30 Aralık 2017 Cumartesi

ASGARİ ÜCRET: DAĞ FARE DOĞURDU!

ASGARİ ÜCRET: DAĞ FARE DOĞURDU!

Mustafa Durmuş

30 Aralık 2017

Yeni yılda geçerli olmak üzere asgari ücret (aylık 199 lira, günlük 6,6 lira artırılarak), net 1603 lira olarak belirlendi.
İşçilerin beklentisinin çok altında kalan bu rakam, resmi verilere göre 5,5 milyon civarında, gayrı resmi olarak kayıt dışı çalışanlarla birlikte 10 milyona yakın asgari ücretlinin yaşam standardı üzerindeki etkisi kadar, kalan yaklaşık 9 milyon civarındaki işçinin yeni yılda alacakları zam miktarını etkilemesi açısından da çok önemli olacak.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Asgari Ücret Belirleme Anlaşması’nda (1970-No. 131 Madde 3/a) asgari ücretin nasıl belirleneceğine ilişkin şöyle bir hüküm var:
“Asgari ücret belirlenirken işçilerin ve ailelerinin ihtiyaçları, ülkedeki genel ücretlerin düzeyi, yaşam maliyetleri, sosyal güvenlik/yardım ödemeleri ve diğer sosyal grupların göreli yaşam standartları dikkate alınır” (1).
Bu çerçevede yeni asgari ücreti sorgulayalım:
Öncelikle rakam sendikaların belirlediği açlık sınırının dahi altında kaldı. 2018 yılı gibi enflasyonun yüzde 13’ün altına inmeyeceği, gıda enflasyonunun bundan çok daha yüksek olacağı, yeni zamlar (örneğin elektriğe yapılan yüzde 8,8’lik zam) vergiler ve yükselen döviz kuru nedeniyle hayatın çok daha pahalı bir hale geleceği açık olan bir yıl için böyle bir rakam kabul edilebilir bir rakam mıdır?
İkinci olarak, gelirin en altına böyle gerçek ihtiyacı yansıtmayan bir sınır konulurken, neden diğer gelirlere (faiz, rant, kâr gibi) bir üst sınır getirilmez de emekçiler ile sermayedarlar arasındaki yaşam standardı farkı iyice artırılır? Neden böyle bir gelir ve servet farklılığının hem sosyal hem de politik olarak geniş yığınları yoksullaştırıp güçsüz bırakırken, bir avuç zenginin gücünü daha da artırmasına izin verilir?

Avrupa ülkeleriyle yapılan kıyaslamalar gerçeğin sadece bir kısmını yansıtıyor!
Sosyal medyada bazı Avrupa ülkelerindeki asgari ücret düzeyleri ile yapılan kıyaslamalarda Türkiye’deki ücretin nasıl trajikomik bir biçimde düşük kaldığı sergileniyor ve haklı olarak buna tepki gösteriliyor. Diğer yandan bu kıyaslamalar aradaki farkın tamamını göstermiyor.
Şöyle ki, sözü edilen Avrupa ülkelerinde işçiler Türkiye’deki kadar uzun saat çalışmıyorlar. Örnek olarak Türkiye’de haftalık çalışma saati 51 saatin üzerinde iken İskandinav ülkelerinde 36 saate kadar inebiliyor. Yani ülkemizde işçiler o çok düşük asgari ücret için ortalama Avrupalı bir işçiden yüzde 30 daha fazla saat çalışmak zorunda.

Vergi ve prim yükü çok ağır!
İkinci kıyaslama işçilerden yapılan vergi ve prim gibi kesintiler açısından yapılmalı. Bu açıdan da Türkiye’de işçiler OECD ortalamasının çok üstünde vergi ve prim ödüyorlar (bunun karşılığında devletten aldıkları sağlık, sosyal güvenlik ya da koruma hizmetlerinin niteliğini tartışmaya gerek yok).
Örnek olarak iki çocuklu bir işçinin net vergi yükü OECD’de ortalama yüzde 14,3 iken, Türkiye’de yüzde 25,3 (OECD içinde ikinci en yüksek ülke. Bu farkın nedeni Türkiye’de aile yardımlarının yok denecek kadar az olması).
Buna SGK kesintileri gibi kesintileri eklediğimizde yük daha da artıyor. Öyle ki iki çocuklu bir işçiden yapılan vergi ve benzeri kesintilerin oranı OECD’de yüzde 26,6 iken, Türkiye’de bunun yaklaşık 10 puan üzerinde: Yüzde 36,4 (2).
Böylece Kurumlar Vergisinin resmi oranının yüzde 22 olduğu, ama efektif oranın yüzde 10’u dahi bulmadığı ülkemizde, işçinin sadece düşük asgari ücret altında değil, aynı zamanda yüksek vergi ve prim yükü altında ezildiği çok açık.
Devlet bunu işçilere devlet bütçesinden yapabileceği sosyal yardımlar ile azaltabilir. Ama bunu yeterince yapmıyor, ya da yapamıyor. Öyle ki OECD ülkelerinde bütçesini emekçiler için yeniden bölüştürücü olarak kullanmayan ilk üç ülke şöyle sıralanıyor: Meksika (yüzde 3), Şili (yüzde 4) ve Türkiye ( yüzde 5). OECD ortalamasında devlet bütçesinin emek lehine kullanılması ile gelir adaletsizliği yüzde 27 azaltılırken, Türkiye’de bu sadece yüzde 5 ile sınırlı kalıyor.

Düzenleme sermayedara yarıyor
Meseleye asgari ücret düzenlemesindeki taraflar açısından bakıldığında, devleti ilgilendiren kısmın (bünyesinde çalıştırdığı az sayıda asgari ücretliye yapılan zammın neden olacağı belli miktardaki yük ve sermayeye verdiği destek dışında) gelen ilave bir yük yok. Tersine asgari ücret vergilendirildiği için devlet vergisini alıyor (üstelik artık yüzde 20 gibi yüksek bir orandan).
Sermaye açısından da durum gayet iyi. Zira işverene 2017 yılında verilen ve 2018 yılında da devam edeceği açıklanan 100 liralık asgari ücret desteği ve yeni istihdamda 773 liralık vergi ve prim desteği dışında, yeni yılda “1 maaş işverenden- 1 maaş devletten” uygulamasına geçilecek.
Üstelik 2018 yılında sermaye kesiminden alınacak vergilerin 132 milyar lirasının alınmayacağı yönündeki düzenleme yeni bütçede “vergi harcaması” adı altında yer aldı. Buna sermaye lehine uygulanmakta olan maliye politikası teşvikleri, Kredi Garanti Fonu garantili 250 milyarlık kredi ve faiz-kur arbitrajı biçimindeki para politikası teşviklerini ilave ettiğimizde yeni yılın sermaye açısından altın bir yıl olabileceğini söyleyebiliriz.

