24 Ekim 2023 Salı

Dünya enerji görünümü raporu

 

“Dünya enerji görünümü raporu” bize ne söylüyor?

Mustafa Durmuş

24 Ekim 2023

Dünya Enerji Görünümü 2023 Raporu bu ay yayımlandı. Bu rapor, küresel enerji sisteminin her yönüne ilişkin derinlemesine analizler ve stratejik içgörüler sunuyor (1). Bu yılki rapor, spesifik olarak, jeopolitik gerilimler ve kırılgan enerji piyasaları zemininde ekonomilerdeki ve enerji kullanımındaki yapısal değişimlerin dünyanın artan enerji talebini karşılama şeklini nasıl değiştirdiğini araştırıyor.

“Jeopolitik ortam ve küresel ekonomi tedirgin”

Rapora göre, yakın geçmişte yaşanmış olan küresel enerji krizinden kaynaklanan bazı baskılar hafiflemiş olsa da, enerji piyasaları, jeopolitik ortam ve küresel ekonomi tedirgin ve daha fazla enerji kesintisi riski her zaman mevcut.  

Örneğin, petrol gibi fosil yakıt fiyatları 2022’deki zirve noktalarına göre gerilemiş olsa da, piyasalar gergin ve istikrarsız bir değişkenlik içinde. Çünkü Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan savaş bir yıldan fazla bir süredir devam ediyor ve bu savaşa şimdi de İsrail-Filistin çatışması ile birlikte ortaya çıkan Orta Doğu’da uzun süreli ve yaygın bir savaş riski eşlik ediyor.

Küresel kapitalizmin makroekonomik durumu ise (başta IMF ve OECD raporlarında vurgulandığı gibi),  inatçı enflasyon düzeyleri, bazı ülkelerde yaşanan ekonomik daralma, yüksek faiz oranları, yüksek borçlanma maliyetleri ve yüksek borç seviyeleri nedeniyle iyimser bir görüntü sergilemiyor.

“Küresel yüzey sıcaklığı 1,2 °C’nin üzerinde seyrediyor”

Bugün, küresel ortalama yüzey sıcaklığı, sıcak hava dalgalarına ve diğer aşırı hava olaylarına neden olan sanayi öncesi seviyelerin yaklaşık 1,2 °C üzerinde seyrediyor ve sera gazı emisyonları henüz zirveye ulaşmadı.

Enerji sektörü dünya nüfusunun yüzde 90’ından fazlasının solumak zorunda kaldığı ve yılda 6 milyondan fazla erken ölümle bağlantılı olan kirli havanın da başlıca nedeni olmasına rağmen, elektriğe ve temiz yemek pişirmeye erişimin iyileştirilmesi konusundaki olumlu eğilimler bazı ülkelerde yavaşladı, hatta tersine döndü.

“Olumlu gelişmeler de mevcut”

Raporda, bu olumsuz gelişmelere karşın, olumlu gelişmelerden de söz ediliyor. Örnek olarak, güneş enerjisi ve elektrikle çalışan otomobillerin öncülüğünde yeni bir temiz enerji ekonomisinin ortaya çıkması ileriye dönük umut veriyor. Temiz enerjiye yapılan yatırım 2020’den bu yana yüzde 40 arttı. Karbon emisyonlarını azaltma çabası bunun önemli bir nedeni, ancak tek nedeni değil.  

Olgun- temiz enerji teknolojileri için haklı ekonomik gerekçeler de mevcut. Enerji güvenliği de, özellikle yakıt ithal eden ülkelerde, endüstriyel stratejiler ve temiz enerji işleri yaratma arzusu gibi önemli bir faktör. Ancak tüm temiz enerji teknolojileri başarılı değil ve özellikle rüzgâr enerjisi için bazı tedarik zincirleri baskı altında.

2020’de satılan her 25 otomobilden biri elektrikliydi, 2023’te bu oran artık her 5 otomobilden biri olacak. 2023’te 500 gigavattan (GW) fazla yenilenebilir enerji üretim kapasitesi eklenecek (bu yeni bir rekor).

Güneş enerjisinin yaygınlaştırılması için günde 1 milyar dolardan fazla para harcanıyor. Güneş PV modülleri ve elektrikli araç bataryaları da dâhil olmak üzere temiz enerji sisteminin temel bileşenlerinin üretim kapasitesi hızla artıyor.

“Küresel ısınma 1,5 °C ile sınırlı tutulamayacak”

Ancak bu ivmenin küresel ısınmayı 1,5 °C ile sınırlı tutamayacağı konusunda raporun tespitleri de var. Buna rağmen bu yolun hala açık olduğu ve bu konuda neler yapılması gerektiği de raporda anlatılıyor. Bunun için aşağıdaki grafik hazırlanmış.

Yani küresel ısınmanın 1,5 °C’de tutulabilmesi için 2023 yılına kadar olmak üzere; yenilenebilir enerji kaynaklarının üç kat artırılması, enerji yoğunluğunda iki kat iyileştirme yapılması, fosil petrol yakıtına olan talebin yüzde 25, fosil metan gazı kullanımının yüzde 75 azaltılması ve azgelişmiş ve yükselen ekonomilerdeki temiz enerji yatırımlarının üç kat artırılması gerekiyor.


Kâr için üretim ve tüketim var oldukça kurtuluş umudu yok!

Diğer yandan, tüm bu önerilerin ve önlemlerin, kâr sürümlü, devasa çok uluslu petrol ve enerji şirketlerinin piyasalara hâkim olduğu ve bu şirketlere ulus devletlerce trilyonlarca dolarlık sübvansiyonun verildiği günümüz kapitalist dünyasında hayata geçirilebilmesi çok zor.

Ayrıca, Orta Doğu’daki gibi üçüncü bir paylaşım savaşına evrilebilecek yeni savaşların fosil yakıta olan talebi daha da artıracağı (bunun da küresel ısınma ve iklim değişikliğinin önemli nedenlerinden biri olduğu) çok açık.

Kısaca kapitalist emperyalist sistem ortadan kaldırılmadığı sürece gezegenin ve insanlığın yok oluşu kaçınılmaz gibi görünüyor.

Son olarak, ithalatının ve dolayısıyla da cari açığının çok büyük bir kısmı petrol başta olmak üzere kirletici enerji kaynaklarına bağlı olan Türkiye’de bu raporun öngörüleri doğrultusunda Güneş enerjisi gibi temiz alternatif kaynaklara yönelimin (12’nci Beş Yıllık Kalkınma Planı hedefleri ve 2024 Merkezi Yönetim Bütçesi’nden ayrılan kaynakların azlığından da görülebileceği gibi)  çok sınırlı olduğu açık.

Zira ülkeyi yöneten iktidar blokunun ve hâkim sınıfların uzun süreler beklemeye tahammülleri yok. İklim yıkımının güçlü belirtileri ve gerçekleşmiş etkileri ortada iken, doğayı tahrip eden maksimum kâr-rant ve bunu sağlamaya dönük yüksek ekonomik büyüme hedefleri ve bu yöndeki kabarık iştahları hala sürüyor.

Dip notlar:

(1(1) World Energy Outlook 2023, https://www.iea.org/reports/world-energy-outlook-2023 (October 2023).

 

 

20 Ekim 2023 Cuma

2024 Bütçesi ve vergide adalet

 

2024 Yılı Bütçesi ve iktidarın ekonomideki adalet anlayışı

Mustafa Durmuş

20 Ekim 2023

Cumhurbaşkanlığı’nca hazırlanan 2024 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki ilgili komisyona gönderildi.

Bu kanun teklifi üzerinde daha çok konuşacağız. Bu hafta sonu Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’nun (KESK) Ankara’da düzenleyeceği bir panelde bu konuyu enine boyuna tartışacağız. Şimdilik bu yazıda sadece önemli bulduğumuz hususlardan birine değinmekle yetinelim.

Devasa bütçe açığı

Bütçe Teklifinde 2024 yılı için; 11 Trilyon 89 Milyar TL’lik gider (GSYH’nin yüzde 27’si); 8 Trilyon 437 Milyar TL’lik gelir öngörülüyor. Dolayısıyla bütçe açığının 2 Trilyon 651,9 Milyar TL (yüzde 6,4), faiz dışı açığın ise 1 trilyon 398 milyar TL olarak gerçekleşmesi öngörülüyor.

Böylece önümüzdeki OVP döneminde 3 yılda 3 Trilyon 654 Milyar TL bütçe açığı verilmiş olacak. Bu üç yıllık dönemdeki faiz dışı açığın ise 945,3 Milyar TL’ye indirilmesi hedefleniyor. Bu da halka dönük sosyal harcamalarda ciddi bir kesinti olacağını ve/veya vergi yükünün daha da artacağını gösteriyor.

