30 Ocak 2022 Pazar

Mutlak iktidar mutlak çürümeye yol açıyorsa çözüm katıksız demokrasidir!

 

Mutlak iktidar mutlak çürümeye yol açıyorsa çözüm katıksız demokrasidir!

Mustafa Durmuş

30 Ocak 2022


Türkiye toplumu bir yandan aylık yüzde 15’i bulan enflasyon altında ezilirken, diğer yandan bir süredir sürdürülmekte olan bir nepotizm (1) altında, devlet ile iş yapan bazı büyük müteahhitlerle ilgili milyarlarca lirayı bulan yolsuzluk iddialarıyla sarsılıyor.

Yani ülkedeki sömürü düzeni sadece vergi ödeyen halkın cebinden, döviz kurundaki yükselişi durdurma gerekçesiyle, döviz garantili kur mevduatı sahibi zengin bireylere ve şirketlere inanılmaz kaynak aktarmakla sınırlı kalmıyor. Aynı zamanda doğrudan ve açıktan, başta zengin müteahhitler olmak üzere, belli sermaye gruplarına yine bu yoksul halkın cebinden aktarılan milyarlarca lira ile tam gaz sürdürülüyor.

“Ben zengin severim” sözü ete kemiğe büründü

Öyle ki, muhtemelen gelinen nokta itibarıyla ülkede hiçbir zaman “yoksuldan, emekçiden alınıp, zengine, sermayedara verme” biçimindeki bir sermayedar-zengin seviciliği bu boyutlara erişmedi. Belli ki Özal’ın 1980’li yıllarda ettiği meşhur “ben insanın zenginini severim” sözü artık bütünüyle ete kemiğe bürünmüş.

İçine düştüğümüz toplumsal çürümeyi anlatabilmek için sadece bir iki yolsuzluk iddiası örneği ile yetinelim.

Bu hafta ana muhalefet partisi lideri Kılıçdaroğlu bir basın toplantısı ile “yolsuzluklar, israflar... peşkeşler... bugün sizi bu belgelerden yalnızca bir tanesine şahit olmanız için davet ettim” diyerek, kendi ifadesi ile: “Hazine’den 6 milyar liranın nasıl iç edildiğini” açıkladı. 3 Nisan 2018 tarihli bir demiryolu ihalesine dair belgeyi açıklarken: “2018 yılında yapılan ihalenin bedeli 3 milyar 198 milyon 743 bin 127 lira. Ama kazanan firmaya bu bedel verilmez. Neden Çünkü beşli çeteden değil. Bu nedenle ihale iptal edilir ve 21 Ağustos 2020 yılında aynı ihale yeniden açılır. Aynı iş bu kez 9 milyar 449 milyon 995 bin 834 TL'ye beşli çeteden birine peşkeş çekildi” dedi. (2)

Kısaca, Kılıçdaroğlu tek başına bir işlemde 6 milyar liralık bir vurgun yapıldığını öne sürdü. Konu aynı zamanda bir CHP milletvekili tarafından da, ihalenin sorumluları olduğu ileri sürülen politikacılar ve bakanlarla ilgili savcılığa suç duyurusu şeklinde yargıya da intikal ettirilirken (3), Cumhurbaşkanı Erdoğan “mesnetsiz isnatlarda bulunarak kişilik haklarını ağır şekilde ihlal ettiği” gerekçesiyle Kılıçdaroğlu hakkında 250 bin liralık manevi tazminat davası açtı. (4)

Aynı şirkete vergi teşviki

Bu gelişme ister istemez bize aynı şirkete verilen iki yıl önceki büyük çaptaki bir vergi teşvikini hatırlattı. Öyle ki 9 Ekim 2020 tarihli Resmi Gazetede yer alan vergi harcamaları listesinde de ilan edildiği gibi,  iktidara çok yakın olduğu bilinen bu şirketten 9,5 milyar liraya varan verginin alınmasından vazgeçilmişti.

Konuyu bugünlerdeki çok sıkıntılı bir hususa ait vereceğimiz bir diğer örnekle sürdürelim. İran’dan sağlanan doğal gazdaki aksamalar yüzünden üretimde ciddi sıkıntılar yaşadığımız bu günlerde, CHP Gn. Bşk.Yrd. Aykut Erdoğdu Rusya ile yapılan Mavi Akım doğalgaz anlaşmasında, 12 milyar doları (162 milyar lira)  aşan bir yolsuzluk yapıldığını, keza Samsun-Ceyhan boru hattının yapım işinin ihalesiz olarak iktidara çok yakın bir şirkete verildiğini ileri sürdü. (5)

Acele (!) kamulaştırmalar: Neden bu acele?

Oysa siyasal iktidar uzunca bir süredir, özellikle de elektrik, doğal gaz, petrol iletim ve dağıtımı, RES ve HES’ lerden enerji üretimi yapılacağı gerekçesiyle çok sayıda acele kamulaştırma yapıyor. Bu amaçla yapılan acele kamulaştırmaların toplam acele kamulaştırmalar içindeki payı yüzde 60 civarında.

Öyle ki 2003 yılına kadar toplamda sadece 10 adet acele kamulaştırma yapılmışken, bu sayı 2007’de 14’e, 2011’de 32’ye, 2012’de 163’e, 2013’te 267’ye çıktı ve 2014-2017 arasında yılda ortalama 152’yi buldu. Bu sayı 2018 yılında 113 ve 2019’da 150 olurken, 2020’de 165’e ve 2021’de 213’e çıktı.(6) Buna rağmen ülkedeki enerji sorunu giderilemediği gibi daha da kötüleşiyor.

Sadece olağanüstü bir durumda ve “acelelik” halinde yapılabilir!

1983 yılında yürürlüğe giren 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 27’inci maddesinde yer verilen “acele kamulaştırma” aslında sınırları çizilmiş bir uygulama. Buna göre:

 “3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanununun uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına veya aceleliğine Cumhurbaşkanı’nca karar alınacak hallerde veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda gerekli olan taşınmaz malların kamulaştırılmasında kıymet takdiri dışındaki işlemler sonradan tamamlanmak üzere ilgili idarenin istemi ile mahkemece yedi gün içinde o taşınmaz malın 10’ uncu madde esasları dairesinde ve 15’ inci madde uyarınca seçilecek bilirkişilerce tespit edilecek değeri, idare tarafından mal sahibi adına 10’ uncu maddeye göre yapılacak davetiye ve ilanda belirtilen bankaya yatırılarak o taşınmaz mala el konulabilir. ….» (7)

Yani acele kamulaştırma, sadece ‘‘acil ve istisnai hallerde, Kanunun önceki hükümlerine uyulmasının çeşitli sakıncalar yaratabileceği göz önüne alınarak, kamunun büyük zararlara uğramasının önlenmesi’’ için,  olağanüstü şartları dikkate alarak,  idarenin olağan kamulaştırma işleminde yapması ve beklemesi gereken bazı süreçleri sonraya bırakıp, kişilere ait taşınmazlara derhal el koymasına olanak sağlayan istisnai bir kamulaştırma yöntemi.

Acele kamulaştırma kararının verilebilmesi için “yurt savunması ihtiyacının ortaya çıkması”, “Maden Kanunu, Doğalgaz Piyasası Kanunu, Turizm ve Teşvik Kanunu, Türk Petrol Kanunu, Elektrik Piyasası Kanunu, Endüstri Bölgeleri Kanunu, Afet Riskli Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun gibi kanunlarda bu yetkinin açıkça tanımlanmış olması” ve “Cumhurbaşkanınca “aceleliğine karar” alınacak hallerin olması gerekiyor.

