28 Temmuz 2020 Salı

Tüketim harcaması: mızrak çuvala sığmıyor


Tüketim harcaması: mızrak çuvala sığmıyor

Mustafa Durmuş

27 Temmuz 2020



Kamuoyu yoklamaları Türkiye toplumunun işsizlik, hayat pahalılığı ve yoksulluk gibi ekonomik sorunları en yakıcı sorunların başında gördüğünü ortaya koymasına rağmen, çoğunluğumuz (biraz da bilinçli bir biçimde anlaşılamaz bir hale sokulan) ekonomiye ait konuları “sevimsiz” konular olarak görüyoruz, yeterince tartışmıyoruz.

Nasıl tartışılsın ki?  Üniversitelerin ekonomi bölümlerinde dahi ekonomik konular soyut modeller altında, gerçekten tamamen kopuk olarak; TV’lerde ise sadece uzmanların anlayabileceği teknik bir dille ve borsa, döviz, faiz. altın piyasasında olup bitenlerle sınırlı olarak ele alınıyor.

Yoksulluk ve açlık sürecine girdik

Oysa bir süredir  toplum olarak çok ciddi bir yoksullaşma ve açlık süreci yaşıyoruz. Korona salgını ile birlikte, bu süreç hem daha fazla insanı içine aldı, hem daha da hızlandı.

Bu durumun nedenleri ise çok açık. Bir yandan tarihimizde daha önce  karşılaşmadığımız büyüklükte bir gelir bölüşümü adaletsizliği ve işsizlikle karşı karşıyayız, diğer yandan uygulanan parasal genişleme, bol kredi politikaları yüzünden enflasyon ciddi olarak yükselişe geçti. Doğruluğu tartışmalı resmi verilerle dahi enflasyon iki haneli olarak artmaya devam ediyor.  Kısaca hayat dar gelirliler, yoksullar, emekçiler için çok daha pahalı artık.

Öte yandan TÜİK, sunduğu ekonomik büyüme, işsizlik ve enflasyon verilerinde gerçek durumu gizlediği, verileri makyajlayarak sunduğu gerekçesiyle haklı olarak eleştiriliyor. İşin kötüsü artık toplumdaki TÜİK’in verilerine ilişkin bu kuşkulu bakış giderek yaygınlaşıyor.
Şüphesiz bir kamu kurumu olarak TÜİK’in bu duruma gelmesini (tıpkı Merkez Bankası ve kamu bankaları gibi) devlette yaşanmakta olan ve karar almayı tek bir odağa bağlayan mevcut dönüşümden ayrı düşünmemek gerek.

Ancak her türlü manipülasyona ya da karartmaya karşın gerçekler var olmaya ve kendilerini dayatmaya devam ediyor. Böylece makyajlama her zaman gerçekleri farklı göstermeye ya da üzerini örtmeye yetmiyor. Nitekim işsizlik ve enflasyonda gizlenmeye çalışılan gerçek durum, tüketim harcamalarının dağılımıyla ilgili olarak sunulan verilerde kendini gözümüze sokuyor.

Tüketim harcamalarının dağılımı bize neyi anlatıyor?

İktisatçılar ekonomik refahın bir göstergesinin gelir (ve servet), diğerinin tüketim harcaması olduğu konusunda genelde uzlaşırlar. Bir başka anlatımla insanların elde ettikleri gelirler üzerinden ne denli refah içinde olduklarını (ya da tersi) bazen istatistik oyunları yüzünden yakalayabilmek zor olsa da, kapitalist sistemin temel sürükleyici harcama biçimi olan tüketim harcamaları aracılığıyla bunu görebilmek mümkün olabiliyor.

Bu bağlamda TÜİK’in her yıl yayınladığı ve 16 Temmuz’da 2019 yılına ait verileri içeren, hanehalkı tüketim harcamalarının dağılımını gösteren son bülteni çok önemli. TÜİK dışında başka bir veri kaynağımız olmadığı için bu verileri (sorgulayarak da olsa) kullanmak durumundayız.

Önemli zira bu bültende veriler, grafikler var, eklerinde ise “şeytan ayrıntıda gizli” dedirtecek türden tablolar yer alıyor. Meraklılar bülteni ve eklerini TÜİK’in sayfasından indirebilirler.(1)

Bu bülten ve eklerindeki tablolar, TÜİK tarafından yapılan Hanehalkı Bütçe Anketlerine dayalı olarak hazırlanıyor. Bu anketler de 1 Ocak–31 Aralık tarihleri arasında bir yıl süre ile her ay değişen sayıda örnek hanehalkına uygulanıyor. 2019 Hanehalkı Bütçe Anketi de, her ay farklı 1,296 örnek hanenin dönüşümlü olarak izlenmesi yoluyla yürütülmüş ve toplamda yıl boyunca 15,552 hanehalkına anket uygulanmış.

Bu noktada anketlere katılan hanehalkının tanımlanmasında yarar var. TÜİK bunu; “tek başına yaşayan kişiler ile aralarında akrabalık bağı bulunsun ya da bulunmasın aynı konutta yaşayan, barınma, gıda vb. ihtiyaçlarını ortaklaşa karşılayan, hanehalkı hizmet veya yönetimine katılan kişilerden oluşan topluluk” olarak tanımlıyor.(2)

Hanede yaşayan kişi sayısı ve hanelerin hangi bölgelerde olduğu  açıklanmıyor

Dikkatinizi çekmiştir, bu tanımda bir hanede ortalama kaç kişinin yaşadığı belirtilmiyor. Oysa ortalama hanehalkı harcamasının miktarının yeterli olup olmadığı, hanedeki insan sayısına göre değişir. Sonuç 2-4 kişilik bir hanede farklı, 8-10 kişilik bir hanede çok daha farklı olacaktır.

Anket ve verilerle ilgili ikinci sorun kuşkusuz bu hanelerin hangi bölgelerde olduğunun açıklanmaması. Oysa ülkenin Kuzeyi ile Güneyi, Doğusu ile Batısı arasında ciddi gelir farklılığı olduğu gibi, ciddi bir tüketim düzeyi farklılığı da, bu tüketimin dağılımı farklılığı da söz konusu.

Bu farklılıkları dikkate almaksızın yapılan toptancı analizlerin bazı bölgelerde yaşayan bazı halkların çok daha yoksul oldukları gerçeğini gizlemeye yaradığı ileri sürülebilir.

