25 Kasım 2018 Pazar

KÜRESEL EKONOMİ Kriz, Eşitsizlikler ve Otoriterleşme

KÜRESEL EKONOMİ
Kriz, Eşitsizlikler ve Otoriterleşme
ÖZET
Türkiye derinleşen ekonomik ve politik krizinin paralelinde ‘yeni rejim’ yolculuğunu sürdürürken, bu yolculukta yalnız olmadığı anlaşılıyor. 2008 Büyük Resesyonunun ardından, özellikle de 2010 yılından bu yana, önce Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın bazı İslamcı rejimleri Arap Baharı yenilgisinin ardından hızla eskisinden daha fazla otoriterliğe yöneldiler. Aynı dönemde Avrupa’da uygulanmaya başlanan kemer sıkma politikaları, AB bünyesinde uygulanmaya başlanan “Mali Anlaşma” gibi anlaşmalar, 2018 yılında İtalya’da ikinci kez gündeme gelen teknokrat hükümetler, Troyka’nın ulusal bütçelere müdahale etmesi gibi olaylar aslında klasik burjuva demokrasilerinden mali oligarşilere doğru bir yönelimin yaşanmakta olduğunu gösterdi. Hatta mülteci sorununun tetiklemesiyle Macaristan gibi bazı ülkelerde ve popülist politikaların iflası ve artan yolsuzluk iddialarının ardından Latin Amerika’nın en büyük, dünyanın yedinci büyük ekonomisine sahip ülkesi olan Brezilya’da ırkçı, homofobik, aşırı sağcı Bolsonaro başkanlığa seçildi. ABD’de Trump’ın seçilmesinin ardından yaşanan artan korumacılık, ticaret savaşları, artan küresel çaptaki eşitsizlikler, Brexit tartışmaları ve biriken devasa borç stoklarıyla birlikte dünya ekonomisinde 2017 yılında yaşanan toparlanma eğilimi tersine dönmeye başlarken yeni bir finansal kriz gündemde olabileceği konusundaki uluslararası örgütlerin uyarıları arttı....

Yazının tamamına aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz.
Küresel Ekonomi Kriz, Eşitsizlikler ve Otoriterleşme

18 Kasım 2018 Pazar

GÖRÜNEN KÖY


GÖRÜNEN KÖY
Mustafa Durmuş
18 Kasım 2018
Bir süredir şu tespitlerimi sizlerle paylaşıyorum:
(i) Yaşamakta olduğumuz ekonomik kriz Türkiye’nin son 40 yılda karşılaştığı en derin krizdir.
(ii) Krizin ekonomik olduğu kadar politik nedenleri de var.
(iii) Tarihte kapitalizmin krizleri genelde önce borsa, döviz, kredi-bankacılık gibi finans alanında patlak vermiş ama kısa bir süre sonra asıl kriz alanları olan üretim, gelir, istihdamda kendini açığa çıkartmıştır.
(iv) Bu kriz, liranın değerindeki düşüş, enflasyondaki hızlı yükseliş, yüksek cari açık ve yüksek faiz oranları ile kendini göstermesinin dışında; üretim, istihdam, gelir ve hayat pahalılığı gibi günlük yaşantımız üzerindeki etkilerini asıl olarak önümüzdeki aylardan itibaren göstermeye başlayacak.
(v) Türkiye ekonomisi en az bir yıl ciddi bir daralma (resesyon) yaşayacak. Bu durum işsizliği, yoksullaşmayı artırırken, bunun sınıfsal çelişkileri açığa çıkartmasına bağlı olarak siyasette otoriterleşmeyi daha da artırması gibi sonuçları da olacak.
(vi) Krizle ilgili olarak alındığı ileri sürülen önlemler belki krizin ötelenmesine yardımcı olacak ama daha da derinleşmesini önleyemeyecek.

BEKLENEN OLUYOR
Öngörülerimiz adım adım gerçekleşiyor. Yüzde 25’lik enflasyon, piyasada yüzde 30’ları aşan kredi faiz oranları, diğer ülkelerle kıyaslandığında birkaç katına yükselen tahvil faizleri, bütçe ve Hazine nakit açığındaki, devlet borçlanmasındaki artış, bir türlü 5’in altına indirilemeyen dolar kuru gibi mali göstergelerin yanı sıra reel ekonomi alanındaki göstergeler de birbiri ardına gelmeye başladı. Adeta sonu gelmeyen bir gerilim filmi izler gibi olduk.

KREDİLER YAPILANDIRILIYOR, YENİ KREDİ YOK
Kredi arz ve talebi iyice azaldı. Bir yandan zor durumdaki işletmeler, esnaf, üretimi ve satışları azaldığı için iş genişletmeye dönük yeni kredi talebinde bulunmuyor, diğer taraftan sadece özel bankalar değil, kamu bankaları da artık yeni kredi vermeye yanaşmıyor.
Çünkü yerel seçimlere gidilirken (kendilerine verilen talimat gereği) bugünlerde onlarca milyar liralık borç (eski kredi) yeniden yapılandırmasıyla meşguller(1). Ülkeye gelen yabancı kredinin neredeyse kuruduğu bir dönemde yapılan böyle bir yeniden yapılandırma yeni kredi verilmesini de zorlaştırıyor.

SIRADA DEVLETİN MALİ KRİZİ Mİ VAR?
Devlet bütçesi tarafında kriz öncesi gelişmeler var. Resmi verilere göre (2) devlet bütçesi Ekim ayında 5,4 milyar lira açık verdi. Böylece bu yılın ilk on ayında toplam açık 62,1 milyar lirayı buldu.
Bu açık sadece son iki yılda yüzde 41’e varan güvenlik harcamalarındaki artıştan ve sermayeye bol kepçe verilen teşviklerden, buna karşılık toplanamayan veya alınmayan vergilerden değil, aynı zamanda sağlık harcamalarındaki patlamadan da kaynaklanıyor.
Sağlık hizmetine erişimin giderek zorlaştığı (kur artışı yüzünden hayati önem taşıyan ilaçların dahi ithal edilememesi ve bazı ameliyatların yapılamaması gibi nedenlerle) bir dönemde sağlık için yapılan kamu harcamalarında ciddi bir artış var.