Eskiden bu kararlar Bakanlar Kurulu tarafından alınırken,  2017’den bu yana hayata geçen Partili Cumhurbaşkanlığı rejimi altında bu kararları Cumhurbaşkanı veriyor. Nitekim acele kamulaştırmalardaki son yıllardaki artışlar Cumhurbaşkanının “acele olduğuna” karar vermesi ile ilgili.

Diğer yandan “acelelik kararının Cumhurbaşkanı’nca verilebilmesi için olağanüstü bir durumun söz konusu olması, ilgili kararın kamu yararı amacıyla alınmış olması, somut ve tatmin edici gerekçelere dayanması gerekiyor. Yapılan acele kamulaştırmaların kaçında bunlar geçerli, bu son derece tartışmalı bir konu.

Ülkeye ait yolsuzluk algısı giderek kötüleşiyor

Türkiye’de içerde bunlar olurken, küresel çapta her yıl düzenlenen bir endeksin son verileri ülkede nepotizm altında yeşeren yolsuzluk iddialarını güçlendiriyor.

Uluslararası Şeffaflık Kurumu’nca düzenlenen ‘Uluslararası Yolsuzluk Algısı Endeksi (8) 180 ülkeye ait “0” ile “100 puan” arasındaki puanlardan oluşuyor. Böylece puanı 100’e yaklaşan bir ülke yolsuzluk açısından en temiz, yani en az yolsuzluğun olduğu bir ülke (en üst sıralarda), buna karşılık 0’a yaklaşan ülke yolsuzluk açısından en kötü durumdaki (en alt sırada) bir ülke olarak tanımlanıyor.

Bu endeks, düzenli olarak takip edilen toplam 180 devlet ile ilişkilendirilmiş yolsuzluğu (daha doğrusu yolsuzluk algısını) ölçmeye çalışan bir endeks. Böylece hem siyasal, hem de sosyolojik boyutuyla önemli bir bozulmaya, çürümeye işaret ediyor.

Son 1 yılda 2 puan ve 10 sıra geriledik

Bu yıl 24 Ocak tarihinde yayımlanan son endekse göre, Türkiye’de 2013 yılından bu yana yolsuzluk algısı giderek kötüleşiyor. Öyle ki ülke sıralamada; 2020 yılında 86’ıncı sıraya ve 2021 yılında (100 üzerinden 38 puan ile) 96’ıncı sıraya kadar düştü. Yani 1 yılda 2 puan ve 10 sıra birden geriledi. (9) 180 ülkeye ait endeksin ortalama puanı ise 43. Yani Türkiye bu ortalamanın 5 puan altına düşmüş durumda.


“Böyle bir ölçme biçiminin gerçeği ne kadar yansıtabildiği” elbette sorgulanabilir. Nitekim bu endeksin yetersiz olduğu yönünde eleştiriler de söz konusu. Buna rağmen bu endeks yolsuzluklar ile demokratik (ya da otokratik rejimler) arasındaki bağı da sergilemesi nedeniyle çok değerli bulunuyor.

Örnek olarak, burjuva demokrasilerinin en iyi örnekleri olarak kabul edilen Danimarka, Finlandiya ve Yeni Zelanda her biri 100 üzerinde 88 puan ile ilk üç sırada yer alırken, bu ülkeler yolsuzluğun en az olduğu ülkeler olarak değerlendiriliyorlar.

Adları daha çok diktatörlüklerle anılan en alttaki üç ülke ise şöyle sıralanıyor: Somali (13 puan) , Suriye (13 puan)  ve Güney Sudan (11 puan) . Yani bu ülkeler en fazla yolsuzlukların olduğu ülkeler olarak nitelendiriliyorlar. Türkiye ise Gambia, Kazakistan ve Sri Lanka’nın 1 puan üzerinde, 38 puan ile 96’ıncı sırada kendine yer bulabiliyor.

Yolsuzlukla mücadele ile demokrasi ve insan hakları mücadelesi bir arada olmak zorunda

Kuruma göre, yolsuzlukla mücadelede insan haklarının korunması çok önemli bir yer tutuyor. İyi korunan insan hak ve özgürlüklerine sahip ülkeler genellikle endeksin üst sıralarında, buna karşılık hak ve özgürlükleri yok eden, otoriter rejimler altında yönetilen ülkeler ise endeksin en alt sıralarında kendilerine yer bulabiliyorlar. Yani bir ülkede demokrasi ortadan kaldırılıp, ülke diktatörlüğe kaydıkça, o ülkedeki yolsuzluk iddiaları da artıyor.

Nitekim kurumun bir diğer çalışmasında, Avrupa Komisyonu'nun ilerleme raporlarına referans verilerek: “Batı Balkanlar ve Türkiye'de devletin ele geçirilmesinin ve kamu kurumlarının giderek özel çıkarlara hizmet eder hale gelmesinin, politikacıları ve bunların ilişkilendiği insanları ve grupları zenginleştirdiği (sıradan vatandaşların ağır bedeller ödemeleri pahasına) ileri sürülüyor. (10)

Bu çalışmada devletin ele geçirilmesini sağlayan iki önemli etkenden söz ediliyor: Üst düzey yolsuzlukların cezasız kalması ve özel olarak hazırlanmış kayırmacı yasalar ve düzenlemeler.  Ayrıca yargının bu yolsuzlukların ortaya çıkartılmasında yetersiz kaldığı ya da bunların üstünü örtmekte kullanıldığı ve yasama organının yaptığı düzenlemelerle bu ele geçirme işini kolaylaştırdığı iddiasında da bulunuyor.

Tek başına yüksek ekonomik büyüme adaleti sağlamaya yetmiyor!

Tüm bunlar (iddia edilenin aksine) bir ülkede, sadece ekonomiyi yüksek oranda büyütmenin toplumun iyiliğini, sosyal adaleti sağlamaya ya da yolsuzlukları önlemeye yetmediğini gösteriyor.

Örneğin Türkiye ekonomisi 2020 yılında Çin ile birlikte pozitif olarak büyüyen iki ülkeden biri olmuştu. 2021 yılındaki büyümesinin ise yüzde 10’un üzerinde olması bekleniyor. Ancak bu büyüme ülkeye ait yolsuzluk algısının artmasını engelleyemediği gibi, ülkenin yolsuzluklarla büyüdüğü biçimindeki bir algı giderek güçleniyor.

Kaynaklar kimlere?

Böyle bir kötüleşmenin nedenlerini daha iyi anlayabilmek için ekonomide kaynakların nasıl tahsis edildiğine bakmak daha doğru olabilir. Çünkü Merkez Bankası’nın net döviz rezervlerinin (eksi) 45 milyar dolara gerileyerek eridiği, geçen yıl sadece 20 -22 Aralık tarihlerinde 9 milyar dolarlık bir rezervin arka kapıdan kamu bankaları aracılığıyla düşük kurdan satıldığı bir gerçek.

Ayrıca, bütçe hakkının ortadan kalkmasının yanı sıra, iktidara yakın ve çoğunluğu siyasal İslamcı dernek ve vakıflara kamu bütçesinden yapılan milyarlarca liralık transferler ve devasa bir varlığı bünyesinde bulunduran ancak Sayıştay tarafından dahi denetlenemeyen T. Varlık Fonu’nun işleyiş biçimi yolsuzluk algısını artırıyor.