TÜRK-İŞ Başkanının timsah gözyaşları
Bu düzenlemenin kaybedeninin işçi sınıfı olduğu açık. Üstelik bu duruma kendi sarı sendikaları aracılığıyla düşürüldüler. Öyle ki timsah gözyaşı döken TÜRK-İŞ Başkanı “asgari ücretin düşük olduğunu ama yapabilecekleri bir şeyleri de olmadığını” açıkladı.
Bunun karşısında işçilerin ne yaptığı ya da yapmadığı da sorgulanmalı. Bırakın yaygın protestoyu, TÜRK-İŞ ya da HAK-İŞ’in önüne gidip sarı sendikacıları protesto dahi etmediler.

Sınıf kavgasının bir sonucu!
Asgari ücretin bu şekilde belirlenmesi aslında sınıf savaşımının doğal sonucu. Bu savaşı şu ana kadar kazanan hep sermaye oldu ve bu düzenlemelerden hep o kârlı çıktı. Ekonominin üçüncü çeyrekte süper yüksek bir oranda (yüzde 11,1) büyüdüğü ve bu yılın ortalama olarak yüzde 6,5 civarında büyüyeceği açıklandıktan hemen sonra böyle düşük bir ücret zammının verilmesi sadece sınıf savaşı ile ve siyasal iktidarın tercihleri ile açıklanabilir.
Bu savaşın izlerini ya da sonuçlarını aynı zamanda bölüşüm verilerinden de görebilmek mümkün. TÜİK’in son büyüme bültenindeki bir ayrıntı çok önemliydi. Buna göre 2016 yılında milli gelirin sadece yüzde 29,9’unu işçiler (ücret), buna karşılık yüzde 60,5’ini sermaye çevreleri (kar, rant ve faiz) ve kalan yüzde 10’unu da vergi, prim ve diğer kamu fiyatlaması biçiminde devlet alıyor.
Daha da önemlisi işçilerin bir yıl öncesinde payları daha yüksekmiş (yüzde 36’ya yakın). Yani bir yılda yüzde 5’ten fazla gelir kaybetmiş işçi sınıfı. Aralık ayında yapılan bir uluslararası çalışmada ise (3) Türkiye’de en zengin yüzde 1’lik nüfusun milli gelirin yüzde 23,4’üne el koyduğu ortaya çıkmıştı. Keza en zengin yüzde 10' luk bir kesimin toplam servetin yüzde 78'ine sahip olduğu belirlenmişti.
Böyle bir bölüşüm adaletsizliği ortada iken, asgari ücrete yapılan bu denli düşük bir zam sınıf savaşı, siyasal iktidarın bu konudaki tercihi ile değil de, hangi ekonomik gerekçeyle ile açıklanabilir ki?
Yani asgari ücret artışının ihtiyacın ve toplumun beklentisinin çok gerisinde kalması ne “ekonominin gerekleri”, ne “işsizliğin azaltılması”, ne “aynı gemidekilerin fedakârlık yapması gerekliliği”, ne de “kaynak yetersizliği” ile açıklanabilir.
Bu durum OHAL gibi koşullarda eli daha da güçlenen sermaye sınıfının yürütmekte olduğu sınıf savaşının, siyasal iktidarın tercihlerinin, diğer boyutuyla da işçilerin gerçek anlamda sınıf sendikalarından yoksunluğunun bir sonucudur.

…………………..
(1) 
http://www.ilo.org.
(2) OECD, Taxing Wages, 2017.
(3) Ünlü iktisatçı Piketty’den çarpıcı rapor: Türkiye’de en zengin yüzde 1 ile en yoksul yüzde 50 arasındaki gelir payı makası artıyor, Politik Yol, (18.12.2017).




23 Aralık 2017 Cumartesi

2017’ Yİ UĞURLARKEN...

2017’ Yİ UĞURLARKEN...

Mustafa Durmuş

23 Aralık 2017

Yeni yıla sayılı günler kalırken, son bir haftayı oldukça yoğun geçirdim. Üniversitede final sınavları öncesi son iki haftanın yol açtığı yoğunluğa ilave olarak, önemli bulduğum iki panel ve bir konferansta konuşmacı olarak yer aldım.

İlki TMMOB’ye bağlı Elektrik Mühendisleri Odası’nın (EMO) Adana’da düzenlediği “Enerjinin Geleceği” adlı sempozyumdu. Bu sempozyumda alanında uzman çok sayıda mühendis, fen bilimci ve iktisatçı sunumlar yaptılar ve enerjinin geleceğini tartıştılar. Benim konuşmamın özeti şöyleydi:

“ Doğasında hep en fazla kâr elde etmek ve kesintisiz, sınırsız bir sermaye / servet biriktirmek olan kapitalizmin emeği olduğu kadar doğayı da tahrip etmesi, yani iş cinayetleri kadar doğa cinayetleri de işlemesi kaçınılmaz. Zira daha fazla kâr ve birikim, ancak daha fazla üretmek ve daha fazla tüketmekle mümkün oluyor. Daha fazla üretmek ve tüketmek ise emeğin ve doğanın tahribatıyla sonuçlanıyor”.
“Bu bağlamda ‘sürdürülebilir büyüme’ ya da ‘sürdürülebilir enerji politikaları' gibi kavramlar ya da tanımlamalar mevcut tahribatı meşrulaştırmaktan öteye gitmez. Büyük sermaye çevrelerinin de bu kavramları benimsemesi bu bağlamda tesadüf değil. İzlenmesi gereken ekonomik ve sosyal gelişim stratejisi emek ile doğa ile farklı kimlik ve inançların bir arada yaşayabilmesi hedefi ile uyumlu olmalı. Bunun için de gerçek anlamda demokratik ve sosyal bir cumhuriyetin kurulması gerekiyor. Bu da kapitalizme karşı olmayı gerektiriyor.”

...
İkinci panel kendi fakültemde bölümümüzün öğrenci topluluğunun düzenlediği “Güncel Mali Konular Üzerine Tartışma” başlıklı bir paneldi. Bu panelde özetle şunları anlattım:

“ Mevcut haliyle ‘ekonomik büyüme’ kavramı adeta her türlü sorunu altına süpürebileceğimiz büyük bir halıya dönüştü. Öyle ki yüksek büyüme oranları, ülkemizde işçilerin haftada 50 saatin üzerinde çalıştırıldığı, asgari ücretin açlık sınırının altında olduğu, en zengin yüzde 1’lik bir kesimin gelirin toplam yüzde 24’üne el koyduğu ve hanelerin yüzde 60’ının ayda ortalama 843 lira ile yaşamak zorunda olduğu gerçeğinin üzerini örtmeye yarıyor”.
“Keza böyle büyüme sadece mal ve hizmetlerin parasal işlem değerleriyle ölçülüyor. Piyasaya çıkmayan, ama kullanım değeri çok yüksek olan faydalı pek çok mal ve hizmet büyüme hesabında yer almazken, insani olarak pek çok zararlı faaliyet yer alabiliyor. Örneğin silah üretimi ve silahlanma GSYH’yi artırırken, bu ülkenin en çok ihtiyacı olan barış çabaları bu hesaba dâhil edilmiyor. Ya da örneğin yılbaşında sahneye çıkan Serdar Ortaç’a yüz binlerce lira ödendiğinde bu büyümeyi artırıyor, ama bir akademisyenin burada olduğu gibi yaptığı bir konuşma ya da yazdığı bir makale GSYH hesabında dikkate alınmadığı için büyümeyi artırmıyor, bu nedenle de değerli bulunmuyor.” 

