23 Temmuz 2017 Pazar

ÖNCELİKLİ SORUN VERGİ Mİ, KAMU HARCAMASI MI?

ÖNCELİKLİ SORUN VERGİ Mİ, KAMU HARCAMASI MI?

Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan?

Mustafa Durmuş

23 Temmuz 2017

Bu hafta boyunca sosyal medyada ekonomi alanında en çok tartışılan konulardan biri katma değer vergisi (KDV) tahsilatlarının tarihsel bir dip yapması ve bunun bütçe açığı ve borçlanma gereği üzerindeki olumsuz etkileri oldu.

Maliye Bakanlığının verilerine göre iş alemi, esnaf, şirketler, inşaat firmaları halktan topladıkları her 3 liralık KDV’nin sadece 1 lirasını devlete ödemişler.

Öyle ki özellikle harcamalardan alınan ve taksitlendirilemeyen KDV gelirinde, 2017 Haziran ayı itibariyle kümülatif olarak yaklaşık 81 milyar liralık tahakkuk tutarına rağmen, tahsilat tutarı yaklaşık 26 milyar TL’de kalmış (1).

Dolayısıyla da bu kesimler, devletin onlara vergi toplama da biçtiği gayrı resmi tahsilatçılık görevini yerine getirmemişler, hatta kendilerine ait olmayan vergi gelirlerine el koymuşlar (bu durum Osmanlı’nın son dönemlerinde, vergi toplama işinin ihale edildiği mültezimlerin yaptıklarına benzer bir durum).

Kuşkusuz bu çarpıcı durum vergilemede adaletsizlik ya da vergilerin gasp edilmesi yönünden tartışıldığı gibi, özellikle de CHP’nin uzman ekonomist vekilleri tarafından mali disiplin, bütçe açığı ve borç artışı gibi yönleriyle de tartışıldı. Bu iktisatçılar bu durumu Hükümetin mali disiplinsizliğini teşhir etmek amacıyla gündeme taşıdılar.

2008 Ekonomik krizindeki ile benzerlik

Bazı köşe yazarları da bu durumu ekonomik kriz hali ile ilişkilendirerek 2008-2009 krizi ile benzerlikler kurdular.

Örneğin Dünya Gazetesi’nde yayımlanan bir yazıya göre (2), 12 aylık toplam bütçe açığı 2008-2009 ekonomik krizi öncesinde (Ağustos 2008’de) neredeyse sıfırlanmış iken, kriz ile birlikte hızla yükselerek Ekim 2009’da 55,8 milyar TL düzeyine fırladı. Bunda hem kriz nedeniyle bütçe gelirlerinin azalması, hem de kamunun harcamalarını artırmasının etkisi oldu. Bu krizin bütçe açığına yansımasının neredeyse tıpkısı Mayıs 2016 sonrasında da görülüyor. Mayıs 2016’da 12 milyar TL düzeyine kadar inmiş bulunan 12 aylık bütçe açığı, Haziran 2017’de 55,6 milyar TL ile kriz zamanı ile eşit bir düzeye fırladı. Bütçe açığı 13 ayda Mayıs 2016 düzeyinin 4,6 katına ulaştı.

Biz de, Darbe girişiminin ve OHAL’in ekonomik etkilerini anlattığımız önceki bazı yazılarımızda OHAL uygulamalarının ve referandum gibi gelişmelerin devletin bütçesini ciddi olarak etkileyeceğini belirtmiş, bir de buna çıkartılan vergi ve prim afları eklendiğinde bütçe açığının ve kamu borçlanma gereğinin daha da artacağını vurgulamıştık.

Altını çizdiğimiz bir diğer konu da kamunun fiskal duruşunun (borçlanma düzeyi, bütçe açığı oranı gibi) göreli iyiliğinin sermaye kesiminin iştahını kabarttığı ve bu durumun sermayenin devletten devasa teşvikler sağlamasının da önünü açtığı, kısaca egemenlerin bu alana yüklendikleriydi.

Kamu borçlanma ihtiyacının artmasının kimleri daha da zengin edeceği (örneğin bankalar) ve yeni vergi artışları ve özelleştirmelerle kimleri daha da yoksullaştıracağı ise apaçık ortada.

Tartışmada öncelik kamu harcamalarında olmalı

Ancak sorunu sadece vergilemeye, şirketlerce tahsil edilip de devlete ödenmeyen KDV’ye, buradan hareketle artan bütçe açığı ve borçlanma gereğine sıkıştırmak büyük bir yanılgı olur.

Tartışmayı öncelikli olarak kamu harcamalarının durumundan başlatmalı, kamu harcamalarına öncelik vermeliyiz. Yani akademi dünyasında da yıllardır tartışılmakta olan “vergi mi, yoksa kamu harcamaları mı önce gelir?” tartışmasını yeniden açarak Türkiye’deki durumu bu zemin üzerinden yeniden tartışmalıyız.

Hem akademi hem de siyasette yaygın olarak benimsenmiş olan görüş “ önce vergiler belirlenir, sonra buna uygun olarak kamu harcamalarının düzeyi ve biçimi şekillenir” görüşüdür.

Ancak bu ön kabul doğru değildir. Tam tersine uygulamada önce kamu harcamaları belirleniyor, sonra bunların nasıl karşılanacağından hareketle vergiler belirleniyor.
Nitekim bütçe süreçlerine bakıldığında da öncelikli olarak harcamacı kuruluşlardan ödenek önerilerinin toplandığı görülür (bundan böyle bu belirleme işi büyük ölçüde Saray üzerinden yürütüleceğinden kamu harcamalarının önceliği çok daha belirleyici olacaktır).

 Önce kredi, sonra mevduat

Bu durum bankalardaki kredi – mevduat önceliği ilişkisine benziyor. Birçoğumuz bankaların topladıkları mevduatlara göre kredi verdiklerini düşünürüz ama durum pek öyle değil.

En son İngiliz Merkez Bankası bünyesinde yapılmış olan bir araştırmada da ortaya çıktığı gibi (3), bankalar önce verecekleri kredileri belirliyorlar (zira kredi verebilmenin zeminini oluşturan kaydi parayı yasal olarak yaratıyorlar) sonra mevduata yöneliyorlar.

Nitekim bizde de kredi / mevduat oranının yüzde 140’ı aşıyor olması bankaların mevduattan ziyade krediyi öncelediğini gösteriyor. Mevduat sıkışıklığı olduğunda ise zaten devlet kamu personeli maaşlarını ticari bankalara yönlendirme dâhil olmak üzere birçok mevduat artırma yöntemiyle ticari bankalara destek oluyor.