Keza Kamu Özel İşbirliği Modeli (KÖİ) altında ve neredeyse tamamı dış kredilerle yapılan, ancak (son kar yağışında yeni İstanbul Havalimanında yaşandığı gibi), kötü hava koşullarında felç olan onlarca milyar dolarlık havalimanları, köprüler, HES’ler ve şehir hastanelerinin ihalelerinin yapılış biçimleri ve dayandığı finansman modeli yolsuzluk iddialarının da, algısının da artmasının asıl nedeni. Bu yüzden de Yolsuzluk Endeksi’ndeki yerimizin hızlı bir biçimde kötüleşmesi hiç sürpriz değil.

Mevcut yoksulluk derin ve yaygın bir yoksulluğa dönüşürken, ülkede hatırı sayılır sayıda dolar milyarderi ve milyoneri zenginin bulunması da kuşkusuz bu yolsuzlukların somut bir göstergesi.

Sonuç olarak

Yolsuzluklar, kara para aklama ve rüşvet gibi olgular paranın, finansın hayatımızı bu denli belirlediği ve servet edinme ve bölüşümündeki adaletsizliklerin zirve yaptığı kapitalizm altında siyasal ve toplumsal bir çürümenin apaçık belirtileri.

12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrasında iktidar olan Özal’ın  “benim memurum işini bilir” sözünün topluma sanki bir “marifetmiş” gibi sunulduğu 1980’li yıllarda başlayan neo-liberal kapitalist çürüme süreci 2000’li yıllarda giderek güçlenen siyasal İslamcı yapılarla birlikte doruk noktasına çıktı.

Bu süreçte hem fiziki ve fiziki olmayan müştereklerimiz, hem de para, maliye, kur politikaları, sosyal politikalar, Merkez Bankası, kamu bankaları başta olmak üzere sosyal ve ekonomik hayatımızı etkileyen tüm politikalar ve kurumlar iktidarı ellerinde tutanların ve çevresindeki sermaye gruplarının lehine kullanıldı. Ülkede adeta bir rant ekonomisi, bir rantiye devlet ve ahbap-çavuş-akraba kapitalizmi yaratıldı.  Bir mafya liderinin ifşaatları ise, ülkedeki devlet-mafya-sermaye üçgeninin ve burada ortaya çıkan yolsuzlukların ne kadar yaygın ve derin olduğunu gösterdi. Şimdi bunlar ortalığa dökülmeye başladı.

İngiliz tarihçi, politikacı ve yazar Lord Acton’ın bir zamanlar dediği gibi:  “İktidar çürümeye, mutlak iktidar ise mutlak çürümeye yol açar. (11) Ülkede 20 yıllık mutlak iktidar mutlak bir çürümeyi, bu da beraberinde korkuyu ve daha da otoriterleşmeyi getirdi.

Eğer sorun mutlak iktidar, mutlak çürüme, mutlak korku ile beraber gelen mutlak otoriterleşme ise çözüm bellidir: Katıksız demokrasi. Bugün toplumsal refahımızı azaltan, gençlerimizin, çocuklarımızın geleceğini karartan bir toplumsal ve siyasal çürüme örneği olarak büyük çaptaki yolsuzlukları ortadan kaldırmanın yegâne yolu emekten, doğadan, özgürlüklerden ve barıştan yana olan herkesin katıksız bir demokrasi için birlikte mücadele etmesidir.

Dip notlar:

(1)    Nepotizm, akraba, eş-dost kayırma veya adam kayırma, adil olmayan, öznel şekilde yapılan ayrımcılık olarak tanımlanıyor ve günümüzde özellikle de devlette karşılaşılan en önemli önemli sorunlar arasında sıralanıyor.

(2)    https://halktv.com.tr/gundem/kilicdaroglu-hazineden-6-milyar-tl-nasil-ic-edildi  (27 Ocak 2022).

(3)    https://haber.sol.org.tr/haber/erdogan-karaismailoglu-turhan-ve-4-sirket-hakkinda-suc-duyurusu (28 Ocak 2022).

(4)    https://www.dw.com/tr/erdo-duyurusu-ve-tazminat-davas (28 Ocak 2022).

(5)    https://tr.euronews.com/2022/01/26/chp-li-erdogdu-rusya-ile-yap-lan-mavi-ak-m-anlasmas-nda-12-milyar-dolar-yolsuzluk-yap-ld (26 Ocak 2022).

(6)    2017 yılına kadarki veriler: Mustafa Ersönmez, Acele Kamulaştırmanın Kentsel Yenilemedeki Rolü, Yüksek Lisans Tezi, Mersin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2018, başlıklı kaynaktan alındı. 2018 sonrası verileri Resmi Gazete taramalarından elde edildi.

(7)    https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuat (30 Ocak 2022).

(8)    Transparency International,  Corruption Perception Index, https://www.transparency.org/en/cpi/2021  (24 January 2022).

(9)    Agr.

(10)                 https://www.transparency.org/en/publications/examining-state-capture (26 January 2022).

(11)                 https://en.wikipedia.org/wiki/John_Dalberg-Acton,_1st_Baron_Acton (30 Ocak 2022).

 

 


27 Ocak 2022 Perşembe

Türkiye ekonomisi dünyanın geri kalanından negatif ayrışmaya devam ediyor!

 

Türkiye ekonomisi dünyanın geri kalanından negatif ayrışmaya devam ediyor!

Mustafa Durmuş

 28 Ocak 2022

IMF 25 Ocak’ta yayınladığı dünya ekonomisinin durumuna ilişkin güncelleme raporunda (1), 2022 ve 2023 yılına ait ekonomik büyüme ve enflasyon başta olmak üzere bazı makroekonomik tahminlerini açıkladı.

Buna göre, bu yıl dünya ekonomisinin yüzde 4,4; ABD’nin yüzde 4,0;  AB’nin yüzde 3,9; Orta Doğu ve Merkez Asya ekonomilerinin yüzde 4,3; Yükselen ve azgelişmiş Asya ekonomilerinin yüzde 5,9 ve Sahra Altı Afrika ekonomilerinin yüzde 3,7 büyümesi bekleniyor.


Türkiye ekonomisine ilişkin olarak ise IMF, 2021 yılında yüzde 11’lik bir büyüme gerçekleştirmesi beklenen ekonominin 2022 yılında ciddi bir çakılmaya doğru gideceğini ve büyüme oranının yüzde 3,3’e gerileyeceğini öngörüyor.  

Rapora göre bizden daha az büyüyecek bir tek bölge var: Yüzde 2,4 ile Latin Amerika ve Karayip ekonomileri.  Kısaca, Türkiye ekonomisi dünyanın geri kalanından negatif ayrışıyor.

Hatırlanacağı gibi son Orta Vadeli Program’da Türkiye ekonomisinin bu yıl yüzde 5,0 ve 2022-2024 arasında yılda ortalama yüzde 5,3 oranında büyümesi öngörülüyordu.

Böylece bu iki öngörü arasında yaklaşık 2,0 puanlık bir fark söz konusu. Bu yıla ait öngörülen büyüme oranındaki bu ciddi düşüş ise geçen yılki yüzde 11 gibi yüksek orandaki büyümenin asıl olarak baz etkisinden kaynaklanmış olabileceği görüşünü doğruluyor.

