30 Mayıs 2021 Pazar

Kolombiya’daki vergi isyanının ortaya çıkardığı gerçekler

 

Kolombiya’daki vergi isyanının ortaya çıkardığı gerçekler

Mustafa Durmuş

30 Mayıs 2021

Son bir aydır bir Latin Amerika ülkesinde, Kolombiya’da, çok önemli şeyler oluyor. Bu ülke ekonomik- politik olarak ve ABD emperyalizmi ile ilişkileri bağlamında Türkiye ile benzerlikler taşıdığından bu olayları iyi analiz etmek gerekiyor.

28 Nisan’da Iván Dugue başkanlığındaki Hükümet tarafından Meclis’e sunulan bir vergi kanunu teklifinin ardından çıkan halk ayaklanmasından, genel grevden ve halen devam eden protestolardan söz ediyoruz. Çünkü o günden beri halk Salgına rağmen sokaklara çıkıp protesto gösterilerinde bulunuyor, direniyor. Kolluk güçleri de sert bir biçimde buna cevap veriyor. Öyle ki 28 Nisan- 27 Mayıs tarihleri arasında en az 43 Kolombiyalı sivil kolluk güçleri tarafından öldürüldü, yüzlercesi de yaralandı (1).

Aslında direnişin ardından hükümet söz konusu kanun teklifini geri çekmek zorunda kaldı ama isyan devam ediyor. Çünkü krizin faturasını daha çok halkın sırtına yıkmak üzerine kurgulanmış maddelerle dolu olan bu vergi kanunu teklifinin sadece tetikleyici bir unsur olduğu vurgulanıyor.

Asıl sorunların; başta 2016 yılında devletin, FARC gerillaları ile yaptığı Barış Anlaşması’na Dugue Hükümetinin uymaması gibi, kökleri 52 yıl öncesine kadar giden bir ulusal sorunun ve ülkenin içinde bulunduğu ekonomik krizin derinleştirdiği işsizlik, yoksulluk, devlet borcu ve bütçe açığı gibi sorunlar olduğu ileri sürülüyor. (2)

Nitekim kendilerini barış yanlısı olarak niteleyen ve söz konusu vergi kanuna eleştiriler getiren bir grup akademisyen ve bilim insanı bir ortak bildiri ile bu teklifin geri çekilmesinin yanı sıra, ülkede barışın tesis edilmesi için atılması gereken iktisadi ve politik adımları da tanımlayan bir bildiri yayınladı. (3)

İki ülkenin benzer yanları

Kolombiya ile Türkiye karşı karşıya bulundukları sorunlar açısından birbirine benziyor. Bunların başında Kolombiya’da devletin FARC’la savaşı ile gündeme gelen sorunun benzeri bir sorun, Türkiye’de bir türlü çözüme kavuşturulmayan “Kürt Sorunu” olarak yaşanıyor.

Bu sorun devam ettikçe de, bu durum insani, sosyal, politik ve ekolojik zararlarının yanı sıra, ülkenin vergisel kaynaklarının azımsanamayacak bir kısmının askeri harcamalara ayrılması yüzünden, hem ekonomik gelişmeye zarar veriyor, hem de kamu bütçesinde açıklara ve devlet borçlarının birikmesine neden oluyor. Böyle olunca da burjuva iktidarlar halktan aldıkları vergileri daha da artırma ve/veya daha fazla borçlanma çabasında oluyorlar.

Böylece her iki ülke de; yüksek düzeyde bütçe açığı ve kamu borç stoku,  kamu bütçesinden büyük boyutlarda faiz ödemesi, devasa işsizlik, yoksulluk ve enflasyon gibi ekonomik sorunlarla boğuşuyor. Paralel bir biçimde bu ülkelerde kapitalist sistem mafyatik, ırkçı, militarist, farklı kimlikleri ötekileştirici,  homofobik yanını iyice belirginleştirerek adeta bir nekro-kapitalizme dönüşüyor. Bu gelişime uygun olarak devlet de otoriterleşiyor ve ekonomik krizlerin faturasını emek karşıtı vergi düzenlemeleriyle, halka dönük harcamaları kısan kemer sıkma uygulamalarıyla, açıktan halka kesiyor.

Benzemeyen şey ise Kolombiya işçi sınıfının daha örgütlü, daha dirençli ve bir bütün olarak Kolombiya toplumunun daha duyarlı olmasına karşılık, Türkiye toplumunun (kadın hareketi ve ekoloji hareketi dışında) donukluğunu hala üzerinden atamamış olması.

Geniş katılımlı eylemler

Kolombiya’da yaklaşık 700 bin üyesiyle ülkenin en büyük sendikal örgütü olan İşçi Sendikaları Merkezi (CUT), bu protestoların en büyük ve güçlü örgütleyicisi. “Ulusal Grev Komitesi”ni ise Ulusal Emek Konfederasyonu (CGT), Kolombiya Emekçileri Federasyonu (CTC), iki emekli sendikası, Kolombiya Eğitim Emekçileri Federasyonu (Fedoce) ve Kamyon şoförleri örgütünün (Cruzada Comionera) temsilcileri oluşturuyor. Ayrıca öğrenci federasyonları, Dignidad Agropecuria gibi kırsal örgütlenmeler, ülkenin üçüncü en kalabalık kenti olan Cali’de kitlesellikleri ile dikkat çeken yerli örgütleri gibi, çok sayıda sosyal örgütlenme de grev ve protestolara katılıyor. Keza kamyoncu ve taksicileri temsil eden örgütler de bu protestolara destek veriyor. (4)

İsyanı tetikleyen haksız vergi artışları

 “Sürdürülebilir Dayanışma Kanun Teklifi” adlı vergi kanunu teklifi bir yandan aralarında zorunlu malların da olduğu tüketim mallarının KDV oranını artırırken, diğer yandan vergi tabanını genişletiyordu. Aynı zamanda da başta orta sınıfın gelir vergisini artırırken, üst gelir grubundaki zenginlere ve sermayeye yeni vergisel imkânlar sunuyordu.

Hükümet bu vergi düzenlemesinden (2022 yılından itibaren) yılda 6,8 milyar dolarlık vergi geliri sağlamayı hedeflerken, bunun sadece yüzde 11,8’ini sermayeden (şirketlerden), kalanını ise ağırlıklı olarak tabanı genişletilecek olan yüzde 19 gibi yüksek düzeydeki KDV ile halktan ve artan gelir vergisiyle orta sınıftan toplamayı öngörmüştü.

İşin aslı, yüksek düzeydeki bütçe açığını kapatmaya dönük olan bu düzenleme Covid-19 ile daha da derinleşen ekonomik ve sosyal krizin ardından geldi. Genel grevi ve toplumsal hareketleri tetikledi. Böylece yıllardır çözülmeyen sorunlarla biriken toplumsal öfke patladı.

Düşük aşılama, yüksek ekonomik tahribat

Oldukça düşük seyreden aşılama nedeniyle Salgın yüzünden ülkede 75 bine yakın insan hayatını kaybetti. Salgın aynı zamanda ekonomiyi ciddi oranda küçülttü (yüzde 6,8). Sınıfsal çelişkileri artırırken, yoksulluğu daha da büyüttü (yoksulluk oranı yüzde 42,5), gelir bölüşümü iyice kötüleşti (Gini katsayısı 2019 yılında 0.526 idi). Öyle ki ülkede, en tepedeki yüzde 10 milli gelirin yüzde 50’sine, servetin ise yüzde 95’ine el koymakta.

Kolombiya’da asgari ücret ayda sadece 269 dolar ve işçilerin sadece yüzde 12’si asgari ücretin iki katı kadar kazanabiliyor. Ayrıca işsizlik oranı yüzde 16’yı ve kayıt dışı istihdam yüzde 48’i buluyor. Bu durum istihdamda güvencesizliği ve beraberinde emekçilerin mutsuzluğunu artırıyor. (5)

Devlet maliyesi de ciddi kriz içinde zira büyük boyutta bir bütçe açığı (2020 yılında yüzde 6,9) ve bunun neden olduğu devlet borç stoku mevcut. Öyle ki geçen yıl toplam vergi/milli hâsıla oranı sadece yüzde 20 olmasına karşılık, kamu harcamalarının oranı yüzde 28 ve devlet borcu/hâsıla oranı yüzde 70 idi. (6) Vergi kanun teklifinin gündeme getirilmesinin asıl nedenini işte devletin içine düştüğü bu mali kriz oluşturuyor.

Bu bütçe açığının nedenlerine bakıldığında Türkiye ile olan benzerlikler daha net bir biçimde ortaya çıkıyor (Türkiye’de 2020 yılında bütçe açığı yüzde 4,9). Bütçe açığının kabaca dört temel nedeninden söz edebilmek mümkün.

Sermaye yeterince vergilendirilmiyor

İlk olarak, Kolombiya’da sermaye yeterince vergilendirilmediği gibi, bu kesime verilen ciddi teşvikler söz konusu. Öyle ki (7) resmi kurumlar vergisi oranı yüzde 25 olmasına karşın, efektif/fiili oran sadece yüzde 10. Ülke özellikle de maden sektöründe faaliyet gösteren ABD ve Kanada kökenli çok uluslu şirketlere sunduğu kurumlar vergisi teşviki nedeniyle yılda 11,6 milyar dolar vergi kaybına uğruyor. Bu rakam kamusal sağlık harcamalarının yüzde 72’sine denk düşecek bir büyüklükte.