SAĞLIK HARCAMALARI ARTARKEN HİZMETE ERİŞİM ZORLAŞTI
TÜİK’ e göre (3), özel ve kamusal olmak üzere toplam sağlık harcamaları geçen yıl yüzde 17’yi aşan bir artışla yaklaşık 141 milyar liraya yükseldi. Bu harcamaların yüzde 78’i kamu harcaması olarak devlet bütçesinden yapılıyor. Bu harcamalar bu yıl da devam edecek.
Bu harcamalara bir de artık yavaş yavaş gerçekleşmekte olan, bu nedenle de bütçeye konulan doğrudan ve koşullu yükümlülüklere dayalı onlarca milyar dolarlık projelerden gelecekleri de eklediğimizde hem sağlık bakanlığı, hem de merkezi yönetim bütçesinin daha da kabaracağı anlaşılıyor.

ŞEHİR HASTANELERİNİN FATURALARI ÖDENECEK
Kamu-Özel İşbirliği (KÖİ) yöntemiyle özel sektöre yaptırılan ve özel sektörce işletilen şehir hastanelerine mal, hizmet, kira bedeli ve sermaye gideri gibi adlarla aktarılmak üzere 2018 yılı bütçesinde 2,5 milyar liralık bir ödenek konuldu.
Bu ödeneklerin 2019’dan itibaren katlanarak gitmesi ve 2019’da 6,2 milyar liraya, 2020’de 14 milyar liraya ve 2021’de ise 17 milyar liraya çıkması bekleniyor. Diğer (KÖİ) projeleri ve Hazine garantileri için (KGF dâhil) bütçeye konulacak ödeneklerle birlikte bu tutarlar (doların kurunun ortalama 5,5 - 6 lira olacağı varsayımıyla) 2018’de 9 milyar liranın üzerine, 2019’da 13,7 milyar liraya, 2020’de 24,8 milyar liraya ve 2021’de 28,2 milyar liraya çıkacak (4).

HAZİNE İHTİYACINDAN FAZLA BORÇLANIYOR
Hazine nakit ihtiyacından fazla borçlanmaya başladı. Öyle ki 2017 yılının tamamında Hazine nakit açığı 60,4 milyar lira olmasına rağmen 78,4 liralık bir borçlanmaya gitti. Yani ihtiyacının yüzde 30 fazlası oranında borçlandı.2018 yılında da bu eğilim devam etti.
Örnek olarak Ekim ayında Hazine, 1,5 milyar liralık açığı bulunmasına karşılık 5,8 milyarlık, yani yaklaşık 3 kat fazla borçlandı. Oysa önceki yıllarda bu borçlanma oranı, örneğin 2015 de yüzde 100 (ihtiyacı kadar) ve hatta 2016 yılında ihtiyaçtan daha az, yani yüzde 77 idi (5).
Finanse edilmesi gerekenin en az 1,3 katı oranında ve yüksek faiz oranlarından yapılan bu borçlanma, faiz oranlarının daha da yükselmesine ve böylece rantiyeye yapılan faiz ödemelerinin artmasına ve yeni kamu geliri yaratılması ihtiyacına neden oluyor.

O’CONNOR HAKLI MI ÇIKACAK?
Devlet bütçesindeki bu kabarmaya ek olarak sırasıyla; yaklaşan yerel seçimler nedeniyle (özellikle de sermayenin sürekli artan taleplerini karşılamak için) kesenin ağzının açılması; aynı nedenle Aralık ayında yüzde 20 civarında artırılması beklenen asgari ücret artışının getireceği yük; buna karşılık konkordato ve iflaslar nedeniyle toplanamayan vergiler, azalan tüketim ve satışlar nedeniyle KDV ve ÖTV’deki azalmalar da dikkate alındığında, acaba yarım yüzyıl önce, gelir-gider dengesizliğinin yönetilemez hale geldiğinde kapitalist devletlerin mali krizlerinin kaçınılmaz olduğunu ileri süren Marksist iktisatçı J. O’Connor’u haklı mı çıkacak?
266 BİN YENİ İŞSİZ
Resmi işsiz sayısı 2018 yılı Ağustos ayında geçen yılın aynı ayına göre 266 bin kişi artarak 3 milyon 670 bin kişi, işsizlik oranı 0,5 puanlık artış ile yüzde 11,1 ve tarım dışı işsizlik oranı 0,4 puanlık artış ile yüzde 3,2 oldu (6).
Ancak işsizlik verisinin Ağustos ayına ait olduğunu vurgulamak gerekiyor. Çünkü iki gün önce açıklanan sanayi üretim verilerine göre sanayi üretimi Eylül’de yüzde 2,7 küçüldü. Bu da bundan sonra gelecek olan işsizlik verisinin daha yüksek olacağını gösteriyor. Ayrıca giderek artan konkordato ve iflaslarla birlikte bu sayının daha da artması kesin gibi.

SANAYİ: DAHA AZ YATIRIM, DAHA AZ İSTİHDAM
Sanayi üretiminde aylık binde 3, yıllık yüzde 1,5 oranında artış olması bekleniyordu, ama tersi oldu. Bu yılın Eylül ayında sanayi üretimi ortalama yüzde -2,7 daraldı. Bu daralma yıllık bazda imalat sanayinde yüzde -3,2 ve elektrik, gaz üretiminde yüzde -1,3 olurken, sermaye malı üretimi yüzde - 4,1 ve orta-düşük / orta-yüksek teknoloji üretimi yüzde - 4 ile -7,3 arasında düştü.
Bir ay öncesine göre gelişmeler ise daha ürkütücü. Çünkü sermaye malı üretimindeki bir önceki aya göre azalma yüzde -6,8’i ve yüksek teknoloji üretimindeki azalma yüzde -19’yi buldu (7).
Sanayi, özellikle de imalat sanayi üretimindeki bu gerileme, kurdaki, enflasyondaki artıştan çok daha önemli. Çünkü bir süre sonra, binlerce işletmenin batabileceğini ve yüzbinlerce işçinin daha işsizler ordusuna katılacağını gösteriyor.