Enerji sorunu henüz başlamamıştı

Ayrıca IMF raporuna esas oluşturan bu öngörünün yapıldığı tarihlerde, Türkiye’de ithal doğal gaz sorunundan kaynaklanan ve sanayide üretimi önemli ölçüde azaltan bugünlerdeki enerji sorunu henüz başlamamıştı.

Doğal gaz ile ilgili son gelişmelere bakıldığında enerji krizinin bu yıl boyunca sürebileceği görülüyor. Bu durum da bu yılki yüzde 3,3’lük büyümenin dahi altında bir ekonomik büyüme ile karşı karşıya kalabileceğimize işaret ediyor.

Enflasyon çok daha ciddi bir sorun olmayı sürdürecek!

Türkiye’nin diğer ekonomilerle enflasyon konusundaki ayrışması ise çok daha endişe verici.

Öyle ki aynı IMF raporundaki ülke bazında 2022 yılına ait en son verilere göre; ABD’de yıllık enflasyon yüzde 5,4; Avrupa’da yüzde 4,4; diğer gelişkin ekonomilerde yüzde 2,0; Çin’de yüzde 2,2 ve diğer yükselen ve azgelişmiş ekonomilerde yüzde 2,7 civarında seyrediyor.


 Türkiye’de ise Aralık ayı yıllık resmi enflasyon oranı yüzde 36.08 olarak açıklandı. Yani ülkedeki resmi enflasyon dahi Avrupa’daki enflasyonun 8 katından ve kendi kulvarındaki ekonomilerdekinden 13 katından fazla.

“Bir enflasyon, bir işsizlik, bir de durgunluk…”

Eğer bir ülkedeki özellikle iki temel ekonomik gösterge çok kötü ise o ülke halklarının durumu da çok kötüdür: Enflasyon ve İşsizlik. Bir de ekonomi yeterince büyüyemiyorsa bu işsizliğin ve yoksulluğun daha da artacağı anlamına gelir.

Türkiye’de olduğu gibi, çok yüksek bir enflasyon da söz konusu ise hayat sabit gelirliler, düşük gelirliler, hiç geliri olmayanlar, kısaca toplumun yüzde 80’i için çok daha pahalı ve çekilmez bir hale gelmiş demektir.

Bu durum dünyada  ‘Sefalet Endeksi adı’ verilen bir endeks aracılığıyla (yüksek enflasyon ve yüksek işsizlik bir arada) izleniyor.  Türkiye maalesef son yıllarda bu endeksin üst sıralarında dünyanın çok azgelişmiş ülkeleriyle birlikte yer alıyor.

Durum böyle iken, yandaş medya IMF’nin bu verilerinden söz edecek mi, eğer söz ederse bundan nasıl bir başarı hikâyesi çıkartacak,  yoksa hep yaptıkları gibi “ekonomideki şahlanmayı önleyen dış ve iç güçleri mi” suçlayacak?

Doğrusu çok merak ediyorum.

Dip notlar:

(1(1) https://www.imf.org/en/Publications/WEO/Issues/2022/01/25/world-economic-outlook-update-january-2022.

 

 

 

 

23 Ocak 2022 Pazar

Enflasyon: Yerli mi, geçici mi, yönetim hatası mı?

 

Enflasyon: Yerli mi, geçici mi, yönetim hatası mı?

Mustafa Durmuş

24 Ocak 2022


(Karikatür: Ercan Akyol)

Enflasyon bugün Türkiye’deki emekçi sınıflar açısından en büyük ekonomik ve sosyal sorun. Öyle ki uzunca bir süredir ilk sırada yer alan büyük çaptaki işsizliğin dahi önüne geçti. Artık işi olan sabit gelirli emekçiler de işlerinin olduğuna sevinemiyorlar çünkü ücret gelirleri artan enflasyon karşısında sürekli olarak eriyor. Bu durum onları hızla yoksullaştırıp yaşam standartlarını kötüleştirirken, mevcut gelir dağılımı adaletsizliğini daha da artırıyor.

Yüksek enflasyon emekçiler için ne anlama geliyor?

Enflasyon her ne kadar (canavar betimlemesi altında) ekonominin bütünü açısından bir kriz gibi sunulsa da, durum tam olarak öyle değil.  Enflasyon ortamında her şeyin maliyetinin arttığı doğru ama fiyatlar da artıyor. Fiyatlarını artıran büyük şirketlerin hemen hepsinin kârları da artıyor. Artmayan tek ana maliyet kalemi ise işçi ücretleri. İşçi sınıfı örgütlülüğü yetersiz kaldığında işçiler enflasyona karşı ücretlerini koruma mücadelesinde başarılı olamıyorlar. Oysa işçiler aynı yaşam standardını sürdürebilmek için dahi ücret artışlarına ihtiyaç duyarlar. Kısaca ifade etmek gerekirse, enflasyon işçilerin ve sabit gelirli emekçilerin daha da yoksullaşması demektir.

Dahası, emekçilerin, gerçek gelirlerinin bu çapta bir aşınmaya uğradığı yüksek enflasyon döneminde, bırakın kısa vadeyi, uzun vadede dahi kendilerini toparlamakta oldukça zorlanacakları çok açık. Türkiye’de olduğu gibi, enflasyon ücret artışlarından çok daha hızlı arttığından (aylık yüzde 15’e yakın)  tüm emekçiler gerçek bir ücret kesintisi ve artan finansal zorluklarla karşı karşıya kalıyorlar. Özellikle de gıda fiyatlarının diğer mal ve hizmetlerin fiyatlarından çok daha hızlı artması, en çok da yardımlara muhtaç hale getirilmiş en yoksulları etkiliyor.

Sözde sendikaların sözde ücret mücadelesi

Diğer yandan iktidarın yanında olan memur sendikaları ve tüm işçi sendikaları enflasyonun altında verilen ücret artışlarına razı oldular. Bu yünden de sadece kendi ekonomik ve politik krizinin faturasını emekçilere kesen iktidar blokuna değil, işçi örgütü gibi görünüp de işçilerin çıkarlarını savunmayan sözde sendika yönetimlerine karşı da bugün artık taban hareketinin örgütlenmesi kaçınılmaz hale geldi. Enflasyonla mücadelenin aynı zamanda hayat pahalılığı ile mücadele olduğu ve bunun sadece ekonomik değil, politik hedeflerinin de olması gerektiği gerçeği artık hiç olmadığı kadar kendisini dayatıyor.

Ekonomi üzerindeki genel etkileri bağlamında ise, Türkiye’de üretimin ithalata olan ağır bağımlılığından ötürü, artan ithalat maliyetlerinden beslenen yüksek enflasyon, hem ithalatı özendirerek yüksek cari açığın kalıcı hale gelmesine,  hem de ekonomideki istikrarsızlıkların artmasına neden oluyor.

Enflasyon karşısında gerçek bir çözüm üretemeyen bir iktidar

Kitlesel işsizlik karşısında gerçek bir çözüm üretemeyen siyasal iktidar aynı tutumu enflasyon karşısında da sergiliyor. Enflasyonun gerçek nedenlerine odaklanan çözümler üretmek yerine, yüksek enflasyonu “yeni büyüme stratejisi” olarak topluma sunduğu ihracata dayalı büyümenin bir kaldıracı olarak kullanıyor.

Yüksek enflasyonla ilgili olarak ne yaptığını (ya da yapmadığını) topluma anlatırken de, ya enflasyonun sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın sorunu olduğunu ileri sürerek sorumluluktan kurtulmaya çalışıyor. Ya market raflarında yapılan sözde fiyat denetimleri ile fiyat artışlarının sadece bir boyutuna dikkat çekiyor ya da “sabreden derviş” misali yeni büyüme stratejisinin başarısına bağlı olarak enflasyonun da ilerideki belirsiz bir tarihten itibaren düşeceğini söylüyor. Kısaca topluma sabır telkin ediyor.