Türkiye’de de efektif kurumlar vergisi oranının bu civarda olduğu biliniyor. Öyle ki dev sermaye şirketleri ya da bankalar kendilerine sunulan cömert muafiyet, indirim ve istisnalar sayesinde, normalde yüzde 22 oranında (bu yıl geçici olarak yüzde 25’e yükseltildi) kurumlar vergisi ödemeleri gerekirken, bu oran fiilen yüzde 10 ve altına düşüyor. Ayrıca gelir vergisinin toplam vergi gelirleri içindeki payı da yüzde 20’yi geçmiyor ve bunun çoğunluğunu da emekçiler ödüyor.

Devlet borcu ve faiz ödemeleri ciddi boyutlarda

Bütçe açığını artıran ikinci etken devlet brüt borç stokunun yüksekliği. Kolombiya’da bu oran yüzde 70’i aşarken, Türkiye’de yüzde 40’a yakın seyrediyor. Kolombiya’da her yıl bankalara 18,8 milyar dolar faiz ödeniyor (bu bütçe harcamalarının en az yüzde 20’sini oluşturuyor). Türkiye’de de benzer bir faiz ödemesi söz konusu. Bu yıl örnek olarak, faiz ödemelerinin tutarının 179,5 milyar TL olması (21 milyar dolar) öngörülüyor. Bu arada Türkiye’deki yüzde 19 olan politika faizi oranının Kolombiya’dakinden 10 kat yüksek olduğunun altını çizmek gerekiyor.

Üçüncü etken başta askeri harcamalar olmak üzere, devlet bütçesinden güvenlik harcamaları adı altında ayrılan ve özünde savaş siyasetine ve otoriterleşmeye hizmet eden harcamaların büyüklüğü.

Askeri-güvenlik harcamaları çok yüksek

Kolombiya devleti bir sosyal devletten ziyade, bugün dünyanın birçok bölgesinde görülenlere benzeyen bir savaş devleti görünümü arz ediyor. Öyle ki geçen yıl 9,216 milyar dolarlık bir harcama ile Brezilya’nın ardından Latin Amerika’daki en yüksek askeri harcamayı yapan bir devlet oldu. (8) Devlet özellikle de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ordusunun emrine girdi ve yıllık ortalama 10 milyar doların üzerinde askeri harcaması yapılmaya başladı. 1990’lardan itibaren “Plan Colombia” altında devletin ABD ile olan bu ilişkisi daha da güçlendirildi.

Türkiye’nin 2020 yılı askeri harcaması ise (aynı yıl yüzde 5 azalmasına rağmen)  Kolombiya’nın neredeyse iki katı:17,7 milyar dolar. Dünyada en fazla askeri harcama yapan ülkeler sıralamasında 16’ncı sırada yer alıyor. 2011 yılından bu yana askeri harcamalar yüzde 77 oranında arttı. Artış özellikle de 2015 yılından bu yana çok hızlandı. (9)

Bugün Kolombiya’da 267 bin kişilik bir resmi ordu, 186 bin kişilik polis gücü, 24 bin kişilik maaşlı sivil milis gücü var. Yani neredeyse 500 bin kişilik bir askeri- kolluk güç söz konusu. 2016 yılında aşırı sağcı paramiliter güçler ordu ve polisin içine yerleştirildi. Bunlar daha çok toplumsal muhalefeti etkisiz kılmak için kullanılıyor. Öyle ki o tarihten bu yana 1,200 sosyal ve çevreci aktivist (yerliler, LGBTİ bireyler, kadınlar, sendikacılar ve silah bırakmış FARC üyeleri) suikast sonucu öldürüldü. Ivan Dugue ise bunca askeri harcamaya rağmen,  24 yeni F-16 savaş uçağı daha almayı ve bunun için bütçeden 4,5 milyar dolar daha ayırmayı planlıyor. Ordu mensuplarının en az 82 bininin maden ve enerji bölgelerinde çok uluslu şirketlerin çıkarlarını koruyacak biçiminde bulundurulması ise devletin yerli ve yabancı sermaye ile olan sıcak ilişkilerinin bir göstergesi. (10)

Türkiye’nin ise NATO içinde ABD’den sonra en fazla askeri güce sahip olduğu bilinen bir gerçek. NATO bünyesindeki askeri personelin sayısı 3,2 milyona yakın (2018 yılında). Bunun yüzde 40’ını 1,3 milyon Amerikan askeri oluştururken, yüzde 12’lik bir pay ve 385 bin kişilik bir ordu ile Türkiye ikinci sırada yer alıyor. (11) Buna polis gücü, bekçiler, korucular,  özel güvenlik görevlileri ve bir kısım paramiliter güçler de dâhil edildiğinde bu sayı 1 milyonu buluyor (15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından iktidar blokundaki yenilenme doğrultusunda bu gücün çeşitli kesim ve gruplar arasında nasıl dağıtıldığı konusunda son videolar yol gösterici olabilir).

Militarist yöntemle ‘çevre koruma’!

Son olarak, isyanın temelinde yatan bir diğer etken yıllardır çözülmeyen toprak sorunu. Kolombiya’da 52 yıldır devam eden iç savaş yüzünden milyonlarca köylü topraklarından kopartıldı. Bunların topraklarının bir kısmına büyük toprak sahipleri el koyarken, bir kısmı da ülkede faaliyette bulun ABD kökenli çok uluslu şirketler tarafından ele geçirildi.

Bugünlerde bu toprak gasplarına “çevre korumanın militarizasyonu” ile devam ediliyor. Yani silahla, askeri güçle, zorla, yoğun köylü tutuklamalarıyla çevre korumanın mümkün olamayacağı ortada iken, çevreyi koruma adı altında yapılan askeri operasyonlarla (Operacion Artemis) topraklar ve ormanlar insansızlaştırılıyor,  köylüler, yerliler topraklarından ve ormanlardan sökülüp atılıyor. (12)

Özetle, Kolombiya’da gündeme getirilen ve halkın tepkisiyle geri çekilen vergi kanunu teklifi hükümetin ileri sürdüğü gibi ‘sosyal dayanışma’ olarak nitelendirilemez. Bu teklif gerici/regresif, yoksulun ve düşük orta gelirlilerin vergi yükünü ve mevcut eşitsizlikleri daha da artıran sermaye yanlısı düzenlemelerden oluşuyor. Bu durum Türkiye’deki 1980 ve 1990’lardaki “terörle mücadele”  gerekçesiyle gerçekleştirilen köy boşaltmalarını ve benzeri uygulamaları anımsatıyor.

Reform olarak sunulan ve toplumun direnci sonucunda rafa kaldırılan bu vergi teklifinin asıl nedeni; sermayenin vergilendirilmek istememesinden dolayı ortaya çıkan vergi açığı, ciddi düzeydeki devlet kamu borcu geri ödemesi, giderek artan borç stoku ve büyük çaptaki askeri harcamalar ve güvenlik harcamaları bağlamında emperyalizm olgusu.

Uluslararası finans kapitalden destek

Nitekim günümüzdeki emperyalizmin borç tahsildarları konumundaki birçok örgüt bu kanun teklifini, ‘reform’ diye niteleyerek destekledi. Örnek olarak Fitch bu düzenlemelerin, kamu sektörü borç sorununu çözerek, ülkenin (BBB-)’ye düşmüş olan kredi notunu yükseltebilmesi için zorunlu görüyor. Bu sözde ‘reform’ ile vergi gelirlerinde milli hasılanın yüzde 1,4’ü kadar bir artış sağlanarak kamu borcu/ milli hâsıla oranının sabitlenmesi gerektiğini ileri sürüyor. Kuruma göre bu düzenleme; kamu borcunu sabitlerken, orta vadeli mali beklentileri belli bir çıpaya bağlamak, politikaların kredibilitesini artırmak ve ekonominin şoklara karşı hassasiyetini azaltmak için gerekli. (13)

Kısaca, uluslararası finans kapitalin sözcüsü kuruluşlar halktan alınacak yeni vergiler için baskı yapıyorlar. Böyle bir kemer sıkma paketi geçmezse ülkenin kredi notunun düşürüleceğini ileri sürüyorlar. Bunun ülkenin doğal zenginliklerini sömürmeyi sürdürebilmek ve büyük bankaların ülkeye verdikleri borçları faizleriyle beraber geri alabilmek için yapılan bir dayatma olduğu çok açık. 

Sonuç olarak

Yapılması gereken emperyalizmle içli dışlı büyük sermaye grupları ile olan bu bağların kopartılması iken, konumları ve sınıfsal çıkarları gereği Dugue Hükümeti ve benzeri siyasal iktidarların bunu yapması imkânsız. Öyle ki halkın yaşadığı bunca ekonomik  sıkıntıya rağmen yeni savaş uçakları alma derdine düşebiliyor.

Bunun bilincinde olarak, gerek emek örgütleri, gerekse de yukarıda sözünü ettiğimiz Kolombiyalı akademisyenler ve bilim insanları taleplerini vergi düzenlemelerinin geri çekilmesiyle sınırlı tutmuyorlar.

