Sayılı GVK’ya eklenen geçici madde 93.

(3)       Taxia & Taxademy- Tax & International Advisory, 2020/131 sayılı ve 13 Kasım 2020 tarihli bülten.

(4)       Jason Hickel, “We can’t have billionaires and stop climate change”, https://thecorrespondent.com (9 October 2020).

(5)       Credit Swiss Research Institute, Global wealth report 2020 (October 2020), https://www.credit-suisse.com (5 December 2020), s. 29.

(6)       https://www.bloomberg.com/news/articles/2020-10-08/top-50-richest-people-in-the-us-are-worth-as-much-as-poorest-165-million (8 October 2020).

(7)       Camille Landais, Emmanuel Saez, Gabriel Zucman, “ A progressive European wealth tax to fund the European COVID response”, https://voxeu.org/article/progressive-european-wealth-tax-fund-european-covid-response (3 April 2020).

(8)     Mustafa Durmuş, Büyük Değişim: Popülist Otoriterleşme, İMGE Kitabevi,  2019, s. 45.

(9)       UBS, PwC, Riding the storm, Billionaires insights 2020, (November 2020), s. 6.

(10)                     Chuck Collins, “U.S. Billionaire Wealth Surges Past $1 Trillion Since Beginning of Pandemic”, https://ips-dc.org (25 November 2020).

(11)                     Eva Joly, “Tax havens: patience is running out”, https://www.socialeurope.eu (20 November 2020).

(12)                     Annette Alstadsæter, Niels Johannesen and Gabriel Zucman, “Who Owns the Wealth in Tax Havens?, Macro Evidence and Implications for Global Inequality” (27 December 2017), s. 13.

(13)                     Agm., s. 28.

(14)                     https://www.dunya.com/kose-yazisi/1-milyar-dolariniz-olsa-su-anda-turkiyeye-yatirim-yapar-misiniz (10 Aralık 2020).

(15)                     Thomas Tørsløv, Ludvig Wier, Gabriel Zucman, “e600 Billion and Counting: Why High-Tax Countries Let Tax Havens Flourish”,  https://gabriel-zucman.eu (November 2017).

(16)                     https://thenextrecession.wordpress.com/2016/11/22/a-trump-boom.

(17)                     Tørsløv et al.

(18)                     Richard Wolff, “ We Don't Need to Pay No Stinkin' Taxes”,www.brechtforum (22 February 2011).

(19)                     Agm.

(20)                     Christine Lagarde, Corporate Taxation in the Global Economy, https://blogs.imf.org (25 March 2019).

(21)                     Eva Joly, “Tax havens: patience is running out”, https://www.socialeurope.eu (20 November 2020).

(22)                     R. Murphy bu rakamın efektif vergi oranları ve getiri oranlarının hesaplamasındaki hatalar yüzünden olması gerekenin altında çıktığını, gerçek kaybın çok daha büyük olduğunu ifade ediyor: https://www.taxresearch.org.uk/Blog/2020/11/23/tjns-new-estimates-of-tax-lost-to-tax-abuse-look-to-be-quite-seriously-understated.

(23)                     Illicit financial flows vulnerability tracker, Turkey, https://iff.taxjustice.net/#/profile/TUR (bugünkü kurdan hesaplandığında bu kayıp yüzde 2,3 ‘ü buluyor).

(24)                     https://www.cnnturk.com/video/turkiye/12-bin-saglik-personeli-alimi (24 Kasım 2020).

(25)                     International Tax Competitiveness Index 2020.

(26)                     Age., s. 29 – 46.