28 Eylül 2023 Perşembe

Ötekileştirme ve yoksulluk ilişkisi

 

Ötekileştirme ve düşmanlaştırma yoksullukla ve gelir adaletsizliği ile birlikte artıyor

Mustafa Durmuş

28 Eylül 2023


Yüzyılın başlarından bu yana ekonomik kriz, ekolojik krizler, pandemi, savaşlar ve otoriterleşme biçimlerinde kendini gösteren çoklu krizler altında yaşıyoruz. Bu krizlerin neden olduğu ciddi şoklar söz konusu ve bu şoklar toplumdaki kurulu dengeleri alt üst ederek tüm toplumu sarsıyor.

Ayrıca bu şoklar ekonomik belirsizlikleri, mevcut gelir eşitsizliklerini ve yoksulluğu artırdığı gibi, sosyal istikrarsızlığı ve farklı etnik, kültürel, inanca dayalı ve cinsel kimlikler arasındaki çatışmayı da büyütüyor. Günümüzde olduğu gibi, birden fazla şokun aynı anda yaşandığı bir dönemde, bir şokun yarattığı çatışma duygusu diğerini rahatlıkla besleyebiliyor.

Nitekim başta Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve Uluslararası Çalışma örgütü olmak üzere uluslararası örgütler son zamanlarda, artan yoksulluğa, gelir dağılımı adaletsizliğine ve bu gelişmelerin yol açabileceği sosyal tehlikelere dikkat çekiyorlar.

Olumsuz stereotipler artıyor

Yoksulluk ve gelir adaletsizliğindeki artışın tetiklediği bir diğer önemli sorun olumsuz stereotiplerdeki artış. Stereotip, sosyal psikolojide, “belirli birey türleri veya belli davranış biçimleri hakkında yaygın olarak benimsenen bir düşünce” olarak tanımlanıyor. Öyle ki stereotipler, bireysel kimliklerini göz ardı ederek, bir grup insanın tamamına bir dizi özellik atfetmeyi içeriyor.

Yukarıda sözü edilen çok faktörlü şoklar genelde toplumdaki olumsuz sterotiplerin artmasına ve milyonlarca insanın hayatının daha da çekilmez bir hal almasına yol açıyor.

Türkiye’deki “tüm sığınmacıların devletten hak etmedikleri mali destek ve yardımı aldıkları ve rahat içinde yaşadıkları” yönünde oluşturulan algıya dayalı olarak yaratılan bir sığınmacı tanımlaması buna örnek olarak gösterilebilir.

Yine ülkede dışa bütünüyle kapalı dini cemaatlerde görüldüğü gibi, bu cemaatlere mensup insanların, ait oldukları cemaatin dışındakilerle etkileşim içinde olmadıklarından, bu insanlara karşı tutumlarını olumsuz stereotiplere dayandırma eğilimi de bir diğer örnek.

Asosyalleşme yaşanıyor

Artan yaşam maliyetlerinin “dışarıya çıkmayı” adeta imkânsız hale getirdiği ülkede, bir de konserlerin ve diğer sanatsal faaliyetlerin yasaklanması, alkollü içkilerin üzerine konulan ağır vergiler yüzünden bunların tüketildiği mekânların giderek kapanması gibi olgular, halkın önemli bir kesiminin sosyallikten uzaklaşması ve diğer insanlara ilişkin olarak olumsuz önyargı beslemesine neden oluyor.

Oysa dışa açık, toplumla iç içe yaşayan insanlar (eğer diğer insanlar ve gruplar hakkında ilk elden ve doğru bilgi sahibi olabiliyorlarsa), onları tanıdıklarında, daha az önyargılı davranabiliyorlar. Bu da onların başta siyasal rant amaçlı olmak üzere kötüye kullanılması olasılığını azaltıyor.

İnsanların diğerlerini ötekileştirme eğilimine girdikleri böyle şok dönemleri, bu durumu fırsat bilen iktidarların ömürlerini uzatabilmek için bir araç olarak kullandıkları kutuplaştırıcı politikaların da ana gövdesini oluşturuyor.

Kutuplaştırma siyaseti

Bu nedenle de, çürümeye yüz tutmuş iktidarlar “ötekileştirici”, “kutuplaştırıcı” ve “düşmanlaştırıcı” politikalarını ve söylemlerini giderek artırıyorlar. Bu politikaları ayrıca mevcut ekonomik sorunları ve sıkıntıları örtmek ve halkın dikkatini başka yönlere çekmek için de kullanıyorlar.

Böyle bir kötü gidişatı durdurabilmek ve ülkedeki kutuplaşmanın ve siyasal İslamcı ve milliyetçi sağ popülizmin ve mafyatik çeteleşmenin yükselişini önleyebilmek için; öncelikle toplumun yaşadığı ekonomik kaygıları iyi anlayabilmek ve sağlıklı bir biçimde analiz edebilmek son derece önemli. Böyle bir yaklaşım, yoksul kitlelerin kutuplaştırıcı politikalar uygulayan iktidarlara kayıtsız şartsız biat etmesini önleyebilir.

Ekonomik sorunlara halktan yana çözümler üretilmeli

Bir başka deyimle, demokrasi ve barış güçlerinin, sol, sosyalist muhalefet ve emek ve meslek örgütlerinin, ülkedeki “laikliğin ortadan kaldırılması” ve “siyasal İslamcı otoriterleşme” gibi tehlikelere olduğu kadar, ekonomik sorunlara da emekten yana çözümler üretmeleri ve halka bunları sabırla anlatmaları, insanımızı ikna etmeleri gerekiyor.

Bu bağlamda, öncelikle ülkede barışçı bir siyasal iklim yaratılmalıdır. Paralel bir biçimde, iktidarın ve özellikle de iktidarın kontrolündeki medyanın insanları ötekileştiren/ rakip gibi gören, düşmanlaştıran, militarist söylemlerine ve uygulamalarına prim verilmemelidir. Ana muhalefet bu hataya bir kez daha düşmemelidir.

Çünkü diğer insanları ülkedeki kaynakların kullanımında rakip olarak görürsek, bu kaynaklar kıtlaştığında rekabet duygumuz kaçınılmaz olarak artacağından, ötekileştirme de başlar.

Örneğin, yoksulluğun ve işsizliğin aşırı bir biçimde arttığı dönemler böyle duyguları besleyen dönemlerdir. Böyle dönemlerde, yanlış bir biçimde, ülkedeki ezilen, ötekileştirilen kimlikleri, göçmenleri, sığınmacıları kısacası en savunmasız durumda olanları işsizliğimizin ve yoksulluğumuzun sebebi olarak görüp suçlarken, istemeden de olsa kapitalist sistemi ve iktidarın politikalarını aklarız.