2019 anketinin çarpıcı sonuçları

Sözü edilen bu bültende geçen yılki anketlerin sonuçları şöyle özetleniyor(3):
2019 yılında ülkede hanelerin bütçesinden en fazla pay yüzde 24,1 ile konut ve kira harcamasına gitmiş (2018’de bu pay yüzde 23,7 imiş). İkinci sırada yüzde 20,8 ile gıda ve alkolsüz içecekler yer alıyor (2018’de bunun payı yüzde 20,3 imiş). Üçüncü sırada ise yüzde 16,5 ile ulaştırma hizmetleri geliyor (2018’de bunun payı ise yüzde 18,3 ü imiş). Kısaca haneler bütçelerinin yüzde 61’inden fazlasını bu üç temel ihtiyacı karşılamak için harcamışlar.

Bu verilerle ilgili ilk sorun bunların içinde, su, enerji (elektrik), ısınma (doğal gaz) gibi zorunlu ihtiyaçlar için yapılan harcamaların yer almaması. Oysa bu kalemlere yapılan harcamaların sürekli gelen zamlarla da ciddi bir şekilde arttığı ve bunun emekçilerin bütçesinde önemli bir yere sahip olduğu herkes tarafından biliniyor.

Gıda harcaması içerisinde ise en fazla paya et, balık ve deniz ürünleri için yapılan harcamalar sahip görünüyor. Düşük gelirli haneler (tahmin edilebileceği gibi), yüksek gelirlilere göre gıdaya iki kat daha fazla pay ayırmışlar. En yoksulların toplam bütçelerinden gıda ve alkolsüz içeceklere ayırdığı pay yüzde 30,7 iken; en yüksek gelirli ailelerde bütçenin sadece yüzde 15,3’ü gıda ve alkolsüz içeceklere gitmiş.

Tüketim biçimlerinin farklılığı sınıfsal ayrışmanın bir yansıması

Bu durum da verilerle ilgili ikinci tartışmayı gündeme getiriyor. Çünkü sanki en yoksullarla, en zenginlerin aynı tür ve nitelikte gıdayı tükettikleri gibi bir izlenim yaratılmış. Oysa tüketim harcamaları, sınıfsal ayrışmanın en iyi yansıtıldığı kalemlerden biridir.

Bu ayrışma kendini; bu sınıflara mensup insanların alış veriş yaptıkları yerlerin, tükettikleri gıda ve alkolsüz içeceklerin niteliklerinin ve sonuçta bunların fiyatlarındaki farklılıklarda gösterir.

Buradan hareketle, zenginlerin lüks gıda harcamaları için ayırdıkları gelirin, kaynağın  yoksul ailelerin toplam bütçelerinin dahi çok üstünde olduğunu ileri sürebiliriz.
Bu gerçeği görebilmek için, gıda ürünlerinde; örneğin Migros ve A101’deki ya da BİM’deki fiyat farklılıklarına bakmak ya da yoksul mahallelerdeki semt pazarlarına yolu düşürmek yeterli olur.  

Kısaca TÜİK’in bu bülteninde yer alan verilerin (anketler üzerinden) sahadan ziyade masada hazırlanmış olma olasılığı çok yüksek.

Aylık hanehalkı harcaması 4,972 lira olabilir mi?

Diğer yandan bültenin kendinde yer almayan ama bir ayrıntı gibi eklerde sunulan bir tablo var ki bizce mızrağın çuvala sığmadığını asıl o tablo gösteriyor. Aşağıda da yer verdiğimiz bu tabloya göre;

Geçen yıl hanelerin ortalama olarak harcama bütçesi 4,972 lira, (neredeyse 5,000 lira) imiş (2018’de bu rakam 4,446 lira idi). En büyük harcama kalemleri olarak, haneler bunun 1,196 lirasını konut ve kiraya; 1,033 lirasını gıda ve alkolsüz içkilere ve 818 lirasını ulaştırmaya harcamışlar.

Bu hane halkı harcamasının yanı sıra, bültende ayrıca hanelerdeki kişiler için harcama rakamları hesaplanmış ve kişinin eşdeğer harcama miktarı aylık 2,465 lira olarak belirlenmiş.

TÜİK’ten gelen dolaylı itiraf: Asgari ücretliler ve emekliler açlık sınırının altında yaşıyor!

Böylece TÜİK dahi mevcut asgari ücretin, kişinin tek başına yaşaması halinde bile zorunlu harcamalarını karşılamaya yetmeyeceğini (zira net asgari ücret sadece 2,324 lira) kabul etmek durumunda kalıyor (kaldı ki tek başına yaşayan bir kişinin kira için sadece 593 lira ayırdığını, ya da kendi payına bu kadar düştüğünü varsayıyor).

Hanelerde ise ayda ortalama 4,972 lira harcanıyormuş. Bunun olabilmesi içinse bir hanede iki tane asgari ücretliden fazla çalışan olmalı. Çünkü iki asgari ücretin toplam tutarı ancak 4,648 lirayı buluyor.

Geçen yıl (Korona salgını henüz yokken) Türkiye’deki asgari ücretli sayısı resmi ve kayıt dışı işçilerle birlikte 10 milyonu buluyordu. Ortalama ücret ise bunun çok üstünde değildi. Ülkedeki emekli sayısı 12 milyon civarındaydı ve bunun de neredeyse yarısı asgari ücretin çok altında bir ücret alıyordu (bu durum hala geçerli).

Bu nedenle TÜİK’in hanehalkı harcaması  bülteni işçi sınıfının üçte ikisine yakın bir kısmının gerçek durumunu yansıtmıyor. 5,000 lira aylık geliri olmayanlar ya açlık sınırında yaşıyorlar ve ciddi biçimde yetersiz beslenme sorunları yaşıyorlar. Ya da bu harcamaları karşılayabilmek için sürekli borçlanıyorlar.

Bir diğer olasılık ise aldıkları yoksulluk, hayırseverlik yardımlarıyla, köyden gelen gıda desteğiyle veya kayıt dışı faaliyetlerden sağladıkları düzensiz gelirlerle geçimleri sağlamakta olmaları.