...
Son olarak TMMOB, Makine Mühendisleri Odası Ankara Şubesi’nde dün akşam verdiğim konferansta büyüme verilerinin değerlendirilmesine ilave olarak, özgün olarak ‘Bütçe Hakkı’ kavramına yer verdim ve özetle şunları söyledim:

“ Özellikle son bir yıldır yürürlükte olan OHAL nedeniyle halkın, parlamenter sistem altında hem bütçenin hazırlanması, hem uygulanması, hem de Meclis aracılığıyla (örneğin Sayıştay üzerinden) denetlenmesi anlamına gelen ve toplanacak vergiler ve yapılacak harcamalar konusundan iktidardan hesap sorması anlamına gelen Bütçe Hakkı ciddi anlamda zedelendi”.
“ Sayıştay biçimsel uygunluk denetimini dahi tam olarak yapamazken, yedek ödeneklerin kullanımı yasaya aykırı bir biçimde geçen yıl üç kat arttı, ödenek üstü harcamalar her hangi bir seferberlik ya da savaş veya doğal afet söz konusu olmamasına rağmen yasal olmayan biçimde yüzde 3,4 arttı. Bütçenin başlangıç ödenekleri ile fiili kullanımları arasında devasa bir sapma ortaya çıktı. Birçok gelirin toplanması ve harcamanın yapılması bütçenin dışına (Fon uygulamaları sayesinde) çıkartılarak denetimden uzak tutuluyor. Gerek ‘şehir hastaneleri’ gerekse de büyük alt yapı projelerinin Kamu Özel İşbirliği modeli ile yapılması ile kamunun sırtına yüklenen ‘doğrudan’ ve ‘koşullu yükümlülükler’ ortaya çıktı, bunlar bütçe dışında tutularak Meclis’in denetiminden uzak tutuluyor. Ama sonrasında gelecek yıl için, bunlarla ilgili olarak 2018 bütçesine 6,2 milyar lira ödenek konuldu”.
“Son Torba Yasa ile borçlanma limiti yasaya aykırı olarak 37 milyar lira artırıldı. T. Varlık Fonu’nun kurulmasıyla her türlü demokratik denetimden uzak (Bakanlıkların teftiş elemanları ya da Meclis denetimi de dâhil) bir biçimde, 200 milyar dolarlık, yani neredeyse 2018 bütçesi büyüklüğünde bir kaynak denetimden uzak bırakıldı. Son referandumda yapılan değişikliklerle bütçenin artık Hükümet yerine Cumhurbaşkanlığı tarafından yapılacak olması ‘Bütçe Hakkı’nın bütünüyle ortadan kalkması anlamına geliyor.”



Formun Üstü

SARHOŞLUKTAN ERTESİ GÜNKÜ BAŞ AĞRISINA...

SARHOŞLUKTAN ERTESİ GÜNKÜ BAŞ AĞRISINA...

Mustafa Durmuş

14 Aralık 2017

FED beklendiği gibi gösterge faiz oranını yüzde 0.25 puan artırarak yüzde 1,25’ten yüzde 1,50’ye çıkardı. Ayrıca 2018 yılında 3 kez daha (tedrici bir biçimde) benzer artışlara gidileceğini açıkladı.
Bu kararda bu yıl Amerikan ekonomisinin beklenenin üzerinde (yüzde 2,5) büyüyecek ve enflasyon oranının da (yeterli olmasa da) yine beklenenin üzerinde (yüzde 1,7) gerçekleşecek olmasının etkisi çok büyük. İstihdam piyasasındaki toparlanmanın da (cılız da olsa) sürmesi ve işsizlik oranının yüzde 4’ün altına düşmesi bekleniyor (1)
Kısaca ABD para otoritesi FED, ekonominin iyiye gittiği yönünde bir görüşe sahip olduğundan faiz artırımı kararı aldı. Fed Başkanı Yellen de ABD ekonomisinin dünya ekonomisi ile senkronize bir biçimde güçlü bir büyüme trendine girdiğini, bu büyümenin temellerinin sağlam olduğunu ve bu anlamda borsalardaki yükselişin her hangi bir aşırılığa (balon) işaret etmediğini, her hangi bir finansal kriz riski bulunmadığını açıkladı.

Biz bu filmi daha önce görmüştük…
İşin gerçeği bu açıklamalar bana 2008 krizinden hemen önce dönemin FED başkanı B. Bernanke’nin benzer açıklamalarını hatırlattı. Bernanke de kendisine “ABD ekonomisinde finansal balonların şişirildiği” uyarısı yapıldığında, bu gelişmelerin sağlıklı bir ekonominin işareti olduğunu açıklamıştı.
Keza IMF de son 30 yılın en yüksek büyüme hızlarına erişildiğini ilan edip, ‘Büyük Moderasyon’u selamlamıştı. Ama sonrasını biz biliyoruz. ABD de balon patladı ve ‘Büyük Moderasyon’ kısa bir süre içinde içinden geçtiğimiz ‘Büyük Resesyon’a dönüştü.

Tarih tekerrür etmez ama benzer koşullar benzer sonuçlar üretir!
Tarihin tekerrür etmediğini bilenlerdeniz. Ama benzer koşullar oluştuğunda benzer sonuçların da ortaya çıktığını biliyoruz. Bu nedenle de küresel kapitalizmin sözcülerinin açıklamalarını şimdilik ihtiyatla karşılayalım.
Kaldı ki bu sözü bize ettiren gelişmeler de yok değil. Öyle ki uluslararası sermayenin performansını (verimliliğini) ölçmeyi amaçlayan MSCI endeksleri uluslararası yatırımlar açısından önemli bir gösterge olduğu kadar, şişirilmekte olan balonu göstermek açısından da önemli. Merkez ekonomilerdeki endeksler ciddi bir balona işaret ediyor. Özellikle de ABD’deki balon diğerlerine göre çok daha fazla şişik (2).
Goldman Sachs’a göre, piyasalarda volatilite en dipte, buna karşılık hisse senedi (borsa) tahvil ve bono ve krediler gibi finansal araç fiyatları gerçek getirileri ile kıyaslandığında 1900 yılından bu yana en yükseğe çıkmış durumda. Her 3 aracın aynı anda süper değer kazanması sadece 1920’ler (Büyük Depresyon öncesi) ve 1950’lerde (Altın Çağ) oldu (3).
Bu nedenle ‘Merkez Bankalarının Bankası’ olarak da anılan Bank of International Settlements (BIS) gibi önemli kuruluşlar Merkez ülkelerde faiz oranlarının yükseltilmesi durumunda (yüksek borç stokları ve düşük verimlilik artışları nedeniyle) başta özel sektör ve hane halkının borçlarının çevrilemez olacağını, bunun da 2008 yılındakinden daha büyük bir finansal krizle sonuçlanabileceğini (4) ileri sürüyorlar.