Oysa diğer insanları, birlikte gelişebilmek ve özgürleşebilmek için bizimle işbirliği yapan dayanıştığımız dostlarımız olarak görürsek, sözü edilen kaynaklar birbirimize olan bağımlılık duygumuzu olumlu biçimde artırmaya hizmet eder.

Sonuç olarak

Ciddi ekonomik sıkıntıların, yoksulluğun, gelir adaletsizliğinin zirve yaptığı bu günlerde, bizden farklı gibi görünen insanları bizim rakiplerimiz ya da düşmanlarımız olarak değil, daha iyi bir toplum ve daha adil bir dünyanın inşasındaki mücadelemizin ortakları olarak görmemiz ve kendi iktidarlarını sürdürmek için kutuplaştırıcı siyaset izleyenlere fırsat vermememiz gerekiyor.

Bu ülkede kendimizi “devrimci”, “ilerici”, “halkçı”, “yurtsever”, “solcu”, “sosyalist”, “komünist”, nasıl tanımlarsak tanımlayalım; derin yoksulluk içindeki onlarca milyon insanımızı bu yoksulluktan kurtaracak çözümler üretemediğimiz, sendikaları ve diğer emek ve meslek örgütlerini güçlendirmediğimiz ve kadın hareketini ve toplumsal hareketleri desteklemediğimiz sürece iktidarın kutuplaştırıcı politikalarını püskürtemeyiz.

Savaşa karşı barışı,  adaletsizliklere karşı sosyal adaleti savunmalı,  militarizme karşı durmalı, defolu liberal demokrasiyi de, otoriter faşizan rejimi de reddetmeli, çoğulcu, katılımcı bir halk demokrasisini inşa etmeliyiz.


22 Eylül 2023 Cuma

İktidarın “yeni ekonomi politikası” ne kadar yeni, ne kadar rasyonel?- 3: Yumuşak İniş Politikası mı? (Temmuz 2023 sonrası)

 

İktidarın “yeni ekonomi politikası” ne kadar yeni, ne kadar rasyonel?- 3:

Yumuşak İniş Politikası mı? (Temmuz 2023 sonrası)

Mustafa Durmuş

22 Eylül 2023


Ana akım iktisat teorisine göre aşırı ısınmış (yüksek enflasyon altındaki) bir ekonomiyi “yumuşak iniş” ile (soft landing) soğutmak gerekiyor.  Bu, ekonominin ne aşırı ısınmış ne de aşırı soğumuş bir konuma getirilmesi yani normalleştirilmesi anlamına geliyor.  

Yumuşak iniş politikasını uygulayanların görünürdeki amacının, ekonomideki  “aşırı talebi”, yani hane halkı, işletmeler (ve devlet) tarafından yapılan “aşırı” harcamaları (faiz oranı artışlarıyla borçlanma maliyetini artırarak), azaltmak olduğu işleri sürülüyor.

Ancak bu yapılırken ekonominin durgunluğa sokulmaması da gerekiyor. Yani faiz oranlarındaki üst üste yüksek orandaki artışlar enflasyonu düşürürken, bir süre sonra (genelde 1 yıl) ekonominin de durgunlaşmasına, hatta büyüme hızlarının tersine dönmesine (negatif büyümeye) ve işsizliğin artmasına neden olabiliyor.

Bu duruma literatürde “sert iniş” (hard landing) adı veriliyor. Bu, bir tür “kaş yapayım derken göz çıkarmak” hali ve sıklıkla kapitalist ekonomilerde karşılaşılan bir durum. Ancak sert inişten söz edebilmek için ekonominin üst üste iki çeyrek (6 ay) küçülmesi gerekiyor.

MB faiz oranları 4 ayda 21,5 puan (3,5 kattan fazla) artırıldı

Maliye politikasının sonuçlarının alınmasının yıllar sürebileceği gerçeğinden yola çıkılarak, yumuşak inişte de asıl olarak daraltıcı (sıkı) para politikalarına başvuruluyor. Yani bir yandan parasal sıkılaştırma yapılırken, asıl olarak da Merkez Bankası faiz oranları yükseltiliyor.

Nitekim 27 ay boyunca genişletici para politikası uygulandıktan sonra, Şimşek ve Erkan ekibinin iş başına gelmesiyle birlikte, 22 Haziran 2023 tarihinde Merkez Bankası politika faizi yüzde 8,5’ten önce yüzde 15’e, ardından 20 Temmuz’da yüzde 17,5’e, 24 Ağustos’ta yüzde 25’e ve son olarak 21 Eylül’de yüzde 30’a yükseltildi. Enflasyonun yönünün hala yukarı doğru olması yüzünden faiz artışları bu yılın sonuna kadar sürebilir.

Ayrıca, MB Para Politikası Kurulu son kararında, faiz artırımının yanı sıra, dezenflasyonun en kısa sürede tesisi, enflasyon beklentilerinin çıpalanması ve fiyatlama davranışlarındaki bozulmanın kontrol altına alınması için parasal sıkılaştırma sürecinin devamına karar verdi. Bu bağlamda Kurul, “parasal sıkılaştırma” sürecini destekleyecek “seçici kredi ve miktarsal sıkılaştırma kararları” almayı da sürdüreceğini açıkladı.  

21 Eylül tarihli kararda yer alan aşağıdaki paragraf parasal sıkılaştırmanın sürdürülmesinin nedenlerini açıklıyor:

“Yurt içi talepteki güçlü seyir ve hizmet fiyatlarındaki katılık devam ederken, petrol fiyatlarındaki artış ve enflasyon beklentilerinde süregelen bozulma enflasyonda ilave yukarı yönlü baskı oluşturmaktadır. Bu unsurlar, enflasyonun yılsonunda Enflasyon Raporu’ndaki tahmin aralığının üst sınırına yakın seyredeceğine işaret etmektedir. Son dönemde etkili olan ücret ve kur kaynaklı maliyet yönlü baskılar ile vergi düzenlemelerinin ise enflasyona önemli ölçüde yansıdığı ve aylık enflasyonun ana eğiliminde düşüşün başlayacağı değerlendirilmiştir. Kurul, parasal sıkılaştırma adımlarının etkisiyle, dezenflasyonu 2024 yılında Rapor’daki patika ile uyumlu şekilde tesis etmekte kararlıdır”. (1)

Özetle; döviz kurunun yanı sıra emekçilerin ücretlerinin de çok arttığı, bunun da iç talebin önemli bir unsuru olan harcamaları artırdığı ve böylece enflasyonun artmaya devam ettiği ileri sürülüyor.  