Zorunlu tüketimin bankalara yapılan borçlarla ya da siyasal iktidara ve sermaye gruplarına siyasi olarak borçlu kalmak anlamına gelen hayırseverlik yardımlarıyla ya da kayıt dışı faaliyetlerden elde edilen gelirlerle yapılabilir duruma gelmesi, hem etik olarak sorgulanması gereken bir durum, hem de yurttaşlarımızın büyük bir kısmının ne hale geldiğinin bir göstergesi.

İnsanımız hızla mülksüzleşiyor, yoksullaşıyor, sırada açlık var

Korona salgını sonrasında asgari ücretli bir işe sahip olmanın dahi imkânsız hale geldiği, gerçek anlamda işsiz sayısının 10 milyonun üzerine çıktığı, 1 yıl daha uzatılacak olan ücretsiz izinli sayılma uygulamasıyla işçilerin günde sadece 39 lira ile geçinmeye mahkûm edildiği ve ülkedeki tarımsızlaştırma politikaları yüzünden köyden gelen gıda desteğinin de iyice azaldığı gerçeği dikkate alındığında emekçilerin nasıl bir yoksullaşma sürecinin içine girdiklerini görmemek mümkün değil.

İşin kötüsü siyasal iktidarın bu tabloyu tersine çevirmek gibi bir çabası ya da niyeti olmadığı gibi, Korona Salgını fırsat bilinerek bu tabloyu daha da derinleştirecek adımlar atılmaya devam ediyor.

İşsizlik, yoksulluk ve beraberinde gelebilecek açlık… Bunlar ne yükseltilen militarizmle körüklenen milliyetçilik, ne de Ayasofya’nın ibadete açılmasıyla körüklenen siyasal İslamcılık hamleleriyle üzerleri örtülemeyecek kadar büyük ve ekonomik oldukları kadar, sosyal ve siyasal sorunlar.

Radikal çözümler radikal tutumlar ve politikalar gerektirir

Bu sorunları ortadan kaldırabilecek radikal çözümler üretmemiz gerekiyor. Böyle radikal çözümlerinse, bu sorunları yaratanlarca, onların destekçileri konumundaki büyük sermayenin örgütlerince üretilemeyeceği açık.

Keza  çözümün, bu sorunları yaratan sisteme karşı çıkmaksızın, pansuman niteliğinde çözüm üreten sözde muhalefet partilerinden ya da iktidarın içinden çıkarak rol çalmaya niyetlenen yeni siyasal partilerden gelmeyeceği de açık.

Bu çözümler, nihayetinde sorunların en çok etkilediği kesimlerden, onun mağdurlarından ve bunların ekonomik ve politik örgütlerinden gelmek zorunda. Tarih bize bu gerçeği defalarca öğretti, öğretmeye de devam ediyor.

Dip notlar:

(1)   TÜİK, Hanehalkı Tüketim Harcaması, 2019 (16 Temmuz 2020).
(2)   Agb.
(3)   Agb.


23 Temmuz 2020 Perşembe

Uçuyoruz…


Uçuyoruz…

Mustafa Durmuş

22 Temmuz 2020

Bu ayın 16’sında Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından ilk 6 aylık Merkezi Yönetim Bütçe Gerçekleşmesi Raporu yayınlandı (raporu Bakanlığın sayfasından indirebilmek mümkün).(1)

Bu raporu incelerseniz sadece genel ekonomide değil, devletin ekonomisinin temelini oluşturan kamu maliyesinde de (son haftaların resmi söylemiyle) uçuşa geçtiğimizi (!) görebilirsiniz.

6 ayda 110 milyar liraya yakın bir bütçe açığı

Öyle ki bu yılın Ocak-Haziran dönemini kapsayan ilk 6 ayında bütçe açığı (-) 109,5 milyar liraya fırlamış durumda. Bu, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 39,3’lük bir artış demek oluyor.

Dahası, faiz ödemeleri düşüldükten sonraki açık (faiz dışı denge) (-) 38,2 milyara liraya yükselmiş. Bu rakam da geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 37,2’lik bir artışa denk düşüyor.

Kısaca hem genel olarak bütçe açığı,  hem de faizler dışındaki bütçe açığı ciddi olarak kötüleşiyor. Sadece Korona Salgını nedeniyle ortaya çıkan ekonomik kriz yüzünden azalan vergi gelirleri ya da sermayeye verilen destekler değil, Suriye, Irak ve Libya’da yürütülen askeri operasyonların artırdığı askeri harcamalar da bu açıkların durdurulamaz biçimde artmasına neden oluyor.

Gelir Vergisi tahsilatları yüzde 25, KDV tahsilatları yüzde 75 azaldı

Ancak haksızlık etmeyelim. Raporda azalmakta olan veriler de mevcut. Örnek olarak; sadece Haziran ayında Gelir Vergisi tahsilatları yüzde 23 ve Dâhilde Alınan KDV yüzde 75 azalmış.

Diğer taraftan (bilindiği gibi) vergi gelirlerindeki böyle bir düşüş (harcamaların bu denli arttığı bir zamanda), iyiye değil, kötüye işarettir. Aynı zamanda ekonominin durumunun ne kadar kötü olduğunun da somut göstergelerinden biridir.

Bir ayda 7,222 işyeri kapandı

Nitekim esnaf örgütü TESK’in verileri KDV’nin yasal mükelleflerinden olan esnafın nasıl kepenklerini kapattığını ortaya koyuyor. Örgüte göre; Türkiye'de bu yılın ilk 6 ayı itibarıyla 3,400 esnaf odasına kayıtlı 1 milyon 906 bin esnaf ve 2 milyon 58 bin adet işyeri bulunuyor. Ancak bu yılın ilk 6 ayında kapanan işyeri sayısı 35 bin 965 olarak gerçekleşti. Kapanan işyeri sayısı sadece Haziran ayında 7 bin 222 adet oldu. Bu rakam son 5 yılın en yüksek Haziran ayı rakamları olarak kayıtlara geçti.(2)

Birleşmiş Markalar Derneği (BMD) ise, özellikle de İstanbul’da Kadıköy ve Taksim İstiklal Caddesi gibi ana arterlerde faaliyet gösteren marka giysi mağazalarının tek tek kapanmakta olduğuna dikkat çekiyor. Bu mağazaların kapatılmasının Mayıs ayında başladığı, Haziran’da ve Temmuz’da yüksek kiraların devam etmesi nedeniyle daha da hızlandığı ileri sürülüyor. Derneğe üye markaların yüzde 71,7’si ise Salgın sonrası ekonominin yeniden açılışının ardından mağaza kapatmayı düşündüklerini dile getirmişlerdi.(3)

Yine geçtiğimiz günlerde İstanbul’da toplam 160 bin metrekarelik bir alanda kurulu 2 büyük AVM’nin 5,5 milyar liraya satışa çıkartıldığına dair haberler basında yer almıştı.(4)

ÖTV’ye ve İthalde Alınan KDV’ye yüklenmeye devam

Diğer yandan Haziran ayında Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) gelirleri yüzde 25,4 ve İthalde Alınan Katma Değer Vergisi (KDV) gelirleri yüzde 96 oranında artmış.