2019 YILINDA EKONOMİ BÜYÜMEYECEK, KÜÇÜLECEK
Bu veriler yeni değer yaratan üretken sektörlerde yeni yatırım yapılmadığı gibi, emek gücü verimliliğini artıran bir faktör olarak yüksek teknolojilerdeki yatırımlarda da beşte bire yakın bir azalma olduğunu ortaya koyuyor.
Diğer taraftan yatırımlar azalıp, verimlilik artışı yavaşladığında, üretim geriliyor, bu kârların ve gelirlerin, tüketimin azalmasına, işsizliğin ve yoksulluğun artmasına neden oluyor. Bunların sonucunda son bir yıldır asıl olarak tüketim harcamalarıyla büyüyen ekonominin durması kaçınılmazdır.
Nitekim bu yılın ortasından itibaren ekonomik büyüme iyice yavaşladı ve son üç aydır ekonomi fiilen küçülmeye başladı. Bu küçülmenin 2020 yılına kadar yani en az 1 yıl sürmesi bekleniyor. Yani yeni yılda daha fazla iflas, daha fazla işsizlik ve daha fazla yoksullukla karşılaşacağız.
Böylece, bir süredir ekonomik büyümenin ana sürükleyicisi olan inşaat sektörü yatırımlarındaki daralmaya (ki bu durumu ülkeyi yönetenler “inşaatları artık dikey değil, yatay büyütelim” sözleriyle geçiştirmeye çalışıyorlar), imalat sektörü yatırımlarındaki düşüşü de ilave ettiğimizde 2019 yılının ekonomik büyüme, finans dışı kârlar, üretim, yatırımlar, istihdam ve gelirler açısından çok daha kötü bir yıl olacağı ortaya çıkıyor.

AVRUPA KOMİSYONU RAPORU’NDAN KÖTÜ HABER
Nitekim bu gelişmeleri gören IMF, OECD ve EBRD, MOODY’S gibi kuruluşlar Türkiye ekonomisine ait 2019 büyüme tahminlerini neredeyse sıfıra kadar düşürdüler.
Bunlara yakınlarda Avrupa Komisyonu da katıldı. Komisyon yayımladığı son raporunda (8) çok daha karamsar bir tablo çiziyor. Rapora göre Türkiye ekonomisi bu yılın üçüncü çeyreğinden itibaren resesyona girdi. Bu yıl büyüme toplamda sadece yüzde 3,8 olacak ama 2019’da ekonomi yüzde – 1,5 oranında küçülecek. Seneye en büyük daralma yüzde - 12,3 ile makine ve ekipman yatırımlarında olacak.

İŞÇİYE DAHA AZ ÜCRET ZAMMI
Rapora göre, bir yandan işsizlik oranı artarak yüzde 12,8’ye çıkarken, diğer yandan işçiler gelirden giderek daha az pay alacaklar. Çünkü işçi ücretlerine giderek daha az zam yapılacak.
Öyle ki 2018’de yüzde 17,5 olması beklenen ücret artışı, 2019’da yüzde 13,7’ye ve 2020’de yüzde 12,8’e gerileyecek. Paralel bir biçimde işgücü maliyet artışı da aşamalı olarak düşürülecek ve 2018’de yüzde 1,4 ve 2019’da binde 4 artarken ve 2020’de binde - 7 azalacak.
2020’ye kadar yüzde 15’in altına inmeyeceği kabul edilen enflasyon altında işçilere yapılan böyle düşük ücret zamlarının, bunun sonucunda işgücü maliyetlerinin azalmasının ne denli yoğun bir emek sömürüsü anlamına geldiği açık.
Avrupa Komisyonu bu öngörülerini Türkiye ekonomisinin, KGF kredilerine bağlı tüketim artışıyla geçen yıl potansiyelinin çok üstünde büyürken aldığı yüksek risklerin gerçekleşmesine bağlı olarak sıralıyor. Yani Komisyon’a göre geçen yılki yüksek büyüme büyük riskler karşılığında sağlandı. Şimdi bu riskler gerçekleşiyor.

KRİZİN İÇERDEKİ KAYNAKLARINA VURGU
Yaşadığımız krizin ana nedeni ülkede son 15 yıldır uygulanmakta olan sermaye birikim stratejisi. Bu strateji, dışarıdan sağlanan bol kaynağı içerde rantı yüksek inşaat projelerinde kullanmayı içeren, bunu da devletin her türlü desteğiyle yapmayı gerektiren bir strateji.
15 yıl boyunca uygulanan bu strateji özellikle inşaat ve bankacılık sektöründe ciddi bir servet birikimi sağladı ancak geriye de, ödenmesi imkânsız hale gelen çok büyük bir özel sektör dış borç stoku bıraktı. Strateji dışarıda artan faiz oranları ve diğer parasal sıkılaşma önlemleri yüzünden yabancı sermaye akımlarının tersine dönmesiyle (yani değirmenin suyunun kesilmesiyle) artık sürdürülemez hale geldi. Yaşanan kriz bunun ifadesi.
Kuşkusuz krizin başka nedenleri ya da tetikleyicileri de var kuşkusuz. İki gün önce yayımlanan bir makale krizin bu içerdeki ve daha çok politik nitelikteki nedenlerine vurgu yapıyor.
Makalenin yazarı olan Bruegel Üniversitesi’nden Prof. Dabrowski’ye göre, küresel faktörlerin krizdeki etkileri inkâr edilemese de krizin asıl sorumlusu (tıpkı Arjantin’de olduğu gibi) Türkiye’de uygulanan ekonomi politikaları ve izlenen siyaset biçimi.
“Türkiye oldukça yüksek bir büyüme hızı yakaladı ve ılımlı bir ihtiyatlı maliye politikası uyguladı. Buna karşılık para politikası oldukça gevşekti. Bu da yüksek enflasyona neden oldu. Dahası iç politikadaki otoriterleşme ekonomik kurumların bozulmasıyla ve 2000’lerde yapılmış olan birçok reformun tersine dönmesiyle sonuçlandı. 2016 yılındaki askeri darbe girişimi sonrasında çok sayıda devlet memurunun işine son verilmesi de ekonomi yönetiminde bozulmayla sonuçlandı. Kürtlerle yeniden savaş konseptine dönüş ve ülkenin Suriye’deki çatışmaların parçasına hale gelmesi, geleneksel Batılı müttefiklerle yaşanan gerilimler ve AB üyelik başvuru sürecinin fiilen dondurulması gibi bir çok jeopolitik riskin varlığı da birçok yerli ve yabancı yatırımcının geri çekilmesiyle sonuçlandı”(9).