Ancak bu tespitler arasında iç talepteki artışın önemli unsurlarından bir diğeri olan kârlardaki süper artışlardan hiç söz edilmiyor. Oysa TÜİK’in resmi verilerine göre; 2022 yılında 17 sektörün toplam aktif büyüklüğü yıllık bazda yüzde 69 artışla 26, 4 trilyon TL’ye, öz kaynak toplamı yüzde 93 artışla 7,6 trilyon TL’ye, net satışları yüzde 113 artışla 31,5 trilyon TL’ye, toplam net dönem kârları ise yüzde 423 artışla 1,5 trilyon TL’ye ulaştı. (2)

Kredilerin büyüme hızı yavaşladı

Parasal sıkılaştırmaya uygun olarak, Haziran ayından bu yana hayata geçirilen önlemlerle bankacılık sektöründe ticari kredilerdeki büyüme hızı Temmuz ayında yüzde 4,61’e kadar geriledi. Bu oran Mayıs 2021’den sonraki en yavaş büyümeye işaret ederken, özel bankalarda ticari kredi daralması 4,5 yılın en yüksek seviyesine çıktı. (3)

Böylece, aşağıdaki grafik aracılığıyla (1’den 3’e sıralamayı takip ederek), para arzındaki daralmanın (faiz oranlarını yükselterek) yumuşak inişle nasıl ekonomiyi soğutabileceğini (teorik olarak) gösterebiliriz. (4)

Yumuşak İniş

1) Yumuşak iniş ile birlikte para arzı düşürüldüğünde LM eğrisi yukarı kayar (LM2’ den LM1’ e). Bu durum faiz oranını yükseltir (ifinal (son)’ dan ihigher (yüksek)’ e). Bu gelişme ekonomik büyümenin yavaşlamasıyla sonuçlanır (Ymax’ tan Ymoderate (ılımlıya)’ ya). Ekonominin soğutulma süreci 6 ay ila 24 ay arasında bir süre alabilir.

2) AD2 eğrisi AD1’e geriler ve paralelinde enflasyon düşer (Phigh (yüksek)’ ten Pmoderate (ılımlı)’ ya).

3) Harcama eğrisi aşağı kayar. Çünkü C (tüketim) düşer, yüksek faiz yatırımları (I) düşürür, kamu harcaması ( G) ise politika gereği sabit tutulmuştur.

Son olarak işgücü piyasasına bakıldığında; enflasyonun düşürülmesi reel ücretleri yükselttiğinden (W0/ Pmoderate (ılımlı)’ dan W0/ Phigh (yüksek)’ e), bu gelişme işgücü piyasasını soğutur ve böylece istihdam artışı yavaşlarken, işsizlik artar.

Sonuçta yumuşak inişle birlikte enflasyon ılımlı bir düzeye düşürülebilirse de, bu gelişme ekonomik büyüme hızını, istihdam düzeyini düşürerek işsizliği artırır. Bu da yoksulluğun ve gelir dağılımı adaletsizliğini artmasıyla neticelenir.

Asıl neden iç talepteki aşırı artış mı?

Diğer yandan, böyle bir yumuşak inişin başarılı bir biçimde gerçekleşebilmesi için enflasyonun asıl nedeninin iç talepteki (talep yönlü) aşırı artışlar olması gerekiyor.

Oysa ülkedeki enflasyon dinamikleri arasında arz yönlü faktörler de oldukça önemli. Yani yetersiz tedarik, özellikle de gıda, enerji ve diğer ham maddeler ile bileşenlere yönelik küresel arz tıkanıklıkları ve sürekli yükselen döviz kuru fiyatlar genel seviyesinin bu denli yükselmesinin önemli bir nedenini oluşturuyor. Bu yüzden de arz/maliyet yönlü faktörleri dikkate almayan bir para politikası müdahalesinin başarı şansı düşük.

Yani faiz artırımları (her ne kadar piyasa iktisatçılarınca bu artırımların enflasyon beklentilerini düşük tutarak enflasyonu aşağıya çekebileceği ileri sürülse de),  enflasyonda beklendiği düşüş etkisini yaratmayabilir.

Kaldı ki bir süredir yumuşak inişi uygulamakta olan Avrupa ekonomilerinde, bu politikanın enflasyonu düşürmenin yanı sıra, resesyona da varabilecek sert bir çakılma ile sonuçlanabileceğine dair endişeler giderek artıyor. Nitekim IMF, Dünya Bankası ve OECD bu yıl ve gelecek yıl için bu ülkelere ait ekonomik büyüme tahminlerini düşürdüler. Bu da küresel anlamda bir yumuşak inişin beklendiği gibi gerçekleşemeyeceğinin bir göstergesi.

Ayrıca küresel borç düzeylerinin yeni rekorlar kırdığı bugünlerde bu borçların faizleri de artacak, bu da yoksullaşmayı artıracaktır. Yani bu politikanın emekçi sınıflar üzerinde işsizliği, borç yükünü ve yoksulluğu artırması gibi ciddi sınıfsal etkilerinin olacağı çok açık.

Bu yüzden de çok zorda kalmadıkça siyasal iktidarlar bu tür sonuçlar üretecek politikalardan uzak durmaya çalışırlar (özellikle de seçim dönemlerinde güçlü bir toplumsal muhalefet, işçi sınıfı hareketi söz konusu ise). Bu da bu politikanın siyaseten, sonuna kadar uygulanmasını zorlaştıran bir durum.

Yumuşak inişin engeli “mali baskınlık” durumu

Ayrıca, yumuşak inişin gerçekleştirilebilmesi için kamu bütçesi tarafının da buna uygun olması gerekiyor. Yani iki neo-klasik iktisatçı Sargent & Wallace’nin deyimiyle bir “mali baskınlık durumu” söz konusu olmamalı. Yazarlar bundan 42 yıl kadar önce bu durumu, “Hoş Olmayan Monetarist Aritmetik” olarak tanımlamışlardı. (5)

Yazarlar mali baskınlık durumunu, “mali disiplinin uygulanamadığı yüksek düzeyde bütçe açıklarının olduğu bir durum” olarak niteliyor. Böyle bir baskınlık yukarıda anlatılan yumuşak inişi sağlamaya dönük para politikalarını etkisiz kılıyor çünkü para arzı Merkez Bankası’nın kontrolündeki bir değişken olmaktan çıkıyor. Bu durum da başarılı bir yumuşak inişi önlüyor.

Özetlersek, bütçe açıklarının aşırı düzeyde artması ve bunun giderek iç borçlanma yolu ile finanse edilmesi uzun dönemde enflasyonun artmasına yol açıyor. Çünkü iç borçlanmanın sürekli olarak artması faiz oranını ve faiz yükünü artırıyor. Böylece borç yükü kartopu gibi büyüyor ve sonuçta borç ve faizlerin geri ödenebilmesi için hükümet bu borçları parasallaştırmak durumunda kalıyor (yani karşılıksız büyük çapta para basıyor), bu da daha yüksek bir enflasyona neden oluyor.