Faiz artırımı karşısında Türkiye ekonomisi
FED’in faiz oranını yükseltmesi (her ne kadar bir seferde ve çok yüksek olmasa da) ve yine 2018 boyunca tersine miktarsal kolaylaştırmalar ile piyasalardan yüzlerce milyar dolarlık nakit çekme kararının aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok az gelişmiş ülke için kötü haber anlamına geldiğini vurgulamak gerekiyor.
Öncelikle, Türkiye (özellikle de son 1 yıldır) cari açığını iyice artırarak ekonomik büyümesini pompalıyor. Yani sıcak para girişlerine olan ihtiyacı çok artarken, bu durum zaten kırılgan olan ekonomisini bu tür uluslararası spekülatif para hareketlerine daha da duyarlı hale getirdi.
Daha fazla sıcak paranın gelmesi ve mevcutların ülkede kalması için Türkiye’nin de faiz oranlarını FED’in bu kararının üzerinden artırması gerekiyor. Çünkü sıcak para yüksek faiz seviyor.
Örnek olarak, dış ticaret açığı ve cari açıktaki aylık gelişmelere baktığımızda endişe duymamızı gerektiren bir durum var. Çok yüksek bir büyüme hızı elde ettiğimizin açıklandığı 3. çeyreğe ait aylık cari açık gerçekleşmeleri geçen yılın aynı dönemi ile kıyaslandığında iki kat artış göstermiş.
Bunun bir nedeni petrol fiyatlarındaki artış olsa da, asıl neden Türkiye’nin diğer ithalatlara olan yüksek düzeydeki bağımlılığı. Bu da ülkenin yabancı sermaye (sıcak para) girişlerine bağımlılığının nasıl tehlikeli bir düzeye eriştiğini ortaya koyuyor.
   
100 baz puan faiz artışı
Bugün çok büyük bir ihtimalle TCMB de faiz oranını yükseltmek zorunda kalacak. Bu artırımın 100 baz puan olması ve böylece geç likidite penceresi faiz oranının yüzde 13,25’e çıkması bekleniyor (5).
Merkez Bankası bunu sırasıyla;
(i) FED’in faiz yükseltimi karşısında sıcak parayı kontrol etmek için yapmak durumunda.
(ii) Son 1 haftadır döviz kurunun düşmesini sağlayan (ve bazı uluslararası finansal aktörlere söylendiği ileri sürülen) faiz artırımı sözünü de kuru kontrol etmek, daha fazla dolarizasyonu önlemek için yapmak zorunda.
(iii) Son olarak, yüzde 13’e yükselmiş olan ve yükselme eğilimini sürdüren enflasyonu da dizginleyebilmek için faiz oranlarını yükseltmek zorunda.

Faiz artışı ekonomiyi vurur
Kısaca faiz oranı daha da artacak. Bu hem mevduat faizlerinin artmasıyla, hem de kredi faizlerini artmasıyla sonuçlanacak. Mevduat faizleri arttığında, bu durum uzun vadeli sabit faizle kredi vermiş olan bankaların mevduat faizi -kredi faizi dengelerinin bozulmasıyla ve bankaların zarar etmeleriyle sonuçlanabilir (zannedilenin tersine).
Kredi faizlerinin artması ise (kâr beklentisinin düşük olduğu bir ortamda yatırım maliyetlerini de artıracağı) zaten iyice azalmış olan sanayi yatırımlarının bütünüyle durmasına neden olabilir.
Faiz oranlarının yükseltilmesinin halk açısından da önemi büyüktür. Çünkü borç yükü artarken, küçük üreticilerin iflasları kaçınılmaz hale gelir. Yani faiz oranlarının yükseltilmesi bu gelişmelerde hiç bir günahı olmayan emekçilerin cezalandırılmasıyla sonuçlanır.
Faiz artışının bir olumsuz etkisi de mevcut büyüme modelinin temelinde yer alan emlak-konut inşaat yatırımlarının gerilemesi biçiminde olur. Zira konut ve emlakin yarıya yakını uzun vadeli konut kredileri (mortgage) ile satın alınıyor. Bu da faiz oranları yükseldiğinde sektörü vuruyor.
Bu durum yerli-yabancı inşaat lobisinin siyasal iktidar üzerindeki baskısını artıracak ve siyasal iktidar ile para politikası uygulayıcıları arasındaki gerginlik daha da artacaktır.
Tüm bu gelişmeler, yani “yüksek enflasyon-yüksek dış borç-yüksek dolarizasyon –yüksek faiz” sarmalı hükümetin son 1 yıldır en çok başvurduğu politika alanı olan para politikalarının hareket alanını daha da daraltacaktır.
Özcesi çok tartışmalı yüzde 11’lik büyüme hızının yarattığı sarhoşluk ertesi günkü baş ağrısına dönüşebilir.
…………
(1) 
https://www.reuters.com/…/fed-raises-interest-rates-keeps-2…, 13 Aralık 2017.
(2) Yardeni, Global Index Briefing: MSCI Forward P/Es, 8 November 2017, s. 3.
(3) Chris Anstey, Goldman Warns That Market Valuations Are at Their Highest Since 1900, 
https://www.bloomberg.com/…/goldman-warns-highest-valuation…, 29 Kasım 2017.
(4) BIS Quarterly Review, International banking and financial market developments , Aralık 2017.
(5) Capital Economics, Emerging Europe Economics Update, 13 Aralık 2017.