Özelleştirmelere son verilmesini, herkese en az bir asgari ücret düzeyinde aylık düzenli “Temel Gelir Güvencesi” sağlanmasını, ulusal tarımın, sanayinin, zanaatkarların ve çiftçilerin korunmasını, kamu garantili istihdama ağırlık verilmesini, esnek çalışmaya son verilmesini, eğitim, sağlık gibi evrensel hizmetlerin ücretsiz olarak sunulmasını istiyorlar.

Ayrıca, demokratik hak ve özgürlüklerin garanti altına alınması, eylem ve protesto hakkı için anayasal garanti sağlanması, cinsel ve etnik kimliğe yönelik ayrımcılığa son verilmesi, kentlerin militarizasyonunun durdurulması, katliamlara son verilerek sorumlularının cezalandırılması ve ESMAD polis gücünün dağılması gibi demokratik-politik taleplerde bulunuyorlar.

Dip notlar:

(1)     https://www.theguardian.com/global-development/colombia-protests-paola-holguin-stop-crying-one-eye (27 May 2021).

(2)       “For a new macroeconomic policy in Colombia”, https://developingeconomics.org /for-a-new-macroeconomic-policy-in-colombia (20 May 2021).

(3)       Agm.

(4)     “6 soruda, Kolombiya’da neler oluyor?”, https://amp.evrensel.net/haber (5 Mayıs 2021).

(5)       “For a new…”, agm.

(6)       Andy Higginbottom, “The roots of Colombia’s crisis”, https://mronline.org  (20 May 2021).

(7)       Agm.

(8)       Military expenditure by country, in constant (2019) US$ m.,1988-2020, https://sipri.org (28 May 2021), s. 17.

(9)       Agr, s. 21.

(10)   Higginbottom, agm.

(11)   NATO, Public Diplomacy Division, Press Release (10 July 2018):Defence Expenditure of NATO Countries (2011-2018).

(12)   Justin Podur, “Is Colombia’s Military Displacing Peasants to Protect the Environment or Sell Off Natural Resources?”, https://www.counterpunch.org (20 May 2021).

(13)   Fitch wire, “Tax Reform a Critical Factor for Colombia’s Debt Dynamics”, https://www.fitchratings.com (19 April 2021).

 

 

 

22 Mayıs 2021 Cumartesi

Cari açığa dayalı büyümeye devam / Dış borç stoku ve heba edilen 18 yıl (3)

 

Cari açığa dayalı büyümeye devam / Dış borç stoku ve heba edilen 18 yıl (3)

Mustafa Durmuş

22 Mayıs 2021

Cari açığın kapatılmasında kullanılan araçlardan üçüncüsü ‘Finans Hesabı’ içinde yer alan ‘Diğer Yatırımlar’ biçimindeki yabancı sermaye girişleri. Bu yatırımlar ülkeye gelen dış kredileri de içerir ve sonuçta, bu borçların özel kesim ve kamu kesimi gibi iki alıcısı olduğundan, ülkedeki özel ve kamu kesiminin dış borcunu gösterir.

Böylece ‘dış borç stoku’; bono ve tahvil gibi araçlarla devletin yapmış olduğu dış borçlanmayı, özel kesime gelen ticari kredileri, bankacılık kesimine gelen banka kredilerini ve yabancıların döviz tevdiat hesabında tutulan mevduatlarını kapsar. Ancak bu stoka; hisse senedi alımı biçiminde borsaya gelen yabancı sermaye yatırımları, doğrudan yabancı sermaye yatırımları,  vadeli işlemler piyasası araçları alımı ya da türev araç alımı ve diğer finansal yatırılar dâhil edilmez.(1)

Dış borç stoku olduğundan hafif gösteriliyor

Ayrıca Türkiye’de, Kamu Özel İşbirliği (KOİ) projeleri için sağlanan Hazine Garantileri gibi koşullu yükümlülükler de dış borç stokunun içinde gösterilmiyor. Bunların dâhil edilmemesinin asıl nedeninin kamu dış borcunu olduğundan daha düşük gösterme gayreti olduğu ise çok açık. Böylece dış borçlanmadaki gerçek durum saklanmaya çalışılıyor.

Bir önceki yazımızda paylaştığımız tablodan da görüleceği gibi, geçen yılın Ocak-Mart dönemini kapsayan ilk çeyreğine göre bu yılın aynı çeyreğinde tek başına bankacılık sektörü, bir yandan dışarıda mevduat edinimi gibi yollarla dışarıya ciddi miktarda para çıkartırken, diğer yandan da dışarıdan 5,5 kat daha fazla borçlandı.

Bunlar dönemlik ya da yıllık borçlarla ilgili dış borçlanma verileri. Ancak Türkiye ekonomisinin bir dış borç krizi riski altında olup olmadığının asıl göstergesi bunlardan ziyade, dış borç stokunun gösterdiği gelişim.

Bu stokların gelişimi, aynı zamanda, ülkeye gelen uzun vadeli bu tür kaynakların ülke ekonomisinin ve insanının faydasına kullanılıp kullanılmadığını görebilmek için de önemli. Kuşkusuz dış borçların bir de emperyalizme olan bağımlılıkla ilgisi ve bunun yarattığı ciddi sonuçları söz konusu. (2)

18 yılda 677 milyar dolar yabancı kaynak kullanıldı

“Dış borçlar Türkiye ekonomisinin ve insanının gelişimine katkıda bulundu mu” sorusuyla başlayalım. Aşağıdaki 2003-2020 yıllarına (AKP Hükümetlerinin tek başına iktidar olduğu 18 yıl) ait dış borç stokundaki gelişimi gösteren tablo, Hazine ve Maliye Bakanlığı verileri kullanılarak, bu amaçla düzenlendi.

Tablodan görüleceği gibi, son 18 yıl boyunca sadece dış borç biçiminde ülkeye 452 milyar dolardan fazla yabancı kaynak girdi. Buna bu süreçte ülkeye gelen doğrudan yabancı sermaye yatırımları da dâhil edildiğinde, bu rakam 677 milyar doların üzerine çıkıyor. Bu süreçte borsaya gelen portföy yatırımları ve koşullu yükümlülükler de hesaba katıldığında bu rakamın 1 trilyon doları bulduğu ileri sürülebilir.

Dış borç/milli hasıla oranı 18 yılda yüzde 18 arttı

Böylece 2003 yılının başında yaklaşık 131 milyar dolar olan toplam brüt dış borç stoku geçen 18 yıl içinde 3,5 kata yakın artarak 450 milyar doların üzerine çıktı.   Dış borç/milli hâsıla oranı ise yüzde 18 artarak, yüzde 53,3’ten yüzde 62,8’e yükseldi. (3) Bu borçlanmaların yaklaşık üçte ikisi dolar ve avro cinsinden yapıldı.

Bir diğer önemli husus bu borçların 2003 yılında yüzde 34’ünün özel kesime ait iken, 2020’de bu kesimin payının yüzde 57’ye yükselmiş olması. Bu durum hem ekonomik kriz dönemlerinde özel sektörün borç geri ödeme sıkıntısına düşmesi halinde yaygın şirket iflaslarının yaşanacağına, hem de (bu borçların çok büyük bir kesiminin bankacılık sektörü üzerinde yapılıyor olması yüzünden) bu gelişmenin bankaları zora sokarak bir bankacılık krizine yol açabileceğine işaret ediyor

Kuşkusuz son tahlilde en azından bir kısım özel sektörün dış borçlarının devlet tarafından üstlenilecek olması, kamu sektörünün de bir süre sonra böyle bir borç krizi sarmalı içine gireceği anlamına geliyor.

Hazine giderek daha fazla döviz cinsinden borçlanıyor

Dış borçların içinde yer alan Hazine kâğıtları (DİBS) biçimindeki borçlanmaların giderek daha fazla döviz cinsinden yapılıyor olması ise, hem TL’ye olan güvenin giderek azalmasının bir sonucu, hem de bankaların döviz pozisyonlarının iyileştirilmesine dönük bir çaba olarak değerlendirilebilir. Diğer yandan, yüksek (ve sürekli artan) döviz kuru bu borçların geriye ödenmesini zorlaştıracağı gibi özel sektördeki zombi firmaların sayısını da çoğaltacaktır.

Kısaca ilk soruyla ilgili olarak, AKP’nin olumlu dış konjonktürden yararlanarak, iktidarları döneminde, ülkeye dış borçlanma şeklinde ciddi boyutlarda kaynak getirdiğini kabul etmek gerekiyor. Ancak bu süreçte “ülkeye gelen 1 trilyon dolarlık kaynağa ve üç kattan fazla artan dış borç stokuna rağmen elde ne var” diye de sorulmalı.

Madalyonun bir yüzü: Dolar milyarderleri ve plütokrasi

Eldekiler malum. Madalyonun bir yüzünde; ülkenin yeşil doğasını beyaz betona dönüştüren inşaatlar, dereleri kurutan HES’ler, duble yollar, plazalar, lüks rezidanslar, TOKİ inşaatları, devasa büyüklükteki köprüler, hava limanları, şehir hastaneleri ve doğallıkla böyle bir birikim stratejisi üzerinden yaratılan süper zengin dolar milyarderi yandaş müteahhitler, iş insanları, sermaye grupları ve bunların etrafında gelişip güçlenen bir seçkinler iktidarı yer alıyor.