"TÜRKİYE UYARILARA KULAK ASMADI"
Dabrowski ayrıca Türkiye’nin kendilerine yapılan uyarıları dinlemediğini öne sürüyor:
“İki ülke de (Arjantin ve Türkiye) zamanında önlem alsalardı bu krizleri savuşturabilirlerdi. Zira her ikisi de başta IMF ve OECD olmak üzere uluslararası kuruluşlarca defalarca uyarıldılar. Her ikisine de enflasyonu dizginlemek ve yatırım atmosferini iyileştirmek için bir dizi yapısal ve düzenleyici reform önerisi yapıldı. Türkiye aşırı ısınma riski konusunda uyarıldı ama bunlara hiç kulak asmadı” (10).

………….

(1) http://www.paraanaliz.com/…/hazine-batti-farkinda-misiniz-…/ (16 Kasım 2018).
(2) 
http://www.bumko.gov.tr/…/2018-ekim-ayi-butce-gerceklesme-s… (15 Kasım 2018).
(3) TÜİK, Sağlık Harcamaları İstatistikleri, 2017, TÜİK Haber Bülteni Sayı 27621 (15 Kasım 2018).
(4) 
http://www.hakanozyildiz.com/…/koi-projelerinin-butceye-yuk… (14 Kasım 2018).
(5) Hazine nakit gerçekleşmeleri (2005-2018),
https://www.hazine.gov.tr/kamu-finansmani-istatistikleri (18 Kasım 2018).
(6) TÜİK, İşgücü İstatistikleri, Ağustos 2018 (15 Kasım 2018).
(7) TÜİK, Sanayi Üretim Endeksi, Eylül 2018 (16 Kasım 2018).
(8) European Commission, European Economic Forecast (August 2018), s. 150-151.
(9) Marek Dabrowski, “Is This Time Different? Examining Recent Emerging-Market Turbulence”, 
http://bruegel.org/…/is-this-time-different-reflections-on…/(15 Kasım 2018).
(10) Agm.


Formun Üstü


11 Kasım 2018 Pazar

YENİ CEZAEVLERİ: YENİ İSTİHDAM VE KÂR ALANLARI MI?


YENİ CEZAEVLERİ: YENİ İSTİHDAM VE KÂR ALANLARI MI?

Mustafa Durmuş

11 Kasım 2018

Yazılacak, konuşulacak konu bulunmasında zorluk çekilmeyen ülkeler sıralaması yapılsaydı Türkiye muhtemelen ilk sıralarda yer alırdı. Öyle ki siyaset, ekonomi, uluslararası ilişkiler, hangi alanda olursa olsun her an, her saat yeni bir konu ortaya atılıyor ya da yeni bir açıklama yapılıyor. Bunu da genellikle ülkeyi yöneten iktidar blokunun siyasetçileri yapıyor.

Belki bunlar gündem oluşturmak ya da gündemi değiştirmek için yapılıyor. Ama bu çabalar bizlere en azından sosyal medya aracılığıyla yazmak ve görüşlerimizi belirtmek fırsatı veriyor. Ana akım medyada, hatta yerel basında dahi yer bulma olanağımızın yok denecek kadar az olduğu gerçeği de göz önüne alındığında bunun ne kadar önemli olduğunun altını çizmek gerekiyor.

YOZGAT’A BÜYÜK HİZMET (!): YENİ BİR CEZAEVİ

Bu açıklamalardan biri “yeni” ya da “akıllı” cezaevleriyle ilgiliydi ve birkaç gün önce, bir milletvekili tarafından Yozgat’ta çok yakında hizmete açılacak olan yeni tip cezaevinin tanıtımını sırasında yapıldı.

Yozgat'ta yapımı devam eden yaklaşık 4 bin kişilik T Tipi Kapalı ve Açık Cezaevinde incelemelerde bulunan Ak Parti Yozgat Milletvekili Yusuf Başer: "Yakın zamanda açılışını yapacağımız, bacasız fabrika gibi çalışacak cezaevinin hayırlı olmasını diliyorum." dedi. Bu yeni cezaevinin mahkûm kapasitesinin daha fazla ve maliyetinin yaklaşık 110 milyon lira olacağını belirten vekil, cezaevi müdürleri ve diğer personelin hali hazırda atandığını, bir taraftan da infaz memurları alımının sürdüğünü, cezaevi güvenliğinin sağlanması için bir tabur asker bulunacağını ve yapımı bittiğinde Yozgat ekonomisine, esnafına da ciddi anlamda katkısı olacağını" (1) müjdeledi. Sanırsınız modern teknolojilerle donatılmış bir fabrikanın tanıtımı yapılıyor.

CEZAEVLERİ: EŞİTSİZ, ADALETSİZ TOPLUMLARIN GERÇEĞİ

Toplumsal sınıf, inanç, cinsiyet eşitsizliği ve etnik ötekileştirmenin yaygın bir biçimde yaşandığı, sosyal adaletin ve barışın bir türlü kurulamadığı, Cumhuriyet tarihinin her gününün üçte birinin sıkıyönetimler ve OHAL’lerle geçirildiği, dört askeri darbe ve darbe girişiminin yapıldığı ve bu dönemlerde kısıtlanmış burjuva demokrasisinin dahi askıya alındığı, resmi verilere göre 300 bine yakın hükümlü ve tutuklunun bulunduğu, sadece 70 bin öğrencinin içinde tutulduğunun ileri sürüldüğü (2) cezaevlerinin işlevinin ne olduğunu tartışmaya gerek yok.