Vergileme ve harcama yapma konusunda da durum aynı. Pratikte Hükümet önce yapacağı harcamaları belirliyor ve sonra bunları hangi vergilerle, nasıl ve ne düzeyde karşılayabileceğinin ya da ne kadar borçlanacağının hesabını yapıyor.

645 milyar liralık bir harcama bütçesi

Örneğin bu yılın merkezi yönetim bütçesinde 645 milyar liralık bir kamu harcaması öngörülüyor. Bunun 598 milyar lirası kamu gelirleriyle, bunun da 511 milyar lirası vergi gelirleriyle karşılanacak. Aradaki yaklaşık 50 milyarı ise borçlanmayla karşılanacak (4).

Yani iktidar bloku, bu bloku oluşturan iktisadi ve politik kanadın, askeri kanadın önceliklerine ve göreli gücüne göre yapılacak harcamaları belirliyor, sonra sıra vergi toplamaya geliyor.

Bu yüzden de bizim de tartışmayı öncelikle olarak kamu harcamalarına yöneltmemiz ve “Hükumet bu 645 milyar liralık harcama bütçesine neden ihtiyaç duyuyor, bu paraları nerelerde, hangi amaçlarla, etkin, verimli ve adil olarak kullanıyor mu” sorularını sorarak işe başlamamız gerekiyor.

Bu sorgulamayı yapmaksızın vergileri sorgulamak çok anlamlı değil. Örneğin sözü edilen KDV tahakkukunun tamamı tahsil edilseydi, yani şirketler esnaf bunlara el koymasaydı mesele bitmiş olacak mıydı? Ya da vergi kaçırma sıfır düzeyine indirilseydi, adil vergilenme (!) yapılsaydı, adil olmayan harcamalar aklanmış olur muydu?

Öncelik güvenlik ve asayiş harcamalarına

Bu sorgulamayı yaparken örneğin bütçeden en büyük payın özellikle de 2013 yılından bu yana iç ve dış güvenlik ve asayişin sağlanmasından sorumlu kurumlara ve ödenek biçimlerine ayrıldığının (yüzde 15 civarında), eğitimde niteliksel bir artışa yönelik ciddi bir ödenek artışı olmazken (yüzde 85’i personel harcaması) örneğin Diyanet İşleri Bakanlığı’na çok ciddi bir kaynak aktarımı yapıldığının, sağlık, kamusal ulaştırma, sosyal güvenlik gibi temel sosyal refah harcamalarının iyice budandığının altını çizmemiz gerekiyor.
Yani etkinlik, verimlilik ve adalet tartışmasını öncelikle, kamu harcamalarını planlarken yapmalı ve sonra bunların karşılanma yolu olarak vergilerin etkinliği ve adaletini tartışmalıyız (bu vergilemenin önemsizleştirildiği anlamına gelmez).
Daha somut bir biçimde ifade etmeye çalışırsak; askeri harcamalarını, OHAL harcamalarını, sermayeye verilen desteklerini azaltan bir Hükumetin halktan toplaması gereken vergiler de azalacaktır.
Böyle olduğunda vergilerin sosyal adalete uygun olarak alın teriyle kazanılmış emek gelirlerinden ziyade sermaye gelirlerinden alınması gerektiği, KDV ve ÖTV oranlarının iyice düşürülüp, Kurumlar Vergisi oranının artırılması, yüksek gelirlilerin tabi oldukları Gelir Vergisi oranlarının artırılması, yeni bir Servet Vergisi ve Rant Vergisi konulması gerekliliği gibi konular gündeme getirilebilir.
Bu da, “bu düzenin kaymağını yiyenlerin, kamu hizmetlerinden asıl faydalananların bu vergileri ödemeleri gerektiği ” tezinden hareketle savunulabilir.

Devletin vergi toplama gayretini artırılmasıyla, yani “vergi verme - oy ver- destek ver ” biçimindeki karşılıklı alış verişin terk edilmesiyle KDV tahsilatları neden düştü tartışılması da artık gereksiz hale gelir.

Gereksiz, toplumsal yarar sağlamayan (hatta topluma zarar veren), adaletsiz ve verimsiz nitelikteki kamu harcamaları azaltıldığında toplumun vergi yükü azalır.

Sınıf çıkarları karşıtlığı

Diğer yandan bu alanın sosyal sınıflar ve siyasetteki diğer güçler arasında çok önemli bir paylaşım alanı, dolayısıyla da kavga alanı olduğunun da bilincinde olmak gerekiyor. Yani böyle bir dönüşüm sadece bir bütçe planlaması ile gerçekleştirilebilecek teknik bir dönüşüm değildir (5018 Sayılı Kanunun fiilen başarısız kalması bunu açıklar).

Kısaca toplumun ve devletin bir bütün olarak demokratik dönüşümü olmaksızın harcama-vergi dönüşümü gerçekleşemez. Yani demokratik, özgür bir toplum kurulur ve vergi ve harcama sorunları bir madalyonun iki yüzü gibi birbirinden ayrılmadan ele alınırsa ve öncelik harcamaların belirlenmesi konusunda adalet ve etkinliğe verilirse buna uygun adil ve etkin bir vergi sistemi kurulur.
……
(1) CHP’li Böke sordu: Vergiler kimin cebine bırakılıyor?, https://www.poltkyol.com, 21 Temmuz 2017.
(2) İsmet Özkul, Bütçe grafiği, 2008-2009 krizini andırıyor, https://www.dunya.com, 21 Temmuz 2017.
(3) Michael McLeay, Amar Radia and Ryland Thomas, Money creation in the modern economy, Quarterly Bulletin 2014 Q1, s. 15-16.

(4) 2017 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu.