Bu yazımızda hem dünyadaki, hem de Türkiye’deki enflasyon olgusu ile olarak aklımızdaki bazı soruların yanıtlarını vermeye çalışacağız.

Rakamları manipüle etmeye devam

Öncelikle, Türkiye’deki yıllık yüzde 36,08 olarak açıklanan resmi enflasyonun (TÜFE) ABD’dekinden 5 kattan, AB’dekinden 7 kattan, Hindistan’dakinden 11 kattan,  Japonya’dakinden 20 kattan ve Çin’dekinden yaklaşık 39 kattan fazla olduğunun altını çizelim. (1) Resmi ÜFE’nin yüzde 79,9 olarak açıklanması ise gerçek enflasyon rakamının açıklanan resmi rakamın en az 2 katı olduğunu ve enflasyon rakamlarıyla oynanmaya devam edildiğini gösteriyor.

Nitekim enflasyon sepetinde yüzde 15,4’lük bir paya sahip olan konut fiyatlarının (konut fiyat endeksi), Merkez Bankası verilerine göre geçen yılın Kasım ayında (bir önceki yılın aynı ayına göre) nominal olarak yüzde 50,5 oranında artmasına rağmen (2), TÜİK aynı ay için bu artışı sadece yüzde 23,8 olarak açıkladı. (3)

Gelişkin Merkez Ekonomilerdeki enflasyon oranlarının azgelişmiş ekonomilere göre çok daha düşük olması tarihsel bir gerçeklik olsa da, aradaki farkın bu kadar açıldığı dönemlerin de çok nadir olduğunun altını çizmek gerekiyor.

Merkez Ekonomilerdeki enflasyonun nedenleri

ABD ve Avrupa’daki göreli olarak yüksek çıkan enflasyonun ise başta Kovid-19 salgını olmak üzere bazı nedenleri söz konusu. Bu yüzden de genelde bu ülkelerdeki yüksek enflasyonun geçici olması ve bu yılın sonuna kadar da giderek azalması bekleniyor. Bu öngörü bile tartışmaya açık iken, Türkiye’deki enflasyon ile ilgili olarak benzer bir öngörüde bulunulabilmek oldukça zor.

Kovid-19 salgınının hem arz, hem de talep yönlü olarak ciddi şoklara neden olduğu artık kanıtlanmış bir gerçek. Yani özellikle de ABD ve AB gibi gelişkin ekonomilerde salgının neden olduğu kapanmalar yüzünden ortaya çıkan üretim kısıntıları, ulaştırma zorlukları, işçi bulma sorunları, petrol fiyatlarındaki artışlar gibi arz yönlü darboğazlar ve ekonomilerin yeniden açılması ile patlayan talep mevcut enflasyonun temel kaynaklarını oluşturuyor.

Bir de buna, özellikle de ABD’de geçerli olmak üzere,  2019 yılından itibaren sürdürülen trilyonlarca dolarlık ‘miktarsal kolaylaştırma’ politikalarının yol açtığı genişletici etkileri eklemek gerekiyor.

Arz yönlü darboğazlar enflasyon nedeni

Kovid-19 salgını üretimden dağıtıma tedarik zincirlerinde ciddi aksamalara neden oldu ve bu alanlarda çok fazla darboğaz oluştu. Nakliye maliyetleri artarken, kâr oranını yükselttiği için tercih edilen düşük stoklama düzeyleri (yeterli stok bulundurulmaması) fiyat artışlarını kaçınılmaz hale getirdi. Yeterince stok olmayınca ortaya çıkan küçük bir kıtlık dahi birdenbire büyük bir kapışmaya neden oldu.

Bir başka anlatımla, salgın öncelikle küresel tedarik zincirlerinin çarklarını durdurdu. Bunun neden olduğu iktisadi durgunluktan çıkabilmek için bu ülkelerde verilen büyük çaptaki mali teşvikler hem mallara, hem de hizmetlere (ama daha çok mallara) yönelik talebi artırdı. Daha yüksek, bir o kadar da yapısal olarak çarpık hale gelen böyle bir talep, buna karşılık bunu karşılamaya yeterli olmayan bir arz (enerji, işgücü ve bazı tüketim mallarının stoklarındaki kıtlıklar yüzünden) kaçınılmaz olarak fiyatları ve nihayetinde enflasyon oranlarını artırdı.

İklim krizi enflasyonu körüklüyor

Ayrıca iklim kriziyle bağlantılı faktörler de enflasyonist baskıya neden oluyor. Elektrik üretiminde kömürü “daha ​​yeşil” bir fosil yakıtla değiştirmek sera gazı emisyonlarını azaltmanın en hızlı yollarından biri olarak görüldüğünden, doğal gaza olan talep arttı. Keza aşırı hava olaylarının artan sıklığı tarımsal üretimde ciddi düşüşlere, bu da küresel gıda fiyatlarında hızlı artışlara neden oldu. (4) Dünya Gıda Örgütü FAO’ya göre küresel gıda fiyatları 2021 yılında yüzde 28 artarak son 10 yıldaki en yüksek seviyesine çıktı. Gıda fiyatlarındaki bu artış genel olarak enflasyonu da ciddi ölçüde yükseltti. (5)

Gıda fiyatlarındaki artışın bazıları sistemik olmak üzere birçok nedeni var. Küresel tedarik zincirinde Kovid-19 sonrasında yaşanan sorunlar (özellikle ulaşımla ilgili olanlar) çok çeşitli emtialar için fiyat artışlarını tetikleyen önemli bir faktör oldu. Enerji fiyatları da (özellikle de 2021’de petrol fiyatlarındaki büyük artışlar)  gıda üretim ve taşıma maliyetlerini ciddi biçimde artırdı. Gelecekteki gıda fiyatlarındaki artış olacağı beklentisinin neden olduğu aşırı stoklamalar, gıda piyasalarındaki büyük çaplı finansal spekülasyonlar ve iklim değişikliğinin neden olduğu aşırı hava koşulları, seller, fırtınalar, orman yangınları ve kuraklıklar gıda fiyatlarındaki artışın diğer nedenleri olarak geçtiğimiz yıl kayda geçti. (6)                         

Tekeller enflasyon nedeni

Enflasyonun bir diğer kaynağı (özellikle de gelişkin ekonomilerde) büyük tekellerin yaptıkları aşırı fiyat artışları oldu. Rekabetin sadece kendi aralarında sıkıştırılıp kaldığı ve devlet denetimlerinin de yetersiz olduğu birçok alanda salgın bahanesiyle, örneğin ABD’de Walmart gibi dev tekeller ve dağıtıcı perakende mağazaları sadece yeterince stok bulundurmayarak değil, fahiş fiyat artışları aracılığıyla da salgından ciddi kârlar sağladılar. Yani mevcut enflasyonun bir nedeni de kapitalizme içkin tekelcilik olgusu.

Finansal piyasalardaki balonlar enflasyon nedeni

Bunların dışında, ABD’deki yüksek enflasyonun konut fiyatlarında görülen finansal enflasyon ve Fed'in 2019’dan bu yana uyguladığı devasa miktarsal kolaylaştırma gibi nedenleri de söz konusu. Bu da devlet yardımları (bir kısmı tüketici borçlarının ödenmesinde kullanılmış olsa da) ve askeri harcamaların dışında bu ülkedeki enflasyonun talep yönlü kaynaklarına işaret ediyor.