Ancak anlaşılan o ki Atlantik ötesinde ABD’de, onlarca yıldır gerçekleştirilen bir uygulamanın haberi buralara kadar gelmiş: Cezaevlerini ticari bir sektöre dönüştürüp onları yüksek kârların elde edildiği işletmelere dönüştürmek. Bunun için de cezaevlerinin işletilmesi ve yönetimini özelleştirmek.

“İstihdam ve gelir yaratmak, bölge ekonomisine katkıda bulunmak” gibi savların ardında yatan bir gerçek aslında yeni kâr alanları yaratmak olmalı. İşin gerçeği resmi raporlara göre (3) Türkiye’de de neredeyse tüm cezaevlerinin bünyesinde çok sayıda dışarıya iş yapan ticari işletmeler var. Buralarda mahkûm emeği kullanılıyor.

HALKIN REFAHINI ARTIRAN CEZAEVİ HİZMETLERİ (!)

Öncelikle şu sorulara yanıt arayarak başlayalım. Bu ve benzeri cezaevlerinde verilecek hangi hizmetler halkın refahını ve gelirini artıracaktır? Normal koşullar altında, bu yeni cezaevlerinde kalacak olanlar mahkûmlar, buralarda istihdam edilecek olanlar da bunları yönetmek ve denetlemekten sorumlu (muhtemelen de torpille işe alınmış) olan memurlar, gardiyanlar olacak.

Bunlar hangi üretken faaliyette bulunacaklar bu cezaevlerinde? Nasıl bir somut değer yaratacaklar da ülkenin ulusal hasılasını, üretimini artıracaklar, ülke ekonomisine hizmet edecekler? Yaygın söylemle, nasıl bir katma değer yaratacaklar da ekonomiye katkıda bulunacaklar?

Dünyanın hangi uygar ülkesinde yeni cezaevi açmakla övünen politikacılar ya da iktidarlar vardır? Buralarda yapılacak harcamalar doğrudan ya da kamu-özel ortaklığı çerçevesinde dolaylı olarak devlet bütçesinden karşılanacağına göre, bu işin bedelini vergi mükellefleri olarak bizler ödemeyecek miyiz? Bu kaynaklar daha verimli ve insanı ve toplumu geliştiren sivil alanlarda kullanılamaz mı?

NEDEN DOKTOR, ÖĞRETMEN, HEMŞİRE DEĞİL DE GARDİYAN?

İstihdam ve gelir yaratılması amaçlanıyorsa, bu neden üretken faaliyetler üzerinden, örneğin yeni fabrikalar ve işyerleri açarak ya da yeni eğitim ve sağlık kurumları açarak yapılmıyor? Gardiyan yerine öğretmen ya da doktor, hemşire istihdam etmek neden düşünülmüyor?

Diğer yandan resmin bütününe baktığımızda, konunun Yozgat ile sınırlı kalmadığını görüyoruz. Yani vekile haksızlık etmeyelim.

Biraz ülkedeki otoriter gidişatın, biraz da inşaata dayalı servet biriktirme stratejisinin bir parçası olarak ülkede sadece dev alt yapı inşaatları, HES’ler, AVM’ler, TOKİ binaları, dev camiler ya da aşırı büyüklükte şehir hastaneleri değil, çok sayıda yeni ya da akıllı cezaevi de yapılıyor. Yani bu işler belli bir ekonomik ve politik stratejinin ürünü.

SON 5 YILDA 103 YENİ CEZAEVİ

Şöyle ki, ülkede 5 Ekim 2018 tarihi itibarıyla toplamda 213,186 mahkûm kapasiteli 388 ceza infaz kurumu mevcut. 2006 yılından 2018 yılına kadar 213 ilçe cezaevi kapatılırken, aynı dönemde 138,320 mahkûm kapasiteli yeni 161 cezaevi yapılmış. Cezaevi yapımı 2013 yılından beri hızlanmış ve son 5 yılda 103 yeni cezaevi yapılmış. 2016 yılından sonra yapılan cezaevi sayısı ise 60 (4).

Kısaca cezaevi yapımının 2013’ten (özellikle de 2016’dan) bu yana artırıldığı söylenebilir. Sadece 2018’de açılan cezaevi sayısı 10 olmuş.

Ayrıca Adalet Bakanlığı’nın bu yıldan itibaren 2023 yılına kadar 228 yeni cezaevi inşa etmeyi planladığı ileri sürülüyor. Bu, 2018 yılında tamamlanacak 38 yeni ceza infaz kurumunun ardından, 2019 yılından 2023 yılına kadar geçen sürede her yıl yaklaşık 50 yeni cezaevi inşa edilecek demektir (5).

Bu cezaevlerinin yapım maliyetinin milyarlarca lirayı bulduğunu tahmin edebilirsiniz. Sadece bu cezaevlerinin yemek ihalelerinin dahi nasıl bir kâr imkânı yarattığını ihaleye giren firmaların aralarındaki sert rekabetten anlayabilmek mümkün. Yani cezaevlerinin yapımı ve dışarıdan hizmet alımı sırasında çok ciddi kârlar elde ediliyor. 

CEZAEVLERİ DE ÖZELLEŞTİRİLİR Mİ?

Ancak iş bununla da sınırlı kalmayabilir. Tıpkı ABD’de olduğu gibi yakında bu cezaevlerinin özelleştirilmesi gündeme gelebilir. Çünkü bu tür özelleştirmeler hem sıfıra yakın maliyetli zorunlu mahkûm emeğinin kullanılması, hem de devletten alınacak teşvikler nedeniyle çok kârlı.

Yani ABD’de mahkûmlar özel şirketlerin yönetimindeki cezaevlerinde çok düşük ücretlerle çalıştırılıyorlar. Bu mahkûmları cezaevini işleten firma dışarıya da kiralayabiliyor. Ayrıca kapasitenin altında mahkûm söz konusu olduğunda devlet aradaki farkı kapatmak için mahkûm garantisi veriyor. Yani mahkûm açığını kapatmak için olmayan mahkûm başına cezaevine para ödüyor.