14 Temmuz 2017 Cuma

OHAL' DE BANKALAR

OHAL' DE BANKALAR
Mustafa Durmuş
14 Temmuz 2017

Dünkü yazımda bir Danıştay kararı ve BDDK düzenlemesi üzerinden sırasıyla inşaat sektörüne ve artık onun mütemmim cüzü haline gelen bankacılık sektörüne verilen yeni teşvikleri yorumlamış ve finans kapitale sunulan desteğin aslında OHAL’de grev yasaklarının sağladığı korumanın çok daha üstünde olduğunu vurgulamıştım.
Bugün OHAL altında bankacılık sektörünün durumunu biraz anlatacağım. Malum bankalar hem geçen yıl, hem de bu yılın ilk çeyreğinde kârlarını ciddi oranda artırdılar.
Buradan hareketle bugün şu sorulara kısa yanıtlar arayacağız: Bu yüksek kârlılık nasıl gerçekleşti? Bunun OHAL uygulamaları ile her hangi bir ilişkisi var mı? Bu durumun banka emekçileri başta olmak üzere topluma maliyeti ne oldu? Bu kârlılık ve canlılık durumu sürdürülebilecek mi? Bankalar devletten yeni hangi tür teşvikler talep ediyorlar? Tüm bu gelişmeler ekonomi ve siyaseti nasıl etkileyebilir?
Bu soruların yanıtlarını ararken asıl olarak sektörü detaylı bir şekilde anlatan bir raporun bulgularına değineceğiz. Bu rapor sektörün içindekilerce hazırlanmış olan bir rapor: Forbes Türkiye’nin 1 Temmuz 2017 tarihinde yayımlanmış olan ”2017 Banka Raporu”.
2016- 2017 Yılları: Finans kapital açısından altın yıllar:
Öncelikle, bankalar bu yılın ilk çeyreğinde kârlarını (geçen yılın aynı dönemine göre) yüzde 65 oranında artırarak 13,5 milyar liralık kâr elde etmişler.
2016 yılındaki toplam net kârı (vergi sonrası) ise 36,4 milyar lira olmuş. Aktif büyüklüğü 15- 100 milyar lira arasında olan orta ölçekli bankalar 2015 yılındaki kötü durumlarından kurtulmuşlar, 2016 yılında hem TÜFE endeksli devlet tahvillerinin yüksek getirilerinden, hem de KGF kredilerinden aldıkları komisyonlardan ciddi kârlar sağlamışlar.
Devlet bankaları ve büyük sermaye gruplarının bankaları zirvede:
Ancak asıl kârı, aktifleri 100 milyar lirayı aşan büyük bankalar sağlamışlar. Bunlar arasında en fazla kârı, 6.6 milyar lira ile, T. Varlık Fonu’na devredilmiş olan Ziraat Bankası yapmış. Bu bankanın 2015’ten 2016’ya kârlılığı yüzde 27’nin üzerinde artmış.
Bunu iktidara yakın gruplardan birinin bankası olan Garanti Bankası izlemiş: 5 milyar liranın üzerinde bir kâr ve yüzde 49 kârlılık artışı.
Üçüncü sırada Sabancı’ların bankası olan Akbank var: 4,5 milyar liranın üzerinde bir kâr ve yüzde 51’i aşan bir kârlılık artışı.
Bir başka büyük sermaye grubu olan Koç’ların bankası olan Yapı Kredi’nin performansı ise hepsinin üzerinde: Geçen yılki kârı 3 milyar liraya yakın (diğerlerine nazaran düşük) ama kârlılık artışı diğerlerinin üzerinde olmuş: yüzde 58’e yakın (s. 57).
Raporda öz kaynak kârlılığı en fazla yüzde 17 (Ziraat Bankası) artarken, mali kârlılığın yüzde 50’nin üzerinde olması asıl olarak, uluslararası sermaye akımlarının bu yılın başından itibaren tekrar yükselen ekonomilere (bu arada Türkiye’ye de) dönmesi, bankaların Merkez Bankası nezdinde tuttukları karşılık oranlarının düşürülmesi, 50 bin liralık KOSGEB kredilerinin devreye sokulması ve devletçe garantilenmiş Kredi Garanti Fonu (KGF) kredilerinin yaygın kullanımına bağlanıyor.
Örneğin bu yıl için 250 milyar liralık sınırı olan KGF kredilerinin 180 milyar liralık kısmı daha yılın ortasında kullanılmış durumda. Yani ‘piyasanın görünmez eli’ değil, ‘devletin görünür eli’ bu kârlılık artışının ardındaki temel faktör.
OHAL ile birlikte plasman miktarı bir anda onlarca kat artırılan KGF’nin devreye sokulmasıyla bankaların piyasaya kullandırdıkları kredilerin miktarında bir patlama gerçekleşmiş.
Krediler ortalama yüzde 20 oranında artmış. Bu kredileri en fazla özel bankalar kullandırmış, sonra yavaş yavaş Ziraat, Halk Bank gibi kamu bankaları devreye girmeye başlamış. Kredi artışı olunca batık kredi rasyosu da küçülmüş, yani bir bilanço makyajı da gerçekleşmiş.
Bankaların kârı artınca ne olur? Örneğin borsa yükselir, ekonomide sanal büyüme gerçekleşir. Nitekim öyle oldu ve bankacılık borsa endeksi bu yılın başından bu yana yüzde 30 artarken, BİST 100 de 100,000 üzerine çıktı. Bu arada ilk çeyrekte ekonomi yüzde 4 büyüdü. Yani amaç hasıl oldu.
Kaybeden taraf banka emekçileri oldu:
Bankaların yaşamakta oldukları bu saadet devri onların çalışanlarına yansımış mı? Ya da artan kârlar damlayarak da olsa banka emekçilerinin durumunu iyileştirmiş mi, gelirleri artmış mı, genç üniversite mezunları buralarda daha fazla işe girebilmişler mi?
Raporun bulgularına göre bu patlayan krediler, zirve yapan kârlar, üst düzey yöneticiler dışında, banka emekçilerine yaramamış. Yöneticilerin primleri katlanmış ama banka çalışanlarının gelirlerinde (maaşlarında) gözle görülür bir artış olmamış, daha kötüsü toplam 34 bankanın neredeyse tamamında çalışan personel sayısı azaltılmış, şubeler kapatılmış.
Personel sayısındaki azalma büyük bankalarda yüzde 3’e kadar, orta ölçeklilerde yüzde 36’ya kadar (örneğin HSBC) ve küçüklerde yüzde 15’e kadar gerçekleşmiş (s. 26).