Madalyonun diğer yüzü: Doğa ve emek talanı, umutsuzluk, toplumsal çürüme

Diğer yüzünde ise; ülke tarihinde görülmemiş boyutlarda bir doğa katliamı ve talanı, Salgınla birlikte iyice artarak 10 milyonu bulan bir işsizler ordusu, giderek artan iş cinayetleri, açlık sınırının altında bir ücretle çalıştırılan 10 milyona yakın çalışan yoksul, sayıları on milyonları bulan yoksulluk yardımlarına mahkûm edilmiş bir halk, 0.47’ye çıkan Gini katsayısının işaret ettiği görülmemiş bir gelir dağılımı eşitsizliği, başta üniversiteli gençler olmak üzere gelecekten giderek umudunu yitiren bir gençlik, artan kadın cinayetleri, tacizler ve kadına şiddet, farklı kimlik ve düşüncelere karşı ayrımcılık, ötekileştirme, kutuplaştırma var.

İnsan hakları, ifade, örgütlenme ve basın özgürlüğü, adalete erişim gibi konularda uluslararası sıralamalarda en sonlarda yer alan ve mafyanın siyaset, bürokrasi ve sermaye üçgenindeki şok edici rollerinin gözler önüne serildiği, milyarlarca dolarlık servetlere el koyma, rüşvet gibi olaylarla da kendini gösteren bir toplumsal çürümenin yaşandığı bir ülke gerçeği ile karşı karşıyayız (kuşkusuz bir de hala 450 milyar dolarlık bir dış borç stokunun var olduğunu unutmamak gerekiyor).

Bu çaptaki bir dış borç, ekonomik ve politik kriz daha da derinleşirse, ülkeyi bir borç krizine sürükler. Havuz medyasında yer verilmese de, bu yönde tespitlerde bulunan uluslararası kuruluşlar bünyesinde yapılmış olan bazı araştırmalar da mevcut.

Kırmızı bölgedeki tek ülke

Bu kuruluşlardan biri ABD’nin en büyük bankalarından olan Wells Fargo. Kurum bünyesinde yapılan ve yakınlarda yayınlanan bir çalışmada (4) Türkiye’nin,  Arjantin, Şili, Endonezya ve Venezuela ile birlikte dış borç krizi riski en yüksek beş ülke arasında olduğu tespiti yapılıyor. Öyle ki Türkiye, dış borç stoku en yüksek on ülke arasında dış borcu milli gelire oranla en yüksek ikinci ülke. Buna karşılık çalışmada ele alınan 62 ülkede dış borcun milli gelire ortalaması yalnızca yüzde 32,9.

Çalışmada ülkelerin dış borç riski; dış borç stoku, dış borcun milli gelire oranında yaşanan değişim, toplam dış borç içinde kısa vadeli dış borçların oranı, toplam dış borç içinde döviz cinsi borçların oranı, borç servisinin dış borç stokuna oranı, borç servisinin döviz gelirlerine oranı ve döviz rezervlerinin milli gelire oranından oluşan yedi kategori altında, “yüksek risk”, “orta risk” ve “düşük risk” olarak sınıflandırılıyor. Türkiye’nin bu yedi kategorinin hepsinde “yüksek risk” sahibi (kırmızı bölge) tek ülke olduğunun altı çiziliyor.

186 milyar dolarlık kısa vadeli dış yükümlülük

Nitekim Türkiye’nin kısa vadeli (vadesi bir yıldan kısa)  dış yükümlülüklerinin (dış borçlar, dış krediler ve DTH mevduatından oluşan)  Mart 2021 sonu itibarıyla 185,6 milyar doları bulması, bundan on yıl öncesinde bu tür yükümlülüklerin milli hasılaya oranının sadece yüzde 18 iken, bugün bunun yüzde 26’ya çıkmış olması (5) durumun ciddiyetini de ortaya koyuyor.

Bu noktada devlet borçlarına ayrı bir parantez açmakta yarar var. Çünkü devletin dış borçlanma içindeki payı yüzde 43 gibi azımsanamayacak bir oranda. Bu da aslında hızlı finansallaşmanın, tıpkı özel sektör ve hane halklarını olduğu gibi kamu sektörünü de sarmalına aldığının bir göstergesi.

Kamu sektörü de finansallaşma sarmalının içinde

Kamu sektöründeki finansallaşma, aynı zamanda, büyük sermaye gruplarının ve zenginlerin giderek daha az vergi ödemelerinin bir sonucu. AKP Hükümetleri yıllardır büyük servetleri ve kârları vergilemeye dönük çaba göstermezken, ortaya çıkan bütçe açıklarını giderek daha fazla borçlanma ile kapatıyor. İzlenen sermaye birikim modeli de yüksek rant elde etmeyi amaçlayan ve dış kaynağa dayalı bir model olduğundan, hem iç borç, hem de dış borç stokları dağ gibi büyüyor.

IMF bünyesinde yapılan bir çalışma (6) bu gelişimi kaldıraç (öz kaynak yerine yabancı kaynak) kullanımında hızlı artış ve beraberindeki kredi bollaşmasına bağlıyor ve bunun da finansal krizlere neden olduğuna dikkat çekiyor. Makro düzeyde bir ekonomideki borç/milli hâsıla oranı olan kaldıraç oranı ekonominin borç servisi yapma kabiliyetinin de bir ölçütü olarak ele alınıyor.

IMF: Kaldıraç oranı arttıkça borç krizi riski de artıyor

Bu çalışmaya göre, Covid-19 Salgını öncesinde de kaldıraç oranı dünyada çok yüksekti. Öyle ki Salgın öncesi on yıllık dönemde hane halkı borcu ve finans dışı şirket borcu yüzde 138’den yüzde 152’ye yükseldi. Bu durum 2008 Büyük Resesyonu sonrasındaki finansal bollaştırmanın bir sonucuydu. Yabancı kaynak kullanımı Salgın sonrasında daha da hızlandı, (milli hasılanın da küçülmesiyle) birçok ülkede 2020 yılının ilk üççeyreğinde kaldıraç oranı yüzde 11 puan daha arttı.

Kısaca, yukarıdaki gibi bir finansallaşmanın sonucunda faizler düşürülüp, krediler bollaşınca ekonomik büyüme hızlanıyor ama kaldıraç oranı da yükseliyor. Böyle bir politika kısa vadede belki işe yarıyor ama yedi-sekiz çeyrek sonra ekonomik büyüme hızı düşüyor ve sonrasında ekonomi ciddi bir borç krizi ile karşı karşıya kalıyor.(7)

Sonuç: Antikapitalist, antiemperyalist bir mücadeleyi örmek şart

Özetle, son 18 yıldır ülkeye dış kaynak biçiminde gelen 1 trilyon dolar civarındaki para çok zengin bir azınlık kitlenin ve plütokrasinin (8) yaratılmasında kullanılırken,  ülkenin ekonomik olarak kalkınma ve gelişme çabaları, bu yönde bu zamana kadar sağlanan kazanımlar ve sınırlı demokrasisi de rafa kaldırıldı. Bu yetmezmiş gibi, yüksek işsizlik ve enflasyondan mustarip ekonomi bir de dış borç krizi sarmalının içinde girdi.

Böyle bir borç krizinden, bu riskin varlığını inkâr ederek, retorikten öteye gitmeyen borç ertelemeleriyle, yeni borçlanmalarla ya da eski-yeni IMF destekleriyle kurtulabilmek olası değil. Bu borçların, dolayısıyla da borç krizinin kaynağı içinde bulunduğumuz sistemin bizzat kendisi. Bu nedenle de kurtuluş ancak antikapitalist ve antiemperyalist bir mücadeleyle mümkün olabilir.

 Dip notlar:

(1)  Osman Çağatay Mutlu,  Türkiye’de dış borç istatistiklerinin derlenmesi ve dış borç işlemlerinin ödemeler dengesi istatistiklerine yansıtılması, T.C.M.B. Uzmanlık Yeterlilik Tezi (Eylül 2006), s. 24-27.

(2)  Emperyalizm dış borç ilişkisi için bakınız: Mustafa Durmuş, “24 Haziran sonrası: IMF’li ya da IMF’siz kemer sıkmaya hazır olun!”, https://sendika.org (24 Haziran 2018); Jerome Roos, “The New Debt Colonies”, https://www.viewpointmag.com (1 February 2018).

(3)  Türkiye brüt dış borç stoku (2020), https://www.hmb.gov.tr (20 Mayıs 2021).

(4)  Jay Bryson, Brendan McKenna, Hop Mathews, “Do Developing Economies Have an External Debt Problem? Part I: Which Economies Are Most Vulnerable?”, https://wellsfargo.bluematrx.com (11 May 2021), s.3. 

(5)    Mahfi Eğilmez, “Bir Yılda Vadesi Gelecek Dış Yükümlülüklerimiz”, https://www.mahfiegilmez.com (18 Mayıs 2021).

(6)    Adolfo Barajas and Fabio Natalucci, “Confronting the Hazards of Rising Leverage”, https://blogs.imf.org (29 March 2021).

(7)  Agm.