Yani hükümet petrolden, alkollü içki ve sigaradan aldığı ÖTV ve ithalattan aldığı KDV ile durumu idare etmeye çalışmış, bunu yaparken de verginin yükü halkın sırtına bindirilmiş. Bu istatistik de neden dünyanın en pahalı petrolünü, sigarasını tükettiğimizi ve en pahalı otomobillerini kullandığımızı izah ediyor.

100 liralık vergi gelirinin sadece 9,3 lirası patronlardan

Şimdi sıkı durun. Bütçenin gelirleri hangi biçimlerde ve kimlerden sağlanmış acaba? Haziran ayı verileri bunu da net biçimde gösteriyor:  Öncelikle bütçe gelirlerinin kabaca yüzde 85’i vergilerden elde ediliyor. Bu yılın Haziran ayında bu vergilerin yüzde 16,6’sı Gelir Vergisi ve yüzde 3,5’i Kurumlar Vergisinden karşılanmış. Bu toplamda yüzde 20,1 oluyor.

“Daha ne olsun en azından devletin topladığı her 1 liralık verginin 20 kuruşunu patronlar ödemiş” diye düşünebilirsiniz, ama yanılırsınız. Çünkü bu Gelir Vergisinin yaklaşık yüzde 65’i emekçiler, kalan yüzde 35’i kâr payı, faiz, kira geliri gibi sermaye geliri elde edenler tarafından ödeniyor. Böyle olunca bu kesimin yüzde 16,6’lık Gelir Vergisi’nin sadece 3,5 puanlık kısmını sermayedarlar ödüyor.

Yani Haziran ayında, toplamda her 100 liralık vergi gelirinin sadece 9,3 lirası sermaye sahipleri, zenginler ve rantiye tarafından,  kalan asıl büyük miktarsa emekçiler tarafından ödenmiş.

Kârlar özelde kalırken, zararlar toplumun sırtında

Ne hoş değil mi? Korona sonrasında resmi olarak açıklanan yüzlerce milyar liralık mali destek ve teşvikten kepçe ile pay alanlar sıra vergi vermeye gelince kaşığın ucuyla katkıda bulunmuşlar.

Bunun basit bir izahı var: Kapitalizm kârların özelde kaldığı, zararın ise toplumsallaştırıldığı bir sistemdir. Yani iyi günlerdeki kârlarını kendilerinde tutan sermayedarlar, patronlar, zenginler, kriz zamanlarında ortaya çıkan zararlarını tüm toplumun üzerine yıkmayı hep becermişlerdir. Bu kural Korona salgını ile birlikte bir kez daha hayata geçiriliyor o kadar.

Nitekim bugünlerde Meclis’teki “Mini Paket” olarak da adlandırılan bir düzenleme ile; bir yandan Cumhurbaşkanı’na ücretsiz izin uygulamasını 3’er aylık sürelerle 1 Temmuz 2021 tarihine kadar uzatma yetkisi veriliyor. Aynı zamanda da kısa çalışma ödeneği uygulamasından şu ana kadar yararlanan turizm başta olmak üzere bazı sektörlerin bu kapsamdan çıkartılması, daha da önemlisi işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin alınmasının 4 yıl ertelenmesi gibi, işçiler aleyhine sonuç yaratacak düzenlemelerin yapılması hedefleniyor. (5)

Önlenemeyen ‘görev zararları’: Neden?

Kamu giderleri ya da harcamaları açısından da benzer bir çarpıklık söz konusu. Bu yılın ilk 6 ayında en hızlı artan harcamalar faiz ödemeleri olmuş. Geçen yılın aynı dönemine göre faizciye yapılan ödemeler yüzde 40,4’lük bir artış ile 71 milyar liranın üzerine çıkmış.

İkinci sırada ise yüzde 20’lik bir artışla cari transferler geliyor. Bu kalem aynı zamanda bütçenin en büyük harcama kalemi. Haziran ayı sonu itibarıyla 239 milyar lirayı aşıyor ve bütçe içindeki payı yüzde 42,3’ü buluyor.

Bu cari transfer harcamalarının neleri kapsadığı çok önemli. Çünkü bunların içinde kamu kurumlarının ve kamu bankalarının görev zararları ve sosyal güvenlik kurumlarının (SGK) zararları olmak üzere, kamu kurumlarının zararları ve bunları kapatmak için yapılan ödemeler (görev zararı)  bulunuyor.

Görev zararı politik tercihlerin sonucu

Normalde kamu kurumlarının zarar etmesi için her hangi bir iktisadi neden yok. Bu kurumların özel işletmelerden daha verimsiz çalıştığını kanıtlayan bilimsel araştırmalar kadar, tersini ortaya koyan araştırmalar da mevcut. Yani hangilerinin daha iyi olduğu tartışmalı bir durum.

Bu bağlamda kamu kurumlarının zararı iktisadi nedenlerin yol açtığı bir zarar değil, siyasi tercihlerin yol açtığı bir zarardır. Bu nedenle de bu zarardan bunları yöneten siyasal iktidarlar sorumlu tutulmalıdır.

Daha somut konuşursak, bu yılın bütçesinde görev zararları için öngörülen bütçe başlangıç ödeneği 99,5 milyar liraydı. İlk 6 ayda bunun 50,3 milyar lirası harcandı. (6) Bu zararların en büyüğünü ise Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) yaptı. Bu nedenle de ilk 6 ayda bu kuruma görev zararı olarak 46 milyar lirayı aşkın bir para transfer edildi.