13 Aralık 2017 Çarşamba

VELEV Kİ BÜYÜME GERÇEK

VELEV Kİ BÜYÜME GERÇEK

Mustafa Durmuş

13 Aralık 2017

TÜİK’in açıkladığı iktisadi büyüme oranı çok tartışma yarattı. Çünkü diğer bütün göstergeler son derece olumsuz olmasına rağmen, ekonominin bu yılın 3. çeyreğinde (geçen yılın aynı dönemine göre) yüzde 11,1’lik rekor bir büyüme gerçekleştirdiği açıklandı.
Bu konuda iki gündür çok şey yazıldı. Ekonomistler bir yandan büyümenin yapay /hormonlu olduğuna vurgu yaparken, bu büyümenin nedenleri olarak; milli geliri hesaplama yönteminin değiştirilmesini, baz etkisini, 219 milyar lirayı bulan KGF kredilerini, artan sıcak para girişlerini, bütçe açığını iki katına çıkartan sermaye teşviklerini gösteriyorlar.
İşin nicel boyutuyla ilgili olarak bunlar çok değerli ve yerinde tespitler. Bunlara ekleyeceğimiz yeni bir şey yok. Ancak asıl sorunun da sorulmadığı kanısındayız. Soru şöyle olmalıydı:
“Velev ki bu büyüme oranı bütünüyle doğru. Türkiye ekonomisi bu denli yüksek bir hızda büyüdüyse bu durum, toplumun bütünü için, emekçiler için, yoksullar için, farklı kimlikler için, işsizler için, kadınlar ve çocuklar için, gençler için , engelliler için ve son olarak ekoloji için ne anlama geliyor?”
  
GSYH artışı ölçütü iyi bir ölçüt değil !

Ekonomistler, iktisadi büyümeyi “bir ülkedeki belli bir dönemde (genellikle 1 yıl) üretilen mal ve hizmetlerin parasal ifadesi olan gayri safi yurt içi hasılada (GSYH) görülen artış” olarak tanımlıyor. Büyüme GSYH’deki (milli gelir) yüzdesel artışla ölçülüyor. Bu o ülkenin nüfusu ile ilişkilendiriliyor, böylece büyümenin kişi başına düşen gelirin artması, refah düzeyinin yükselmesi, mutlak yoksulluğun azalması anlamına geldiği ileri sürülüyor.
Temel bir itirazla başlayalım. İktisadi büyümenin ölçütü olarak gösterilen, burjuva iktisadının önümüze attığı kavram olan GSYH artışı, toplumun bir bütün olarak refahının artıp artmadığını anlatmaya yeterli bir gösterge değil.
Kaldı ki, TÜİK verilerine göre, 2015 yılında çalışma çağındaki nüfusun kişi başına geliri 14 bin 898 dolar iken, bu gelir bu yılın üçüncü çeyreğinde 14 bin 068 dolara gerilemiş (1) . Yani kişi başına düşen gelir son 2 yılda düşmüş.

Büyüme hesabında "barış" yok, "savaş" için üretim var !

Diğer taraftan böyle bir tanım nitelik olarak da sorunlu. Zira her ne kadar GSYH verilerinin üretilen ürünü ölçtüğü ileri sürülse de, gerçekte bu veriler sadece piyasalarda gerçekleşen işlemlerin sonuçlarını ölçüyor.
Yani GSYH büyümesi insana, emeğe ait maliyetleri ve faydaları, emek ve emekçilerin çalışma koşullarını göz ardı ederken, ticari işlem değerleri üzerinde yoğunlaşıyor. Sadece belirli piyasa işlemlerinin değerini ölçüyor. Üretimi ya da örneğin özgün bir biçimde faydalı ya da zararlı mal üretimini göstermiyor.
Öyle ki, örneğin bugün ülkede “barışın tesisi çabaları” silah üretmekten çok daha değerli olmasına rağmen, bunlar ticari işlemler arasında, dolayısıyla da GSYH büyüme hesabının içinde yer almıyor. Aynı şey demokrasi açısından da söylenebilir. Diğer taraftan Türkiye’de 2016 yılında yapılan hesaplama değişikliği ile artık silah üretimi, dolayısıyla savaşa dönük üretim büyüme hesabında yer alıyor.

Büyüme büyük bir halı gibi !

Günümüzde kapitalist büyüme aslında bir yanılsama. Yani toplumdaki sömürü ilişkilerini ve ekonomideki büyümenin ve zenginliklerin ne pahasına ve kimler tarafından yaratıldığını gizlemeye hizmet ediyor.
Siyasal iktidarlar açısından toplumun önüne bir başarı göstergesi olarak konulurken, aynı zamanda işçi sınıfının yarattığı ama sahip çıkamadığı ‘artı değer’ milli gelir hesaplanırken ‘katma değer’ olarak gösterildiğinden, acımasız bir kapitalist sömürü olgusu gizleniyor. Yani büyüme her türlü toplumsal sorunun, sıkıntının altına süpürüldüğü büyük bir halı işlevi görüyor.

Büyüme, kalkınma sorununu gizlemeye yarıyor!

Büyüme sorunu daha ziyade Merkez kapitalist ülkelerin bir sorunu. Özellikle 2008 krizine kadarki 30- 40 yıllık süreç gözlemlendiğinde, bu ülkelerdeki büyüme hızlarının ortalama yüzde 2’lerde seyrettiği, yani bu ülkelerin az gelişmiş ülkelerden daha yavaş büyüdükleri görülür.
Bunun nedenlerinin başında bu ülkelerdeki aşırı sermaye birikimi ve kâr oranlarının düşme eğilimine girmesiyle yeni yatırımların azalması, çok yüksek borç stokları, spekülatif finansal faaliyetlerin ön plana çıkması gibi artık yaşlanan kapitalizmin iyice açığa çıkan temel çatışmaları geliyor.
Diğer taraftan azgelişmişler için büyümeden daha önemli bir sorun kalkınma ve sanayileşme. Çünkü bu ülkeler genelde gelişmişlerden daha hızlı büyüseler de (örneğin Türkiye) kapitalist bir üretim tarzı içinde ekonomik ve sosyal olarak kalkınamıyor ya da (bırakın doğa ile uyumlu olmasını) kapitalist anlamda da sanayileşemiyor.
Bu nedenle de salt büyüme odaklı bir strateji, ekonomiyi büyütürken, ülkenin kalkınma ya da sanayileşmesine her hangi bir katkı vermiyor, hatta bu çabaları önlerken, bu sorunların üzerinin örtülmesine de yardımcı oluyor.
Nitekim son yıllara kadar yılda ortalama yüzde 5’lerde büyümüş olmasına rağmen Türkiye’nin kalkınmakta ve sanayileşmekte olduğunu ileri sürebilmek mümkün değil.
Ülkenin her tarafı TOKİ inşaatları, AVM’ ler, gökdelenler, plazalar ve büyük camilerle ya da duble yollarla, büyük köprülerle, tünellerle ve yüzlerce enerji santrali (HES ve RES’ler) ile kuşatılırken, dişe dokunur, gözle görünür yeni bir fabrikanın yapıldığına tanık olunmadı.
Bu haliyle Türkiye, daha ziyade emperyalizme bağımlı bir yarı sömürge, yarı-sanayileşmiş ülke ve ekonomi konumunu sürdürüyor. Demokratik hak ve özgürlükler, insan hakları, eğitim, ifade ve örgütlenme özgürlüğü gibi sosyal kalkınma göstergeleri açısından ise son yıllarda iyice geriye gittiğimiz bir gerçek.
Kısaca siyasal iktidarların hızlı büyüme oranlarının arkasına sığınarak ileri sürdüğü ekonomik ve sosyal “gelişme” ya da “refah artışı” iddiaları gerçekçi değil.
  