(8)  Plütokrasi, yönetme erkinin maddi açıdan üstün kişilerce paylaşılmasını öngören oligarşik bir yönetim biçimi. Bkz: https://tr.wikipedia.org.

 

 


20 Mayıs 2021 Perşembe

Önce sosyal adalet!

 

Önce sosyal adalet!

Mustafa Durmuş

20 Mayıs 2021

Bugünden itibaren geçerli olmak üzere, akaryakıtta Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) oranları artırıldı. Pompa fiyatlarına yansıyacak şekilde litre fiyatında benzine 55 kuruş, motorine 67 kuruş ve LPG’ye 35 kuruş zam yapıldı.

Bu zammın sonucunda ÖTV artışıyla 1 litre benzinin fiyatı 7.72 TL’ye ve 1 litre motorinin fiyatı 7.19 TL’ye çıktı. Böylece geçen yıl Mayıs ayındaki fiyatlarıyla kıyaslandığında benzine yüzde 55 ve motorine yüzde 50’nin üzerinde zam yapılmış oldu.

Hibenin kaynağı vergi zammı mı?

Birkaç gün önce de, toplamda 1 milyon 384 binden fazla esnaf ve sanatkâra bir kerelik, iki ayrı grup halinde 3.000 TL ve 5.000 TL olmak üzere (karşılıksız) hibe desteği verileceği ve bunun da toplamda 4 milyar 622 milyon TL’yi bulacağı açıklanmıştı.

Şimdi küçük bir hesap yapalım.

Bu yıl siyasal iktidar, adına “vergi harcaması” da denilen bir uygulamayla vergi muafiyeti, istisnası, indirimi, iadesi biçimindeki teşviklerle yaklaşık 231 milyar TL’lik vergiyi almaktan vazgeçti (bunu geçen yıl kabul edilen Bütçe Kanunu ile açıklamıştı).

Bu uygulamadan çok büyük ölçüde; kâr,  kâr payı, faiz ve kira geliri olmak üzere sermaye geliri elde eden zengin kişi ve kurumlar yararlanıyor.

Ücretli emekçi için ise sadece “asgari geçim indirimi” teşviki söz konusu. Yani işçinin bekâr ya da evli ve 5 çocuklu olmasına göre ayda vergisinden en az 268 TL ile en çok 456 TL arasında bir indirim söz konusu (bunu da patron uygularsa).

Bunun dışındaki tüm vergi teşviklerinden sermaye kesimi yararlanıyor. Örnek olarak sadece geçen yıl büyük bir inşaat şirketinin 10 milyar TL’yi bulan vergisi bu teşvike dayanılarak kendisinden alınmadı.

Kimine kepçe, kimine kaşığın ucu ile…

Bu 4,6 milyar TL’lik hibeyi 231 milyar TL’lik alınmayacak vergiye böldüğümüzde bu sadece yüzde 2 yapıyor.

Yani asıl olarak sermaye kesimine verilen (vergi almamak biçimindeki) desteğin sadece yüzde 2’sini zor bulan bir tutarda bir destek; sayıları 1,4 milyona yakın kahve, kafe, çay bahçesi, okul personel servisi, düğün salonu, öğrenci yurdu, kantin, kırtasiye, hamam işleticisi, berber, bakım onarım, tamirat, kaporta, seyyar satıcı, sıhhi tesisat, kozmetik, oyuncak, hediyelik eşya, müzisyen, oto yıkama, tuhafiyeci gibi küçük esnaf ve sanatkâra verilecek.

Bir süre önce kendilerinden artık gelir vergisi alınmayacağı açıklanan “Basit Usule” tabi küçük esnafın da aralarında bulunduğu toplumun bu kesimine verilecek olan bu desteğin de kendiliğinden değil, bu kesimlerin sosyal medyada koydukları tepki ile ilgili olduğu tahmin ediliyor.

1 mi, 1,4 milyon mu daha büyük?

Ya da 1,4 milyona yakın esnaf, sanatkâr, sanatçı bir tek büyük yandaş inşaat şirketinin ancak yarısı değerinde bir desteğe layık görülüyor.

Bu yıl faizci rantiyeye ödenecek faizin tutarı ise en az 179 milyar TL olacak. Yani 1,4 milyona yakın insana verilecek destek bir avuç faizciye ödenecek faizin sadece yüzde 2,5’ini bulabiliyor.

Bu hesap işin vermek kısmı ile ilgili. Bir de alma kısmı var.

Bir cepten öbürüne

Bugün akaryakıtta ÖTV artırımı nedeniyle gündeme gelen zam, hibe desteğinin halktan vergi biçiminde alınarak fonlanacağını gösteriyor. Ne hoş değil mi? Salgında zor duruma düşen esnafa, sanatçıya minik bir destek ver, onu da zorunlu olarak tüketilecek olan akaryakıta yapılan vergi artışlarından karşıla.

Sosyal adalet yoksa vergide de adalet yok

Tarih bize, dünyada burjuva hükümetlerde (özellikle de aşırı sağcı-muhafazakâr olanlarında) vergi adaletine yer olmadığını defalarca gösterdi. Çünkü bu iktidarlar sosyal adaletin sağlanmasını esas almıyor, aksine uygulamaları özel imtiyazlara, ayrımcılığa, kayırmacılığa dayanıyor. 

Ancak, eğer bir toplumda iktidar tarafından belli kesimler açıktan kayırılmaya başlanmış ve toplumun büyük bir kesimi dışarıda bırakılmışsa, böyle bir toplumda doğru vergiyi, doğru miktarda, doğru zamanda ve doğru zeminden sağlayabilmek de, topluma dönük bütçe desteklerini adil bir şekilde vermek de, bunları adil bir vergileme ile fonlamak da mümkün değildir.

 

16 Mayıs 2021 Pazar

Cari açığa dayalı büyümeye devam / Portföy yatırımları paradoksu (2)

 

Cari açığa dayalı büyümeye devam / Portföy yatırımları paradoksu (2)

Mustafa Durmuş

16 Mayıs 2021

Bir önceki yazımızda AKP iktidarlarının yüksek cari açıkla ekonomiyi büyütme stratejisini benimsediklerini, ancak bu yolun sürdürülemez bir yol olduğunu vurgulamış ve böyle bir cari açığı kapatma yollarından biri olan doğrudan yabancı yatırımlarında son yıllarda görülen keskin düşüşü ele almıştık.

Bu bölümde cari açığı kapatmanın bir diğer yolu olan portföy yatırımlarından, yani borsaya ve Hazine bono ve tahvillerine gelen yabancı sermayeden söz edeceğiz. Bu nedenle de geçen yılın ilk çeyreği ile (Ocak-Şubat-Mart) bu yılın ilk çeyreğini kıyaslamalı olarak gösteren aşağıdaki tabloyu, Merkez Bankası verilerinden yola çıkarak, hazırladık.

Portföy yatırımları istikrarsız bir seyir izliyor

Öncelikle, son 20 yıldır yükselen ekonomilerin küresel piyasalarla sağladıkları tam bütünleşmenin sonucunda dalgalı kur rejimlerine geçişleriyle birlikte, dünya çapında uluslararası sermaye hareketleri ve döviz kurlarındaki dalgalanmalar daha da arttı, daha da kalıcı oldu. Böyle olunca döviz kurlarının ekonomilerin finansal kırılganlıkları üzerindeki rolü de arttı.

Dalgalı döviz kurları ülkelerin çoğunda cari açığı kapatma ve milli hasılayı istikrara kavuşturma konularında (genelde) yardımcı olurken, (paradoksal bir biçimde) belirsizlikler ve ekonomi yönetimine ve merkez bankalarına olan güvensizlik  döviz kurlarının şok artırıcı bir rol oynamasına neden oldu. (1)

Covid-19’un hemen öncesinde ise, başta Fed gibi merkez bankalarının izledikleri faiz politikaları, küresel ticaret savaşları, jeopolitik riskler ve yatırımların gittiği ülkelerde uygulanan yanlış para politikalarının yol açtığı finansal istikrarsızlıklar yüzünden küresel portföy yatırımları akımı istikrarsız bir görünüm arz ediyordu. Bu durum Covid-19 Salgını ile birlikte daha da arttı ve bu yatırımlarda ciddi dalgalanmalar meydana geldi.

Bu dalgalanmalar birçok yükselen ve az gelişmiş ekonomiden sermaye çıkışlarını hızlandırdı, döviz kurlarını yükseltti. Bu durum fonlama maliyetlerini artırdı, yabancı finans kaynaklarına erişimi zorlaştırdı. Hatta bu gelişmeler Japonya ve bazı Avrupa ekonomilerinde dahi görüldü.(2)

Böylece, Salgının derinleştirdiği ekonomik kriz ve artan işsizlikle birlikte portföy yatırımlarındaki bu dalgalanmalar, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu azgelişmiş ve yükselen ekonomilerdeki ödemeler bilançosu krizlerini açıklamak için ortaya atılmış yaklaşımlardan biri olan  “Ani duruş (Sudden Stop) yaklaşımını tekrar gündeme taşıdı.