MAHKÛM BAŞINA GETİRİ: 40,000 DOLAR

Bir araştırmaya göre ABD’deki özelleştirilmiş cezaevlerinde mahkûmlar kişi başına yılda ortalama 40 bin dolarlık bir gelir yaratıyor. Bu da 2 milyon mahkûmun neden hapishanelerde olduğunu kısmen açıklıyor.

Cezaevlerinin özelleştirilmesinden sonra uyuşturucu suçlarında büyük bir patlamanın yaşandığı biliniyor. Uyuşturucu suçlularının yüzde 53,5’i ise ABD nüfusunun yüzde 13’ünü oluşturan Afrikalı Amerikalılar oluşturuyor. Bu durum da aslında özelleştirilmiş cezaevlerinin mahkûm müşterilerinin asıl olarak ötekileştirilmiş etnik kimlikler olduğunu gösteriyor (6).

ABD’de özelleştirilmiş cezaevi işleten iki büyük şirket olan ve bu piyasanın yüzde 85’ine sahip bulunan CoreCivic ve GEO Group’un borsadaki hisselerinin değerinin Trump’ın iş başına gelmesinden bu yana iki kat artması ise bu işin ne denli kârlı olduğunu gösteriyor.

Özelleştirilmiş cezaevleri ile ilgili bir diğer gerçek bunların ağırlıklı olarak göçmenler için kurulmuş olması. 2016 Kasım ayı itibariyle örneğin memleketlerine gönderilmek üzere tutulan mültecilerin yüzde 65’i, sayıları ülke çapında 200’ü bulan bu özelleştirilmiş cezaevlerinde tutuluyorlardı. 2013 yılında bu şekilde tutulan 441 bin mülteci olduğu resmi raporlara geçmiş durumda. Bu cezaevlerini işleten şirketlerse devletten mülteci başına geceliğine ciddi miktarda ücret alıyorlar (7).

Kısaca özel cezaevi işletmeciliği son derece kârlı bir iş. Kapitalizmin yeni kâr çıkarım alanları yaratma konusundaki becerisi ise doğrusu parmak ısırtıyor.
1950’li yıllardan bu yana ABD’nin bir küçük modeli olmak isteyen ve son yıllarda da onun dayattığı neo-liberal ekonomik politikaları istisnasız uygulayan bir ülke olarak bu alanı bizimkilerin de değerlendirmesi beklenmeli. 

MAHKÛM: HEM İŞÇİ HEM DE TÜKETİCİ

Ancak bu tür cezaevlerinin mahkûmları aynı zamanda işletmenin hem ucuz işçileri hem de tüketicileri olacağından mahkûm sayısının azalmaması gerekiyor.

Bunun için de toplumdaki suç oranının artması, suç kavramının genişlemesi ve yargının potansiyel suçluları daha fazla bu cezaevlerine göndermesi gerekiyor. Aksi durumda mahkûm garantisi sistemi devreye girer ve bu da bütçede açığa neden olur.Bu yüzden de gelecek toplumu suçların azaldığı değil, arttığı bir toplum olmak durumunda.

İşte vekilin belki de farkında olmadan cezaevini “bacasız sanayi” diye tanımlarken yaptığı itiraf tam da bu.
………..

(1) “AK Partili Başer: Açılışını yapacağımız cezaevi bacasız fabrika gibi çalışacak, ekonomiye katkı sağlayacak”, https://www.gazetekritik.com (05 Kasım 2018).
(2) http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/egitim/956296/Cezaevi_fakultesi__Turkiye_de_tam_70_bin_ogrenci_cezaevlerinde.html (10 Nisan 2018).
(3) Ceza İnfaz Kurumları İle Tutukevleri İşyurtları Kurumu’nun 2017 Yılı Faaliyet Raporu.
(4) http://www.cte.adalet.gov.tr/bilgidata/genelbilgi.asp (10 Kasım 2018).
(5) https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2017/12/10/hukumetin-2023-plani-5-yilda-228-yeni-cezaevi (10 Kasım 2018).
(6) Paul Buchheit, "8 Ways Privatization Has Failed America", http://www.commondreams.org (August 5, 2013).
(7) Genevieve Leigh, “Private prison companies to reap massive profits from mass immigrant detention,” http://www.wsws.org/en/articles (27 February 2017).


4 Kasım 2018 Pazar

YENİ VERGİ İNDİRİMLERİ: KİME, KİMDEN?


YENİ VERGİ İNDİRİMLERİ: KİME, KİMDEN?

Mustafa Durmuş

4 Kasım 2018

Dört gün önce Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak yeni vergi indirimlerini açıkladı. Buna göre, bu yılın sonuna kadar altı başlıkta; konuttan beyaz eşyaya, mobilyadan otomotive Katma Değer Vergisi (KDV) ve Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) indirimi yapılacak.
Bu düzenlemelerden bazıları hali hazırda süren bir uygulamanın devamı niteliğinde. Yani konut satışlarında bir süre önce başlatılmış olan KDV oranlarında yüzde 18’den 8’e indirim uygulaması yılsonuna kadar devam edecek. Bu sektörü destekler nitelikte emlak-konut alım-satımı sırasında ödenen tapu harçlarının yüzde 4' ten 3’e indirilmesi uygulaması da devam edecek. Mobilya sektöründe alınan KDV oranı yüzde 18'den 8' e indirilecek. Dayanıklı tüketim mallarından olan beyaz eşya sektöründe uygulanan ÖTV oranları sıfıra indirilecek. Yani buzdolabı, çamaşır makinası gibi beyaz eşyanın alım satımından ÖTV alınmayacak (KDV devam edecek).
Yeni bir uygulama olarak 1600 cc altı motorlu araç alım satımında uygulanan ÖTV’de 15’er puanlık indirime gidilecek ve son olarak ticari araçlarda KDV oranları yüzde 18'den yüzde 1'e indirilecek. Bakan, bu düzenlemelerin, “hem enflasyonla mücadeleye destek vermek, hem de daralan bazı sektörleri canlandırmak amacıyla yapıldığını” açıkladı (1).