Bunlar içinde iki örnek çok çarpıcı. Geçen yıl kârını en fazla artıran Yapı Kredi Bankası şubelerinin yüzde 6,4’ünü kapatırken, personel sayısını da yüzde 1 civarında azaltmış. Akbank ise mevcut şubelerinin yüzde 7’sini kapatırken, mevcut personelinin yaklaşık yüzde 2’sinin işine son vermiş (bu denli destek verilen bankacılık sektöründe toplamda koca sektörde çalışan sayısı hala 200,000’i bulmuyor).
Bunun tek bir açıklaması olabilir: Bankalar OHAL fırsatçılığı yapıp personel çıkartmışlar, eldeki personeli daha verimli kullanmaya başlamışlar ve bu arada dijital işlem kanallarına yüklenmişler.
Nitekim Bankalar Birliği’nin verilerine göre, bu yıl aktif dijital bankacılık müşteri sayısı 29 milyon kişi olmuş. En fazla şube kapatan ve işçi çıkartan Akbank’ta işlemlerin yüzde 95’i artık dijital kanallardan yapılıyor.
Bu sektörün ödediği vergilerin düşüklüğü ise ayrı bir sorun. Normalde kurumlar vergisi mükellefi olarak yüzde 20 vergi ödemesi gereken bankaların hiç biri efektif olarak bu oranda vergi ödememiş. En fazla ödeyen yüzde 11’i aşmamış. Bunun nedeni bu kuruluşların çok sayıda muafiyet, istisna, indirim, teşvik gibi imkândan yararlanmaları. Bu da resmi vergi oranı olan yüzde 20’nin efektif olarak yarısının altına düşmesine neden oluyor. Yani devletin eli burada da işin içinde.
Madalyonun diğer yüzü: Bu kredi ve kâr büyümesi sürdürülemez!
Rapor, özellikle de bu yılın son çeyreğinden itibaren, bankaların fonlama maliyetlerinin artacağına dikkat çekiyor. Yani kredi / mevduat rasyosunun yüzde 140’ları bulması, yeterince mevduat temin edilememesi, Fed’in önümüzdeki aylarda faiz oranlarını yükseltme ihtimalinin yüksek olması, KGF uygulamasına 2018’de son verilecek olması gibi nedenlerle kâr marjlarının düşeceğine, bunun da bankalar arasında çok ciddi bir mevduat rekabetine neden olacağına dikkat çekiliyor.
Kredilerin yüzde 20 arttığı bir dönemde mevduatların neredeyse hiç artmaması (geçen yıl sadece yüzde 17, bu yıl Mayıs ayında sadece yüzde 2’lik bir artış olması) mevduat yarışına neden oldu.
Gelir dağılımının son derece bozuk ve insanlarının önemli bir kısmının yoksulluk sınırının altında, borçla ve yoksulluk yardımlarıyla yaşadıkları bir toplumda, döviz kurunun ve enflasyonun sürekli yükseldiği bir ekonomide yerli para cinsinden mevduatların belli bir düzeyin üzerine çıkmaması son derece normal.
Fonlama sorunları artacak:
Böyle bir mevduat eksikliği mevduat faizlerinin yüzde 14,5’in üzerine kadar çıkmasıyla sonuçlanınca, mevduata ödenen faiz ile kredi üzerinden alınan faiz arasındaki makas daralmaya başladı, bu da bankalar açısından fonlama sorununa neden oldu.
Bir başka anlatımla kredi miktarına göre yüzde 40 yetersiz düzeydeki mevduatların ağırlıklı olarak kısa vadeli, buna karşılık kredilerin uzun vadeli olması sorunun derinleşmesine neden oluyor.
Yani kısa vadede mevduat faizindeki artış, kredi faizlerindeki uzun vadede yapılan artışlarla dengelenemiyor. Bankaların yurt dışından buldukları sendikasyon kredileri de döviz cinsinden olduğu (ve kural gereği içerde lira cinsinden kullandırtıldığı için) ortaya çıkan kur riski nedeniyle çözüm olamıyor.
Yeni teşvikler, verimlilik artışı ve dijitalleşme:
Sektör yöneticileri aynı sözcüklerle ifade etmeseler de sektörün sanal büyümesinin duvara toslamak üzerine olduğunu biliyorlar. Bu yüzden de çözüm olarak devletten proje finansmanı ve yatırım kredileri konusunda yeni teşvikler beklediklerini ifade ediyorlar. Ayrıca verimlilik artışına gideceklerini ve dijitalleşmeye hız vereceklerini ifade ediyorlar.
Bir başka deyimle finans kapital devletin bütün gövdesiyle kendi yanında olmasını istiyor. OHAL rejimi altında bunun daha kolay yapılabileceğinin farkında.
Diğer yandan bu gelişmelerin faturası yine banka emekçilerine çıkacak gibi görünüyor. Tarihte de hep böyle olmuştur. Sermayenin kendi arasındaki rekabet hep firmaların maliyet düşürücü önlemleri almasıyla sonuçlanmış, tekellerce yutulmayan firmalar böyle ayakta kalabilmiştir.
Yani firmalar işçi çıkartmışlar, mevcut işçileri daha yoğun ve daha fazla çalıştırmışlar, ücret artışı yapmamışlar, hatta kriz dönemlerinde işçilerin nominal ücretlerini bile düşürmüşler. Bankalar da kapitalizmin bu temel işleyiş kuralına tabiler.
Bu raporda sunulan verilere bakarak şu sonuçları çıkartmak mümkün:
Devlet destekli bu kârlılık düzeyi artık sürdürülemez boyutlardadır, ciddi bir finansal kriz ya da bankacılık krizi riski mevcuttur, sektörde tekelleşme giderek artmaktadır (öyle ki kredi, mevduat, kârlılık ve aktifler açısından sektörün yüzde 86’sı 10 bankanın tekelinde), grevlerle yasal hak arama yollarının kapalı olduğu OHAL koşullarında bankalar arasında yoğunlaşan kredi-mevduat rekabeti, giderek küçüklerin batmasıyla, en iyi ihtimalle, ayakta kalanların daha fazla işçi çıkartmasıyla, banka emekçilerinin daha zor koşullarda ve daha düşük reel ücretlerle çalışmaya zorlanmasıyla, işçilerin yerini giderek dijital kanalların almasıyla sonuçlanacaktır.
Formun Üstü
Formun Altı