Türkiye’de mali baskınlık

Mali baskınlık durumunu Türkiye’nin başta bütçe açığı ve borçlanma olmak üzere temel kamu maliyesi ve borçlanma verilerine bakarak görebilmek mümkün.

Öyle ki Kahramanmaraş depreminin neden olduğu büyük ekonomik hasar, ciddi ekonomik kriz, Kur Korumalı Mevduat (KKM) hesaplarının yol açtığı yüksek kamu zararı, EYT ödemeleri, asgari ücret düzenlemeleri, memur maaş artışları, sermaye destekleri, Cumhurbaşkanlığı ve TBMM genel seçimleri için yapılan harcamalar ve ciddi boyutlardaki askerileşme ve otoriterleşmeye dönük harcamalar yüzünden son iki yıldır mevcut bütçeler yeterli olmadığından ek bütçe yapılıyor. Hatta bu yıl yapılan yaklaşık 1,2 trilyon TL büyüklüğündeki ek bütçenin bazı önemli harcamaları (bütçe açığını düşük gösterebilmek için) kapsamadığı da biliniyor.

Nitekim bu yılın ilk sekiz aylık merkezi yönetim bütçesi gerçekleşmeleri yukarıdaki tespitleri doğruluyor. Çünkü 2022 yılı Ocak-Ağustos döneminde 33,1 milyar TL fazla veren bütçe, 2023 yılının aynı döneminde 383, 4 milyar TL açık verdi (yüzde 1,257 artış). Dahası 2022 yılı Ocak-Ağustos döneminde faiz dışı denge 207,1 milyar TL fazla vermiş iken, 2023 yılının aynı döneminde bu fazla yaklaşık 16,7 milyar TL’ye geriledi (yüzde 92 azalış). (6)

Yani sorun sadece yüksek faiz ödemelerinden değil, aynı zamanda faiz ödemeleri düşüldükten sonraki bütçe dengesinden de (birincil denge/faiz dışı denge) kaynaklanıyor. Bu da bütçede (başta sosyal güvenlik kurumlarının açıkları ve yüksek güvenlik harcamaları olmak üzere) ciddi bazı yapısal sorunlar olduğunu gösteriyor.

Kuşkusuz bu çaptaki bütçe açıkları merkezi yönetim borç stoklarının da artmasıyla sonuçlanıyor. Nitekim 2022 yılı sonu itibarıyla 4 trilyon TL olarak gerçekleşen merkezi yönetim borç stoku 2023 yılı Haziran ayı sonu itibarıyla 5,6 trilyon TL’ye çıktı. Borç stokundaki artışın 670,3 milyar TL’si iç borç stokundan, 912,0 milyar TL’si ise dış borç stokundaki artıştan kaynaklandı. Borç stokunun (artan döviz kurları nedeniyle) yüzde 54,1’nin dış borçlardan oluşması (7) stokun kendiliğinden büyümesiyle sonuçlanıyor.

Orta Vadeli Programda bütçe açığı

Bu durum Eylül ayında açıklanan (2024-2026) Orta Vadeli Program’da (OVP) yer alan bütçe açığı ve faiz verilerinde de kendini gösteriyor. 

Öyle ki programda bu yılki bütçe açığının 1,6 trilyon TL’yi, gelecek yıl ise 2,6 trilyon TL’yi aşacağı belirtiliyor. Paralel olarak bu yıl 646 milyar TL civarında olması beklenen faiz harcamalarının gelecek yıl neredeyse iki katına çıkarak 1,2 trilyon TL’yi aşacağı ve bunun 2026 yılına kadar artarak devam edeceği ve o yıl 2,3 trilyon TL’yi bulacağı öngörüsü mevcut. (8)

 


Normalde, bütçe açığındaki bu devasa artış hem yeni vergi artışlarıyla hem de aşırı bir borçlanma ile kapatılacaktır. Zaten Cumhurbaşkanına birkaç ay önce çıkartılan bir torba yasa ile hem kamu idareleri bütçelerinin ilgili tertiplerine “ödenek ekleme yetkisi” hem de yaklaşık 2,2 trilyon TL’lik borçlanma yetkisi  (9) bu yüzden verildi.  Bu iki araç yetmezse bu kez Merkez Bankası’nca emisyon yapılacaktır.

Monetizasyon

Faiz oranlarının sürekli olarak artırılması borçlanma maliyetlerini artıracak, bu da borç stoklarını büyütürken, aynı zamanda (faiz oranının ekonomik büyüme oranından fazla olduğu bir durumda) bu borçların geri ödenmesine ilişkin zorluklara neden olacaktır.

Borçların geri ödenmesinin zora girdiği bir durumda, iktidar ya borçlarını ödeyemeyeceğini ilan edecek (moratoryum) ya da monetizasyona (parasallaştırmaya) başvuracaktır. Yani para basarak borçlarını ödeme yolunu seçecektir. Bu gerçekleştiğinde bütçe açığı monetize edilmiş, parasallaştırılmış yani toplumun sırtına yıkılmış olacaktır. Ayrıca bunun enflasyonu daha da artırması kaçınılmazdır.

Bu bağlamda, M. Şimşek –H. Erkan ekibinin ısrarla mali disipline vurgu yapmasının asıl nedenini, mevcut bütçe açıklarının sıkı para politikasının etkin bir biçimde işleyebilmesinin önünde bir engel oluşturmasından kaçınabilmek ve böylece yüksek enflasyonu düşürerek finansal yatırımcıya (özellikle de yabancı sıcak para yatırımcılarına) yüksek pozitif reel faiz düzeylerini sunabilmek, böylece yabancı kaynak girişlerini artırmak olarak değerlendirmekte yarar var.

Yumuşak/sert inişin neden olduğu sosyal zarar

Diğer yandan, özel sektöre ait borçların (özellikle de dış borçlar) yüksek düzeyde olması (bunların bir kısmının bir süre sonra devlet borcuna dönüştürülmesi riskini taşıdığından), kamu borcu konusunu sadece devlet borçlarıyla da sınırlı tutmamak gerekiyor.

Bu durum da Şimşek ve Erkan’ın başını çektiği ekonomi yönetiminin uygulamaya çalıştığı sıkı para politikalarının neden olacağı sosyal zararın göz ardı edilmemesi gerektiğini gösteriyor.