Büyüme güvenceli ve iyi ücretli, nitelikli istihdam yaratmıyor!

Günümüzde iktisadi büyüme yeterli düzeyde ve güvenceli istihdam yaratmıyor. Kapitalizm, sadece kriz dönemlerinde değil, krizde olmadığı dönemlerde de yeterince iş ya da istihdam yaratan bir sistem olmadığını ortaya koydu artık.
Bu yıl görüldüğü gibi ülkede yarattığı istihdam; 1 milyon 300 bin çırak, stajyer ve kursiyer biçiminde (2) , yani geçici, düşük ücretli, yarı zamanlı ve güvencesiz istihdam.
Bu anlamda kapitalizm bir yandan vahşi bir emek sömürüsü sürdürürken, diğer yandan milyonlarca insanı işsiz bırakıyor, ciddi bir emek gücü potansiyelini atıl bırakarak israf ediyor ve iş kazaları adı altında binlerce işçinin ölümüne neden oluyor.
Tek başına geçen yıl 2 bin civarında işçi iş kazalarında hayatını kaybetti (3). Bu durum kapitalizmin emek üzerinde yarattığı tahribatın en yakıcı, en çarpıcı örneği.

Büyüme eşitsizlikleri azaltmıyor, daha da artırıyor!

İktisadi büyüme kavramı pratikte toplumdaki sınıfsal eşitsizlikleri açıklayamadığı gibi bu tür eşitsizlikleri gizlemek, perdelemek için kullanılıyor. Örneğin birkaç banka, holding ya da büyük inşaat şirketi kâr ettiğinde ortalama, kişi başına düşen gelir de büyüyor, iktisadi büyüme de hızlanıyor.
Bu anlamda İktisadi büyüme gerçekte, sermayenin, servetin büyümesidir. Öyle ki iktisadi büyümenin hızlandığı yıllarda servet ve sermaye sahiplerinin varlık stoklarının da çok hızlı büyürken, ücretlilerin ya da küçük üretici, esnaf ve köylünün gelirlerinin yerinde saydığı ya da çok az arttığı görülüyor (bu sonuca neden olan faktörlerden bazıları da kuşkusuz emek karşıtı ücret, gelir ve vergi ve bütçe politikaları).
Örneğin bu yılın ilk 9 ayında borsada işlem gören 73 büyük şirket kârlarını ortalama yüzde 55 ve 9 banka hariç tutulduğunda ise yüzde 93 artırdı (4). Bu yılın ilk 3 ayında bankaların kâr artışı ise yüzde 65 oldu.
Bir başka anlatımla, iktisadi büyüme sonucunda gelir ve servet dağılımındaki adaletsizlik düzelmiyor, daha da artıyor, servet hem ülke içinde, hem de uluslararası boyutta olmak üzere az sayıda zenginin elinde toplanırken toplumun kalan kısım giderek yoksullaşıyor, mülksüzleşiyor,
Küresel olarak milyarlarca insan yoksulluk içindeyken, az sayıda insan dünyadaki zenginliklerin çok büyük bir kısmına el koyabiliyor. Kapitalist ekonomiler büyürken ve servet zenginliği hızla artarken, bu refah ve zenginliklerin dağılımı hem servet, hem de gelir dağılımı bağlamında son derece adaletsiz gerçekleşiyor. Emekçi sınıflar ile sermaye sınıfı arasındaki uçurum ise giderek daha da büyüyor.
Keza bu eşitsizlik bir kerelik olarak kalmıyor, piyasalar ve kapitalist devlet bu eşitsizlikleri hem yeniden üretiyor, hem daha da derinleştiriyor. İktisadi krizler bu eşitsizlik ve adaletsizliği daha da artırıyor.
Diğer taraftan tarih, bize, sosyal devletin sona ermesinde görüldüğü gibi, kapitalizmi reforme etme çabasının sadece kısa bir süre için işe yarayabildiğini gösteriyor. Çünkü bu çaba sistemin egemenlerince yok ediliyor.
Nitekim Credit Swiss’in son raporunda belirtildiği üzere dünyanın en zengin yüzde 1’lik bir azınlığı dünya servetinin yüzde 50,1’ini elinde tutarken, kalan yüzde 99’luk nüfus yoksulluk içinde kıvranıyor (5) . Türkiye’de ise en zengin yüzde 10’luk nüfus toplam servetin yüzde 78’ine el koyabiliyor. Keza (TÜİK verilerine göre) en yoksul yüzde 60’lık hane halkının evine ayda ortalama sadece 843 lira girebiliyor. Ve 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 1567 lira iken, asgari ücret net sadece 1404 lira olabiliyor.
Bu veriler ülkede yaklaşık 25-30 milyon yoksulun neden yoksulluk yardımlarıyla, borçlanarak, kayıt dışı işlerden sağlayabildiği gelirlerle geçimini sürdürmeye çalıştığını ve yoksulluğun giderek arttığı ülkede yüksek ekonomik büyümenin aslında bir servet büyümesinden başka bir şey olmadığını ortaya koyuyor.

Büyüme doğayı tahrip ediyor!