Ödemeler bilançosu krizine ‘ani duruş’ yaklaşımı

Bu yaklaşım ortaya çıkan ödemeler bilançosu krizlerini (ÖBK) ya da döviz krizlerini, ülkeye gelen yabancı sermaye akımlarının ani duruşu ve ardından da hızlı bir şekilde ülkeden kaçışı ile açıklıyor. Sermaye hareketlerindeki bu ciddi dalgalanmalar da ülkeyi ithalat- ihracat dengesini (dış dengeyi) restore etmek zorunda bırakıyor.(3)

Yüksek düzeyde cari açık veren bir ekonominin bu duruma düşmesinin nedeni ise yerli tasarruflarının yapılan yatırımları karşılayacak düzeyde olmaması, yani tasarruf yetersizliği. Ekonomi buna rağmen büyütülmek istendiğinde kaçınılmaz olarak yabancı kaynağa başvuruluyor.

Çünkü bu durumdaki ülkelerde üretim ve ihracat, başta enerji, hammadde, ara malı ve yatırım mallarında olmak üzere, önemli ölçüde ithalata, dolayısıyla da dövize bağımlı. İthalatı karşılayacak kadar ihracat geliri ve yeterli turizm geliri gibi gelirleri de olmayınca dış denge (cari hesap) kaçınılmaz olarak açık veriyor.

Kısaca cari açık, hem uzun dönemli faktörlerce (toplam tasarrufları etkileyen gelir dağılımı eşitsizlikleri ve demografik değişiklikler gibi), hem de yatırımları etkileyen döngüsel faktörlerce (durgunluk gibi) belirlenen bir makroekonomik olgu olarak karşımıza çıkıyor.

Yol ayrımı

Böylece, cari açığını kapatmak için ülke ya yerli tasarruf oranını artırmak (ki kısa zamanda bu çok zor), ya da yatırımları azaltmak veya her ikisini birden yapmak zorunda. Ayrıca iç talebi de düşürmek durumunda. Bu yol resesyon ve işsizlik gibi sorunlara neden olur. Kâr çıkarımını esas alan bir ekonomik düzende bunu sağlamaya dönük ekonomik büyümeden vazgeçilmesi kapitalizmin doğasına ters bir durum olduğundan, genelde bu yola başvurulmaz.

Diğer yol; cari açık vermek, ancak bu açığı bir diğer dış denge hesabı olan finans hesabı aracılığıyla kapatmaktır. Bu durumda ülke yatırımlarını gerçekleştirebilmek için dışarıdan kaynak bulmak zorundadır. Ülkenin bu talebi uluslararası sermaye hareketlerinin hedefleriyle de uyumludur. Zira böyle bir sermaye ihracı tarihsel olarak, gelişkin ekonomilerdeki azalan kâr oranlarını yükseltmenin bir yöntemidir.

Kısaca, hem sermayeyi davet eden ülkedeki egemen sermaye gruplarının, hem de bu sermayeyi gönderenlerin çıkarları örtüşmekte (bu akımlarda ciddi dalgalanmalar olmadığı sürece), sermayenin geldiği ülkede ekonomi ve kârlar büyümekte, çıktığı ülkelerdeki azalan kâr oranları da tekrar yükseltilebilmektedir.

Normal koşullarda bir ülke, yabancı sermayeye diğer ülkelere göre daha yüksek faiz ve yüksek getiri sunuyorsa ve risk primi de yüksek değilse (ülke riskli bir ülke değilse) yabancı sermaye bu ülkeye yönelir. Ancak bu akışın garantisi yoktur. Daha önce de vurgulandığı gibi Fed’in faiz politikası başta olmak üzere, birçok faktörden etkilenen bu akımların ülkeye gelişi durduğunda (ani duruş) ve/veya bunlar hızla ülkeyi terk etmeye başladığında ülke için tehlike çanları çalmaya başlar.

Temerrüt riski portföy yatırımlarını durduruyor

Bir önceki yazımızda Türkiye’de finans hesabının önemli kalemlerinden biri olan doğrudan yabancı sermaye akımlarının yıllık 8 milyar doların altına kadar düştüğünü belirtmiştik. Bu tür sermaye hemen ülkeyi terk edemez, ancak portföy yatırımları için aynı şey söylenemez zira bunlar hem ani duruşa, hem de hızlı kaçışa en uygun sermaye hareketleridir.

Ödemeler bilançosu (döviz) krizine neden olan böyle bir ani duruşun nedeni kabaca bu kaynakları yönlendiren uluslararası fonların ülkenin temerrüde düşebileceği konusundaki endişeleridir. Yani bu fonlar, söz konusu ülkenin borcunu zamanında ve eksiksiz olarak geri ödeyemeyeceğini gördüklerinde endişeye kapılıp yatırım yapmayı durdururlar.

Bu endişeler henüz ciddi boyutlara ulaşmadığında, yani küçük düzeyde iken bu durum sadece ülkenin risk primine (CDS) yansır ve bu prim giderek artar. Endişeler akut bir hal aldığında ise risk primi füze hızıyla yükselir ve sonuç olarak finansman akışı durur (Türkiye’nin şu anda CDS’i 400’e yakın).

Ani duruştan daha tehlikelisi ise ülkeden sermaye kaçışlarıdır. Bunun nedeni ise ülkenin siyasetine ve ekonomisine olan güvenin iyice yitirilmesidir. Güven yitimi söz konusu olduğunda ülkeye gelen yabancı sermaye bir anda (yerlileri de yanına alarak) ülkeden kaçan sermayeye dönüşür.

Yabancı sermaye neden durur, neden kaçar?

Ani duruş yaklaşımına göre, ani duruşun ve sermaye çıkışlarının belli başlı nedenleri şöyle sıralanabilir (4):

•Sermaye akımlarının tam olarak serbest bırakılması. Böyle bir serbestleştirilme (yani sermaye giriş ve çıkışlarının her hangi bir biçimde kısıtlanmaması, denetlenmemesi) fonların her iki yönde hareketini kolaylaştırır. Bilindiği gibi Türkiye AKP iktidarları döneminde uluslararası sermaye hareketleri üzerindeki tüm kısıtları kaldırdı.

•Portföy yatırımları biçimindeki sermaye hareketleri (kısa vadeli ve spekülatif özelliklerinden ötürü), yerli ortaklığa gelen sermaye yatırımlarına ya da doğrudan yabancı sermaye yatırımlarına göre çok daha hassastır, ani duruşa ve sermaye çıkışlarına çok daha hazırdır.

•Ülkenin dış ticarete konu edilen mallarının üretildiği sektör kapsam itibariyle küçükse, yabancı kaynak girişi azaldığında bu ülkeler hem emeği, hem de diğer üretim faktörlerini diğer sektörlerden hızlıca alarak ihracat sektörüne kaydıramazlar. Yani ihracat artışıyla bir telafi söz konusu olmaz.

•Küresel risklerdeki artışlar ve çeşitli nedenlerden dolayı uluslararası sermayenin tersine risk alma ya da riskten kaçış davranışına yönelmesi ülkenin risk primini yükseltir, dolayısıyla da ani duruşu tetikler.

Ani duruşun ve hızlı kaçışın etkileri

Ani duruşların sadece ulusal paranın değerini düşürmek, varlık fiyatlarının çakılmasına neden olmak gibi finansal etkileri değil, aynı zamanda resesyon, işsizlik artışı gibi reel etkileri de söz konusudur.

Bu bağlamda, sermaye akımlarının bütünüyle serbestleştirilmesinin, denetlenmemesinin yol açtığı tehlikeleri anlatan bir IMF çalışmasının bulguları oldukça önemli.

Neo-liberal dönemin çok büyük bir kısmında bu akımların serbestçe dolaşmasının azgelişmiş ülke ekonomilerine sayısız faydalar sağladığını anlatan IMF’nin bu kez bu yatırımların risklerine dikkat çekmeye başlaması ise son derece ilginç.

Bu çalışmaya göre (5); uluslararası sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi (sermaye giriş ve çıkışları üzerindeki kısıtlamaların tamamıyla kaldırılması) yabancı sermayeye bağımlı ve ani duruş ve sermaye çıkışlarına karşı kırılgan ekonomilerdeki milli hâsıla üzerinde çok sınırlı bir olumlu etki (ekonomiyi büyütme yönlü) sağlarken, gelir dağılımı adaletsizliğini artırıyor ve emek gelirlerinin milli gelir içindeki payını azaltıyor.

Ufukta bir ödemeler dengesi krizi mi var?

Aslında  iktisat literatüründe ulusal ekonomilerin kontrolsüz olarak uluslararası sermaye akılarına açık bırakılmasının finansal krizlere ve yaygın ‘boom ve bust’lara (canlılık ve çöküş) neden olduğunu ortaya koyan sayısız akademik çalışma var. Bunların bazılarına bakmak bile ülke ekonomisinin ne tür bir tehlike ile karşı karşıya olduğunu anlatmaya yeterli olur.

Özetle, bu yılın ilk üç ayında da devam etmekte olan cari açığın finansmanı konusundaki gelişmeler Türkiye ekonomisinin (en iyimser yaklaşımda dahi) önümüzdeki süreçte bu akımlardaki dalgalanmalar yüzünden ciddi bir istikrarsızlığın içine düşebileceğine, hatta bir ödemeler dengesi krizinin patlak verebileceğine işaret ediyor. Zira Ocak ve Şubat aylarında özellikle de portföy yatırımları biçiminde ülkeye ciddi girişler söz konusu iken, Mart ayında ciddi boyutlarda çıkışların olduğu görülüyor.