Çalışanlardan yapılan kesintiler anlamında bu tür sosyal güvenlik primleri ve vergilerle birlikte OECD ülkeleri içinde en yüksek mali yüke sahip (vergi, SGK primleri ve KDV’den oluşan vergi kaması da deniliyor) bir ülkeyiz. (7) Yani işçiler, emekçiler zaten çalışırken bu kurumlara ciddi primler ödüyorlar. 

Buna rağmen bu kurum zarar ediyorsa, bunun nedeni emekçiler değil, toplanan bu paraların doğru biçimde harcanmaması, bazı kesimlerden sigorta primlerinin tahsil edilmemesi ve sürekli olarak yapılandırma adı altında aflara başvurulmasıdır. Bunlara bir de medar-ı iftiharımız şehir hastanelerine yapılan ve her yıl on milyarları aşan ödemeler eklendiğinde neden zarar edildiği ortaya çıkar.

Önce Merkez Bankası, sonra 2 kamu bankası: Sırada ne var?

Cari transferler içinde ikinci sırada kamu bankalarının zararları geliyor. Öyle ki “görev zararı” kapsamında Ziraat Bankası’na 1,9 milyar lira ve Halk Bankası’na 1,4 milyar lira olmak üzere 2 büyük kamu bankasına 3,3 milyar lira aktarıldı.

“Dünyanın hiçbir yerinde normalde bu çaptaki, köklü bankalar zarar değil kâr ederken bizimkiler neden son yıllarda zarar ediyorlar” diye sormak gerekiyor. Kaldı ki bu dönemde Türkiye’deki yabancı bankalar ve yerli özel bankalar da yeterince kâr elde etmişler.

Bunun nedeni de iktisadi değil, politik. Zira daha önce, 2018 yılında ülkenin 10,6 milyar lira ülkede açık ara en fazla Kurumlar Vergisi ödeyen Merkez Bankası’nın (8) başına gelenler ülkenin en büyük 5 bankası arasında sayılan bu 2 kamu bankasında da sahneleniyor (Ziraat Bankası aynı yıl en fazla Kurumlar Vergisi ödeyen ikinci kurum).

Bir başka anlatımla izlenen yanlış ekonomi politikaları ve siyaset sonucunda giderek yükselen döviz kurunu suni olarak belli bir düzeyde tutabilmek için nasıl ki bu Merkez Bankası kullanılmış ve bunun sonucunda kurumun net rezervleri (swaplar hariç tutulduğunda) eksi 5,7 milyar dolara kadar düşmüşse, (9) bu 2 kamu bankası da aynı doğrultuda ve amaçla kullanılarak zarar ettirildiler.

Belki de bu kullanım biçimini hayata geçirebilmek için, bu kurumların yönetim kurullarına bankacılıkla ilgisi bulunmayan siyasetçiler ve meslekten olmayan partililer getiriliyor. Doğallıkla da bunların zararları siyasal iradenin emrinde olan Hazine tarafından 3,3 milyar liralık bir görev zararı ödemesiyle karşılanıyor. Bankaların bu şekilde kullanılması devam ederse bu görev zararının miktarının daha da artması kaçınılmaz olacak.

Bıldırın hurmaları…

Bu da ikinci çok hoşluk, değil mi? Hem serbest piyasa ekonomisi, herkesin kârı kendine diyeceğiz ve bu kesimlerden alınması gereken vergiyi almayacağız, hem de sermayeye daha ucuz dolar, avro sunabilmek için kamu bankalarının zarar etmesine, 9,7 milyar doları aşan açık pozisyonu vermelerine (böylece net döviz açığının yasal sınır olan yüzde 20’yi aşıp sermayelerinin yüzde 30,22' sine denk geliyor) (10) göz yumacağız. Üstelik de bu durumu bir başarı öyküsü olarak anlatacağız.

Kısaca yukarıda sözünü ettiğimiz, “kâr özelde kalırken, zararların toplumun sırtına yıkılması” kuralı tıkır tıkır işliyor.

Ancak bugünü kurtarmak, kısa vadeli hesaplarla ayakta kalabilmek için toplumun geleceğinin feda edilmesinin ekonomik sınırları olduğu kadar, çok ağır politik sonuçları da var. Tarih bunun sayısız örnekleriyle dolu.


Dip notlar:

(1)  T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı, Aylık Bütçe Gerçekleşme Raporu, Haziran 2020,   https://www.hmb.gov.tr (16 Temmuz 2020).
(2)  Yener Karadeniz, “Esnaf devren satılık”, https://www.dunya.com (20 Temmuz 2020).
(3)  Agh.
(4)  https://www.emlakgundemi.com.tr/sektorel/istanbul-da-2-avm-satisa-cikarildi (18 Temmuz 2020).
(5)  https://www.evrensel.net/haber/409821/iskender-bayhan-mini-paket-iscileri-somurme-kapitalistleri-besleme-paketi (20 Temmuz 2020).
(6)  https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kamu-banka-ve-kurumlarinin-6-aylik-gorev-zarari-503-milyar-liraya-yukseldi (19 Temmuz 2020).
(7)  OECD, Taxing Wages 2020, OECD Publishing, Paris, https://doi.org (May 2020).
(8) Gelir İdaresi Başkanlığı, 2018 Vergilendirme Dönemi Kurumlar Vergisi Türkiye Geneli İlk 100 Sıralaması, https://gib.govtr (10 Temmuz 2020).
(9)  http://www.mahfiegilmez.com/2020/07/rezervleri-hesaplama-rehberi (20 Temmuz 2020).
(10)  Şebnem Turhan, “Kamu mevduat bankaları döviz açığında sınırı aştı”, https://www.dunya.com (21 Temmuz 2020).








20 Temmuz 2020 Pazartesi

TARİHİN EN BÜYÜK İSTİHDAM KAYBI YAŞANIRKEN MELEKLERİN CİNSİYETİ TARTIŞILIYOR


TARİHİN EN BÜYÜK İSTİHDAM KAYBI YAŞANIRKEN MELEKLERİN CİNSİYETİ TARTIŞILIYOR

Mustafa Durmuş

20 Temmuz 2020

TÜİK’in geçen hafta açıkladığı istihdam ve işsizlik verilerine göre; bu yılın Nisan ayında dar tanımlı işsiz sayısı 3 milyon 775 bin kişi oldu. İşsizlik oranı geçen yılın aynı ayına göre 0,2 puanlık azalış ile yüzde 12,8 seviyesinde gerçekleşti. Diğer yandan işgücü 3 milyon 13 bin kişi (5,7 puan) ve istihdam 2 milyon 585 bin azaldı (yüzde 4,9).
Haklı olarak bu veriler çok tartışıldı. TÜİK’in işsizlik hesaplama yönteminin yanlış olduğu,  işsizlik oranını düşük gösterebilmek için verilere müdahale ettiği, çarpıttığı gibi ciddi iddialar ileri sürüldü.