Bu yılın Ocak - Eylül (9 aylık) dönemi bütçe açığının 512 Milyar TL olduğu dikkate alındığında, iktidar bloku yılın geri kalan son üç ayında 2 Trilyon 140 Milyar TL’lik bir açığı gerçekleştirecek harcamalarda bulunacak demektir. Yani iktidar sadece deprem harcamaları değil, yerel yönetim seçimleri yolunda çok ciddi harcama yapmayı da planlamış görünüyor.

Bütçede olası Orta Doğu savaşı yok

Bu da her şey yolunda giderse böyle olabilecek. Ancak işler planlandığı gibi gitmeyebilir. Örnek olarak, iki haftayı tamamlamış olan ve tüm Orta Doğu’ya yayılma ihtimali bulunan İsrail- Filistin savaşının neden olacağı ekonomik zarar bu bütçe hazırlanırken dikkate alınmadı.

Kaldı ki, bütçe hazırlanırken esas alınan hem 12’nci Kalkınma Planı hem de Orta Vadeli Program temenniler manzumesinden öteye giden belgeler değiller. Yani “her şey kontrolümüz altına” modunda hazırlanan bu belgelere dayalı olarak hazırlanan bir bütçenin öngörülerinin tutmaması hayli muhtemel. Bunların başında da bütçe açığı geliyor.

Enflasyon tam gaz

İktisat biliminin kuralları gereği, bu çaptaki kamu açıkları, ekonomiyi büyütebilse de, kaçınılmaz olarak enflasyonu körükler.

Yani artık ülkede arz/maliyet yönlü maliyet enflasyonun yanı sıra, kamu harcamalarındaki bu devasa artışın neden olduğu bütçe açığından kaynaklı talep yönlü bir enflasyon da mevcut.

Çünkü enerji, hammadde ve döviz darboğazının hüküm sürdüğü ve en büyük ihracat pazarı olan Avrupa ekonomilerinin durgunluğa girdiği bir dönemde kamu harcamalarıyla pompalanan talebi hızla karşılayabilecek, böylece fiyat artışlarına yol açmayacak bir üretim artışı mevcut değil.

Sermayeye desteğe devam

Böylece, gelecek yıl için de enflasyon yüksek hızda sürecek ve bunu faiz artışları izleyecektir. Bunun, emekçiler ve küçük üreticilerin borç yükünü artırmasının yan sıra, yüksek enflasyon altında ezilen halklarımızı daha da yoksullaştıracağı ise aşikâr.

Diğer yandan deprem, ekonomik kriz ve savaşın neden olacağı böyle büyük çapta bütçe açığı ortada iken iktidar bloku sermaye kesimini kollamaya devam ediyor. İktidar, geçen yılı yüzde 400’lerin üzerinde net kârlılıkla kapatmış olan bu kesimden, bu gerçeğe ve böyle bir tarihsel dönemde olunmasına rağmen,  alması gerektiği vergilerin önemli bir kısmını almayı da düşünmüyor.  

Oysa dünya tarihinde sermayenin ağır bir biçimde vergilendirmesinin çok sayıda örneği var. Örneğin 1929-1937 Büyük Buhranı ve İkinci Dünya Savaşı yıllarında sermaye üzerinden alınan Gelir ve Kurumlar vergileri yüzde 90’ı dahi (ABD ve İngiltere’de) aşmış ve ekonomik tahribatın bütçeye olan yansımaları da büyük ölçüde azaltılabilmişti. Bu vergiler neo-liberal döneme (1980’li yıllar)  kadar da bu ağırlıkta kalabilmişti.

Meşhur “vergi harcamaları”

Bizde ise tam tersi bir durum yıllardır sürüyor. Örneğin, iktidar bloku “vergi indirimi, muafiyeti, istisnası” (vergi harcamaları) adı altında sermaye kesiminden bu yıl 2 trilyon 210 milyar TL’lik bir vergiyi almayacağını Bütçe Kanun Teklifiyle açıkladı. Dahası 2024-2026 dönemini kapsayan üç yılda bu tutar 8 trilyon 211 milyar TL’yi bulacak.

Oysa iktidar almaktan vazgeçtiği bu vergileri alsa, bu yıl neredeyse hiç bütçe açığı vermeyeceği gibi, önümüzdeki üç yıl boyunca bütçe fazlası verebilecek.

Bu durum da elbette, öncelikle, iktidarın ve Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek’in “mali disiplin” anlayışını sorgulatıyor? “Böyle vergi teşviklerini daraltacağız” derken, bu yılkinin iki katından daha fazla artırmanın bir rasyonalitesi var mıdır? “Ekonomi yönetimini tekrar rasyonel temellere oturtacağız” sözünün karşılığı bu mudur?

İktidar blokunun adalet anlayışı: sadece “kendine Müslüman”

Dahası, iktidar, bu bütçe kanun teklifi ile halka dönük sosyal harcamaları kısıp, halktan aldığı KDV ve ÖTV’nin ağırlığını daha da artırırken, sermayeden alınması gereken vergiyi almadığında, sadece halka kemer sıktırdıklarının farkında olmadığımızı mı düşünüyor?

Ekonomi yönetimi hem faiz oranlarını artırmayı sürdürerek borçlu halkı, küçük üreticileri ve esnafı ezerken, şimdi de böyle vergi politikalarıyla halkın daha çok ezileceğini öngöremiyor mu?

Gücü sadece halka yeten bir iktidar mı, yoksa bu bir siyasal tercih mi?

Belli ki iktidarın gücü ancak emekçiye, halka yetiyor. Belki de bütçenin sınıfsal bir tercih aracı olduğunun bilincinde olarak, bu tercihini yıllardır yaptığı gibi emekçiden, halktan yana değil, sermayeden, zenginden yana yapıyor.

Özcesi, iktidarın adalet anlayışının ne olduğunu 21 yıldır uygulamalarından biliyoruz. Ancak şu soruyu bir kez daha sormamız gerekiyor:

Bütçe Kanun Teklifinde öngörülen devasa bütçe açıklarının enflasyonu daha da artıracağı bilinmesine rağmen, nasıl bu üç yılın sonunda enflasyonun tek haneli rakama indirilebileceğini ve işçiyi, memuru, emekliyi, yoksulu enflasyona ezdirmeyeceğinizi söyleyebiliyorsunuz? Gerçeklerle ne zaman yüzleşeceksiniz?

 


17 Ekim 2023 Salı

Savaş ve yabancı yatırımcı riski

 

Olası bir Orta Doğu savaşı ve artan yabancı yatırımcı riski

Mustafa Durmuş

17 Ekim 2023


Malum, mevcut iktidar blokunun iktisadi önceliğini yabancı yatırımcıların ülkeye getirilmesi, böylece kaynak açığının kapatılması oluşturuyor.

Bu amaçla hem OVP’ de düzenlemeler yapıldı (mali disiplin, sıkı para ve maliye politikalarına geçiş gibi) hem de Cumhurbaşkanı Erdoğan, Hazine ve Maliye Bakanı M. Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı H. Gaye Erkan başta olmak üzere heyetlerle dünyanın birçok finans merkezine çıkarmalar yapıldı. Buralarda küresel yatırım fonlarının ve dev bankaların yöneticileriyle ve devlet yetkilileriyle toplantılar gerçekleştirildi.

Döviz krizini savuşturma çabası

Kuşkusuz buradaki amaçlardan biri (ülkede kârlı bir sermaye birikimini sürdürebilmek için gerekli olan dış kaynakların sağlanmasının yanı sıra), 2021 yılı Eylül ayından bu yana faizlerin düşürülmesinin neticesinde enflasyonun ve döviz kurlarının hızla yükselmesiyle oluşan süreçte, hem ekonomik istikrarın ciddi ölçüde bozulması hem de Merkez Bankası döviz rezervlerinin eritilmesi yüzünden ciddi bir döviz krizi riski ile karşı karşıya kalan ekonomiyi bu durumdan kurtarmaktı.

Kısaca, ülkede zaten çok yüksek bir enflasyon ve işsizlik varken bir de döviz krizi ile kriz iyice derinleştirilmemeliydi. Üstelik iktidar blokunun önünde kazanılması gereken son bir kale daha (yerel yönetim seçimleri) vardı. Bu seçimlerin de alınmasıyla ülkede otoriter ve totaliter rejimin kurulmasının önündeki engeller de kaldırılmış olacak ve neo-liberal Siyasal İslamcı-milliyetçi yönetimin uzun yıllar sürecek olan despotik iktidarının önü de açılmış olacaktı.