Bu yılın Nisan ayında 80 milyon dolar gibi küçük bir alımla yabancılar net alıcı konumuna geçse de, yabancı yatırımcıların yılın bu ilk üç ayında borsada 1,9 milyar dolarlık satış yaparak çıkması son derece düşündürücü.(6) 

Üstelik bu çıkışlar borsa ile sınırlı değil. Geçen yılı dolar bazında yüzde 6 kâr azalması ile (2017 yılına göre 5 milyar dolar daha az kâr ) kapatan bankaların (7) yurt dışında esas olarak mevduat tutma biçiminde 8,5 milyar doları aşan bir parayı dışarı çıkartmış olmaları (geçen yıla göre 5,5 kat artış) sadece düşündürücü değil, endişe verici de olmalı.

Sonraki yazı: Cari açık ve artan dış borç stokları

Dip notlar:

(1)  Bank For International Settlements, “Capital flows, exchange rates and monetary policy frameworks in Latin American and other economies”, https://www.bis.org (15 April 2021).

(2)  https://blogs.imf.org/global-policy-responses-to-capital-flow-volatility (23 December 2020).

(3)  Stephen Cecchetti, Kim Schoenholtz, “Sudden stops: A primer on balance-of-payments crises”, https://voxeu.org/content/sudden-stops-primer-balance-payments-crises (9 July 2018).

(4)  Agm.

(5)  IMF, The Aggregate and Distributional Effects of Financial Globalization: Evidence from Macro and Sectoral Data, WP/18/83, https://www.imf.org (6 April 2018).

(6)  https://www.dunya.com/finans/haberler/borsa/ilk-ceyrekte-satan-yabanci-ikinci-ceyrege-alimla-girdi-haberi (10 Mayıs 2021).

(7)  Türkiye Bankalar Birliği, Bankalarımız 2020, No.339 (Mayıs 2021), s.44.

 



 

9 Mayıs 2021 Pazar

Cari açığa dayalı büyümeye devam / Doğrudan yabancı sermaye yatırımları kurudu (1)

Cari açığa dayalı büyümeye devam / Doğrudan yabancı sermaye yatırımları kurudu (1)

Mustafa Durmuş

9 Mayıs 2021

Bu yıl tüm dünyada ekonomik büyüme yılı olacak. Ancak bunun gerçek bir ekonomik toparlanma mı, yoksa sadece bir sekme mi (rebound) olduğunu ancak daha sonraki yıllarda görebileceğiz.

Bu yıl ve gelecek yılki küresel ekonomik büyümeye ilişkin üç uluslararası kuruluşun tahminleri şöyle: 

OECD’nin son ara raporuna göre, dünya ekonomisi bu yıl ortalama yüzde 5,5 ve gelecek yıl yüzde 4 büyüyecek. Öyle ki bu yılın ortalarında küresel hâsıla düzeyi Salgın önceki düzeyin üzerine dahi çıkabilir (ancak birçok ülkede hâsıla ve ulusal gelirin Salgın öncesine geri dönmesi 2022 yılının sonunu bulabilecek). Türkiye’de aynı yıllarda ekonomik büyüme sırasıyla; yüzde 5,9 ve yüzde 3,0 olacak.(1) 

Ancak rapor, çok kötü geçen bir yılın ardından dünya ekonomisinin toparlanacağını ve ABD, Çin ve Türkiye’nin bu toparlanmada ortalamanın üzerinde bir performans sergileyebileceği söylerken, Türkiye ekonomisinin uluslararası sermaye hareketlerindeki tersine dönüşlerden, döviz kurlarındaki oynaklıktan, turizm gelirlerindeki azalmadan, dolayısıyla da büyümenin en önemli kaynaklarından olan cari açığın finansmanında yaşanacak sorunlardan fazlasıyla etkilenebileceğini vurguluyor. Yani Türkiye ekonomisinin toparlanması deyim yerindeyse bıçak sırtında olacak. 

IMF’ye göre de dünya ekonomisi 2021 yılında yüzde 6,0 ve 2022 yılında yüzde 4,4 ve Türkiye ekonomisi (aynı yıllarda) yüzde 6,0 ve yüzde 3,5 büyüyecek.(2) 

Son olarak, Dünya Bankası’nın raporu diğerlerine göre daha temkinli bir rapor. Örgüt dünya ekonomisinin bu yıl yüzde 4,0 ve gelecek yıl yüzde 3,8 oranında büyüyeceğini ileri sürüyor (buna rağmen 2021 yılındaki küresel GSYH düzeyinin Salgın öncesinin yüzde 5,3 gerisinde kalacağının, yani küresel hâsıla düzeyinin 4,7 trilyon dolar daha düşük olacağının, bu düşüşün yüzde 4,4 ile 2021 yılında da devam edeceğinin altını çiziyor). Türkiye ekonomisinin ise aynı yıllarda sırasıyla yüzde 5,0 ve yüzde 4,5 oranlarında büyüyeceği ileri sürülüyor.(3) Türkiye ekonomisindeki bu büyümenin asıl olarak ihracatındaki sıçramadan kaynaklanacağına vurgu yapılıyor. 

Türkiye ekonomisi cari açıkla büyüyor 

OECD raporunda da vurgulandığı gibi, Türkiye ekonomisinin büyümesinin ardındaki en önemli faktör cari açık.  Dünya Bankası verilerine göre (4) hazırladığımız tablodan da kolayca görülebileceği gibi, ülke ekonomisinin büyüme hızı ile cari açığın büyüklüğü arasında doğrusal bir ilişki mevcut. 

2020 yılını Covid-19 Salgını nedeniyle istisnai bir yıl olarak kabul edersek, ekonominin cari açıkla küçüldüğü ya da büyüdüğü (büyüyeceği) ortaya çıkıyor. Nitekim 2018-2023 döneminde yer alan altı yılın en düşük büyüme oranı 2019 yılında gerçekleşti ve binde 9 oldu. Aynı yıl cari denge binde 9 fazla verdi. 

Geçen yılın Ocak –Şubat aylarında – 3,4 milyar dolar olan cari açık 1 milyar dolardan fazla (yüzde 30) artarak bu yılın aynı iki ayında 4,4 milyar dolara yükseldi. Bu yılın Şubat ayı sonu itibarıyla yıllık cari açık tutarı 37,8 milyar dolara çıktı. (5) Böylece bu yılın ilk çeyreğindeki GSYH büyümesinin yüzde 5-6 oranında gerçekleşmesi hayli yüksek bir olasılık. 

Kısaca Türkiye ekonomisinin kaderi cari açığa bağlı idi, bundan böyle de bu ilişki sürecek gibi görünüyor. Yani daha yüksek bir ekonomik büyüme isteniyorsa bu daha yüksek cari açık vermek pahasına olacak. Zaten 2009 yılındaki daralma dışında, 2014 yılına kadarki süreçte ekonomide sağlanan göreli yüksek büyüme ortalama yüzde 5’lik bir cari açık ile el ele gitti. 

O halde buradaki temel sorular; “böyle bir cari açığın finansmanının nasıl sağlanacağı”, “bu finansman bileşiminin ne yönde değiştiği” kadar, “cari açığa dayalı bir büyümenin nitelikli ve sürdürülebilir bir büyüme olup olmadığı” sorularıdır. 

Cari açık nedir? 

Cari açık denildiğinde, kabaca, bir ülkenin ithalatının ihracatından çok daha fazla olması, turizm gelirleri gibi gelirlerinin de bu açığı kapatmaya yetmemesi durumu yüzünden ortaya çıkan bir dış açıktan söz edilir. 

Aşağıdaki denklem cari açığın ne anlama geldiğini ve Türkiye ekonomisi için ne kadar önemli olduğunu gösteriyor: 

(X-M) = FDI + PF + BL  = (S-I) – (G-T). 

Yani sırasıyla; 

Cari açık ≡ (Doğrudan yabancı sermaye yatırımları + Portföy yatırımları + Banka kredileri ) ≡ (Özel sektör yatırım-tasarruf açığı /borçları - Kamu sektörü açığı/borçları). 

Özetle bu denklem cari açığın temelde, ülke ekonomisindeki tasarruf açığının (S-I) bir sonucu olduğunu ve ekonominin, bu açığın finansmanı anlamında, üç tür yabancı sermaye akımına bağımlı olduğunu gösteriyor. 

Yani ülke ekonomisinin büyüyebilmesi için sırasıyla; doğrudan yabancı sermaye yatırımlarına, portföy yatırımlarına ve yabancı bankalardan sağlanacak kredilere (dış kredi) ihtiyaç var. 

Bunların içinde adına “sıcak para” da denilen ve Hazine kağıtlarına, menkul kıymetler borsasına ve banka mevduatlarına gelen ve daha çok da spekülatif kısa vadeli yabancı sermaye olarak bilinen yabancı kaynak oldukça önemli. Zira hem bu üçlü yapı içindeki payı en yüksek durumda (ve giderek de artıyor), hem de hızlı giriş ve çıkışlarıyla ciddi finansal istikrarsızlığa neden oluyor. 