İşsizliğin sistemik ve siyasal iktidarlarla ilgili nedenlerine daha önceki yazılarımda sıklıkla yer verdim. Bu nedenle konunun bu yönü üzerinde durmayacağım ve sadece bu konuda çalışan, araştırma yapan TÜİK dışındaki kurum ve iktisatçılardan bazılarının son işsizlik ve istihdam verileri konusundaki değerlendirmelerine kısaca değinecek ve asıl olarak işgücü kavramı üzerinde yoğunlaşacağım.

10 yıl geriye giden istihdam

Bunlardan biri Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (BETAM). Bu merkez, işgücüne katılım oranının yüzde 47,2’ye ve istihdam oranının yüzde 41,1’e gerilemesinden hareketle; işgücü ve istihdamda ilkinde 8 yıl, ikincisinde ise 10 yıl öncesine geri gidildiğini açıkladı. (1)

Bir işçi sendikası  araştırma merkezi olan DİSK-AR ise, TÜİK’in dar tanımlı (resmi) işsizlik oranı ve sayısının  gerçeği yansıtmadığını; Kovid-19  etkisiyle revize edilmiş geniş tanımlı işsiz ve iş kaybı sayısının  17,7 milyonu aştığını;  Kovid-19’un en az 10,7 milyon istihdam kaybına ve işsize neden olduğunu; işbaşında olanların sayısının 7,1 milyon kişi  azaldığını ve sonuçta Türkiye tarihinin en büyük iş ve istihdam kaybının yaşandığını ve geniş anlamda işsizlik oranının yüzde 52 olduğunu açıkladı. (2)

Kısa çalışma ödeneği alanlar, zorunlu ücretsiz izinde olanlar işsiz sayılmıyor

İstihdam ve işsizlikle ilgili çalışmalarıyla bilinen Z. Yükseler ise TÜİK’in hesaplamalarındaki eksikliklere dikkat çekiyor. Yükseler’e göre; (3) Kovid-19 salgınının işgücü piyasalarına etkilerini takip etmek için, mevcut işsizlik oranının yanı sıra alternatif göstergelerin de izlenmesi gerekiyor. Bu bağlamda kısa çalışma ödeneğinden yararlananlar ile ücretsiz izne ayrılanların istihdam kapsamında yer almaması, işsiz sayılması gerektiğinin altını çiziyor.

Nitekim Mayıs ayında kısa çalışma ödeneği alan kişi sayısının 3 milyonu aştığını ve nakdi ücret desteği alan ücretsiz izne ayrılan kişi sayısının ise 1,4 milyona yaklaştığını işleri sürüyor.

Ayrıca “potansiyel işgücü”, “atıl işgücü” ve iş başında olanlar” gibi kavramları kullanarak gerçek işsiz sayısı ve istihdam kaybının çok daha yüksek olması gerektiğinin altını çiziyor.

İşçiler haftada 4,6 saat daha az çalıştırıldılar

Örnek olarak salgın yüzünden pek çok işyerinde haftalık çalışma saatlerinin düşürülmüş olması gerçek işsizlik sayısının daha yüksek olmasını gerektiriyor. Nitekim 2020 Ocak döneminde 44,1 saat olan ortalama haftalık çalışma saati, Kovid-19 etkisiyle Nisan döneminde 39,5 saate geriledi. Bu nedenle, işbaşında olanların Ocak dönemine göre fiilen çalıştıkları toplam saat yüzde 30,1 oranında azalış gösterdi. (4)

4,1 milyon insan nereye gitti?

Dünya Gazetesi yazarı A. Aktaş ise bu yılın Nisan itibarıyla, son bir yılda çalışma çağına giren 15 yaş üstü kurumsal olmayan nüfusun 1.1 milyon kişi arttığını; işgücünün de (bir kısmı iş bulup istihdama, diğerleri işsizler ordusuna katılarak) bu  1.1 milyon artışla uyumlu bir artış göstermesi gerektiğini; buna karşılık TÜİK’in açıkladığı verilere göre  işgücünde her hangi bir artış olmadığı gibi, bu  son bir yılda tam 3 milyon kişi de azaldığını ileri sürüyor ve haklı olarak “birileri şu 4,1 milyonu izah etsin” çağrısında bulunuyor.(5)

Resmi verilerin güvenirliliğini yitirmesi olgusunun sadece Türkiye’ye özgü olmadığının altını çizelim. Kovid-19 ile birlikte şiddetlenen işsizlik gibi sorunlarına çözüm üretemeyen özellikle de sağcı popülist otoriter yönetimlerin iş başında olduğu ülkelerde, sorunu olduğundan hafif gösterme çabası resmi bir hüviyet kazanmaya başladı. Bu nedenle de başta ABD ve Britanya olmak üzere resmi işsizlik verilerinin gerçeği yansıtmadığı ve hiçbir biçimde güvenilir olmadığı eleştirileri yapılıyor. (6)

Bu noktada TÜİK’in yayınladığı istihdam verilerinden sadece birine odaklanacağım.

Bir yılda 3,13 milyon işçi işgücünden çıktı

TÜİK’in resmi verilerine göre; (7) Türkiye’de işgücüne katılma oranı geçen yılın aynı ayına göre 5,7 puanlık azalışla yüzde 47,2 olarak gerçekleşti. Böylece 1 yılda işgücü 3 milyon 13 bin kişi azalarak 29 milyon 388 bin kişiye geriledi.

İşgücündeki gerileme kadınlarda çok belirgin, zira kadınlarda işgücüne katılım oranı sadece yüzde 29,2 (erkeklerde bu oran yüzde 65,5). Kadınlardaki düşüş 1 yılda 5,3 puan oldu.