Öyle ki faiz oranlarının yükseltilmesi başta yoksul-borçlu haneler ve borçlu küçük ölçekli işletmeler olmak üzere geniş toplumsal kesimlerin bu faiz artışlarına kurban edileceği anlamına geliyor. Zira bu kesimlerin borç yükleri artan faizler yüzünden daha da artıyor. Faiz artışlarının ekonomiyi muhtemel bir durgunluğa sokması ise hem şirket iflasları ve işsizliğin hem de yoksulluğun daha da artmasına neden oluyor.


Sonuç olarak

Üç parçadan oluşan bu yazı dizimizde anlattığımız gevşek ve sıkı para ve kredi politikalarını sadece masum ekonomi politikaları olarak görmek ve buradan hareketle de bunları ekonomik krizden (özellikle de emekten yana) bir çıkış stratejisi olarak algılamak, ekonomi ile siyaset arasındaki zorunlu bağı görmemek demektir.

Çünkü 2017 yılından bu yana uygulanan (özellikle de 2021 yılından itibaren) gevşek para ve bol kredi politikaları bir yandan yüksek enflasyonun ve kurumsal sektörde şirketlerin zombileşmesinin nedeni olurken, diğer yandan da toplumu yönetmenin, statükoyu sürdürmenin, halkı biat ettirmenin ve otoriter bir rejim inşa etmenin birer aracı olarak kullanılıyor. 2017 yılından bu yana kamu ve özel borç stoklarındaki devasa büyüme bunun başlı başına bir göstergesi.

Öyle ki ekonomi hiç olmadığı kadar finansa, krediye/borca bağımlı hale geldi. Çünkü tüketici kredileri ya da ticari krediler gelirleri düşük tüketicilerin satın alma gücünü ve şirketlerin yatırımlarını sürdürülebilir kılıyor, bu da kapitalizmi ve kapitalist sınıfı zinde tutuyor. Ayrıca iktidarların ekonomi programlarının ve politikalarının sürdürülebilmesine ve iktidara biat ettirmeye de imkân tanıyor. (10)

Bu noktada, günümüzde otoriter-faşizan bir rejimin inşasında merkez bankaları da çok önemli bir rol oynuyor. Öyle ki siyasal iktidarın kontrolündeki merkez bankaları, ekonomik kriz nedeniyle tehdit altında olan kredi bağımlısı kapitalizme yönelik kredi tahsis mekanizmalarını ele geçiriyor, düşük faizlerle bankacılık sistemine sağladığı ucuz para ile  “son borç verici makam” olarak giderek kredinin toplumsal tabanı haline geliyor. Kapitalizmde kredinin biçimlerini ve koşullarını belirleyen, onu kontrol eden en önemli organa dönüşüyor.

Sistem sürdükçe büyük sermaye, merkez bankası ve devletin kalan bölümü giderek daha da otoriterleşiyor. Bu üçlü adım adım kendi aralarındaki temel bağın, onları bir arada tutan çimentonun finans/krediler olduğunu kavramaya başlıyor. Devasa kredi hacminin enflasyona, borsaların değersizleşmesine, finansal bir kısım servetlerin yitimine neden olabileceğinin farkında olsalar da, acil olarak kapitalizmi içinde bulunduğu krizden çıkartma ihtiyacı bu endişelerin ikinci plana atılmasıyla sonuçlanıyor. Öyle ki bir zamanlar büyük kamu açıklarından yakınanlar, borç stoklarından endişe duyan kapitalistler bu nedenle sessiz kalıyorlar. (11)

“Yükselen ekonomiler” olarak da adlandırılan bizim gibi dışa bağımlı ekonomilerde ise bir tür “Devletçi Otoriter Finansallaşma” stratejisi hayata geçiriliyor.

Öyle ki böyle bir otoriter finansallaşma stratejisi altında siyasal iktidar, tercih ettiği faiz oranlarını ve makro ihtiyati düzenlemeleri Merkez Bankasına dayatarak para ve makro-finansal politikayı doğrudan şekillendiriyor. Eş zamanlı olarak, özel bankaların yönetimlerini ikna ediyor ya da devlet borçlarını monetize etmek için özel bankaları kamulaştırıyor ve bankaları farklı hane halkı ve firma gruplarına tercihli oranlarla borç vermeye zorluyor. (12)

Ancak bu strateji sorunlardan azade bir strateji değil. Kendi iç çelişkilerini de bünyesinde barındıran bir strateji. Öyle ki böyle krediye dayalı birikimi derinleştiren rejimlerde paranın yönetimi ve sosyal tahsisi üzerindeki idari siyasi kontrolün genişletilmesi, ekonomiyi makroekonomik istikrara kavuşturmak yerine (özellikle de küresel likiditenin bol ve ucuz olmaktan çıktığı, uluslararası sermaye hareketlerinin yavaşladığı dönemlerde), sadece ulus devlet aygıtının çeşitli fraksiyonları arasındaki gerilimleri artırıyor ve farklı sosyal sınıflar arasındaki çatışmaları derinleştirip içselleştiriyor. (13)

Başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halkların, emek ve meslek örgütlerinin uygulanmakta olan gevşek ya da sıkı para ve kredi politikalarının kendilerine fayda sağlamayan bir arka plan politik ekonomisinin olduğunun ve ortaya çıkmakta olan büyük ekonomik zararın kendilerine ödettirileceğinin bilincinde hareket etmesi gerekiyor.

 Dip notlar:

(1)    Faiz Oranlarına İlişkin Basın Duyurusu 2023-35,  https://www.tcmb.gov.tr (21 Eylül 2023).

(2)    TÜİK, Sektör Bilançoları, 2022, https://data.tuik.gov.tr (21 Eylül 2023).

(3)    Şebnem Turhan, “Özel bankaların ticari kredi iştahı 4,5 yılın en düşüğünde”, https://www.ekonomim.com (8 Ağustos 2023).

(4)    Farrokh K. Langdana, Macroeconomic Policy, Demystifying Monetary and Fiscal Policy, Third Edition, Springer, 2016, s. 210.

(5)    Thomas J. Sargent, Neil Wallace “Some Unpleasant Monetarist Arithmetic”, Federal Reserve Bank of Minneapolis Quarterly Review/Fall 1981.

(6)    T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı, Aylık Bütçe Gerçekleşme Raporu, Ağustos 2023, s. 6. https://www.hmb.gov.tr/bumko-aylik-butce-bulteni (21 Eylül 2023).

(7)    T.C. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı, 2023 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Gerçekleşmeleri ve Beklentiler Raporu, s.50.

(8)    Orta Vadeli Program (2024-2026), Eylül 2023.

(9)    6/27/2023 Tarihinde Meydana Gelen Depremlerin Yol Açtığı Ekonomik Kayıpların Telafisi İçin Ek Motorlu Taşıtlar Vergisi İhdası ile Bazı Kanunlarda ve 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi.