Son olarak, kapitalist büyüme, daha fazla üretim ve tüketim doğayı tahrip ediyor. Zira kapitalist üretimin doğrudan amacı insan ihtiyaçlarının ya da toplumsal ihtiyaçların karşılanması değil, kâr, daha fazla kâr ve en fazla kâr elde etmek.
Daha fazla kâr için daha fazla üretim ve tüketim yapılıyor. Bunun sonucunda ekonomi büyüyor ancak böyle bir büyüme sırasında hem emek, hem de çevre daha fazla sömürülüyor, daha fazla tahrip ediliyor.
Türkiye’de inşa edilen nükleer santrallere ilave olarak, hali hazırda, Trabzon’da 135, Rize’de 84, Artvin’de 21 ve Bingöl’de 26 adet HES yapılması planlanmış durumda ve bunların bazılarının inşaatı yöre halkının muhalefetine ve aleyhteki mahkeme kararlarına rağmen sürdürülüyor. Kalkınma Bakanlığı’nın verilerine göre ülkede proje değeri toplam olarak 135 milyar doları bulan 217 büyük çaplı alt yapı projesi sürdürülüyor.
Son döneme damgasını vuran ve bir kentsel talana dönüşen emlak-konut ve AVM inşaatları ise bir yandan rant üzerinden servet birikimini hızlandırırken, diğer yandan da kent ve çevre felaketlerine neden oluyor.
Kâr amacı diğer amaçların üstüne çıktığında çevre üzerindeki olumsuz etkiler de kaçınılmaz hale geliyor. Su, hava, toprak kirliliği kâr amaçlı bir üretim sisteminin yan ürünleri.
Diğer yandan kapitalist üretim ve değişim tarzı altında, sermayeyi, çevre üzerindeki olumsuz etkilerini minimize edecek yöntemleri bulup kullanmaya teşvik eden kalıtsal mekanizmalar mevcut değil.
Örneğin sanayide kullanılmak üzere üretilen yeni kimyasallar, insan ya da doğa üzerinde ne tür etkileri olacağı konusunda hiçbir araştırma yapılmaksızın takdim ediliyor. Aşırı kalabalık ve sağlıksız koşullarda beslenen hayvanların yemine katılan antibiyotikler de rutin olarak kullanılıyor ve bütün bunlar antibiyotiğe karşı dirençle ortaya çıkan hastalıkların gelişip yaygınlaşmasına neden oluyor. Otomotiv sektörünün neden olduğu devasa çevresel felaketler ise ortada.
Yani iktisadi büyüme fetişizmi başta iklim değişiklikleri ve bunun neden olduğu, Türkiye’de son yıllarda görülmekte olan sel felaketleri gibi, ciddi ekolojik, ekonomik ve sosyal sorunlara neden oluyor.
Buna karşılık egemenlerin bugüne kadar üretebildikleri çözümler büyük çaplı sosyal maliyetlere neden olan bu faaliyetleri sadece meşrulaştırıyor, insanları bu felaketin sorumlusu olarak gösteriyor, gerçek sorumlular olan kapitalizmin çevre ile uyuşmayan yapısını ve kar sürümlü sonsuz, sınırsız sermaye birikimini olgusunu gizlemeye hizmet ediyor.
Kısaca büyüme tartışılırken, miktarı, yüksekliği, gerçekliği, sürdürülebilirliği kadar, ne için, kimler için, ne pahasına ve nasıl yapıldığı da tartışılmalı.
....................
(1) İbrahim Kahveci, “Büyüme formülü: Baz 6,1+Para 5,0= %11,1”,
http://www.karar.com, 12 Aralık 2017.
(2) DİSK-AR İşsizlik ve İstihdam Raporu-Ekim 2017.
(3) 
http://tr.euronews.com/…/isci-olumleri-turkiyede-rekora-gid….
(4) Abdurrahman Yıldırım, “Şirketlerin kâr artışı enflasyonu 5’e katladı”, ayildirim@htgazete.com.tr, 10 Kasım 2017.
(5) Credit Swiss, Global Wealth Report 2017: Where Are We Ten Years After The Crisis?, 14 Kasım 2017.


3 Aralık 2017 Pazar

KAPİTALİZM: ENGELLİLERİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL!