Eğer ülkeye ihracat, turizm ve yurt dışı müteahhitlik hizmetleri aracılığıyla yeterince döviz girseydi ya da ülkenin dolar milyarderleri servetlerinin önemli bir kısmını yurt dışındaki bankalarda ve vergi cennetlerinde tutmayıp da ülkede tutsalardı, bu üç sermaye akımına bu denli bir bağımlılık söz konusu olmayacaktı. 

Turizm sektörü krizde 

Ancak durum malum. İthalat artış hızı (ihracata göre yavaşlasa da) hala sürerken, özellikle de Covid-19 nedeniyle, turizm ve müteahhitlik hizmetlerinden sağlanan döviz gelirlerinde ciddi bir düşüş söz konusu. 

Örnek olarak, geçen yıl turizm gelirleri yüzde 65 oranında azalarak 12 milyar dolara kadar gerilerken, (6) bu yıl da bu gelirlerde ciddi bir toparlanma beklenmiyor. Çünkü bu yılın ilk çeyreğinde turizm gelirleri geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 50’ye yakın azalırken,  aşılama takviminin beklendiği hızla yürümemesi, sezonda dahi turist akımının beklenenden yavaş olacağını gösteriyor. 

Miktarı 150-170 milyar dolar civarında olduğu tahmin edilen vergi cennetlerindeki servetler ise şu ana kadar (son 13 yılda)  ülkede yapılan yedi Varlık Affına rağmen ülkeye gelmiyor. 

Cari açığın finansman biçimi değişti 

Bir ülkenin cari açığı varsa, yukarıda özetlendiği yollardan, bu açığın kapatılması gerekiyor. Ancak 2016 yılından bu yana bu açığın kapatılma (finansman) biçiminde önemli değişiklikler gözlemleniyor. Öyle ki bu açık artık doğrudan yabancı sermaye yatırımları ya da özel sektöre gelen dış kredilerden ziyade spekülatif portföy yatırımlarıyla (sıcak para) kapatılıyor. 

Yani ülkeye uzun vadeli ve yeni istihdam, yeni değer-gelir yaratan değil, kısa vadede yüksek faiz getirinden faydalanmak isteyen spekülatif yabancı sermaye geliyor artık. Böyle bir gelişme ülke ekonomisindeki kan kaybını artırdığı, ülkeyi daha da yoksullaştırdığı ve gelir dağılımını bozduğu gibi, ekonomiyi de sıcak para hareketleri karşısında çok daha savunmasız, çok daha kırılgan bir hale getiriyor. 

Yani artık sadece yüksek cari açığı nasıl sürdüreceğimiz değil, asıl olarak bu açığın fonlanma-finansman biçimindeki kötüleşme giderek endişe kaynağı haline geldi. 

Doğrudan yabancı sermaye yatırımları kurudu 

2008 krizine kadar Türkiye’ye gelen yabancı sermaye daha ziyade doğrudan yabancı yatırımlar biçimindeydi. Ancak bu durum krizden sonra değişmeye başladı. Doğrudan yabancı sermaye yatırımları giderek azaldı. 

Ayrıca ülkeye gelen doğrudan yabancı yatırımlarının yöneldiği sektörler de farklılaşmaya başladı. Bir çalışmaya göre (7), 2003-2015 yılları arasında ülkeye gelen toplam 165,6 milyar dolarlık doğrudan yabancı sermaye yatırımının 33,4 milyar dolarlık kısmı gayrimenkul alımına yönelik oldu. Yani kabaca 12 yıllık dönem boyunca gayrimenkul alımı yüzde 20’lik bir paya sahip konumda. 

Covid-19 Salgının etkili olmaya başladığı 2020 yılında ise ülkeye gelen doğrudan yabancı sermaye yatırımlardaki azalma çok daha belirgin oldu. Bu azalmanın en önemli nedeni kuşkusuz Salgınla birlikte doğrudan yabancı sermaye akımlarının küresel çapta, adeta bıçakla kesilir gibi kesilmesi. 

Nitekim UNCTAD’a göre (8) geçen yıl doğrudan yabancı sermaye yatırımları küresel çapta yüzde 42 oranında azaldı ve 2019 yılındaki 1,5 trilyon dolarlık düzeyinden 859 milyar dolara geriledi. Bu düzey 2008 finansal krizindeki düzeyin yüzde 30 altında ve en son 1990’larda görülen bir düzey. Bu düşüş en fazla gelişkin ekonomilerde görüldü (yüzde 69). Azgelişmiş ülkelere gelen doğrudan yabancı sermaye yatırımlarındaki azalma ise ortalama yüzde 12 düzeyinde oldu. Ancak bu düşüş bölgelere göre farklılaştı. Örneğin en büyük düşüş yüzde 77 ile “geçiş ekonomileri” adı da verilen eski doğu bloku ülkelerinde gerçekleşti. 

Azgelişmiş ülkelerdeki en büyük azalma yeni yatırımlar anlamına gelen yeşil saha yatırımlarında oldu (yüzde 46). Bu da, bu tür yatırımların yöneldiği ülkelerde istihdam ve gelir yaratma işlevinin giderek azaldığını gösteriyor. 

Yani Salgın nedeniyle küresel kapitalizmin içine girdiği derin kriz yabancı sermaye akımlarını da etkiledi ve Türkiye ekonomisi de bu olumsuz gelişmeden kendi payına düşeni aldı. 

Diğer taraftan Türkiye’ye gelen (uzun vadeli) doğrudan yabancı yatırımlarındaki azalmayı sadece Salgına bağlamak yanlış olur. En az onun kadar etkili bir diğer faktör ülkenin içinde bulunduğu derin ekonomik kriz, politik kriz durumu, ülkenin yanlış dış politikalarının neden olduğu yüksek jeopolitik riskler ve yabancı yatırımcıdaki güven duygusunun giderek ortadan kalkması. 

M. Eğilmez’in bir çalışması ülkeye 1923’ten bu yana gelen doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının bir özetini sunuyor. Buna göre (9) ;1923-2003 yılları arasında (AKP Hükümetleri öncesinde) ülkeye toplam 10,8 milyar dolarlık yabancı sermaye giriş oldu. AKP iktidarları döneminde ise (2003-2020) bu miktar 224,6 milyar dolara yükseldi. Yani son 18 yılda ülkeye gelen yabancı sermaye miktarı öncesindeki yıllara nazaran 22 kattan fazla oldu. 

Politik kriz yabancı sermaye girişlerini azalttı 

Diğer yandan bu girişler başarısız darbe girişiminin gerçekleştiği ve ardından OHAL’in ilan edildiği 2016 yılından itibaren hızla azaldı. Bu düşüş mevcut Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemine geçilen 2017 yılından sonra daha da arttı. . Sonuçta 2015 yılında 19,3 milyar dolarlık olan sermaye girişi 2016 yılında 13,8 milyar dolara, 2020 yılında ise 7,7 milyar dolara kadar düştü. Kısaca Suruç ve Ankara Gar katliamlarının yaşandığı, Genel Seçimlerin tekrarlandığı 2015 yılından bu yana bu tür sermaye girişlerinde yüzde 60 oranında bir düşüş yaşandı. 

Gelen yatırımların bileşimindeki değişim daha da önemli. Öyle ki 2016 yılında yatırımların sadece yüzde 23’ü gayrimenkul alımı biçiminde gerçekleşirken, 2020 yılında bu oran yüzde 57’ye yükseldi. 

Yani doğrudan yabancı yatırımcı artık hem daha az geliyor, hem de asıl olarak gayrimenkul almaya geliyor. Bu durum da servet birikimini asıl olarak inşaat, emlak üzerinden sağlanan yüksek rant ile gerçekleştiren modelin geldiği son noktayı gösterdiği gibi, Kanal İstanbul projesinde neden bu kadar ısrar edildiğini de ortaya koyuyor. 

Sözün özü: “Bizim çocuk bina okur, döner döner yine okur…”  

…Sonraki yazı: Portföy yatırımlarına olan bağımlılık neden tehlikeli? 

Kaynakça 

(1)     OECD, Economic Outlook, Interim Report Strengthening the recovery: The need for speed, (March 2021),  https://www.oecd-ilibrary.org (6 May 2021). 

(2)     International Monetary Fund, World Economic  Outlook, Divergent Recoveries, (April 2021), https://www.imf.org (6 May 2021). 

(3)     The World Bank, Turkey Economic Monitor, (April  2021), Navigating the Waves,  www.worldbank.org, s. 100-101. s. 69,10 (6 May 2021). 

(4)     Agr. s. 100-101. 

(5)     T.C. Merkez Bankası, Ödemeler Dengesi İstatistikleri Şubat 2021, https://www.tcmb.gov.tr (6 Mayıs 2021). 

(6)     https://www.bloomberght.com/turizm-gelirleri-2020-de-65-dustu (29 Ocak 2021). 

(7)     Aslı G. Sezgin ve Ahmet Aşarkaya, Türkiye İş Bankası İktisadi Araştırmalar Bölümü, İnşaat Sektörü Raporu (Ocak 2017), s. 14. 

(8)       UNCTAD, Global  Investment Trend Monitor, No: 38, (January 2021), https://unctad.org (6 May 2021). 

(9)     Mahfi Eğilmez, “ Yabancı Sermaye Raporu: Türkiye’ye gelen yabancı sermaye”, https://www.mahfiegilmez.com/2021/03 (6 Mayıs 2021).