(10) Richard D. Wolff, “The U.S. Is Borrowing Its Way to Fascism”, https://braveneweurope.com ( 11 September 2020).

(11)  Agm.

(12)  https://developingeconomics.org/financial-statecraft-and-its-limits-in-the-semi-periphery (12 September 2023).

(13) Agm.

11 Eylül 2023 Pazartesi

İktidarın “yeni ekonomi politikası” ne kadar yeni, ne kadar rasyonel?- 2: Aşırı Isınmış Bir Ekonomi (Temmuz 2020 -2023)

 

İktidarın “yeni ekonomi politikası” ne kadar yeni, ne kadar rasyonel?- 2:

Aşırı Isınmış Bir Ekonomi (Temmuz 2020 -2023)

Mustafa Durmuş

12 Eylül 2023


Bir önceki yazımızda ele aldığımız gelişmeler tek başına para arzındaki artışla sağlanmıyor, bunun yanı sıra piyasadaki kredi hacminin de genişlemesi gerekiyor. Nitekim uygulamada, para arzına paralel bir biçimde piyasadaki kredi hacmi de genişliyor ya da daralıyor.

Aşağıdaki tablodan da görülebileceği gibi, Türkiye’de para arzının hızla arttığı dönemlerde krediler de paralel bir biçimde hızla arttı.

Tablo: Geniş Para Arzı (M3)  ve Kredilerdeki Büyüme

(2020 Temmuz-2023 Temmuz)

 

2020

Temmuz

2021

Ağustos

2021

Eylül

2022

Ağustos

2023

Mayıs

2023

Haziran

2023

Temmuz

Açıklama

M3 (Geniş Para Arzı/Milyar TL)

3,260

3,926

4,112

7,349

9,686

11,134

11,780

% 261 artış oldu

Toplam Kredi Miktarı (Milyar TL)

3,376

3,908

4,035

6,657

9,232

10,004

10,317

% 205 artış oldu

Özetle; M3 para arzı 2020 yılı Temmuz ayında 3,2 trilyon TL iken,  2021 Ağustos’ta 3,9 trilyon TL’ye, 2021 Eylül ayında 4,1 trilyon TL’ye, 2022 Ağustos’ta 7,3 trilyon TL’ye 2023 Mayıs ayında 9,7 trilyon TL’ye çıktı. Bu yılın Haziran ayında bu tutar 11,1 trilyon TL’ye ve Temmuz ayında 11,8 trilyon TL’ye yükseldi. (1) Bu 2020’den bu yana yaklaşık yüzde 261’lik bir artış demek oluyor.

Böylece, son üç yılda para arzının neredeyse üç kat arttığı görülüyor. Bunun bir kısmı ekonomik büyümeyle ilgili olarak “işlem saikiyle” gerçekleşmiş olsa da, önemli bir kısmının bir politika tercihi olarak, yani bilinçli bir biçimde parasal genişleme ve ekonomik canlanma yaratmak amacıyla yapıldığı anlaşılıyor. Bu da ekonomik büyümeyi her şeyin önüne koymuş bir siyasal iradenin tercihleriyle son derece uyumlu.

Benzer bir gelişme krediler alanında gerçekleşti. Öyle ki toplam kredi tutarı Temmuz 2020’de 3,4 trilyon TL, Ağustos 2021’de 3,9 trilyon TL, Eylül 2021’de 4,0 trilyon TL, Ağustos 2022’de 6,7 trilyon TL, Mayıs 2023’te 9,2 trilyon TL, Haziran 2023’te 10,0 trilyon TL ve Temmuz’da 10,3 trilyon TL oldu. Bu, kredi tutarında bu süreçte yüzde 205’lik bir artışın gerçekleştiği anlamına geliyor.

Tüketici kredileri açısından bakıldığında; 2020 Temmuz ayında 804 milyar TL olan tüketici kredileri ve kredi kartları borcu (bunun 632 milyar TL’si tüketici kredisi ve 172 milyar TL’si kredi kartı biçimindeydi), 2021 yılı Eylül ayında 1,0 trilyon TL’ye çıktı.  Bu rakam Mayıs 2023’te 2,4 trilyon TL’ye, Haziran 2023’te 2,2 trilyon TL’ye ve Temmuz ayında 2,3 trilyon TL’ye yükseldi  (bunun 1,4 trilyon TL’si tüketici kredisi ve 857 milyar TL’si kredi kartları biçiminde oldu). Bu yıllar arasındaki artış ise yaklaşık yüzde 183 olarak gerçekleşti. (2)


(Kaynak: TCMB, Parasal Gelişmeler Raporu, Temmuz 2023)

Aşırı ısınmış bir ekonomi

Haziran ayına gelindiğinde; en geniş para arzının (M3), Mayıs 2023 döneminde yıllık yüzde 52’lik bir büyümenin ardından, Haziran 2023 döneminde yıllık yüzde 70,5 ve Temmuz ayında yüzde 66,7 büyüdüğü görülüyor. 

Paralel bir biçimde, bankacılık sektörü tarafından verilen kredilerin yıllık artış hızı hane halkı için Mayıs 2023’te yüzde 82,9 ve Haziran 2023’te yüzde 81,4 ve Temmuz ayında yüzde 84,0 olarak gerçekleştiği anlaşılıyor. Finansal olmayan kuruluşlara verilen krediler ise Mayıs 2023’te bir önceki yıla göre yüzde 45,5, Haziran 2023’te yüzde 53,9 ve Temmuz ayında yüzde 52,5 arttı. (3) Bunlar aşırı ısınmış, dolayısıyla da yüksek enflasyonun olduğu bir ekonominin varlığına işaret ediyor.

Türkiye ekonomisinde uzunca bir süre uygulanan negatif reel faiz politikası (bir yandan döviz kurunu fırlatarak maliyet yönlü enflasyona neden olurken) ve verili bir anda para arzındaki hızlı artış (toplam arzda benzer bir artış olmadığından) kaçınılmaz olarak yüksek tüketici fiyat enflasyonu ile sonuçlandı.

Yani Türkiye’deki düşük faiz-yüksek enflasyon biçimindeki talep yönlü enflasyonist gidişatın grafikte anlatıldığına benzer bir biçimde işlediği ileri sürülebilir.

Diğer taraftan, para politikalarının hızlı uygulanabilir olması genelde hükümetlerin öncelikli olarak bu politika aracına yönelmesine neden olsa da, para ve kredi arzının artırılması (faiz oranlarının düşürülmesi) yoluyla ekonominin durgunluktan çıkartılması otomatik bir süreç olarak işlemez.