KAPİTALİZM: ENGELLİLERİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL!
Mustafa Durmuş
3 Aralık 2017
Bugün "Dünya Engelliler Günü". 25 yıldan bu yana engellilerin sorunlarına dikkat çekmek için kutlansa da, bugün gelinen nokta itibariyle engellilerin sorunlarının azalmadığını, daha da arttığını görüyoruz. Bu nedenle de her hangi bir kutlamayı hak etmiyoruz. Çünkü;
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) açıklamasına göre (1) dünyada her 7 kişiden biri engelli ve bunların çok büyük bir kısmı çalışma çağında olmasına rağmen çalışamıyor, zira istihdam edilmiyor. Üstelik bu konuda Birleşmiş Milletler (BM) tarafından güvence altına alınmış olan bir uluslararası anlaşma ve protokol (2) olmasına rağmen bu durum böyle.
TÜİK’e göre 2011 yılı itibariyle Türkiye’de 5 milyona yakın engelli var. Bu da nüfusun yüzde 6,6’sını oluşturuyor (3).
Türkiye’de engelliler temel insanlık ve vatandaşlık haklarından ya hiç yararlanamıyorlar ya da ağır kişisel maliyetler karşılığında çok az yararlanabiliyorlar.
Öyle ki engelliler arasında okuryazar oranı yüzde 10’lara kadar gerilemiş durumda. Rehabilitasyon hizmetlerinden ne kadar yararlanabildikleri belli değilken, yüzde 90’ına yakın kısmı meslek kursu, aile rehberliği ve danışmanlık, sosyal ve kültürel hizmetlerden faydalanamıyor.
Sokağa çıkmakta, sosyalleşmekte büyük zorluklar çektikleri gibi, genelde siyasal iktidarlar onları, normal vatandaşlarla eşit hakları olan vatandaşlar gibi değil, daha ziyade yardıma muhtaç, zavallı insanlar olarak görüyorlar. Bu nedenle de gerek hükümetlerin gerekse de yerel yönetimlerin engellilere dönük hizmetleri onların vatandaşlık haklarının hayata geçirilmesini sağlamak değil, yardımseverlik üzerinden ve kısıtlı kaynaklar aktarılarak yürüyor.
Çalışma hakkından yoksunluk
Çalışabilir çağda olan engellilerin istihdamlarının yetersizliği ise başlı başına bir sorun. DİSK’e bağlı Genel İş Sendikası’nın engelli işçilerle ilgili bir raporunda engellilerin istihdam konusundaki durumları şöyle özetleniyor (4):
“ ►Engelli istihdamı son derece yetersiz!
► Engelli işçi istihdamında kotaya uyulmuyor: 10,000’e yakın kota boş.
►Çalıştırılması gereken engelli memur kontenjanının yüzde 22’si boş!
► İşyerlerinin yalnızca yüzde 2’sinde engelli istihdamı zorunlu!
► İşsizlik en önemli sorun! 2016 yılında İŞKUR’a başvuran engellilerin sadece yüzde 19’u iş bulabildi”.
Bu veriler engelli vatandaşların çalışma hakkını kullanamadıklarını ve devletin bu konudaki düzenlemelerinin son derece yetersiz olduğunu gösteriyor.
Asıl engel kapitalizm!
Aslında küresel çapta geçerli bu veriler sürpriz değil. Zira kapitalizmin geldiği bu aşamada tıpkı yaşlılar ve çocuklar gibi engelliler de sistemin kurbanları olarak değil, sistemin sırtındaki kambur olarak görülüyorlar.
Bu nedenden dolayı da hükümetler, hep yaşlılara dönük harcamaların, kamucu sosyal güvenlik ve sağlık harcamalarının ne denli yüksek olduğundan ve bütçe açıklarının asıl nedenini oluşturduğundan söz ettikleri gibi, engellileri de “bir şekilde halledilmesi gereken” zavallılar olarak görüyorlar.
Bu bakış açısı kamu kaynaklarından yeterli miktarda kaynağın engellilere aktarılmasını önlediği gibi, yeterince istihdam da yaratılmıyor ya da var olan kullandırılmıyor. Yani bu durum kapitalizmin emeği ne denli değersiz görmekte olduğunun bir sonucu.
Oysa doğumda ya da sonrasında engelli kalanların neden engelli olduklarına bakıldığında bunların büyük ölçüde; eksik ya da yanlış beslenme, çok yetersiz sağlık hizmetleri, kötü çalışma koşullarının neden olduğu hastalıklar ve iş kazaları, sokaklardaki tehlikeler, trafik kazaları, hava ve su kirliliği, savaşlar, terör saldırıları, işkenceler gibi doğrudan bu sistemin ürünleri olduğunu görebiliriz.
Gelecek engelliler için daha kötü!
Üstelik geleceğe ilişkin olarak öngörülen istihdam biçimleri ve gelecekte öngörülen çalışma koşulları, geleceğin işçi sınıfı için bir bütün olarak daha da kötü olacağını, ama engelliler için çok daha kötü olacağını ortaya koyuyor.
Bu konuda yeni yayımlanmış bir raporun bulguları son derece korkutucu (5). Bu rapora göre, robotların kullanımı, yapay zekanın devreye sokulması biçiminde artan otomasyon nedeniyle küresel çapta, ama bu tür değişikliklerin en fazla gerçekleşeceği Merkez ekonomiler olmak üzere tüm dünyada, 2016- 2030 döneminde, bir yandan emek gücü verimliliği artıp, ekonomik büyüme hızlanırken, diğer yandan kaybolacak meslekler nedeniyle milyonlara işçi işlerini yitirirken, milyonlarcası da yer değiştirmek ve yeni teknolojilerin beraberinde getirdiği yeni işlere, mesleklere uyarlanmak, becerilerini yükseltmek durumunda kalacak.
Öyle ki 2016-2030 arasında otomasyon oranlarının dünya genelinde yüzde 15, Hindistan’da yüzde 9, Çin’de yüzde 16, ABD’de yüzde 23 ve Almanya’da yüzde 24 oranlarında gerçekleşmesi bekleniyor.
400 milyon yeni işsiz !
Bu süreçte işlerini değiştirmek zorunda kalacak işçi sayısı (ülkelere göre farklılık göstermek üzere) küresel çapta 75 milyon ( yüzde 3) ile 375 milyon (yüzde14) arasında, işlerini kaybedecek olanlar ise 400 milyon civarında olacak. Yani şu anda 3,5 milyar civarında bir küresel işçi sınıfı olduğuna göre, bunun 2030’a kadarki süreçte en az yüzde 10’u işlerini kaybedecek. Bu durumda engellilerin iş bulma imkânları daha da daralacaktır.
Bu öngörüler, Marks’ın Kapital’de, kapitalist krizleri ve beraberinde ortaya çıkan kitlesel işsizlikleri anlatırken kullandığı “sermayenin organik bileşimi” teriminin (otomasyon) geçerliliğini ortaya koyuyor.
Ayrıca yüksek teknolojili ve yüksek becerili, dolayısıyla da yüksek eğitim düzeyi gerektiren işler ve mesleklere olan talep (üst düzey yöneticilik, teknoloji profesyonelleri, avukatlık, muhasebecilik gibi meslekler, sanatçılar gibi) artarken; ofis işleri, masa başı işleri (telefon operatörlüğü, veri işlemcileri gibi şu anda engellilerin daha ziyade istihdam edildiği işlere olan talep azalacak.
Azgelişmiş ülkelerde talebi en çok artacak olan işler ise, hizmet sektörü, inşaat sektörü ve yaşlı bakım hizmetleri gibi engellilerin istihdam edilmesinin çok daha zor olacağı işler olacak.
Talebi artacak işler kaçınılmaz olarak daha becerili, daha eğitimli emek gerektirdiğinden, eğitime erişimi son derece kısıtlı engelliler bu işlerden bütünüyle dışlanmış olacaklar.
İşçi sınıfı sosyal korumadan yoksun !
Bir diğer ILO raporuna göre (6) şu anda dünyada 4 milyar insan sosyal korumadan yoksun olarak yaşıyor, insanların sadece yüzde 45’i devletin sunduğu sosyal koruma ağından yararlanabiliyor. İnsanların sadece yüzde 29’u kapsamlı bir sosyal güvenliğe sahip.
Bu durumun insanların sağlığını tehdit ettiği, yoksullaştırdığı, hayatı boyunca sosyal bir dışlanmaya neden olduğu, dolayısıyla da yeni engelliler üretmekte olduğu açık.
Buna karşılık (rapora göre) bu engelli insanların, üstelik ciddi düzeyde engelli olanların sadece yüzde 28’i engelli yardımı alabiliyor.
Kısaca engelliler devlet korumasında değiller. Bunun nedeni yüz yılı aşkın bir süredir söylenen bir yalan, yani kaynak yetersizliği olabilir mi? Veriler bu yalanı teşhir ediyor.
Küresel çapta birikmiş servetin tutarı 280 trilyon dolar. Yani dünyada bir yılda üretilen mal ve hizmetlerin parasal değerlerinin 3,7 katı. Üstelik bu servet azalmıyor, sürekli artıyor. Örneğin son kriz olan 2008 krizinden bu yana yüzde 27 oranında artmış (7).
Yani kaynak fazlasıyla mevcut, ama bölüşüm adaletsiz olduğu için yoksulluk var, engellilerin ıstırabı devam ediyor. Nitekim en zengin yüzde 1’in dünya servetinin yüzde 50,1’inden fazlasını elinde tutuyor olması bunun açık bir göstergesi (8).
Yoksullara, dar gelirlilere, kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve engellilere gelmeyen bu kaynaklar ya ülke içinde milyon dolarlık konutların, villaların, milyon liralık otomobillerin, banka hesaplarının sahiplerine gidiyor ya da vergi cennetlerinde hurilerle buluşuyor….
………..
(1) ILO, “The future world of work must be fully inclusive of people with disabilities”, 1 December 2017.
(2) United Nations, Convention on the Rights of Persons with Disabilities and Optional Protocol.
(3) TÜİK, Nüfus ve Konut Araştırması, 2011.
(4) DİSK Genel İş, Engelli İstihdam Raporu, Aralık 2017.
(5) McKinsey Global Institute, Jobs lost,jobs gained: Workeforce transitions in a time of automation, December 2017.
(6) World Social Protection Report 2017-2019, http://www.ilo.org, 29 November 2017.
(7) Credit Swiss, Global Wealth Report 2017: Where Are We Ten Years after the Crisis?, 14 November 2017.
(8) Agr.