Yabancı kaynak girişi kaçınılmaz

Bunun için de, kısa ve/veya uzun vadeli yabancı fon sağlayıcılara ve yatırımcılara ihtiyaç olduğu çok açık. Zira ülkenin tasarruf açığı hala sürüyor. Üstelik 21 yıl boyunca 1 trilyon dolardan fazla yabancı kaynak kullanan, ciddi boyutlarda vergi gelirine el koyan, 70 milyar doları bulan doğrudan özelleştirmeler yapan siyasal iktidar bu açığı kapatmak bir yana daha da artırdı. Yani hem bütçe açığı hem de cari açığın tarihi zirveler görmesinin yanı sıra yatırım-tasarruf açığı da bu süreçte ciddi olarak arttı.

Böyle olunca da, Tek Adam Rejimi tükürdüğünü yalamak ve daha önce itibarsızlaştırarak işten attığı bakan ve bürokratları tekrar işe geri almak durumunda kaldı. Zira onların dışardaki sözde kredibilitesinden yararlanarak ülkeye (ne pahasına olursa olsun) fon getirmek istiyor.

Yabancı yatırımcının gelmesi için uygun iklim var mı?

Ancak dışarıdan yabancı yatırımcı getirmek kolay bir iş değil. Öyle ki yabancı yatırımcılar bir başka ülkeye yatırım yaparken, birçok şeyin yanı sıra, özellikle de elde edebilecekleri yüksek getirileri (faiz geliri gibi) ve kuşkusuz karşılaşabilecekleri yüksek riskleri dikkate alırlar.

Bu açıdan bakıldığında ülkedeki hem mevduat hem de devlet borçlanma kâğıtlarının getirileri (faiz), resmi olarak yüzde 70’i bulan enflasyon nedeniyle hala negatifte çünkü örneğin yüzde 30 politika faizi enflasyonun çok altında. Ülkedeki borsa ise (yabancılar açısından), daha çok yerli yatırımcının oynadığı bir kumar gibi ele alınıyor.

Böyle olunca da kısa vadeli yabancı yatırımcılar (portföy yatırımları biçiminde)  ülkeye gelmeye pek yanaşmıyor ya da gelen kaynak çok sınırlı kalıyor, bu da dişin kovuğuna yetmiyor. Uzun vadeli doğrudan yatırımlarınsa tarihsel olarak en düşük düzeyde seyrettiği bir dönemden geçiyoruz. Bu söylediklerimiz Merkez Bankası’nın düzenli olarak açıklamakta olduğu ödemeler dengesi istatistikleriyle de doğrulanabilir. (1)

Yabancı yatırımcı açısından ülke riski hala yüksek

Gelelim madalyonun diğer yüzüne, yani yabancı yatırımcı riskine. Bu risk genelde, çeşitli nedenlerden ötürü, ülkeden ülkeye farklılaşabiliyor.

Yabancı yatırımcı açısından bir başka ülkeye yatırım yapmanın kabaca üç türlü riskinden söz edilir. Sırasıyla; politik risk, ülkedeki geçerli olan politik rejimin demokrasi ile olan ilişkisi, yolsuzluklar ya da çatışmaların düzeyince belirlenir. Yasal risk, mülkiyet haklarının ve sözleşme özgürlüğünün güvence altında olup olmaması ile ve ekonomik risk, ekonomideki büyüme hızının düşüklüğü, ekonomik çeşitliliğin yetersiz olması gibi ekonomik kırılganlıklarla belirlenir. (2)

Bunlara kuşkusuz ülkenin dış borçlarını ödeyememesi demek olan temerrüt riskini de katmak gerekir ki bu da finansal piyasaların çökmesine ya da ciddi biçimde dalgalanmasına neden olur.

Bir ülkenin risk primi puanı kabaca bu faktörlerle belirleniyor. Nitekim her ne kadar bir düşüş süreci içinde olsa da, Türkiye’nin risk primi (5 yıllık USD CDS) hala 400 puan civarında seyrediyor (300 puan ve üstü CDS yüksek risk grubu sayılıyor).

Yabancı yatırımcı risk haritası


Bu ve benzeri risk hesaplamaları küresel karşılaştırmalarda da kullanılıyor. Nitekim böyle bir analize göre  (3), Temmuz 2023 itibarıyla en yüksek riskli 5 ülke, Belarus, Lübnan, Venezüella, Sudan ve Suriye olarak sıralanıyor. Bu da aslında savaşların ve ekonomik ambargoların bir ülkeye gelmeye niyetli yabancı yatırımcılar açısından en fazla risk teşkil eden olgular olduğunu ortaya koyuyor.

Bu araştırmanın, 12’nci gününe giren Filistin-İsrail savaşı öncesini kapsıyor olması nedeniyle, bu savaşla birlikte Orta Doğu coğrafyasında yer alan ülkelerin ve bu coğrafyaya sınır oluşturan ülkelerin (örneğin Türkiye) riskinin bu savaşla birlikte arttığını söyleyebiliriz. Bu çerçevede, ABD’de ve Avrupa’da yapılan yabancı yatırımcı toplantılarında, fon sağlayıcılar tam olarak ikna edilememişken, bu kez patlayan son savaşla birlikte Türkiye’nin dışarıdan para bulması daha da zorlaşacak gibi görünüyor.

Diğer yandan (araştırmaya göre), muhtelif AB ülkeleri, Singapur ve Yeni Zelanda’dan oluşan 13 ülke yabancı yatırımcı açısından en düşük riske sahip ülkeler olarak nitelendiriliyor. Devlet tahvilleri AAA- ile puanlanan bu ülkelerde düşük yolsuzluk düzeyleri ve mülkiyet haklarının sıkı bir biçimde korunması yabancı yatırımcılar açısından en çekici yanları oluşturuyor.

Türkiye en riskli ilk 50 ülke arasında

Türkiye ise toplam 177 ülke içinde en fazla riske sahip ilk 50 ülke arasında yer alıyor. Risk puanı 9,9 olan Türkiye ile aynı risk grubunda, Angola, Mısır, Kırgızistan, Kongo, Moğolistan, Kenya, Nikaragua, Nijer, Tacikistan, Svaziland, İran, Madagaskar ve Togo gibi, Dünya Bankası ölçütlerine göre “Düşük-Orta Gelirli” ya da “En Az Gelirli Ülkeler Grubunda” yer alan ülkeler bulunuyor (aynı ölçütlere göre Türkiye “Üst Orta Gelirli Ülkeler Grubunda” yer alıyor).

Gelir düzeyi açısından Üst Orta Gelir Grubunda olsa da, Türkiye’nin Küresel Sosyal Gelişme Endeksi, Küresel İşçi Hakları ve Demokrasi Endeksi gibi çok sayıda diğer gösterge açısından son yıllarda çok ciddi bir erozyona uğradığı açık. Bu da ülkeye gelecek potansiyel yabancı yatırımcıların frene basmalarına neden oluyor.

Kaldı ki ortada bir gerçek daha var. Özellikle de “doğrudan yabancı sermaye yatırımları” olarak adlandırılan ve ülkenin asıl ihtiyacı olan “uzun vadeli doğrudan yatırımlar” küresel çapta ağırlıklı olarak gelişkin ekonomilerin kendi aralarında gerçekleşiyor.

Yani ABD’li bir yatırımcı gidip Avrupa’da ya da Japonya’da yatırım yapıyor (ya da tersi). Kalan üçte bir civarındaki küresel yatırımlardan aslan payını ise Çin ve Hindistan gibi dünyanın önde gelen Yükselen Ekonomileri alıyor. Yani bizim gibi ekonomilere pek pay kalmıyor.

Sonuç olarak

Tarih bize, savaşlar, ciddi ekonomik ve politik krizler ve pandemiler gibi olgular sırasında uluslararası sermaye hareketlerinin bıçak gibi kesildiğini, son Ukrayna savaşı sırasında da yaşandığı gibi, enerji-petrol ve temel gıda fiyatlarının hızla arttığını ve küresel tedarik zincirlerinin aksamaya uğramasıyla ortaya çıkan arz yönlü darboğazlar yüzünden küresel enflasyonun da hızla yükseldiğini gösterdi.

Nitekim burnumuzun dibindeki Filistin –İsrail savaşı hali hazırda Türkiye’nin bölgeye dönük yıllık 9 milyar doları bulan ihracatını etkiliyor. Öyle ki bölgeye mal nakliyatları bıçak gibi kesildi, navlun ve sigortalatma maliyetleri yükseldi. (4)

Bu savaş eğer İran’ı da içine alarak genişlerse, bu olumsuz etkilere varil fiyatı tekrar 100 doların üzerine çıkabilecek olan petrolü, buğday gibi temel gıda maddeleri ve çok sayıda hammaddenin hızla artacak olan fiyatlarını da eklemek gerekecek. Bu da zaten yıllardır yapılan yanlışlar yüzünden ortaya çıkan ekonomik sorunlar nedeniyle giderek azalmış olan yabancı yatırımları (özellikle de uzun vadeli doğrudan yatırımları) daha da azaltacaktır.