Öyle ki Fed tarafından 2019’un sonundan itibaren sadece altı ay içinde finans sektörüne 10 trilyon doların üzerinde bir nakit aktarıldı. İşin aslı, daha salgın ortaya çıkmadan önce, 2019 yılında, Fed olası bir likidite krizine karşı aralarında J.P. Morgan Chase, Goldman Sachs ve Citigroup gibi 2008 finansal krizinin baş sorumlusu olan dev bankalara 4,5 trilyon dolarlık ucuz kredi sağlamıştı. (7)

Kendisiyle yapılan bir söyleşide Prof. Hudson ABD’deki yüksek enflasyon biçiminde görülen krizin bu miktarsal kolaylaştırmanın bir sonucu olduğunu ileri sürüyor.

Enflasyon yüzde 1’i daha da zengin yapmanın bir sonucu

Ona göre yüksek enflasyon (8); Fed’ in emlak-konut fiyatlarını yükseltmek, ipotek kredilerini artırmak için finans piyasalarını krediyle doldurmak, dev bankaların, sigorta şirketlerinin, büyük fonların, kısaca en zengin yüzde 1’in yeni servetler edinmelerini sağlamak için finansal piyasaları ucuz krediyle doldurmasının sonucunda ortaya çıkan bir krizdir.

Yani Biden Yönetimi reel ekonomiden ziyade, FIRE olarak da adlandırılan finans sektörüne (finans, sigorta ve emlak-gayrimenkul sektörü) devasa kaynak aktardı. Bu da asıl olarak finansal sektörde ciddi bir enflasyon patlamasıyla sonuçlandı.

Böyle bir miktarsal kolaylaştırma Amerika’daki en temel zenginlik kaynaklarından olan emlak- konut fiyatlarını artırdı ve ardından büyük bir borsa patlaması yarattı. Banka faiz oranlarının yüzde 0,1 iken bu orandan alınan bir kredi ile getirisi yüzde 5 - 10 olan hisse senetleri satın alınarak çok ciddi bir zenginleşme yaratıldı. İnsanlar esasen daha yüksek getirili menkul kıymetler satın almak için Fed’ den borç alan bankalardan, bu bankalar ise Fed’ den çok düşük faizden kredi aldılar.

Hisse senedi, tahvil, emlak fiyatları şişirilirken, böyle bir enflasyondan yüzde 1 en zengin daha da zenginleşerek çıktı. Nitekim salgın başladığından bu yana bu kesimin toplam servetinde yaklaşık 1 trilyon dolarlık bir artışın olması, finans sektöründe bilinçli olarak hızlandırılan enflasyonun aslında finans zenginlerinin halka karşı yürüttüğü bir sınıf savaşı projesi olduğunu ortaya koyuyor. (9)

Merkez Ekonomilerdeki enflasyon geçici mi, kalıcı mı?

Gelişkin ekonomilerdeki yüksek enflasyonun geçici mi, yoksa kalıcı mı olduğu konusunda tam bir görüş birliği yok. Benimsenen enflasyon teorisine ve buna uygun olarak yürütülmesi planlanan anti-enflasyonist politikalara göre her iki görüşü de destekleyen iktisatçılar ve kurumlar var.

Diğer taraftan bu konuda yapılacak tespitler uygulanacak faiz politikalarının ne olacağı konusunda etkili olacak. Öyle ki enflasyon geçici ise örneğin Fed’ in faiz oranlarını artırmasına gerek kalmayacak. Kalıcı olduğu düşünülüyorsa faiz oranları artırılacak. Bu da doğal olarak sıcak para hareketlerine karşı hassas Türkiye gibi ekonomilerdeki döviz kurunu etkileyecek.

Enflasyon konusundaki iyimserler

Çoğu iktisatçıya göre, enflasyon geçici bir olgu, bu yüzden de endişelenmeye gerek yok. Onlara göre buna neden olan olgu esasta Kovid-19 salgını. Kısaca, salgın sonrasında uygulanan karantinalar bir tedarik zinciri krizine neden oldu ve ürünlerin piyasaya sürülmesinde aksaklıklar yaşandı. Bunu sokağa çıkma yasağının sona ermesinin neden olduğu mal ve hizmetlere olan talep artışı izlediğinde enflasyondaki bu keskin artış ortaya çıktı. Ne zaman olacağını tam olarak bilinemese de, ekonomiler toparlanmaya başladığı için enflasyon düşecektir.

Örnek olarak, Fed ve Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB) gereksiz bir biçimde faiz artırımına yönelmesinin sakıncalarına değinen Prof. Granville’e göre (10); enflasyon konusundaki endişe, büyük ölçüde fiyat seviyelerindeki artış ile fiyat artış oranındaki kalıcı ve değişken artışlar olarak tanımlanan gerçek enflasyon arasındaki kafa karışıklığından kaynaklanıyor. Mevcut fiyat artışları, daha ziyade tedarikçilerin tüketici talebindeki artışı karşılamak için yeterli mal sağlayamaması yüzünden yaşanıyor. Ancak 2021’in sonu itibarıyla mamul mal arzının bu enflasyonist dengesizliği düzeltmeye yetecek kadar iyileşmiş olması sayesinde bu sorun ortadan kalkmaya başladı. Ayrıca ciddi düzeyde bir ücret-fiyat sarmalı da yaşanmıyor.

Benzer bir görüşü savunan Modern Para Teorisi (MMT) teorisyenlerinden Prof. Mitchell ise (bir ECB araştırmasına atıfta bulunara),  salgının tedarik zincirlerini kesintiye uğratma süresine bağlı olarak mevcut enflasyonun geçici bir enflasyon olduğunu (ancak yazara göre geçici sözcüğü, süresi birkaç gün veya ay anlamına gelmeyebilir. Her şey salgının ne kadar kalıcı olduğuna bağlı olacaktır) belirtiyor.

Sözü edilen ECB çalışmasına göre: “Piyasalar orta ve uzun vadede enflasyonun hızlanmasını beklemiyor. Yakın dönemde enflasyonist baskıları yönlendiren faktörlerin salgının yarattığı büyük rahatsızlıklarla ilgili ve geçici olduğuna inanılıyor. Enflasyonun yakın vadede yüksek kalmaya devam etmesi, ancak bu yıl içinde düşmesi bekleniyor. Enflasyondaki artış öncelikle akaryakıt, gaz ve elektrik fiyatlarındaki keskin artışı yansıtıyor. Çünkü Kasım ayında enerji enflasyonu, manşet enflasyonunun yarısından fazlasını oluşturdu. Talep ayrıca belirli sektörlerde kısıtlı arzı geride bırakmaya devam ediyor. Sonuçlar özellikle dayanıklı mal fiyatlarında ve yakın zamanda yeniden açılan tüketici hizmetlerinde görülecektir”. (11)

IMF’ye göre yüksek enflasyon devam edecek

Diğer yandan bir IMF çalışması, fiyatların neredeyse 40 yıldır en hızlı şekilde yükseldiğinden, katı işgücü piyasasının ücret artışlarını beslemeye başlamasından ve yeni Omicron varyantının neden olduğu arz yönlü baskılardan hareketle, önümüzdeki süreçte yüksek enflasyonun devam etmesini öngörüyor. Fed’ in parasal sıkılaştırmayı başlatmasının ve bu Mart’tan itibaren faiz oranlarını yükseltme kararının ardında bu tespitlerin yattığı düşünülüyor.