Kapitalizm parasal bir ekonomidir ancak…

Şöyle ki kapitalizmin parasal bir ekonomi olduğu doğrudur. Yani kapitalizmde, sermayedar daha önce biriktirilmiş bir değer olan para ile işe başlar ve parayı üretim araçlarını satın almak ve emek gücü kiralamak için kullanır. Bu da yeni mal ve hizmet üretiminin gerçekleşmesini sağlar. Bu ürünler piyasalarda daha fazla para karşılığında satılır. Böylece para üretim süresinde işçinin yarattığı ancak kendisine ödenmemiş olan artı değer ile büyür, yani daha fazla paraya ve sermayeye dönüşür.

Diğer taraftan kapitalist ekonomiler sadece paradan ibaret değildir. Yani ekonomide yeni değer yaratılmadığı ve bu değer realize edilemediği sürece para daha fazla paraya dönüşemez. Bu nedenle de Marx paranın kendiliğinden daha fazla paraya dönüştüğünü ileri sürmenin bir fetiş olduğunu ileri sürmüştür. (4)

Bu bağlamda, merkez bankaları para arzını artırarak ve/veya kredi hacminin büyümesini sağlayarak piyasadaki likiditeyi bollaştırabilirse de bu kendiliğinden yeni değer yaratmaya yetmez.  Ancak bu para hasılayı, dolayısıyla da değeri artırmaya dönük olarak üretim araçları satın alınmasında ve emek gücü istihdam edilmesinde kullanılırsa, yeni değer yaratılması mümkün olabilir.

Kısaca, Marx’ın 1840’larda Paranın Miktar Teorisi’ni eleştirirken söylediği gibi, sadece para arzının artırılması toplam değeri artırmaz, büyük bir ihtimalle fiyatları artırır, ulusal paranın değer kaybına neden olur ya da finansal varlık fiyatlarını şişirir, yani finansal balonlara neden olur. (5)

Özetle, Türkiye’de 2021 yılından itibaren uygulanan gevşek para politikası (MB faiz oranlarının düşük tutulması), ekonomiyi daha ziyade finans ve hizmetler sektörü üzerinden büyütürken yüksek enflasyona yol açan temel faktördür.

Nitekim 2022 yılı Ekim ayında tüketici fiyat endeksi (TÜFE) yıllık yüzde 85,51 ve aylık yüzde 3,54, 2023 yılı Temmuz ayında yıllık yüzde 47,8 ve aylık yüzde 9,49 ve Ağustos’ta yıllık yüzde 58,9 ve aylık yüzde 9,1 oldu. ENAG’ın aynı yıllara ait enflasyon rakamları ise TÜİK’in rakamlarının iki katından fazla. (6)

Yani ülkede bir süredir yüksek enflasyonla belirlenen aşırı ısınmış bir ekonomi mevcut.  Bu durum, eğer düşük faiz ve gevşetilmiş kedilerle desteklenen parasal genişleme devam ederse LM eğrisini daha da sağa kaydırdığından, faiz oranının daha da düşmesiyle başlar. Bu MB Başkanı Kavcıoğlu döneminde başlayan ve 2023 yılı üçüncü çeyreğine kadar devam eden bir süreçtir.

Bu genişleme toplam talep eğrisini (AD), toplam arz eğrisinin (K- AS) bükülme noktasına kadar yükseltir (AD2, grafikte “overheating” ile gösterilen nokta). Bu nokta ekonomik büyümenin artık daha fazla sürdürülemeyeceği bir noktadır. Bu gelişme Türkiye ekonomisinin bu yılın ilk çeyreğinde yüzde 4 ve ikinci çeyreğinde tahminen yüzde 3,8 büyümesi ile de uyumludur.

Diğer yandan, parasal genişleme ve talep pompalaması devam ettiğinde ekonomi aşırı ısınır, hâsıla artışı kontrol edilemez, enflasyon daha da artar, kalifiye emek kıtlaşır, mal ve kısa vadeli işlem piyasalarında fiyatlar yükselir, borsa ve gayrimenkul fiyatları hızla artar, yeni spekülatif balonlar şişirilmeye başlanır.

Türkiye’de bir süredir borsadaki ve gayrimenkul fiyatlarındaki hızlı yükseliş (7) bu balonların varlığının birer göstergesidir.

Sonraki yazı-2: Yumuşak İniş Politikası (Temmuz 2023 sonrası).

Dip notlar:

(1)  https://evds2.tcmb.gov.tr (31 Temmuz 2023).

(2)  Aylık Bankacılık Sektörü Verileri (Temel Gösterim), http://www.bddk.org.tr/BultenAylik (4 Eylül 2023).

(3)  TCMB, Parasal Gelişmeler Raporu, Temmuz 2023, https://www.tcmb.gov.tr (4 Eylül 2023).

(4)  Michael Roberts, Marxist or Keynesian macro?, https://rupturemagazine.org (19 November 2018).

(5)  Agm.

(6)  TÜİK, Tüketici Fiyat Endeksi, Ağustos 2023, https://data.tuik.gov.tr (4 Eylül 2023); ENAGrup Tüketici Fiyat Endeksi (E-TÜFE) Ağustos 2023, https://enagrup.org (4 Eylül 2023).

(7)  Mustafa Durmuş, “Faiz oranı artarken borsanın yükselmesi normal mi?”, http://mustafadurmusblog.blogspot.com (9 Eylül 2023).

 

8 Eylül 2023 Cuma

Faiz-borsa ilişkisi

 

Faiz oranı artarken borsanın yükselmesi normal mi?

Mustafa Durmuş

9 Eylül 2023


Normal koşullar altında, borsalardaki hisse senetlerinin fiyatları ödenen temettülerin (kâr payı) uzun vadeli faiz oranına bölünmesiyle belirlenir. Eğer temettü miktarı değişmezken faiz oranı artıyorsa şirketlerin hisselerinin değeri (fiyatı), dolayısıyla da borsa endeksi düşer.

Ayrıca, hızla yükselen faiz oranları genellikle ekonomik durgunluğa neden olur. Durgunluk sırasında kârlar düşer ve bu da temettülerin azalmasıyla sonuçlanır. Daha düşük temettü ise şirketlerin hisselerinin borsa değerlerinin (fiyatlarının) düşmesi ile neticelenir. Bu da endeksin gerilemesine yol açar.

Yukarıda özetlenmiş olan faiz-borsa endeksi arasındaki bu ilişki küresel borsalarla ilgili olarak geçerliliği kanıtlanmış bir ilişkidir.

Türkiye’de durum farklı

Oysa aşağıdaki tablodan da görülebileceği gibi, Türkiye’de Merkez Bankası faizlerinin son aylarda hızla yükseltilmesi karşısında menkul kıymetler borsası da (BİST 100) yükselmesini sürdürüyor.