İktidar bloku ise hazırladığı 12’nci Kalkınma Planı örneğinde olduğu gibi, bir üçüncü dünya savaşına dönüşme potansiyeli taşıyan bu son savaşın neden olabileceği ekonomik etkileri dikkate almadığı gibi, 2053 yılına ait hazırladığı pembe hedeflerle halkı oyalamaya devam ediyor.

Dip notlar:

(1)    Ödemeler Dengesi Gelişmeleri - Ağustos 2023, https://www.tcmb.gov.tr (15 Ekim 2023).

(2)    https://pages.stern.nyu.edu/~adamodar/New_Home_Page/home.htm (17 Ekim 2023).

(3)    Agm; https://advisor.visualcapitalist.com/mapped-which-countries-have-the-highest-investment-risk (9 October 2023).

(4)    https://www.ekonomim.com/finans/haberler/savas-bizi-ters-ayakta-yakaladi-haberi (16 Ekim 2023).

13 Ekim 2023 Cuma

Orta Doğu’da savaşın yayılmasına izin verilmemeli

 

Orta Doğu’da savaşın yayılmasına izin verilmemeli

Mustafa Durmuş

13 Ekim 2023


İsrail devleti ve bir kısım uluslararası kamuoyu Hamas’ın İsrailli sivillere dönük olarak 7 Ekim’de yaptığı katliama dönüşen saldırıları  “İsrail'in 11 Eylül'ü” olarak tanımladı.

Ancak bu saldırıları böyle değerlendirmek, sadece İsrail devletinin bunu bir propaganda silahı olarak kullanıp, Gazze'deki Filistinli sivil halka karşı büyük savaş suçları işlemesine hizmet eder.

Nitekim saldırının ardından İsrail devleti Gazze'ye yönelik gaddarca ve soykırımcı bir toplu cezalandırma kampanyası başlattı. Öyle ki İsrail Savunma Bakanı: “Hayvanlarla savaşıyoruz ve buna göre hareket edeceğiz, tam kuşatma planlıyoruz” derken, İçişleri Bakanı: “Gazze'yi yakıp yıkarak orta çağa döndürmek” ten söz etti.

Filistin halkının cezalandırılması haklı bulunamaz

Hamas’ın gerçekleştirdiği katliam ne kadar korkunç olursa olsun, bu İsrail devletinin Gazzelileri toptan cezalandırma eylemlerini haklı çıkarmaz. Çünkü Gazze halkı saldırıları düzenleyen Hamas’ı kontrol edebilecek durumda ve konumda değil.

Bu gerçeğe rağmen İsrail Enerji Bakanı I. Katz: “İsrail’den Gazze’ye giden tüm su kaynaklarını kestik” diyebildi. Oysa bir halkı su, yiyecek ve elektrikten mahrum bırakmak o halkı toplu olarak cezalandırmaktır. Bu da İsrail devletinin, işgal ettiği Gazze’de suyu ve gıdayı bir savaş silahı olarak kullandığını gösteriyor.

Öte yandan, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiseri V. Türk, İsrail devletini, İsrail'in Gazze’deki  ablukasının uluslararası hukuka aykırı olduğundan hareketle, uyardı.

Çünkü bu abluka sivil halkı hayatta kalma gerekliliklerinden mahrum bırakıyor. Türk’e göre, İsrail'in yıllardır süren işgali yüzünden ortaya çıkan Gazze’deki hali hazırdaki kötü durum yeni kuşatma ile daha da kötüleşecek.

Gazze: “Dünyanın en büyük açık cezaevi”

Gazze'deki yıllardır süren İsrail devletinin kuşatmasını ve bölgenin “dünyanın nasıl en büyük açık hava cezaevi” ne dönüştürüldüğü gerçeğini anlamadan bugünkü çatışmaları sağlıklı bir biçimde değerlendirebilmek mümkün değil. Yani Gazze’nin tarihini bilmek gerekiyor.

Öyle ki yıllardır var olan İsrail  kuşatması gıda, yakıt ve inşaat malzemesi ithalatını kısıtlıyor, Gazze'deki balıkçıların denizde ne kadar uzağa gidebileceklerini sınırlıyor, neredeyse tüm ihracatı yasaklıyor ve insanların Gazze'ye giriş ve çıkış hareketlerine katı kısıtlamalar getiriyor (örneğin, Birleşmiş Milletler rakamlarına göre, İsrail 2023’te ayda yalnızca 50.000 kişinin Gazze'den çıkışına izin verdi).

“Gazze’de ölmekten daha kötü şey Gazze'de yaşamaktır!”

Kısaca kuşatma altında geçen yıllar Gazze'deki Filistinlilerin hayatlarını mahvetti. Orada yaşayanların içme ve temizlik için yeterli suyu yok. Halk her gün 12 ila 18 saat süren elektrik kesintileriyle karşı karşıya kalıyor.

Yeterli su ve elektrik olmayınca Gazze'nin kırılgan sağlık sistemi de çöküşün eşiğine gelmiş durumda.  Dahası, İsrail devleti hasta Filistinlilerin Gazze dışında tıbbi bakım almaları için ihtiyaç duydukları izinleri rutin olarak reddediyor. Kısaca, yıllardır Filistinlilere kendi ülkelerinde bir tür apartheid uygulanıyor.

Abluka ve baskılar tepkiyi ve direnişi büyüttü

Temmuz 2020 tarihli bir Birleşmiş Milletler raporunda şunlar vurgulanıyor: "İsrail'in Gazze'yi kuşatma/kapatma kararının gerekçesi Hamas'ı kontrol altına almak ve İsrail'in güvenliğini sağlamak olsa da, bunun asıl etkisi Gazze ekonomisinin yıkımı oldu. Bu karar iki milyon Filistinli sakinin ölçülemez boyutlarda acılar çekmesine yol açtı. Üstelik bugüne kadar bu baskılar İsrail'in istediği sonuçları da vermedi. Aksine tepkinin ve direnişin büyümesine neden oldu”.

Hamas 7 Ekimde siviller de dâhil olmak üzere İsraillilere ağır bir saldırı düzenleyerek statükoyu altüst etmeye karar vermiş olsa da, İsrail'in misilleme hava saldırıları ve olası bir kara harekâtı  “tam bir abluka” ile sonuçlanıp Gazze halkının acılarının daha da artmasıyla sonuçlanacak gibi görünüyor.

Bu savaşın bedelini ise her zaman olduğu gibi ağırlıklı olarak siviller, kadınlar, çocuklar, gençler, yoksullar, hayvanlar, doğa ödüyor, daha da ödeyecek. Yani hem Filistin hem de İsrail halkı haksız yere cezalandırılıyor.

İşgallere ve savaşlara karşı çıkılmalı

Bu nedenle de, dünyanın neresinde ve nasıl olursa olsun, kim yaparsa yapsın, gerekçesi ne olursa olsun, bir devletin başka ülkenin topraklarını işgal etmesi ve insanların savaşlarda öldürülmesi kabul edilemez. Bu yüzden de amasız, fakatsız her türlü işgal ve savaş reddedilmelidir.

Filistin örneğinde olduğu gibi, Filistin topraklarının İsrail tarafından işgali ve Gazze’deki abluka sona erdirilmedikçe bölgede barış olmayacaktır. Filistinliler adalete, özgürlüğe ve eşit statü haklarına kavuşmadıkça ve İsrail uluslararası hukuka bağlı davranmadıkça bölgeye barış, huzur ve refah gelmeyecektir.

Bu nedenle de, derhal ateşkes yapılmalı, İsrail'in Filistin topraklarındaki yürüttüğü savaşa, Gazze’nin işgaline, İsrail ordusunun Gazze’deki saldırılarına son verilmeli ve abluka/kuşatma derhal sonlandırılmalıdır. Orta Doğu'da savaşın daha da büyüyüp yayılmasına ise asla izin verilmemelidir.

Çünkü eğer savaş bölgedeki diğer ülkeleri de içine alarak yayılırsa, neden olacağı büyük insani kayıpların yanı sıra, devasa ekonomik, jeopolitik ve ekolojik etkileriyle birlikte (tıpkı daha önce yaşanmış olan dünya savaşlarında olduğu gibi),  yeni bir paylaşım savaşının önü açılmış olacaktır.