OHAL, GREV YASAĞI VE BUZ DAĞININ GÖRÜNMEYENLERİ

OHAL, GREV YASAĞI VE BUZ DAĞININ GÖRÜNMEYENLERİ
Mustafa Durmuş
13 Temmuz 2017

OHAL’in sınıfsal boyutu, devletin zirvesince yapılan grev yasaklarıyla ilgili son açıklama ile net bir biçimde ortaya konuldu.
Bu açıklama, fiilen işçilerin yasal grevler yoluyla hak arama yollarının OHAL koşullarında tıkalı olduğunu gösteriyor. Bu nedenle de bu açıklama yerli ve yabancı sermayeyi mutlu ederken, buna tepki veren DİSK’in dışında TÜRK-İŞ gibi genelde hükumetlerle iyi geçinen bir işçi sendikasının dahi tepkisini çekti, işçi sınıfını tedirgin etti.
Diğer yandan özellikle de son bir yıldır, sermaye sınıfına verilen o kadar çok mali ve finansal teşvik ve onlar lehine yapılan idari ve yasal düzenleme var ki bunları burada anlatmaya sayfalar yetmez.
Daha ziyade “teşvik” başlığı altında yapılan bu işler sıradan yurttaşın anlayamayacağı şekilde ve yollarla yapıldığından olsa gerek, muhalefetteki siyasal partiler ya da işçi sendikaları bile tepki vermiyorlar ya da tepkileri medyada yer bulmuyor.
Bu düzenlemeleri bazen kısa, bazen de ayrıntılı olarak bu köşede yazdım. Bunlara her gün yenileri ekleniyor. Örneğin sadece son bir hafta içinde bir BDDK düzenlemesi ve Mart ayında alınan bir Danıştay kararı ile finans kapital ve büyük inşaat şirketlerine çok önemli iki kolaylık daha sağlandı.
Finans kapitalin düzenlenmesinden adım adım vazgeçiliyor:
11 Temmuz 2017 tarih ve 30121 sayılı RG’de yayımlanan BDDK düzenlemesi ile bankaların öz kaynak hesaplamaları değiştirilerek, olmayan varlıkları da bundan böyle öz kaynak hesabına dâhil edilecek.
Yani bankaların öz kaynakları sanal bir biçimde artırılacak. Üstelik bankaların öz kaynakları üzerinden kârlılıklarının geçen yıl ortalama yüzde 14 gibi ciddi bir oranda artmış olduğu gerçeğine (1) rağmen bu düzenlemeye gidildi. Bu değişiklik uluslararası bankacılık kurallarına da artık itibar edilmeyeceğini gösteriyor.
Bir başka anlatımla, ana akım ekonomistler tarafından dahi “ahlaki çöküş”, “bilgi asimetrisi” ve “ters seçim” gibi sorunların en sık yaşandığı, bu nedenlerden dolayı da sıkı bir biçimde kurala bağlanıp, düzenlenmesinin, kontrol edilmesinin gerekli olduğu görüşünün yaygın bir biçimde savunulduğu bankacılık ve finans sektöründe uluslararası kurallara ve düzenlemelere uyulmaması, ancak OHAL rejimleri gibi rejimlerin işleyiş biçimi ve sınıfsal karakteri ile açıklanabilir.
Bu tür bir bilanço güzellemesi ile bankaların kredi imkanlarının artırılması ve daha önceki bir düzenleme ile bu krediler üzerinden sınırsız menkul kıymetlendirme (sekuritizasyon) yapılabilmesinin önünün açılmasının ne denli riskli olduğunu ve 2008 krizi benzeri yerli malı bir finansal kriz üretmek demek olduğunu daha önceki bir yazımızda belirtmiştik.
Büyük inşaat şirketlerine vergi iadesi ve vergi indirimi
İkinci düzenleme ise bu kez yüksek yargı organı olan Danıştay’dan geldi. Danıştay öyle bir karar verdi ki (2) büyük inşaat şirketleri ve onların finans ortağı konumundaki bankalar zil takıp oynasalar yeridir. Bu karar ile KDV Genel Uygulama Tebliğinin, konutların net alanının hesabı ile ilgili bölümü iptal edildi.
Bunun anlamı, büyük sitelerde, rezidanslarda, çocuk parkı, bahçe düzenlemesi, havuz, çim ekimi, spor alanları gibi alanlar için inşaat firmalarınca yüklenilmiş olan KDV bu şirketlere iade edilecek.
“İnşaat firmalarınca yüklenilen KDV” sözüne aslında takılmayın zira firmalar bu vergiyi zaten alıcıya fiyatları artırarak yansıtabiliyorlar, yani sonuçta bu vergiyi onlar yüklenmiyorlar.
Diğer taraftan bu hesaptan düşülen alanlar üzerinden tahsil edilen KDV’ler ciddi boyutlara ulaşıyor. Böylece bu düzenleme ile hem devlet vergi gelirinden olacak, hem de örneğin konut alıcılarının ödediği KDV tutarı kadar bir nakit aslında gerçek yüklenicisi olmayan inşaat şirketine iade edilerek bu kesime bir kaynak transferi yapılmış olacak.
Net alan hesabı değişti
Aynı karar ile inşaat firmalarına yeni bir imkân daha sunuluyor. Kısaca inşaatlarda net alan hesabı KDV Genel Tebliğine göre değil, artık İmar Yönetmeliğine göre yapılacak.
Böyle olunca örneğin teraslar, depolar, kat ve çatıdaki bahçeler gibi alanlar 150 m2’lik net alan hesabına dâhil edilmeyeceğinden (böylece de lüks konut sayılmayacağından, bu inşaatların alım-satımında yüzde 18 yerine yüzde 8 KDV uygulanacak. Bu yolla hem zengin inşaatçılar, hem de zengin konut alıcıları desteklenmiş olacak.
Teşvike doymayan bir sektör
Belli ki bu sektör teşvike doymuyor. Nitekim son bir yıl içinde sektöre yönelik KDV, Damga Vergisi ve Tapu Harçları yönünden bir çok mali teşvik ve baskılanmış konut kredisi faizleri politikası ve Kredi Garanti Fonu (KGF) üzerinden bol finansal kredi uygulanıyor (180 milyar liralık kredi hali hazırda kullanıldığı için uygulamaya şimdilik son verildi).
Bu teşvik ile 150 m2’yi geçmeyen konutlar lüks konut sayılmadığından KDV oranı yüzde 8 olarak, tapu harçları normal harcın ¾’ü olarak uygulanırken, inşaat sözleşmelerinde damga vergisi sıfıra kadar düşürüldü ve yabancılara yapılan işyeri ve konut satışları KDV’den istisna tutuluyor.
Teşvik adı altında vazgeçilen vergiler ortada iken Maliye’nin vergi gelirlerinin düşüklüğünden şikâyet etmesi de ilginç bir durum.
Özcesi OHAL- grev yasağı ilişkisi net bir biçimde en tepeden açıklandığı için tepkilere neden oluyor ama yukarıda sadece bir kısmını aktarabildiğimiz son bir yılda "teşvik" adı altında yapılan birçok düzenleme gözden kaçmamalı. Çünkü bunlar da en az grev yasağı kadar sınıfsal sonuçları olan düzenlemeler.
……
(1) Forbes Türkiye, Banka Raporu, 1 Temmuz 2017, s. 62.
(2) Danıştay’ın 02.03.2017 tarihli ve E.2014/4835, K.2017/2170 sayılı kararı