YEREL SEÇİMLERE KADAR İNDİRİM
Ancak mesele bundan ibaret değil. Özellikle de toplumun farklı kesimleri üzerinde yaratacağı farklı etkiler açısından mesele daha büyük.
Öncelikle, bu indirimlerin 1 Kasım-31 Aralık dönemi için geçerli olacağı (yani sadece iki aylık) söylense de, gelecek yıl Mart ayında yapılacak yerel seçimlerin iktidar bloğu açısından bıçak sırtında olduğu gerçeği dikkate alındığında, bu indirimlerin uzatılacağını söylemek yanlış olmaz.
Kaldı ki daha önce inşaat sektörüne yönelik indirimli KDV uygulaması uzatılmıştı. Yani en az 6 ay sürecek olan bir vergi indirimi, bu nedenle de ortaya çıkacak olan vergi kaybı ve bütçe açığını ve bunun kimden ve nasıl finanse edileceğini bir kenara not etmek gerekiyor.
Ayrıca indirimlerin bu sektörlerle de sınırlı kalmayabileceğinin altını çizmek lazım. Çünkü hem seçimler yaklaşıyor, hem de ekonomi bu yılın ikinci çeyreğinden itibaren ciddi bir daralmaya girdi. Tarihsel olarak, irili -ufaklı sermaye çevreleri hiçbir zaman siyasal iktidarlar üzerinde kendi sınıfsal çıkarlarını yansıtacak bir biçimde bu denli etkili olamamıştı.

TOPLANACAK VERGİNİN BEŞTE BİRİ KADAR BİR VERGİDEN VAZGEÇİLİYOR
Siyasal iktidar 15 yıldır tek başına iktidar olmanın verdiği bir güçle, hemhal olduğu bu kesimlerin taleplerini yerine getiriyor. Bunu da özellikle vergi alanında gösteriyor. Öyle ki 2019 yılında toplayacağı vergilerin beşte biri kadar bir vergiyi (148 milyar lira), bu kesimlere sunduğu muafiyet, istisna ve indirim biçimlerinde, toplamaktan vazgeçiyor (2). Şu ana kadar; tahsil edilemeyen vergiler, vergi cezaları ve diğer cezalar, sigorta prim borçları gibi yaklaşık 450 milyar lirayı tutan kamu alacağının hala tahsil edilememesi de işin cabası. 

KURUN GERİLEMESİ YANILTMASIN, KRİZ SÜRÜYOR!
Bu vergi indirimleri bir gerçeği ortaya çıkartıyor: Türkiye ekonomisi, döviz, dış borç ve enflasyon sorunlarının ötesinde ciddi bir ekonomik durgunluk yaşıyor. Bu yılın ikinci yarısından itibaren büyümenin tersine döneceğini ve 2019’da küçülmenin ortaya çıkabileceğini daha önce de yazmıştık.
Bu tespitlere uluslararası örgütler de katılıyor. Sırasıyla, önce OECD Türkiye’nin 2019 yılı büyüme tahminini binde 5’e; IMF binde 4’e ve EBRD yüzde 1’e düşürdü (3).
Bu nedenle de son haftalarda dövizin kurundaki düşüşlerin ekonomik krizin bitmekte olduğu yönünde değerlendirilmemesi doğru olur. Çünkü finansal kriz işin sadece bir boyutu. Şu anda olan da ABD ve Almanya ile işlerin yoluna koyulmasının sonucunda dövizdeki köpüğün kaybolmasından ibaret.
Özellikle de bazı sektörler çok büyük bir daralma yaşıyor. İnşaat sektörü bunların başında geliyor. Nitekim faizlerin düşük tutulmasının temel nedenini bu sektörün içinde bulunduğu kriz durumu oluşturuyor.

BÜYÜK ALT YAPI PROJELERİ: DAVUL KAMUNUN BOYNUNDA TOKMAK ŞİRKETLERİN ELİNDE
Devletten, kamu özel işbirliği (KOİ) adı altında onlarca milyar dolarlık alt yapı projesi almış olan (HES’ler, köprüler, hava limanları gibi), dış borç riskini Hazine garantileri ve döviz cinsinden yolcu başına verilen garantilerle de gelecekteki gelirlerine ilişkin belirsizlikleri kamuya, yani vergi mükellefi olan bizlere yükleyen az sayıda tekel konumundaki inşaat şirketi dışında, sektör bütün olarak ciddi sıkıntıda. Konkordato ve iflas haberleri peş peşe geliyor.
Bu da 15 yıldır izlenen dış kaynağa dayalı inşaat, emlak üzerinden sağlanan kâr ve ranta dayalı ekonomik büyüme ve sermaye birikim modelinin iflas ettiğinin bir göstergesi aynı zamanda.

KRİZ TABANA YAYILIYOR: İŞYERİ KAPANIŞLARI ZİRVEDE
Ayrıca esnafı tarif eden gerçek kişi ticaret işletmelerinde bu yılın ikinci çeyreğinde yeni kurulan her 100 şirkete karşılık 35 şirket kapanırken, bu sayının üçüncü çeyrekte 84’e fırlamış olması ve daha önceleri bu sayının 40-50 arasında olması da (4) krizin tabana yayılmakta olduğunun bir göstergesi.
Ancak zorda olan sektörlerden biri daha var ki bu sadece özel (yerli-yabancı) sektörü ve ekonominin bütününü değil, vergi tahsilatları açısından devleti de yakından ilgilendiriyor. Bu sektör otomotiv sektörü. 

OTOMOTİV SEKTÖRÜ KRİZDE
Otomotiv Distribütörleri Derneği (ODD) tarafından iki gün önce açıklanan bir veriye göre, Türkiye'de otomobil ve hafif ticari araç satışları Ekim ayında (geçen yılın aynı ayına göre) yüzde 76,5 oranında düştü (5). Daha önce de TOFAŞ üretime ara verdiğini duyurmuştu.
Aynı gün benzine 17 kuruş indirim yapılması (6) ile birlikte değerlendirdiğimizde sektörün ne kadar sıkıntıda olduğu ortaya çıkıyor. Öyle ki sektörün devlerinden olan Doğuş Otomotiv, yurt dışındaki bu alandaki bir büyük şirket ortaklığını satmak zorunda kaldı (7).