Çoklu krizlerin yaşandığı ve nükleer savaş tehdidinin var olduğu bir dönemde, böyle bir yayılmış savaşın insanlığı ve onu var eden doğayı ağır bir tahribata uğratabileceğini ileri sürmek abartılı olmayacaktır.


10 Ekim 2023 Salı

Türkiye kapitalizmi

 

Türkiye kapitalizmi: bir aşk hikâyesi

Mustafa Durmuş

11 Ekim 2023

Kapitalizm, özünde, kapitalist devlet ile sermaye sınıfı arasında yaşanan süresiz aşkların hikâyesidir.

Kamu ihaleleri

Bu aşklar, büyük sermaye şirketlerine sunulan başta devasa alt yapı yatırımları ihaleleri, yap- işlet -devlet sözleşmeleri, kamu-özel işbirliği projeleri ve Hazine garantileri yoluyla, kısaca kamu kaynaklarının sermayenin hizmetine sunulmasıyla yaşanır. Böylece kapitalist devlet kârlı bir sermayen birikiminin sürdürülebilmesi konusunda üzerine düşen görevi de yerine getirmiş olur.

Borçlanma ve vergi teşvikleri

Aynı zamanda bu aşklar, devletin bu kesimlerden normalde alması gereken vergileri ve primleri almaması, bu nedenle de ortaya çıkan bütçe açıklarını kapatmak için büyük ölçüde yine bu kesimlerden borçlanarak onlara ciddi boyutlarda faiz ödemesi biçiminde gerçekleşir.

Kuşkusuz emekçilerin örgütlenmelerini ve yasal haklarını aramalarını önleyen emek karşıtı düzenlemeler de, emek hareketinin bastırılması da, özellikle de işçi sınıfı hareketinin ve toplumsal muhalefetin zayıfladığı dönemlerde, hızlıca gerçekleştirilir.

Bir örnek vermek gerekirse, bu yıl hazırlanan Orta Vadeli Programa göre dahi devlet önümüzdeki üç yılda başta bankalar olmak üzere finans kesimine toplam olarak 5 trilyon 431 milyar TL faiz ödeyecek.

Dahası devlet tüm sermaye kesiminden bu yıl, “vergi istisnası, muafiyeti ve indirimi” adı altında 1 trilyon TL’ye yakın bir vergiyi de almayacak. Şu ana kadar çıkartılan vergi ve SGK prim aflarıyla affedilen kamu alacağı ise yüzlerce milyar TL’yi buluyor.

Ucuz döviz sunumu

Aşağıda yer verdiğimiz ve R. Hakan Özyıldız tarafından hazırlanan tablo ise bu aşk hikâyesinin bir başka biçimine dikkat çekiyor. Buna göre, toplam döviz cinsinden borçların miktarı son yıllarda ciddi olarak artış göstererek, bu yılın ikinci çeyreği itibarıyla, 634 milyar doları aşmış bulunuyor.


Siyasal iktidarla sermaye çevreleri arasındaki dövizli ve TL cinsinden krediler/borçlar üzerinden yaşanan aşk hikâyesi ise şöyle şekillendi.

Öncelikle, özellikle de 2017 yılından itibaren Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemine geçildikten sonra, Hazine ve TCMB yüksek faizlerle dışarıdan döviz borçlanıp, bu rezervleri düşük kurdan, kamu bankaları aracılığıyla özel şirketlere satarak bu şirketlerin dövizli iç borçlarının 74 milyar dolar azaltılmasını sağladı.

Düşük faiz, Nas ve KKM

Bu da yetmezmiş gibi, iktidar Nas’ı gerekçe göstererek 27 ay boyunca TCMB faizini, ardından da TL cinsinden kredilerin faizlerini düşürdü, böylece zombi şirketlere ucuz krediler verdi. Ayrıca ortaya çıkardığı kamu zararı 500 milyar TL’yi bulduğu ifade edilen Kur Korumalı Mevduat (KKM) uygulaması ile zenginlere devasa servet aktardı.

Kârlar özelde kalırken zarar sosyalleştiriliyor

Kuşkusuz her aşk hikâyesinde olduğu gibi, bu hikâyede de üzülen bir taraf mevcut. Çünkü malum, kapitalizm devletin sermayeye olan aşkının ifadesi olduğu kadar, “kârların özelde kalırken zararın daima sosyalleştirildiği ” bir sistemdir.

Bu operasyonların sonucunda ortaya çıkan zararı ödeyen, dolayısıyla da üzülen, acı çeken taraf ise kamu, yani “yüzde 99” olarak tanımlanan bizleriz.

Kısaca, bu ülkenin halkları, işçileri, emekçileri, emeklileri, işsizleri, gençleri, kadınları, engellileri, okulda kendilerine bir öğlen yemeği dahi çok görülen çocukları, özetle kemerlerini daha da sıkarak devletin bu borçlarını, yoksullaştırıcı yüksek enflasyon altında alınan ağır vergilerle bugün ödeyen ve gelecekte de ödemeye devam edecek olan onlarca milyondan oluşan bizler.

Emeklilere layık görülen 5 bin TL’lik ödeme

Örnek olarak, bu yüzde 99’un son yıllarda en zor durumda olan kesimi milyonlarcası aylık 7,500 TL açlık ücreti ile yaşamaya mahkûm edilen 16 milyonu aşkın emeklimiz var.

Üstelik çok zor durumdaki bu insanların bir kısmına,  bunca hayat pahalılığı ve yoksulluk varken, sadece bu yıl ve bir seferlik olmak üzere 5,000 TL harçlık gibi para ödeneceği müjdesi (!) verildi. Böylece, kapitalizmin aşk hikâyesinde, iktidar tarafından emeklilerimizin bu toplum için gereksiz bir yük olarak algılandığı da böylece bir kez daha ortaya çıktı.

Yeni savaşlar bizi daha da yoksullaştıracak

Bu ödemenin bütçeye olan maliyetinin ise 61 milyar TL’yi bulacağı, bütçede başka kaynak olmadığı için de ancak bu kadarlık bir destek sağlanabildiği yalanı yandaşlarca ileri sürülüyor.

Oysa bütçe kaynaklarının büyüklüğünü ve dağılımındaki adaletsizliği görebilmek için bu yılın ilk altı aylık bütçe gerçekleşmelerine bakmak yeterli. Zira bu yılın ilk altı ayında faiz ödemeleri için 275,2 milyar TL ve “güvenlik” konsepti adı altında otoriterleşme, militarizm ve Siyasal İslam’ın toplumsal alanda kurumsallaşması için 274 milyar TL ödenek ayrıldı toplam olarak yaklaşık 550 milyar TL) ve bu ödenekler kullanıldı.

Özetle, bu aşk hikâyesinde, paraya doymayan “sevgili” sermayeyi mutlu etmek için trilyonlarca lira harcanırken, düzenin kahrını çeken milyonlarca emekçinin temel gıda, barınma ve ulaştırma gibi en temel ihtiyaçları dahi karşılanmıyor.

İşin daha da kötüsü, Kuzey Irak ve Güney Suriye’de hali hazırda savaş sürerken, Orta Doğu’nun bir başka bölümünde, Filistin topraklarında alevlenen İsrail-Filistin savaşı, Türkiye’de savaşa dönük harcamaların artmasıyla sonuçlanacak.

Bu da bütçeden önümüzdeki yıldan itibaren (ekonomik kriz nedeniyle uygulanacak olan kemer sıkma politikalarının sonuçlarına ilave olarak), halkın temel ihtiyaçlarının dahi karşılanması için sunulan kamusal hizmetleri için giderek daha az kaynak ayrılacağı, böylece halkımızın daha da yoksullaşacağı anlamına geliyor.

Çözüm: örgütlü mücadele

Sonuç olarak, toplumun yüzde 1’inin bitmez tükenmez hırslarının tatminini sağlamak için,  kapitalizmin bu yüzde 1 ile yaşadığı aşkın neden olduğu böyle bir zararın faturasını ödemek istemiyorsak, buna karşı başta işçiler, emekçiler olmak üzere tüm halklarımızın bilinçli ve örgütlü bir biçimde  emek, demokrasi ve barış mücadelesini kararlılıkla sürdürmesi gerekiyor.


4 Ekim 2023 Çarşamba

Sıkı maliye politikası ve emekçiler

 

Sıkı maliye politikası ve emekçiler

Mustafa Durmuş

4 Ekim 2023


Eylül ayında yayınladığımız ve üç parçadan oluşan yazı dizisinde, 2021 yılından bu yana uygulanan gevşek ve sıkı para politikalarının, başta enflasyon olmak üzere, ekonomik büyüme, işsizlik, gelir dağılımı  ve yoksullaşma üzerindeki etkilerini ele almıştık.