13 Temmuz 2017 Perşembe

SERA GAZI SALIMINA İLİŞKİN SON VERİLER G 20 SONUÇ BİLDİRİSİNİ BOŞA DÜŞÜRÜYOR

SERA GAZI SALIMINA İLİŞKİN SON VERİLER G 20 SONUÇ BİLDİRİSİNİ BOŞA DÜŞÜRÜYOR
Mustafa Durmuş
11 Temmuz 2017

The Guardian Gazetesi’nin dünkü bir haberinde[1] yer alan bir yeni rapora göre[2] (2), küresel ısınma başta olmak üzere çok sayıda çevre felaketine neden olan sera gazı salımının yüzde 71’inden Dünyadaki en büyük 100 petrol, kömür vs şirketi sorumlu.
Yani 1988- 2015 tarihleri arasındaki küresel ısınmanın temel sorumluları sadece 100 özel ve devlet şirketi. Dahası bunlar içinde ilk 25 şirket bu sera gazı salımının yüzde 50’sini gerçekleştiriyor.
Rapora göre eğer sera gazı salımı önümüzdeki 28 yıl boyunca bu hızda devam ederse, bu yüzyılın sonunda atmosfer 4 C derece daha ısınmış olacak.
Atmosferin 4 C derece daha ısınmasının ne tür etkileri olabileceği konusunda aşağıdaki veriler bize yardımcı olabilir.
IPCC’ye göre, küresel ısınma ve iklim değişiklikleri bu şekilde artarak sürerse dünyada çok önemli değişiklikler olacak: 2.5 C derecelik bir ısınma canlıların yüzde 25-30’ unu, 3.5 C derecelik bir ısınma ise yüzde 40-70’ini yok edecek.
Isınma artıp deniz seviyesi yükselince (örneğin 7 metre) milyonlarca insanın yaşadığı şehirler sular altında kalacak. 4.4 milyar insan içecek su bulma sıkıntısı çekerken, gıda üretimi hızla azalacak.

Sera gazından en fazla sorumlu 15 şirket:
Küresel çapta en fazla sera gazı salımı yapan ilk 15 şirket ve payları raporda şöyle sıralanıyor:
Çinli (China Coal) : % 14,3 : S.Arabistanlı Aramco: % 4,5; Rus Gazprom : % 3,9; İranlı National Oil: % 2,3; ABD’li Exxon Mobil: % 1,9; Meksikalı Pernex : % 1,9; Rus Coal: % 1,9; Hollandalı Shell : % 1,7; Çinli National Petroleum: % 1,6; Britanyalı BP: % 1,5; ABD’li Chevron: % 1,3; Venezüellalı PDVSA: % 1,2, Abu Dabili National Oil: % 1,2 ve Polonyalı Coal: % 1,2.
Görüldüğü gibi kirleticiler hem dev kapitalist devlet tekellerinden (örneğin Çin ve İran gibi), hem de Exxon Mobil, Shell, BP ve Chevron gibi özel sektör firmalarından da oluşuyor.
Yani küresel ısınma gibi felaketlere katkıda bulunma konusunda din, ırk fark etmediği gibi devlet ya da özel sektör büyük sermaye kuruluşları açısından da farklılık söz konusu değil.
Kâr için üretim esas
Çünkü hepsinde ortak güdü kâr için üretim. Bunun için de, doğada yarattığı etki ne olursa olsun fosil yakıtlar adı verilen petrol gibi yakıtların kesintisiz çıkartılması gerekiyor.
Kapitalist üretimin doğrudan amacı insan ihtiyaçlarının karşılanması değil. Kapitalizmin amacı kâr, daha fazla kâr, en fazla kârdır. Daha fazla kâr için daha fazla üretim ve tüketim yapılır. Kâr için hem emek, hem de doğa tahrip edilir.
Kâr sürümlü iktisadi büyüme her gün devasa enerji ve ham madde kaynaklarının kullanılmasını gerektirir ve bunların hepsi biyosferden elde edilir. Ama bu yapılırken, ortaya çıkan ekolojik etkiler hesaba alınmaz. 
Howard Zinn 2002 yılında, kendisi ile ilgili olarak yapılan bir belgeselde şunları söylemişti:
“Kâr güdüsünün insanlık için ne denli tahrip edici olduğu yönündeki Marks’ın algısı bugün çok daha önemli bir hale geldi. Para kazanma ve kâr güdüsü bugün kimyasallar üreten firmaların havayı, suyu kirletmesine ve silah firmalarının kimlere karşı kullanılacağı dahi bilinmeyen devasa silah üretimine neden oluyor. Toplumların gerçek anlamda demokratikleşmesi kâr motifinin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür.”
Bu veriler birkaç gün önce toplanan G 20 Zirvesinde de önemli tartışma konularından birini oluşturan Paris İklim Anlaşması’ndan ABD’nin neden çekilmek istediğini aslında bize anlatıyor (Anlaşmanın kendi de bizim açımızdan son derece tartışmalı).
Keza her ne kadar Merkel sonuç bildirgesini açıklarken " liderlerin iklim değişikliği sorunu konusunda uzlaşmaya vardığını" ileri sürse de, bu veriler bunun neden yerine getirilmesi mümkün olmayan boş bir söz olduğunu göstermeye yetiyor.





Formun Üstü



[1] “Just 100 companies responsible for 71% of global emissions, study says”,
https://www.theguardian.com/sustainable-business/2017/jul/10.
[2]  CDP, The Carbon Majors Report 2017 (pdf).

2 Temmuz 2017 Pazar

BORÇ SADECE BORÇ DEĞİLDİR

BORÇ SADECE BORÇ DEĞİLDİR

Mustafa Durmuş

1 Temmuz 2017

Dünden bu yana ulusal basında yer alan ekonomi haberlerinin başında, işçilerin haftalık tatilini kaldıran ve iş güvenlik yasasını 2020 yılına erteleyen kanunun onaylandığı, esnek çalıştırma konusunda bazı yeni adımların atılacağı ve yeni yapılan Avrasya Tüneli, Yavuz Sultan Selim ve Osmangazi Köprüsü'nden yılın ilk 4.5 ayındaki araç geçişlerinin yetersiz kalmasından dolayı ortaya çıkan zararın büyük olduğu ve bu durumun devam etmesi halinde, sözleşme gereğince yıl sonunda özel işletmeci firmalara Hazine’den 2 milyar 410 milyon TL fark ödeneceği, bu rakamın da örneğin Osmangazi Köprüsü'nün yapım maliyetinin üstünde bir rakam olduğu ve İstanbul’daki toplu taşıma ücretlerine yapılan zam haberleri yer aldı (1).
Bu gelişmelerin bu köprüleri kullanmayan yurttaşların (kullananlar vergilerine ilave olarak geçiş ücretini zaten ödüyorlar) vergilerinin özel şirketlere kaynak aktarımı demek olduğu ve toplu taşıma zamlarının dar gelirli insanları daha da yoksullaştıracağı açık. Bu nedenle de tepkiyle karşılanması normal.
İşçilerin haftalık izin kullanma hakkını işverenin insafına bırakan yasa ve esnek çalışma konusunda yeni adımlar atılacağı açıklamasına sendikalarından her hangi bir tepki gelmedi. Oysa bu gelişmeler sermaye sınıfının işine yararken, faturanın giderek daha fazla işçi sınıfına çıkartılacağının somut göstergeleri.