 

BİST 100 Endeksi ve MB Politika Faizi

 

23 Haziran 2023

21 Temmuz 2023

24 Ağustos 2023

8 Eylül 2023

Haziran -Eylül artış hızı

BİST 100 Endeksi

5,583

6,688

7,492

8,368

% 50

MB Politika Faizi (%)

15.00

17.50

25.00

25.00

% 67

 

Buna eğer “yeni ekonomi yönetiminin başarılarından biri gerçekleşiyor” demeyeceksek bu durumu nasıl açıklayacağız?

Körfez sermayesi ve reel faizlerin negatif olmasının etkisi

Borsadaki bu hızlı yükselişin arkasında; döviz cinsinden göreli olarak ucuz bir konumda olan borsaya, Mayıs’taki seçimlerin ardından Körfez sermayesi kaynaklı yabancı yatırımcı girişlerindeki artışlar ve faiz oranlarının Haziran’dan itibaren yüzde 67’ye varan oranda artırılmasına rağmen hala enflasyonun gerisinde kalması gibi faktörler olabilir.

Nitekim yakınlarda açıklanan (2024-2026) Orta Vadeli Programına (OVP) göre, bu yılın Haziran-Temmuz aylarında 1,7 milyar dolar olmak üzere pay piyasasına son yılların en yüksek yabancı yatırımcı girişi gerçekleşti (1) ve Batılı yatırımcının yerini giderek Körfez ülkelerinin yatırımcıları almaya başladı.

Yani elinde dövizi olanlar için borsadaki TL cinsinden kâğıtların göreli olarak ucuz olması ve buna karşılık mevduat faizlerinin getirisinin enflasyonun gerisinde kalması (negatif reel faiz durumu) tasarruf sahiplerini borsaya yönlendirmiş gibi görünüyor.  

Ayrıca, borsadan elde edilen gelirlerin tamamının da, sahiplerinin yerli ya da yabancı olması fark etmeksizin, gelir vergisinden istisna tutulması borsaya yönelimi artırmış olabilir.

Halka arzlardaki patlama

Ancak bir diğer ihtimal daha var ki bu da halka arzlarla ilgili. Nitekim söz konusu OVP’ ye göre, 2023 yılının ilk yedi ayı itibarıyla gerçekleştirilen 24 adet halka arzdan toplam 32,7 milyar TL hasılat sağlandı.(2)

Bu noktada, borsa endeksini yükseltmesi bağlamında,  geçen hafta yayımlanan iki yazıdan söz etmek gerekiyor.

“Arsadan borsaya…”

Bu yazılardan ilki Bahadır Özgür’ün borsadaki normal dışı halka arz miktarı ile ilgili yazısı. Bu yazıya göre bu yılın ilk ayında BİST’te 2 milyar dolarlık bir halka arz yapıldı.

Özgür yazısında bu gelişmeyi “Arsadan borsaya memleketi silkeleyip duruyorlar” başlığı ile ayrıntılı biçimde açıklıyor ve borsada halk arz edilen şirketlerin, buna uygun bir kârlılık yapısı olmamasına rağmen, nasıl kolayca sayıları altı milyonu aşan bireysel katılımcılardan para toplayabildiğini anlatıyor. (3)

“Tavan çılgınlığı”

İkinci yazı ise Şebnem Turhan’a ait. Turhan, “Tavan çılgınlığı' için uyarı!” başlığı altında; yatırımcı sayısının altı milyonu aştığı Borsa İstanbul’a (BİST) son üç ayda iki milyona yakın yeni yatırımcının giriş yaptığını, bu üç ayda en dikkat çekenin 14 halka arzın gerçekleştirilmesi olduğunu ve en az iki, en fazla 11 tavan serisinin sağlandığını anlatıyor.

Turhan’ın yazısındaki “Temmuz ayı sonu itibariyle yatırımcıların yüzde 62’sinin portföy büyüklüğünün 50 bin liranın ve yüzde 23’ünün portföy büyüklüğünün 5 bin liranın altında olduğu” ayrıntısı ise son derece önemli. Özetle, orta ve küçük ölçekli şirketlerin hisselerinin kolayca arz edildiği borsada alıcıların azımsanamayacak bir kısmı küçük portföy sahiplerinden oluşuyor. (4)

İşin aslı, halka arz edilen şirketlerin sahipleri “ortak satışları” diye tabir edilen kendi hisselerinden satışlar yaparak ve bunlara birkaç kez tavan yaptırarak milyonlar kazanıyorlar. Bu durum ekonominin bu yılın ikinci çeyreğinde yüzde 3,8 olarak büyümesine de yardımcı oluyor.

Sonuç olarak

Üniversitelerin ekonomi ve işletme-finans bölümlerinde, öğrencilere finans sektörünün ve sermaye piyasalarının amacının işletmelere doğru olan finans akışını kolaylaştırmak ve sermayeyi en etkin biçimde tahsis etmek olduğu öğretilir.

Teoride, bu piyasalar ancak bu amaçlara hizmet ettiğinde ekonomi için faydalı olabilirler. Aksine, yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı altında düşük gelirleri yüzünden geçim zorluğu çektiği için ek gelir yaratmaya çalışan küçük tasarruf sahiplerini “keriz” gibi silkeleyen mekanizmalara dönüşen finansal piyasalar, faydalı olmayı bir kenara bırakın, bir asalak gibi işlev görerek ekonomiye de zarar verirler.

Kısaca, İstanbul Borsasındaki son aylardaki hızlı yükseliş, ekonominin sağlamlığının, şirketlerin kârlılığının gerçek anlamda ve sürdürülebilir bir biçimde arttığının ya da küçük tasarruf sahiplerinin halka arzlar aracılığıyla reel yatırımları fonlamakta olduğunun değil, teşvik edilen finansallaşma ile birlikte ülkede “kumarhane kapitalizminin” giderek egemen hale geldiğinin bir göstergesidir.

Borsadaki bu tuhaf yükseliş büyük olasılıkla önümüzdeki yıl (yerel yönetim seçimlerinin ardından) duracak ve endeks benzer bir hızla düşecektir. Bu gerçekleştiğinde ise bunun altında, o sözü edilen küçük portföylerin sahipleri olan ve kurtuluşunu toplumsal mücadelede değil, bireysel çabada ve kumarhane kapitalizmindeki  finans piyasalarında oynadığı kumarda arayan milyonlarca insan kalacaktır.

Dip notlar:

(1) Orta Vadeli Program (2024-2026), Eylül 2023, s. 15-16.

(2) Agr.

(3) https://www.gazeteduvar.com.tr/arsadan-borsaya-memleketi-silkeleyip-duruyorlar-makale (30 Ağustos 2023).

(4) https://www.ekonomim.com/finans/haberler/tavan-cilginligi-icin-uyari-haberi  (31 Ağustos 2023).