SEKTÖR VE MALİYE AYNI YERDE
Ekonomik büyüme, istihdam, ihracat gibi konularda sektörün önemi ortada. Ancak sektör devletin sağladığı vergi gelirleri açısından da çok önemli. Çünkü dünyanın en pahalı otomobilleri ve petrolü, motorini, benzini bu ülkede satılıyor. Bunun en büyük nedeni de bu satışlardan devletin sağladığı KDV ve ÖTV oranlarının dünyadaki en yüksek vergi oranları olması. Yani devlet, en adaletsiz vergiler olduğu kabul edilen dolaylı vergilerin önemli bir kısmını bu sektörden alıyor.
Öyle ki 2017 yılında, toplam vergi gelirlerinin yüzde 22’sini oluşturan Özel Tüketim Vergisi gelirlerinin yüzde 48’i petrol ve doğal gaz ürünlerinden yüzde 33’ü alkollü içkiler ve tütün mamullerinden yüzde15’i ise motorlu taşıt araçlarından sağlandı (8).
Bu nedenle de devlet bu sektördeki daralmaya her şeyden çok daha fazla karşı. Bu yüzden de hem otomobil vb. alımında hem de benzinde vergi indirimine gitti.

TOPTANCI BAKIŞ AÇISI GERÇEĞİ GİZLİYOR
Şimdi bu indirimleri nasıl açıklamak mümkün? Ana akım bir bakışınız varsa “ekonominin içinde bulunduğu durgunluk” gibi sorunlarla ilişkilendirip bu indirimleri savunabilirsiniz. Böyle bir savununun altında kuşkusuz, alınan bu tedbirlerin, uygulanan bunca ekonomi politikasının tüm toplumun çıkarına olduğu biçimindeki bir inanç, bir toptancı bir bakış yatıyor.
Böyle bir bakış son derece yanıltıcı. Bu bakış sınıfsız, sömürüsüz, cinsiyet eşitlikçi, doğa ve emek dostu bir toplumda yaşasaydık belki haklı olabilirdi. Ancak böyle bir toplumda yaşamıyoruz. İçinde yaşadığımız kapitalist toplum emek, doğa ve cinsiyet sömürüsüne dayalı sınıflı, eşitlikten ve sosyal adaletten uzak bir toplum. Bu nedenle de uygulanan her ekonomi politikasının toplumsal sınıf ve kesimleri aynı biçimde ve aynı derece de etkilemesi söz konusu olamaz. 

İNDİRİMLER TÜKETİCİYE YARAMAYACAK
Bu bağlamda vergi indirimleri inşaat müteahhitlerini, beyaz eşya üreticisi ve satıcısı firmaları, otomotiv devlerini ve onların yerli ortaklarını rahatlatsa da bunun tüketiciye olumlu bir yansıması olmayacaktır. İndirimler sayesinde belki bu kesimlerin stokları eriyecek, seçime giderken siyasal iktidar biraz nefes alacak ama bundan çok zor durumdaki ne işçi sınıfı, ne emekçiler, ne de tüketiciler olarak toplumun büyük bir kesimi gerçek bir fayda sağlayamayacaktır.
Bunu anlayabilmek için; açlık sınırı 1,991 lira iken asgari ücretin, 1603 lira olmasına ve işçilerden hala fedakarlık beklenmesine bakmak ve halkın bütçesinin en önemli kalemlerinden olan ve fiyatları en fazla artan devletin uhdesindeki elektrik ve doğal gaz fiyatlarında neden indirim yapılmadığı sorusunu sormak yeterli olacaktır.

FATURA YİNE EMEKÇİLERE KESİLDİ
Ayrıca bu indirimler ve devamında gelecek olanlar bütçe açığını ve devletin borçlanmasını daha da artıracaktır. Bu açık hem halktan alınan vergilerle ve yapılacak zamlarla , hem de yüksek faiz ödemek pahasına borçlanmayla karşılanacaktır. Yani fatura yine halka ödettirilecektir.
Halktan fedakarlık beklenirken, yeni bütçede vergi gelirlerinin en az yüzde 20 artırılacak, trafik cezalarının en alt sınırının 255 liradan başlayıp- 1002 liraya kadar çıkacak ve güvenlik harcamalarının son iki yılda yüzde 52 oranında artırılacak, kamuda hala 150 bin civarında otomobil vb. motorlu taşıtın olması ve rantiyeye ödenecek faizin bu yıla göre gelecek yıl yüzde 64 oranında artırılarak 117 milyar liraya çıkacak olması krizin faturasının kime kesildiğinin açık bir göstergesidir.
…………….

(1) 
http://www.milliyet.com.tr/son-dakika-bakan-albayrak-tan-ek… (31 Ekim 2018).
(2) Berat Albayrak, 2019 Yılı Bütçe Sunuş Konuşması (23 Ekim 2018), s. 23.
(3) OECD, Interim Economic Outlook (September 2018), IMF, World Economic Outlook (October 2018), s. 41 ve Anthoney Williams, “EBRD cuts Turkish forecasts on back of recent lira volatility”, European Bank (1 November 2018).
(4) “ KOBİ'ler ve esnaf, depremi yaşamaya başladı”, İktisat Kantini (23 Ekim 2018).
(5) 
https://www.bloomberght.com/haberler/turkiye-ekonomisi (2 Kasım 2018).
(6) 
http://www.hurryet.com.tr/ekonom/benzne-17-kurus-ndrm-geld( 2 Kasım 2018).
(7) “Şahenk’ten bir satış daha”, 
https://tr.sputniknews.com/…/201811011035940673-sahenk-sati… (1 Kasım 2018).
(8) Mustafa Durmuş, “2014 Bütçesi Üzerine Ekonomi Politik Bir Değerlendirme”, KESK 2018 Bütçe Sunumu ( 4 Kasım 2017).
(9) Albayrak, agk.


Formun Üstü