Buna göre: “Geniş tabanlı ABD ücret enflasyonu veya sürekli arz darboğazları, fiyatları beklenenden daha fazla artırabilir ve daha yüksek enflasyon beklentilerini körükleyebilir. Yanıt olarak gündeme getirilecek daha hızlı Fed faiz artışları finansal piyasaları sarsabilir ve küresel olarak finansal koşulları sıkılaştırabilir. Bu gelişmeler ABD talebinin ve ticaretinin yavaşlamasına neden olabilir ve gelişmekte olan piyasalarda sermaye çıkışlarına ve para biriminin değer kaybetmesine yol açabilir”. (12)

Prof. Rasmus da benzer bir görüşe sahip. Ona göre ABD’de enflasyon 2022 yılında kronik bir hal alacak. Çünkü enflasyonun asıl nedenleri talep yönlü değil, arz yönlü sorunlar. Dahası ABD tekelleri de kâr maksimizasyonu için fiyatları yükseltiyorlar. Bu yüzden de Fed’in Mart’tan itibaren yapmayı planladığı faiz artışları arz yönlü ve tekellerin sebep olduğu enflasyonu aşağıya çekemeyecek.(13) 

Özetle, küresel çapta olmak üzere enflasyonun arz ve talep yönlü nedenleri mevcut. Kovid-19 salgını her iki yönlü de olmak üzere bu dinamikleri harekete geçirmiş durumda.  Bunlar içinde tedarik zincirlerindeki aksamalar, enerji ve işgücüne ilişkin darboğazlar olmak üzere arz yönlü faktörler ağırlıkta olsa da, başta ABD ve AB ülkelerinde olmak üzere, yüksek tekel fiyatlamaları ve devasa boyutlara erişen miktarsal kolaylaştırma ve faiz oranlarının çok düşük tutulmasının neden olduğu talebi artıran, yani talep yönlü dinamikler de etkili oluyor.

Türkiye’deki yüksek enflasyonun nedenleri

Türkiye küresel kapitalist sisteme tam entegre olmuş bir ülke olarak yukarıda açıklanan ve daha ziyade gelişkin ekonomilerde görülen enflasyonist faktörlerden etkileniyor olsa da, ülkenin kendine özgü enflasyon dinamikleri var. Bu dinamikleri bilmek enflasyonla mücadele de olduğu kadar, mevcut enflasyonun geçici mi, kalıcı mı olduğunu belirleme açısından da son derece önemli.

Öncelikle, ana akım iktisat teorisi bize, kapitalist sistem altındaki bir ülkede, hali hazırda tam istihdamda olan bir ekonomi varken, hükümet daha fazla harcama yapmaya çalıştığında, bu şekilde teşvik edilen talep artışını karşılamak için gereken kaynaklar mevcut olmayacağından, fiyat artışlarının kaçınılmaz olduğunu ve bu fiyat artışları süreklilik arz ettiğinde bu durumun enflasyon ile sonuçlandığını anlatır.

Tam istihdamda ani bir talep artışı yok

Ancak teorideki bu durum pratikte gelişkin ekonomilerde dahi çok nadir (İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki savaş ekonomisi istisnası dışında) görülürken, Türkiye’de hiçbir zaman yaşanmadı. Çünkü örneğin bugün ülkedeki istihdam oranı sadece yüzde 46’larda, buna karşılık işsizlik oranı yüzde 22’ler civarında seyrediyor. Bu yüzden de “talepteki ani artışın, üretimde kullanılacak yeterli işgücü bulunamadığı için karşılanamaması yüzünden yol açtığı bir enflasyondan” söz edebilmek pek mümkün değil.

“Tüketim harcamalarındaki aşırı artış toplam talebi artırmış olabilir mi” diye bakıldığında da benzer bir durum söz konusu. Halkın ortalama gelir düzeyinin oldukça yetersiz, krediler biçiminde borçlanma düzeyinin ise muadil ekonomilerle kıyaslandığında düşük olması da, “tüketim harcamalarından kaynaklı bir talep enflasyonu yaşandığı” görüşünü zayıflatıyor.

Bu bağlamda “Kovid-19 sırasında yapılan devlet yardımlarının tüketim harcamalarında bir artışa yol açıp açmadığı” sorusu akla gelebilir. Ancak birçok ülkenin aksine bu tür doğrudan gelir desteği biçimindeki devlet yardımları Türkiye’de çok sınırlı kaldı. Sağlananların bir kısmı ise birikmiş borçların ödenmesinde kullanıldı. Dolayısıyla da Türkiye’deki enflasyonun tüketici harcamalarındaki ani artışlar karşısında üretimin buna yetişememesinden kaynaklanmış olabileceği beklenmemeli.

Aşırı bir parasal genişleme yok

Enflasyonun parasal bir olgu olduğu, dolayısıyla da para arzındaki artışların enflasyona yol açtığı savı da ülkedeki son yıllarda yaşanan enflasyonu açıklama konusunda yetersiz kalıyor. Çünkü özellikle de geçmiş yıllardaki para arzı artışlarıyla karşılaştırıldığında, bu yönde fevkalade bir parasal artışın yaşanmadığı görülüyor. Yani parasal genişlemeden kaynaklı bir talep yönlü enflasyondan söz etmek de anlamlı olmaz.

Diğer yandan Türkiye ekonomisi finansal olarak aşırı istikrarsız bir konumda. Öyle ki hem çok yüksek dış borç stokuna, hem de giderek kötüleşen bir kamu borç stokuna sahip. Üstelik kamu borçlanması giderek döviz cinsinden yapılıyor. (14) Döviz kurunun hızlı bir biçimde yükseldiği böyle bir dönemde bu tür bir finansal istikrarsızlık fiyat istikrarsızlığına (enflasyona) neden oluyor.

Dışa bağımlılıktan kaynaklı arz yetersizliği bir neden

Bir diğer faktör arz yetersizliği olabilir. Yani başta temel gıda maddeleri olmak üzere iç ve dış arzdaki yetersizlikler enflasyon yaratmış olabilir. Gıda mallarındaki enflasyonun genel enflasyon oranından 7 puan daha yüksek çıkması da (yüzde 43,8) aslında hem Kovid-19 sonrası aksayan tedarik zincirinin, hem başta petrol olmak üzere enerji fiyatlarındaki artışların, hem de son 20 yıldır ülke tarımının yok edilerek çok uluslu gıda şirketlerine ve ithalata bağımlı hale getirilmesinin enflasyon üzerinde belirleyici olduğunu gösteriyor.

Örneğin bugünlerde İran’ın doğal gaz sevkiyatını durdurması yüzünden BOTAŞ’ın sanayideki doğal gaz kullanımının yüzde 40 oranında azaltılacağı yönündeki kararının (15) üretimi aksatması, bunun da sadece ihracatı düşürmekle kalmayıp içerdeki fiyatları daha da artırması kaçınılmaz olacak.

Kurdaki artıştan kaynaklı maliyete enflasyonu

Son olarak öne sürülebilecek bir diğer faktör ülkede uygulanan negatif faiz politikasının döviz kurunu hızla yükseltmesi. Çünkü yükselen döviz kuru yüzde 62 civarında dolarize olmuş bir ekonomide, yüzde 30’a yaklaşan bir kur geçişkenliği yüzünden maliyetleri yükselterek enflasyona yol açıyor. Yani ülkede asıl etkili olan enflasyon biçimi kurdan kaynaklı bir maliyet enflasyonu.