Özetle; Eylül 2021 ile Haziran 2023 tarihleri arasında uygulanan gevşek para politikası (faizlerin düşürülmesi) ve bol kredi politikasının resmi manşet enflasyonunu yüzde 85’in üzerine çıkartırken dolar kurunu da 27.00 TL’nin üzerine çıkardığına tanık olduk.

Buna karşılık Haziran 2023 tarihinden itibaren faiz oranlarının yüzde 30’a kadar yükseltilmesi biçiminde uygulanan sıkı para ve kredi politikasının enflasyonda beklenildiği düşüşü sağlayamadığını tespit ederken, bu yılın sonu itibarıyla resmi manşet enflasyonun yüzde 70’leri bulabileceğini öngördük.

Enflasyon artışı devam ediyor

Nitekim TÜİK tarafından bu yılın Eylül ayı resmi enflasyonu yüzde 61,5 olarak açıklandı. Bu da TÜFE’de Ağustos ayına göre yüzde 2,6 puanlık bir artış olduğu anlamına geliyor. ENAGrup’a göre ise enflasyon oranı yüzde 130,1. (1) Kısaca sıkı para politikası uygulamasına rağmen enflasyondaki artış sürüyor.

Her iki politikanın da (ilkinde yüksek enflasyon ve ikincisinde ekonomik durgunluğun neden olduğu işsizlik biçiminde) halkı iyice yoksullaştırdığını ve mevcut gelir bölüşümü adaletsizliğini daha da artırdığını yazdık.

Kuşkusuz kapitalist iktidarların elinde sadece para politikası /faiz) aracı yok, aynı zamanda maliye politikası araçları da (vergiler ve harcamalar gibi) var.  Genellikle de bu iki politika birlikte uygulanır. Örneğin yüksek enflasyonu düşürmek için para politikasının sıkılaştırıldığı bir dönemde maliye politikasının da sıkılaştırılması beklenir.

OECD: Sıkı para ve sıkı maliye politikaları birlikte uygulanmalı

Nitekim, OECD “Enflasyonla ve düşük büyümeyle yüzleşmek” başlıklı Eylül ayı ara raporunda,  enflasyonun çok fazla talebin çok az arzın peşinde koşmasının sonucu olduğu anlatısına bağlı kalan bir değerlendirme ile, enflasyonla mücadele etmek ve “enflasyon cinini tekrar şişeye sokabilmek” için,  altta yatan enflasyonist baskıların kalıcı olarak azaldığına dair açık işaretler oluşana kadar sıkı para politikasının sürdürülmesi ve maliye politikasının da para politikası ile uyumlu bir biçimde sıkılaştırılması gerektiğini ileri sürüyor.

Diğer yandan, kuruluş bu politikaların ekonomik büyüme oranlarını düşüreceğine vurgu yapıyor. Bu bağlamda 20 Yükselen Ekonominin bu yıl ortalama yüzde 4,5 ve 2024’te yüzde 3,9 büyümesini, Türkiye ekonomisinin ise aynı yıllarda sırasıyla yüzde 4,3 ve yüzde 2,6 büyümesini ve Türkiye’de enflasyonun bu yıl yüzde 52,1 ve seneye yüzde 39,2 olmasını öngörüyor. (2)

OVP: Sıkı para politikası sıkı maliye ve gelir politikalarıyla desteklenecek

Bu yılın Eylül ayında açıklanan ve 2024-2026 yıllarını kapsayan Orta Vadeli Programda (OVP) sıkı para politikasının yanı sıra sıkı maliye politikalarının uygulanacağına vurgu yapılıyor (3):

 “Fiyat istikrarının kalıcı olarak tesis edilmesi amacıyla enflasyon hedeflemesi uygulamasına devam edilecektir. Enflasyonla mücadelede Merkez Bankası tüm politika araçlarını etkin bir biçimde kullanırken, maliye ve gelirler politikalarının para politikası ile eşgüdümü sağlanacaktır. Ekonomik dengeleri bozucu ve enflasyonu besleyen tüketim artışlarını önleyecek tedbirler alınacaktır”…Program döneminde, kamu harcamalarında tasarrufu sağlayacak yapısal değişiklikler hayata geçirilecek, deprem ve afet riski harcamaları hariç kamu açığı düşürülecek ve bütçe disiplini çerçevesinde maliye politikasının sürdürülebilirliği güçlendirilecektir. Kamu hizmetleri, bütçe imkânları içinde kalınarak azami tasarruf anlayışı içinde yerine getirilecektir. Kamu mali yönetiminde sürdürülebilir ve sağlıklı gelir kaynaklarının artırılması için vergi tabanının genişletilmesi ve vergilemede gönüllü uyumun artırılmasına yönelik çalışmalar sürdürülecektir”.

Kimler bedel ödeyecek, kimler rahat edecek?

Ayrıca Hazine ve Maliye Bakanı M. Şimşek,  uygulanmakta olan ekonomik programın (“yapısal” reformların hayata geçirilmesinin yanı sıra)  üç temel ayağını: “Mali disiplinin yeniden tesis edilmesi (yani deprem etkisi hariç, bütçe açığının Maastricht kriterleri ile uyumlu bir seviyeye çekilmesi), enflasyonun orta vadede tek haneye düşürülmesi için kademeli parasal sıkılaştırma ve enflasyon hedefi ile uyumlu gelirler politikası olarak açıklamış” ve kemer sıkma anlamına gelen sıkı maliye ve gelirler politikasının mesajını vermişti. (4).

Gerek OVP’de, gerekse de Bakan Şimşek’in açıklamalarında hangi tür kamu harcamalarının kısılacağının ve hangi kesimlerin vergi yükünün ağırlaştırılacağının ayrıntıları açıkça belirtilmese de, şu ana kadar ki uygulamalardan asıl olarak halka dönük kamu harcamalarının kısılacağını, halkın üzerindeki vergi yükünün artırılacağını söyleyebiliriz. Gelirler politikasından anlamamız gerekense başta asgari ücret olmak üzere işçi ve emekçilerin ücretlerinin (talebin kısılması ihtiyacı gerekçe gösterilerek) baskılanacağıdır.

Sıkı maliye politikası nasıl işler?

Bugünkü yazımızda, yine grafikler aracılığıyla, sıkı maliye politikasının teorik olarak nasıl işleyebileceğini ele alacağız.

“Sıkı maliye politikası” derken sırasıyla; vergi oranlarının artırılması ile ekonomiden devlete daha fazla nakit kaynak aktarılmasını, böylece ekonomik faaliyetlerin daraltılmasını, buna karşılık kamu harcamalarının kısılmasıyla ekonomiye daha az kaynak aktararak (tersinden bir çarpan etkisiyle toplam harcamaları ve toplam talebi düşürerek), hem enflasyonun hem de ekonomik büyüme hızının düşürülmesini kast ediyoruz.

Bir başka anlatımla, aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi, Türkiye’de olduğu gibi yüksek enflasyon altındaki (aşırı ısınmış) bir ekonomide, sıkı maliye politikaları ile  toplam talebin azaltılarak (AD0’  dan AD1’ e çekilerek) enflasyonun düşürülmesi (Pveryhigh’ dan  Pmoderate’ e) ve ekonominin soğutulması (yumuşak iniş/soft landing) amaçlanır.(5)

 

Keynesyen iktisadın kutup yıldızı “Çoğaltan Mekanizması”

Ancak, bu mekanizmanın nasıl işlediğini anlayabilmek için  Keynesyen maliye politikasının temelini oluşturan “çoğaltan/çarpan” kavramına kısaca değinmek gerekiyor.

Çoğaltan (multiplier), dar anlamda, bir ekonomideki kamusal harcamalardaki artışların, milli hâsıla, enflasyon ve istihdam üzerindeki etkilerini anlatır. Geniş anlamda ise bir ekonomideki eksojen harcamalar olarak da tanımlanan özel tüketim/yatırım, kamusal tüketim/ yatırım ya da ihracatlar biçiminde yabancıların yaptığı harcamalardaki artışın ekonomi üzerindeki etkisini anlatır.

Yani maliye politikalarının milli hâsıla, enflasyon ve istihdam üzerindeki etkisi çoğaltan mekanizması ile açıklanır. Kamu harcamalarının ve vergilerin bir arada uygulandığı bir ekonomide çoğaltan mekanizmasının aşağıdaki formülasyon ile etki göstermesi beklenir:

ΔY= [1/1– c (1–t )  ) ] x ΔG

Burada: ΔY milli hasıladaki değişmeyi, ΔG kamu harcamalarındaki değişmeyi, (c) marjinal tüketim eğilimini ve (t) vergi oranını gösterir. Buna göre, örneğin anti enflasyonist bir politika aracı olarak kamu harcamalarındaki bir azalma, vergi oranının büyüklüğüne bağlı olarak, enflasyonu düşürür ve milli hasılayı azaltır.