TÜİK ‘işgücü’nü istihdam edilenler ile işsizlerin oluşturduğu nüfus ve ‘işgücüne katılma oranı’nı, işgücünün, kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfus içindeki oranı olarak tanımlıyor. ‘Kurumsal olmayan nüfus’ ise üniversite yurtları, yetiştirme yurtları (yetimhane), huzurevi, özel nitelikteki hastane, hapishane, kışla vb. yerlerde ikamet edenler dışında kalan nüfus olarak belirleniyor.

Bu tanımlamalar altında, doğal olarak sayıları milyonları bulan üniversite öğrencileri, askerler, mahkûmlar işsiz sayılmıyor (bu arada mahkûmların önemli bir kısmı çok düşük ücretlerle cezaevlerine ait işletmelerde çalıştırılıyor)
Resmi veriler (bu tanımdan hareketle) çalışabilecek durumda olanların sadece yüzde 47’sinin işgücü piyasasına çıktığını (kadınlarda bu oran sadece yüzde 29) ortaya koyuyor.

Bu oranlar çalışma çağı aralığını daralttığımızda değişiyor. Örneğin 25-54 yaş aralığında bu oran erkeklerde yüzde 71,6. Geçen yıla göre bu yaş grubunda katılım yüzde 6,2 düşüş gösteriyor. Kadınlarda bu yaş grubunda işgücüne katılım oranı ise yüzde 33,1. Geçen yıla göre yüzde 5,7 puan düşüş gösteriyor. (8)

Gelişkin ekonomilerin 20 puan altında bir oran

Genel olarak çalışabilecek yaştaki nüfusun yarısından azının (kadınlarda üçte birinden azının) , 25-54 yaş grubunda ise yaklaşık üçte birinin çalışmak için neden işgücünde yer almadığı başlı başına sorgulanması gereken bir durum. Bunun ekonomik olduğu gibi, sosyal, siyasal ve kültürel nedenleri var.

Ancak ne durumda olduğumuzu görebilmek için bu veriyi başka ülkelerdekilerle kıyaslamak gerekir. Bu çerçevede bazı gelişkin ekonomilere bakabiliriz. Buna göre,  ABD, Japonya, Fransa, Birleşik Krallık, İspanya ve İtalya’da; erkek 25-54 yaş grubunda gelişkin ekonomilerin hepsinde işgücüne katılım oranı yüzde 90’a yakın seyrediyor. (9)

Yani en yetkili ağızdan yakında aralarında yer alacağımızın söylendiği bu ülkelerle (demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve özgürlükler konusundaki büyük açığı bir kenara bırakırsak) aramızda (işgücüne katılım anlamında) ortalama 20 puanlık bir fark var.

İşsizlik en büyük sorun

Türkiye tarihinin en büyük iş ve istihdam kaybı ile sonuçlanan bir salgın ve bunun neden olduğu çok derin bir ekonomik kriz yaşıyoruz. Bu krizin artık sosyal bir krize dönüştüğü de açık.

Öyle ki işsizlik; işçilerin ağır biçimde borçlanmasına, yoksullaşmasına, sağlıklarının bozulmasına, hatta kredi borçlarını ödeyemedikleri için evlerinin kaybetmeleriyle (10),  dahası bu sorunların ömür boyu devam etmesiyle sonuçlanıyor.

İşsizlikten en çok etkilenenler de gençler oluyor, zira en çok onlar işsiz kalıyorlar. TÜİK’e göre  bile genç işsizlerin oranı ortalama işsizlik oranının  2 katına yakın (yüzde 24,4 ) ve istihdam oranı ortalama istihdam oranının ancak yarısı kadar (yüzde 26,1). (11)

Genç işsizliği sosyal bir soruna dönüştü

Genç işsizliği sorunu sadece en yoksul kesimlerin ya da en düşük becerili, eğitimsiz işçilerin değil, neredeyse tüm gençlerin (iktidara yakın bazı çevrelerin şanslı çocukları hariç) ortak sorunu. Nitekim üniversite mezunlarının işsizliği çok yüksek.

Yani eğitimli ve göreli olarak becerili olan gençlerimizin deyim yerindeyse dirsek çürütmesi de, okullara girebilmek için sarf ettiği emek de, çaba da, para da,  beceri de çöpe atılıyor.

Kamu Garantili İstihdam Programları

Batı ülkelerinde özellikle de Korona pandemisi sonrasında, yoksullukla ve işsizlikle mücadele yönünde ciddi çalışmalar yürütülüyor. Yoksullukla mücadele konusunda İspanya’da herkese temel gelir verilmesi kararlaştırılırken (12), Britanya’da işçi sendikaları özellikle genç işsizler için kamu garantili istihdam programlarını gündeme getiriyor. Böylece 2022 yılına kadar 1,2 milyondan fazla yeni istihdam yaratılabileceği ileri sürülüyor. (13)

Kuşkusuz bu programlar önerilirken bunların finansmanının nasıl yapılacağı da önemli. Bu yönde olmak üzere ciddi bir servet vergisi uygulaması çalışmaları birçok ülkede yürütülüyor.

Dünyada Servet Vergisi gündemde

Örnek olarak, The Guardian gazetesinde çıkan bir habere göre, Britanya’da Hazine, bir kamu kuruluşu olan Institute for Fiscal Studies bünyesinde çalışan Prof. Arun Advani’den ekonomiyi ayağa kaldırmak için kapsamlı bir servet vergisi çalışması yapmasını istedi. Buna göre, yüzde 10 oranında ve bir kerelik bir servet vergisinin 1 trilyon poundluk bir gelir sağlaması bekleniyor. Servet vergisi artık bir zorunluluk haline gelen vergi reformunun önemli bir parçası olarak görülüyor. (14)

Aynı ülkede yapılan bir başka çalışmaya göre ise; Gelir Vergisi gibi artan oranlı olarak düzenlenecek bir servet vergisi ile yılda 174 milyar poundluk bir gelir elde edilebiliyor ve bu gelir de Kovid-19 nedeniyle işleri tehlikeye giren işçileri istihdamda tutmaya yeterli oluyor. (15)

Meleklerin cinsiyeti tartışması: Erkek mi, kadın mı?

Ülkemizde ise bizleri yönetenler gerçek sorunlarla uğraşmıyorlar. Kitlesel işsizliğe ve yoksulluğa, muhtemelen beraberinde gelecek olan açlığa karşı hakiki her hangi bir çözüm üretmiyorlar.