ZİRVEDEKİ DIŞ BORÇ
En az bunlar kadar önemli bir diğer haber ise Türkiye’nin dış borç stoğundaki artışla ilgili. Bu haber de basında “Türkiye'nin dış borcu 15 yılın zirvesinde” manşetiyle verildi.
Böylece, Hazine Müsteşarlığı’nın verilerine göre, "AKP iktidarlarında Türkiye'nin dış borcu zirve yaptı ve brüt dış borç stoku, 412,4 milyar dolar oldu, dış borç stokunun milli gelire oranı ise yüzde 49,1 olarak hesaplandı" (2).
Bu haber doğuracağı sonuçlar açısından diğerleri kadar açık ve net değil. Kaldı ki bu verileri bazı ekonomi yorumcuları farklı bir biçimde yorumlayıp, dev medya kuruluşlarının da manipülasyon gücüyle halka sunup, haberin anlaşılmasını zorlaştırabiliyorlar.
Bu nedenle de bu borç haberinin ayrıntılı bir biçimde analiz edilip yorumlanması gerekiyor. Bu yıl üniversitedeki yüksek lisans programında vermiş olduğum “Dünya Borç Krizleri” dersinden dolayı veriler de elimizde mevcut (3).
Evet, dış borcumuz 412,4 milyar dolar. Yani yaklaşık 1,5 trilyon lirayı buluyor. Ancak bu tek başına bir şey ifade etmiyor zira bunun milli gelire oranı yüzde 49’un biraz üzerinde. Bu da Türkiye’nin aynı kulvarda yer aldığı diğer ülkelerden daha düşük.
Ancak nereden bu düzeye geldiği burada ilk önemli nokta. 2003 yılında dış borç tutarı 100 milyar dolar civarında idi. Yani geçtiğimiz 14 yıl içinde dış borç stoku 4 kattan fazla artış göstermiş. Milli gelir içindeki payı da o yılda yüzde 35 imiş. Yani dış borçlarda ciddi bir artış var. 

“AMA IMF’YE OLAN BORCU SIFIRLADIK !”
Bu arada bu 14 yılda borç anapara taksitleri ve faiz de ödenmiş. İşte haberde yer almayan önemli bir ayrıntı burada. Adına “borç servisi rasyosu” da denilen (anapara ve faiz ödemelerinin milli gelir içindeki payını gösteren rasyo) son 14 yılda yüzde 6,4’ten yüzde 13,5’e çıkmış, yani 2 kattan fazla artmış.
Kısaca hem devasa miktarda dış kredi kullanılmış, hem bunların anapara ve faizleri ödenmiş hem de tüm bu ödemelere rağmen borç stoku azalmamış, yerinde saymamış, biraz artmamış, tam tersine 4 kattan fazla artmış. Böyle olunca da “IMF’ye olan borcumuzu sıfırladık ama” söyleminin hiçbir anlamı kalmıyor.
Şimdilik dış borçlardan devam edelim. Bu borçların üçte ikisi özel sektöre ait. Yani özel sektörün kısa vadeli krediler dâhil dış borcu 300 milyar doları aşıyor (bu rakam ülkenin döviz rezervlerinin 2 katından fazla).
Bu dış borçların yüzde 59’unun dolar, yüzde 33’ünün avro cinsinden; buna karşılık ihracat gelirlerinin yüzde 43’ünün dolar, yüzde 48’inin ise avro cinsinden olması söz konusu. Bu da daha ziyade dolardan borçlanıp, ama daha çok avro karşılığı yaptığımız ihracat ile bu borçları ödemek gibi bir gariplikle karşı karşıyayız demek.

RESMİN BÜYÜĞÜ: 3 TRİLYON LİRALIK TOPLAM BORÇ STOKU
Yukarıdaki rakamlar sadece Türkiye’nin dış borçlarını (özel + kamu) kapsıyor. Buna iç borçları da dâhil ettiğimizde bu rakam 3 trilyon lirayı aşıyor. Bu haliyle milli gelirin yüzde 106’sını buluyor. Bu oran 2002 yılı sonunda yüzde 84 imiş.
Yani Türkiye her yıl üretiminden daha fazla toplam borca sahip. 2002 yılı sonunda ise bu rakam 360 milyar liranın biraz üzerinde imiş. Kısaca son 14 yılda toplam borç stoku 10 kata yakın artmış. Bu da aslında şu ana kadarki yüzde 4-5’lik yıllık ekonomik büyümenin ardındaki faktörün asıl olarak bu borçlar olduğunu gösteriyor. Yani bu kadar borç artışı ile bugün artık sürdürülemez noktaya gelen ekonomik büyüme sağlanmış.
Bu noktada da bir itirazı duyar gibiyim. “Yüzde 106 borç oranı diğer azgelişmişlerle kıyaslandığında küçük bir oran değil mi?”
Doğru ama Şeytan ayrıntıda gizli. Bu ülkeler arasında Türkiye’de özel sektör borç rasyosu yüzde 82 ile (hem iş alemi hem de hane halkı) en yüksek özel sektör borcu payına sahip ülkelerin başında yer alıyor. Ayrıca kamu borcu düşük düzeyde seyrederken özel sektör borcunun büyüme hızı müthiş olmuş. Sadece 2007 yılından bu yana yüzde 41 baz puan artmış.
Devletler borçlarını bir şekilde öder ya da kemer sıkma önlemleri ile halka ödetirler. Böyle bir güçleri hep vardır. Ama özel sektörün ödenemeyen borçları nihayetinde şirket, banka batışları ile sonuçlanır. Bu durum kapitalizmin kuralıdır.