Bu durum aşağıdaki grafikten de görülebilir:

Burada (t) vergi artışlarını ve kamu harcamalarındaki azalmayı, (c) ekonomiye olan güvendeki azalmayı ve (m) sıkı para politikası ile hayata geçirilen parasal sıkılaştırmayı gösteriyor.

Sıkı maliye politikası enflasyonu düşürür ancak

Böylece, aşırı ısınmış (yüksek enflasyon altındaki) ekonomide arz ve talep (Y0 )   milli hâsıla düzeyinde dengede iken, sıkı/daraltıcı maliye politikası ile enflasyon düzeyi P0‘dan P3’ e geriletilir. Ancak enflasyondaki bu gerilemenin faturası milli hasılanın (Y3) düzeyine kadar düşmesidir. Bu da işsizliği artırır.

Kısaca, ekonomiye olan güvensizliğin sürdüğü (c), sıkı para politikaları biçiminde para arzının daraltıldığı, faizlerin yükseltildiği (m) bir anda, vergi oranlarını artırmak ve kamu harcamalarını azaltmak biçimindeki uygulanan sıkı maliye politikası enflasyonun düşürülmesine katkı sağlarken, ekonomik büyümeyi daha da yavaşlatır, ekonomiyi durgunluğa sokar ve işsizliği (yoksulluğu) daha da artırır.

Türkiye’de, etkilerini özellikle de 2024 yılı ikinci çeyreğinden itibaren göstermesi beklenen anti enflasyonist sıkı para ve maliye (ve gelir) politikalarının sonucunda, ekonominin durgunluğa girebileceğini, yani ekonomik büyüme hızının yavaşlarken, işsizliğin ve yoksulluğun daha da artacağını öngörebiliriz.

Durgunluğun ipuçları

Aslında bu gelişimin bazı ipuçları bugünden mevcuttur. Ekim ayının ilk haftasında açıklanan İstanbul Sanayi Odası (İSO) Eylül ayı İmalat Satın Alma Yöneticileri Endeksi (PMI) bunun somut bir işaretidir.

Endekste, eşik değer olan 50’nin üzerindeki değerler ekonomik canlanma ve büyümeye işaret ederken, bu eşik değerin altındaki değerler daralma sinyali olarak değerlendirilir. Endeks Temmuz ayından bu yana 50’nin altında (Eylül ayı değeri 49,6). Bu durum imalat sanayi üretiminin üç ay üst üste daralma yaşadığını ortaya koymaktadır. (6)

Sıkı para politikası zayıf bir araçtır

Dünyadaki örneklerinden de görülebileceği gibi, sıkı para politikası enflasyonla mücadelede zayıf bir araçtır. Bunun temel nedeni merkez bankası yönetimlerinin neredeyse yalnızca tek bir araca, yani faiz oranına güvenmesidir.

Oysa faiz oranlarının yükseltilmesi özel yatırımları ve kalkınmacı ve çevreci kamusal yatırımları caydırdığı gibi, tüketicilerin, işletmelerin ve kamunun borç geri ödemelerini zorlaştırıyor ve yeni borçlanmayı daha pahalı hale getiriyor.

Ayrıca faiz oranlarındaki yükseliş ekonomik büyümenin yavaşlamasına ve durgunluğa yol açıyor, işsizlik ve yoksulluk artırıyor ve ücretler üzerindeki baskıyı yoğunlaştırıyor. Bu yüzden de emekçiler açısından sıkı para politikasının yüksek enflasyon kadar zararlı olduğu söylenebilir.

Buradaki temel husus, ekonomideki sorunlara soldan emekten yana bakanların sadece yüksek faiz oranlarına karşı çıkmasının yeterli olmamasıdır. Yani enflasyonun düşürülmesinde sıkı para politikasındansa emekten yana bir maliye ve gelir politikasına ağırlık verilmeli ve aynı zamanda düşük işsizlik, yeni kamusal yatırımlar, yaşanabilir ücretler ve adil bir gelir ve servet dağılımı hedeflenmelidir. Aşırı kârlar ve servet üzerinden alınacak yeni vergilerle enflasyonun düşük gelirli haneler üzerindeki olumsuz etkisi yumuşatılmalıdır.

İktidar blokunun şu anki tutumuna göre ise, eşitsizlik ya da yoksulluk değil, yüksek enflasyon öncelikli olarak ortadan kaldırılması gereken bir sorundur. Bu yüzden de sıkı para ve bunu tamamlayan sıkı maliye politikalarıyla artacak olan eşitsizlikler ve yoksulluk sineye çekilmelidir.

Zaten iktidardakilerin yakın zamana kadar, düşük faiz politikalarıyla enflasyonu yükseltirken de, ortaya çıkan hayat pahalılığı ve yoksullukla “yoksullar cennete giderler” türünden ikna çabaları dışında, gerçek anlamda mücadele ettiklerine tanık olmadık. Asgari ücretin enflasyonun üzerinde artırılması önerisi ise, emekçinin cebindeki para enflasyonun nedeni olarak görüldüğü için, kabul görmedi, görmeyecek.

Enflasyonla mücadelede ana akım iktisadın sağı ile solu arasında özde bir fark yok!

Diğer yandan, enflasyonla mücadele yöntemleri konusunda ana akım iktisadın sağı ve solu arasında özde bir farklılık yok. Öyle ki bu konuda neo liberaller daha “şahin”, Keynesyenler ise daha “güvercin” bir tavır içindeler. Her iki taraf da enflasyonu düşürmek için faiz oranlarının yükseltilmesi gerektiği konusunda hemfikir. Faizlerin ne sertlikte (ne kadar) ve ne kadar süreyle artırılması gibi konularda ayrışıyorlar.

Her iki yaklaşımın enflasyona bakışı sorunlu olsa da, doğruluk payı olan tespitleri de mevcut. Örneğin Keynesyenler, enflasyonu düşürebilmek için ekonomiyi durgunluğa sokmanın, “kurtarmaya çalışılan hastayı öldürmekle aynı şey” olduğuna inandıkları için haklılar. Öte yandan neo liberaller ise “ekonominin üretken kapasitesinin bir bölümü yok edilmeden krizden çıkış yolunun olmadığını” söyledikleri için haklılar.

Her iki yaklaşımın ortak yanılgısı ise enflasyonu sistemik olarak üreten kapitalizmi veri olarak almalarıdır. Bu yüzden de önerdikleri yöntemler çıkmaza giriyor.

İki yaklaşımın toplumun büyük bir kesimini ilgilendiren ortak bir diğer noktası da enflasyonla mücadelenin faturasının emekçilere kesilmesi gerekliliğine inanmış olmaları. Yani toplam talebi kısmak için emekçinin cebindeki paraya da göz dikmeleri. Bu paraya hem faiz hem de vergilerle el koyarak enflasyonu düşürmeyi hedefliyorlar. Bu konuda hem fikirler, sadece bunun yollarının neler olabileceği konusunda farklılaşıyorlar.

Bu noktada enflasyonla mücadelede maliye politikalarına ağırlık verilmesi gerektiğini savunan sol Keynesyenlere bir paragraf açmakta fayda var. Zira bu iktisatçılar tam istihdam ve ekonomik istikrarın esas olarak maliye politikası, yani kamu harcamaları ve vergilerdeki değişiklikler ve nihayetinde yatırım sürecini sosyalleştirme yoluyla sağlanabileceğini ileri sürüyorlar. Daha büyük bir kamu sektörü ve daha müdahaleci bir devlet ile bu sorunun üzerinden geleceklerine inanıyorlar. Daha ilerici gibi gözükse de özellikle de bölüşümsel etkiler açısından bu yaklaşımın da sermaye yanlısı bir yaklaşım olduğunu söylemek mümkün.

Diğer taraftan, enflasyon kontrolü sadece maliye ve para politikaları yoluyla değil, aynı zamanda “arz yönetimi” ve bir kamu dağıtım ve tayınlama sisteminin devreye alınması yoluyla da gerçekleştirilebilir. Bütün bunlar yatırımın, hasılanın ve istihdamın spekülatörlerin davranışlarından büyük ölçüde yalıtılmasını sağlar. Ancak IMF ve Dünya Bankası çizgisine sadık (bizdekiler gibi) neo liberal iktisatçılar ve politikacılar bu tür kamu müdahalelerine sıcak bakmazlar.