Tersine işçilerin ücretsiz izne çıkartılması süresinin 1 yıla kadar uzatılması gibi işsizliği kalıcı hale getirecek düzenlemeler yapılıyor. Ekonomik sorunlara, işsizliğe ve yoksulluğa çözüm üretemeyen, uluslararası ilişkilerde yalnız kalan siyasal iktidar çözümü baroların bölünmesine yol açacak yeni düzenlemelerde ve Libya’daki giderek artan askeri gerilimde arıyor.

Bu da yetmiyormuş gibi, sanki ülkenin başka bir sorunu kalmamış gibi, iktidarıyla, (buna destek veren muhalefetiyle) ülkede Ayasofya’nın siyasete açılması alkışlanıyor.
Bir rivayete göre, Fatih’in Konstantiniye’nin (İstanbul) surlarına dayandığı sıralarda Bizans’ı yöneten seçkinler, din adamları buna karşı ne önlemler alacaklarını tartışmak yerine “meleklerin erkek mi, yoksa kadın mı olduklarını” tartışıyorlarmış. (16)

Özcesi, 567 yıl öncekinde bu topraklarda yapıldığı gibi, meleklerin cinsiyetini tartışmaktan ne zaman vaz geçip, gerçek sorunlarımızı tartışacak, emekten, halktan, ezilenden yana çözümler üretmeye başlayacağız?


Dip notlar:

(1)     Seyfettin Gürsel, Mehmet Cem Şahin,  “İşgücü Piyasası Görünümü -Temmuz 2020”, BETAM (10 Temmuz 2020).
(2)       DİSK-AR, İşsizlik ve İstihdamın Görünümü Raporu (11 Temmuz 2020).
(3)       Zafer Yükseler, İşgücü göstergeleri ve Covid-19 etkisi (iş başında olanlar-çalışılan saat), https://www.academia.edu (10 Temmuz 2020).
(4)       Agm.
(5)       Alaattin Aktaş, “Birileri şu 4 milyon artışı izah etsin!”, https://www.dunya.com (16 Temmuz 2020).
(6)       Richard Murphy, “Don’t believe the unemployment statistics”, https://www.taxresearch.org.uk (16 July 2020).
(7)       TÜİK, İşgücü İstatistikleri, Nisan 2020,  http://www.tuik.gov.tr (10 Temmuz 2020).
(8)       Agb.
(9)       Martin Wolf: ‘Democracy will fail if we don’t think as citizens’, https://www.ft.com (6 July 2020).
(10)     https://www.dunya.com/ekonomi/konut-pazarina-20-bin-arz-da-bankalardan-haberi (17 Temmuz 2020).
(11)     TÜİK, agb.
(12)     Nick Slater, “ Spain’s UBI Is A Wake-Up Call For Americans”, https://www.currentaffairs.org/2020/04/spains-ubi-is-a-wake-up-call-for-americans (7 June 2020).
(13)     https://www.tuc.org.uk/research-analysis/reports/rebuilding-after-recession-plan-jobs (24 June 2020).
(14)     Polly Toynbee, “To save the arts and all else we hold dear, a wealth tax now seems the only answer”, https://www.theguardian.com (6 July 2020).
(15)     Richard Murphy, “Wealth taxes: a Chancellor saying no is not enough to end a debate”, https://www.taxresearch.org.uk ( 9 July 2020).
(16)   “ Weapons of mass distraction”, https://www.washingtontimes.com (15 June 2003).



17 Temmuz 2020 Cuma

AH BE IMF BÖYLE BİR GÜNDE, BÖYLE BİR YAZI YAKIŞIK ALMADI…


AH BE IMF BÖYLE BİR GÜNDE, BÖYLE BİR YAZI YAKIŞIK ALMADI…

Mustafa Durmuş

17 Temmuz 2020

IMF Başkanı Kristalina Georgieva, Türkiye’nin dört yıl önceki bir darbe girişimini bir kez daha tartıştığı  bir günde, 15 Temmuz 2020 tarihinde, IMF’nin resmi sitesinde “Krizin sonraki aşaması: Esnek, çabuk iyileşen bir ekonomi için acil önlemler” (1) başlıklı bir makale yayınladı.

Bu makalede paylaştığı bir tablo çok düşündürücü. 

Çünkü aşağıda yer alan bu tabloda; aralarında Türkiye’nin de yer aldığı G-20 ülkelerinin hükümetlerinin, yoksulluğu daha da artıran Kovid-19 salgını sonrası uyguladığı mali ve parasal teşviklerin ne kadarının yoksulluğu azaltmak için yoksul hanelere verildiği gösteriliyor.

Tablonun dikey ekseninde hanelere verilen (yoksulluk azaltıcı) gelir desteklerinin toplam devlet destekleri içindeki payı , yatay ekseninde ise ülkelerdeki gelir dağılımı adaletsizliği, Gini Katsayısı ile gösteriliyor. Bilindiği gibi bu katsayının büyümesi gelir dağılımı adaletsizliğinin artması anlamına geliyor.

Bu tabloya göre; Türkiye gelir dağılımı adaletsizliği açısından en adaletsiz ülkeler arasında yer almasına, yoksulluğunun temel nedeninin gelir dağılımı adaletsizliği olduğunun bilinmesine ve Kovid-19’un yoksulluğu daha da artırmasına rağmen, bu desteklerin yok denecek kadar az bir kısmı bu kesimler için kullanılıyor.

Hatırlayalım, IMF daha önceki bir raporunda (2) (muhtemelen Hazineden aldığı bilgi çerçevesinde) Türkiye’deki Kovid-19 sonrası toplam devlet desteğini 63 milyar dolar (bugünkü kur ile yaklaşık 430 milyar TL) olarak açıklamıştı. Buna yakın bir rakamı (çarpan etkisini de işin içine katarak) Bakan Albayrak da daha önce paylaşmıştı.

Şimdi Başkanın bu yazısı bize şu soruyu sorduruyor: Yarım trilyon liraya yakın bir devlet desteği ve teşvik nereye harcandı, kimlere verildi?

Dip notlar:

(1)     Kristalina Georgieva, “The Next Phase of the Crisis: Further Action Needed for a Resilient Recovery”, https://blogs.imf.org (15 July 2020).

(2)     Mustafa Durmuş, “Son IMF raporundaki Türkiye gerçeği”, https://t24.com.tr (27 Haziran 2020).