BORÇ TUZAĞI: “ADINI FİNANSALLAŞMA KOYDUK!”
Resmi tamamlamak için biraz da sokaktaki insanın (hane halkı) borcundan söz edelim. Bankalar Birliği’nin verilerine göre, Türkiye’de toplam kredi stoku 2010 yılında 532 milyar lira iken, bu rakam sürekli yükselerek 1,8 trilyon liraya ulaşmış. Yani son 6,5 yılda 3 kattan fazla artmış ekonomide dönen her tür kredi miktarı. Bir ara 2006’da hız kesmesine rağmen, Kredi garanti Fonu’nun (KGF) aktif bir biçimde devreye sokulmasıyla 2017 ‘de tekrar yükselişe geçmiş.
Ana akım iktisatçılar buna “finansallaşma” diyor. Ama bu olgunun diğer yüzünde borçlanma var. Örneğin 2002 yılında kullanılan ihtiyaç kredisi tutarı 3,3 milyar liradan, 2013 yılında 182 milyar liraya fırlamış, yani sadece 11 yılda ihtiyaç kredisi kullanımı 55 kat artmış, ihtiyaç kredisi kullanan sayısı da 1,3 milyon kişiden 11,2 milyon kişiye çıkmış (bu da 9 kat artış anlamına geliyor). Yani ilave 10 milyon kişi borçlular arasında yerini almış.
Bu borçluların yaklaşık yarısını (4,8 milyon) ücretli emekçiler oluşturuyor. Borçları en hızlı artanlar ise aylık 1000 lira gelir elde eden en yoksullar. Bu dönemde bu kesimin ihtiyaç kredisi borcu yirmi bir kat artarak 1,8 milyar liradan 38,4 milyar liraya ulaşmış.
Diğer taraftan T. Bankalar Birliği’nin verilerine göre, kanuni takipteki borçlar bu dönemde beklendiği gibi 39 kat artış göstermiş. Öyle ki Haziran 2014’te 360 milyar liraya ulaşan tüketici kredilerinden (üçte ikisi ihtiyaç kredilerinden ve kredi kartlarından oluşuyor) 12 milyar liralık kısmı batık kredi niteliğinde. İhtiyaç kredisi olarak kullanılan kredi kartların ile borçlananların sayısı 20 milyon kişiye yaklaşmış.
Bir başka anlatımla, Türkiye’de hane halkı borç stokunun milli gelire oranı 2003 yılında yüzde 7,5 iken, 2013 yılında yüzde 55,2’ye kadar yükselmiş.

BORÇLANMANIN EKONOMİ POLİTİĞİ
Bu borçlar ülkedeki tüketim ve yatırımların temel kaynağını oluşturuyor. Bu nedenle de bunların çevrilemez, sürdürülemez bir düzeye ulaşması ekonomik modelin de sürdürülemez hale gelmesi demek.
Yükselen dolar kuru ve sürekli artan faiz oranları, buna karşılık ticaret – satış gelirlerindeki azalma nedeniyle şirketlerin temerrüde girme (borçlarını ödeyememe durumu) riski artıyor (temerrüt riski yüzde 13,6’dan yüzde 16,5’e yükseldi). Bu da şirket batışlarını, iflasları, beraberinde üretim, istihdam ve gelir düşüşlerini getirecektir.
Yeni şirket batışları gündeme gelirken, turizm gelirlerin azalması, sadece cari açık artışına neden olmayacak, bu sektördeki ya da bu sektör ile iş yapan ilgili sektörlerdeki birçok irili ufaklı firmanın batışıyla sonuçlanabilecek. 

ALTIN VURUŞ
Bunu önleyebilmek için KGF uygulamasında olduğu gibi bir yandan kredi miktarı artırılıyor, diğer yandan da borcun borçla çevrilmesi yoluna gidilerek daha fazla borç arayışına giriliyor.
Öyle ki Hazine Müsteşarlığı’nın öngörülerine göre, geçtiğimiz 10 yılda ortalama yüzde 85 düzeyinde olan iç borç çevrim oranı (borcun vadesinin uzatılması, yeni borçla çevrilmesi vs), Ocak-Mayıs 2017 döneminde yüzde 106’yı bulacak. Böyle bir doz artırımı ölümcül sonuçları olan altın vuruşu anımsatıyor insana.

BORÇLANMA KİTLELERİ YÖNETMENİN DE ARACI
Borçlanmaya sadece ekonomik ya da finansal bir olgu olarak ya da sömürü veya sermaye birikimi aracı bakmak yeterli değil.
Tarih boyunca egemenler borcu hep yönetilen sınıfların yönetilmesinde bir araç olarak da kullandılar. Yani borçlandırma, yöneten sınıfların elinde ama yönetilenlerin sırtında şaklayan bir kırbaç oldu daima.
Son 30 yılda ise böyle bir borçlandırma stratejisi işçi sınıfının yapısını değiştirdi, emek örgütlerini zayıflattı. Finansallaşan ekonomide bol kredi emekçi sınıfları sisteme bağlarken, sınıf bilincini zayıflattı, emekçiler giderek artan biçimde borçlandırılarak tüketime teşvik edildiler, tüketici kredileri ile ev, araba ve diğer tüketim malı alımlarına yöneltildiler.
Tüm bu gelişmeler emekçilere borçlarını geri ödeyememe, sahip olduklarını kaybetme korkusu yaşatıyor. Bu durum işsiz kalmamak için onları örgütlü politik mücadeleden ve sendikal faaliyetten uzak tutuyor.
Bir başka anlatımla, emekçiler borçlandırılarak sistemin suç ortağı haline getirilerek rehin alınıyorlar. Bu durumdaki kitleler ekonomik istikrar için izlenmekte olan ekonomi politikalarını desteklemek durumunda kalıyorlar.
Toparlarsak, son 14 yıldır ülkeyi yönetenler sadece özelleştirme şampiyonu ( 68 milyar dolarlık doğrudan özelleştirmenin yüzde 88’i 2003’ten sonra yapıldı) ya da yoksulluk yardımlarının milli gelir içindeki payı açısından 3 kattan fazla artırmanın şampiyonu değil, borçlanma açısından da şampiyon durumundalar. Yönetilenler içinse (cehalet ve işsizliğin yanı sıra), yoksulluk ve borç batağı ayaklarındaki iktisadi prangalardan öte bir anlam taşımıyor.
……………………
(1) http://www.cumhuriyet.com.tr 30 Haziran 2017;http://www.cumhuriyet.com.tr, 01 Temmuz 2017.
(2) 
http://www.businessht.com.tr, 30 Haziran 2017
(3) Bu analizde Bankalar Birliği, Merkez Bankası ve Hazine Müsteşarlığı verilerinin yanı sıra şu kaynaklardan yararlanılmıştır: Morgan Stanley, “Turkey Debt Chartbook: Should We Worry about Turkey’s Debt?”, 10 March 2017; Kasper Bartholdy, Credit Swiss, EM Update, 29 January 2016; Financial Times, “Turkish corporate debt: ‘a few shocks away’ from a crisis”
https://next.ft.com, 19.06.2016.


Formun Üstü
Formun Altı