Sıkı maliye politikası kimleri sıkmalı?

Enflasyonla mücadelede eğer mutlaka sıkı maliye politikalarına başvurulacaksa,  ağırlık zenginlerin daha ağır vergilendirilmesi biçimindeki vergilere ve toplum için yararlı olmayan kamu harcamalarının kısılmasına verilmelidir.

Böylece, OVP’de de devasa boyutlara çıkacağı öngörülen bütçe açıkları ciddi biçimde azaltabileceği gibi, toplam talebin azımsanamayacak bir parçasını oluşturan sermaye kesiminin vergilendirilmesi ve/veya otoriterleşme ve aşırı güvenlik harcamalarının kısılarak bunların enflasyonist etkileriyle baş edebilmek mümkün olabilir.

Faiz oranı daha fazla yükseltilmeden, vergilendirme ve harcama çoğaltanları aracılığıyla enflasyonu kontrol etme yoluna gidilebilir. Bir başka deyişle, toplam harcamaları kontrol etmek için faiz oranlarını artırmak yerine dik artan oranlı gelir ve servet vergisi gibi vergiler kullanılabilir. Ayrıca büyük ölçüde halk tarafından ödenen KDV ve ÖTV yerine, lüks mallar veya gereksiz yere yüksek karbon ayak izine sahip ürünleri hedefleyen tüketim vergileri uygulanabilir.

Ancak mevcut iktidarın bunu yapması beklenmemeli. Nitekim Merkez Bankası Başkanının Mecliste yaptığı konuşmadan asıl olarak sıkı para politikasının uygulanacağı, maliye politikasının ise tamamlayıcı olacağı anlaşılıyor. (7) Yani “şahin” bakış egemen gibi görünüyor.

Bize gelince, enflasyonu düşürmenin çok daha iyi yolları olduğunu biliyoruz. Örneğin ücretleri baskılamak için sıkı para politikaları (yüksek faiz oranları) uygulamak yerine, geçen yıl net kârlarını yüzde 423 artırmış olan şirketlerden (8) aşırı kâr vergisi ve mevcut ek MTV uygulaması yerine, çok zenginlerden artan oranlı bir servet vergisi alınması gerektiğini savunuyoruz.

Ayrıca, mevcut sistemde dahi, fiyat kontrolleri ve aşağıda özetlediğimiz diğer yollar, faiz artırımı sonucunda durgunluk ve kitlesel işsizlikten yaratmaktan çok daha iyi yollardır. Ancak bunun için de demokratik bir sosyalist planlamanın gerektiği unutulmamalıdır.

Sonuç: Sınıf savaşı yürütülüyor

Almanya’da 1920’lerde ve 1930’larda olduğu gibi, yüksek enflasyonun eşlik ettiği yüksek işsizlik aşırı sağın yükselişini ve faşizmin tırmanışını hızlandırabilir. Ayrıca, 1980’lerdeki yüksek enflasyon ve yüksek işsizliğin bir arada görülmesinin (stagflasyon), birçok ülkede neo liberalizmin yükselişine, kemer sıkmaya, güvencesiz işsizliğin artmasına ve emeğe cepheden saldırılmasına zemin hazırladığı hafızalarda tutulmalıdır.

Bugünse, enflasyonla mücadele adı altında emekçi sınıflara karşı bir sınıf savaşı yürütülüyor. Öyle ki Merkez Bankası fiyat artışlarını kontrol etmek için emekçilerin ve ailelerinin daha da yoksullaşması pahasına faiz oranlarını yükseltiyor. Faiz oranındaki artışın daha da sürmesi ve 2024’ün ilk yarısında bunun yüzde 40’a çıkması bekleniyor. (9)

Ancak faiz oranlarını yükseltmek (özellikle enflasyon sadece aşırı talepten kaynaklanmıyorsa ve arz yönlü nedenler de varsa), ekonomiyi durgunluğa sokacak, bu da işsizliği ve yoksulluğu artıracaktır.

Bir başka anlatımla, iktidar bloku artan hayat pahalılığı ile başa çıkmak için daha fazla ücret talep eden işçilerin bu taleplerinin “ikinci tur etkilerini” yani  “ücret-fiyat sarmallarını” önlemeye çalışıyor.

Oysa reel ücretlerin yıllardır azalmakta olduğu bir ortamda, “ücret-fiyat sarmalı” tehdidi oldukça abartılıdır. Nitekim son yıllarda, işçi sınıfı sendikasızlaştırma, kuralsızlaştırma, taşeron işçi kullanımı, küreselleşme ve emek tasarrufu sağlayan teknolojiler yüzünden toplu pazarlık gücünü kaybettiğinden, ülkede işçilerin milli gelirden aldığı pay bir türlü üçte birin üzerine çıkamıyor.

Sonuç olarak, eğer sistem içi bir öneri yapılması gerekiyorsa; para politikasına nazaran emekten yana maliye politikası ve gelir politikasına ağırlık verilebilir. Yani yüksek enflasyonla mücadele edilirken, aynı zamanda işsizliği azaltan, topluma yararlı yeni kamusal yatırımları hayata geçiren, adil bir gelir ve servet dağılımını gerçekleştiren vergi ve harcama politikaları ve grev ve toplu sözleşme haklarıyla güçlendirilmiş yaşanabilir bir ücreti esas alan gelir politikası uygulanabilir.

Enflasyonla ve hayat pahalılığı ile mücadele ederken, toplum yararına, emekten yana, doğa ile uyumlu üretimin artırılmasına dönük şu araçlar denenebilir:

(i) Temel gıda ve enerji gibi zaruri malların fiyatları geçici olarak dondurulabilir. (ii) Etkin fiyat kontrolleri ve tayınlama yapılabilir. (iii) Enerji fiyatlarındaki artışların halka yansıtılmaması için bu alanda yeniden kamulaştırmalar yapılabilir. (iv)Yoksul hanelere doğrudan nakit destekleri verilebilir. (v) Emekçilere ve emeklilere yaşanabilir bir ücret sağlanabilir. (vi) Kamu tarafından güvenceli, sendikalı istihdam garantisi ve desteği verilebilir. (vii) Regülasyon yapılabilir. (viii) Aşırı kâr vergisi ile kârlara üst sınır getirilebilir. (ix) Kredilerin hacmi daraltılabilir ve etkin kontrolü yapılabilir. (x) Artan oranlı servet vergisi konulabilir. (xi) Kamusal yatırımlar artırılabilir. (xii) Tekellere karşı düzenlemeler hayata geçirilebilir. (xiii) Herkese Temel Gelir Güvencesi uygulaması başlatılabilir.

Yakınlarda çıkan bir kitabımızda (10) detaylı olarak yer verdiğimiz bu anti enflasyonist politikaların ve bu amaçla kullanılacak araçların bazıları kısa, bazıları uzun erimlidir. Önerdiğimiz bu program, aynı zamanda, sömürüsüz, sınıfsız ve sınırsız bir toplum inşa edilirken bir “geçiş programı” olma anlamında yeni bir paradigmayı da temsil etmektedir.

Dip notlar:

(1)  Tüketici Fiyat Endeksi, Eylül 2023, https://data.tuik.gov.tr; ENAGrup Tüketici Fiyat Endeksi (E-TÜFE) Eylül 2023, https://enagrup.org (3 Ekim 2023).

(2)  Confronting inflation and low growth OECD Economic Outlook, Interim Report September 2023), https://www.oecd.org/economic-outlook/september-2023, s.6-7.

(3)  Orta Vadeli Program (2024-2026), Eylül 2023. s. 24,30.

(4)  https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/mehmet-simsekten-aci-recete (7 Temmuz 2023).

(5)  Farrokh K. Langdana, Macroeconomic Policy, Demystifying Monetary and Fiscal Policy, Third Edition, Springer, 2016, s. 59.

(6)  İstanbul Sanayi Odası Türkiye PMI® İmalat Sanayi Raporu, https://www.iso.org.tr/projeler/iso-turkiye-imalat-pmi (2 Ekim 2023).

(7)  https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/son-dakika-merkez-bankasi-baskani-gaye-erkan-tbmmde-sunum-yapti-zam-ve-enflasyon-itirafi (3 Ekim 2023).

(8)  TÜİK, Sektör Bilançoları, 2022, https://data.tuik.gov.tr (21 Eylül 2023).

(9)  https://www.sozcu.com.tr/2023/finans/morgan-stanleyden-turkiye-analizi-faizler-ne-kadar-artacak (4 Ekim 2023).

(10)               Mustafa Durmuş, Demokratik Katılımcı Ekonomi, İmge Kitabevi, Nisan 2023, s. 134-164.