Israrlı bir biçimde negatif faiz uygulanması biçimindeki bir ekonomi-politik tercih (Merkez Bankası politika faiz oranlarını düşürmek suretiyle) ülkedeki yüksek enflasyonun asıl nedeni.

Bir başka deyişle, ülkede yaşanan yüksek enflasyon ülkeyi yönetenlerin siyasal tercihlerinin sonucunda ortaya çıkan bir enflasyon. Bir yanda inşaat-emlak ve finans olmak üzere büyük çapta rant elde etmeyi hedefleyen faaliyetleri korumak için faizler düşük tutuluyor. Diğer yandan bunun sonucunda ortaya çıkan yüksek enflasyon ile TL’nin ve halkın satın alma gücü düşürülüp, böylece iç pazar baskılanarak üretimin ihracata yönlendirilmesi ve turizmden sağlanacak döviz gelirlerinin artırılması hedefleniyor.

Bu da, siyasal iktidarın ve sermayedarların enflasyonla ilgili konumları konusunda biraz fikir veriyor. Öyle ki yoksullar ucuz ekmek almak için saatlerce ekmek bayilerinin önünde beklerken, iyi işlerde çalışanlar bile harcamalarında kesinti yapmak zorunda kalırken, ihracatçıların ve turizmcilerin gelirleri artıyor,   sermaye şirketlerinin kârları yükseliyor. İhraç ettikleri ürünler ve verdikleri turistik hizmetler için dolar ve avro kazanıyorlar ama işçilerine giderek değersizleşen TL cinsinden ücret ödüyorlar.

Bu arada iktidar blokundan giderek kopmakta olan halka da şöyle bir masal anlatılıyor: “İhracatımız arttıkça dövizimiz artacak, bu ithalat için gerekli olan döviz ihtiyacımızı azaltacak, bu da kuru düşürecek. Kur düşünce enflasyon düşecek. Enflasyon düşünce elimizdeki TL’nin değeri artacak, eski satın alma gücümüzü yeniden kazanacağız…”

Nasreddin Hoca’nın çite takılan koyunlardan yün eğirip satmasına benzer bir masalı anımsatsa da, bu masalın burjuva iktisadında önemli bir yeri var. Bu masal ‘Damlama Teorisi’ adı altında üniversitelerin ekonomi bölümlerinde okutuluyor. Yani bununla bize “ülkedeki azınlık bir sermayedar zengin grubu zenginleştikçe bundan mutlu olun zira bu zenginlik damlaya damlaya size kadar gelecektir, biraz sabırlı olun” deniliyor.

Sonuç olarak

Türkiye’deki yüksek enflasyon, iktidar blokunun yeni birikim stratejisinin bir parçası haline geldiğinden, en azından kısa vadede, düşmesi beklenmemeli. Kaldı ki yüksek enflasyonu besleyen başka dinamikler de var. Örneğin ÜFE ile TÜFE arasındaki yaklaşık 44 puanlık fark henüz tüketici fiyatlarına tam olarak yansımadı. Ayrıca petrol, elektrik ve doğal gaz gibi en temel harcama kalemlerine yeni yıldan itibaren yapılan zamlar ülkedeki enflasyonun sadece daha artacağının değil, kalıcı hale geleceğinin de göstergeleri.

Gelinen bu noktada, iktidarca “büyük marketlerde yapılan fiyat kontrolleri”, merkez muhalefet partisince dile getirilen; “Merkez Bankasını bağımsızlığına kavuşturmak (faize müdahalede bulunmamak), bütçe disiplinini sağlamaya dönük mali çıpa uygulamak, iyi yönetişim” gibi neo-liberal söylemlere sığınmak ya da “Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme Geçiş Programı” (16) çözüm olabilir mi ve “biz bu konuda üçüncü bir seçeneği nasıl sunabiliriz”, tüm bu soruların yanıtlarını da bir başka yazımızda ele alacağız.

Dip notlar:

(1)    https://www.statista.com/statistics (20 Ocak 2022).

(2)    TCMB, Konut Fiyat Endeksi Kasım 2021, s.3.

(3)    TÜİK, Tüketici Fiyat Endeksi Kasım 2021 (3 Aralık 2021).

(4)    https://theconversation.com/inflation-will-probably-melt-away-in-2022-central-banks-will-do-far-more-harm-trying-to-tackle-it (14 January 2022).

(5)    https://www.reuters.com/markets/europe/world-food-prices-hit-10-year-peak (6 January 2022).

(6)    Jayati Ghosh, “The price increases that matter for the poor”, http://www.jordantimes.com (16 January 2022).

(7)    Michael Hudson: “What is Causing So Much Inflation?”, https://www.nakedcapitalism.com (10 Ocak 2022).

(8)      Ags.

(9)      Ags.

(10)  https://theconversation.com/inflation-will-probably-melt-away-in-2022-central-banks-will-do-far-more-harm-trying-to-tackle-it (14 January 2022).

(11)  ECB Economic Bulletin, Issue 8/2021’den aktaran Bill Mitchell, “More evidence that the current inflation is ephemeral”, http://bilbo.economicoutlook.net (18 January 2022).

(12)  Stephan Danninger, Kenneth Kang and Hélène Poirson, “Emerging Economies Must Prepare for Fed Policy Tightening”, https://blogs.imf.org (10 January 2022).

(13)  https://jackrasmus.com/inflation-why-more-on-the-near-horizon (13 January 2022).

(14)  http://www.hakanozyildiz.com/hazinenin-borc-stoku-alms-basn-gidiyor.html (22 Ocak 2022).

(15) https://www.dunya.com/ekonomi/enerji-kisildi-uretimde-alarm-haberi (20 Ocak 2022).

(16)  https://odatv4.com/siyaset/enflasyonu-dusurecek-recete (21 Ocak 2022).

 

 

 

 

 


11 Ocak 2022 Salı

Enflasyonu düşüremedik, yerine ihracat verelim

Enflasyonu düşüremedik, yerine ihracat verelim

Mustafa Durmuş

11 Ocak 2022

Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz günlerde 2021 yılı toplam ihracat rakamına ait öngörüsünü açıklarken:  “Bu dünden bugüne ulaştığımız bir rekordur. Bundan 19 yıl önce 36 milyar dolardan devraldığımız ihracatı 2021 yılında sizlerle beraber altı kattan fazla artırarak 225 milyar 368 milyon dolara çıkarmayı başarmaktan mutluyuz” ifadelerini kullandı. (1)

Bir an için yedi yıl geriye gidelim ve o günlerde aynı iktidar tarafından ekonomide konulan hedefleri ve verilen sözleri hatırlayalım. 10’uncu Kalkınma Planı’ndan (2014-2018) söz ediyoruz. O planda ekonominin 2023 yılında 2 trilyon dolar, kişi başına gelirin 25 bin dolar ve ihracatın 500 milyar dolar olacağı yazılıydı.

500 milyar dolarlık ihracat hedefine ne oldu?  

O günden bugüne ne ekonomi o kadar büyüdü, ne de kişi başı gelir o kadar arttı. Aksine kişi başı gelir 2013 yılına göre 3 bin dolar civarında azaldı. İhracat hedefi ise11’nci Plan’da (2019-2023) 227 milyar dolara düşürülmesinin ardından, son Orta Vadeli Program’da 242 milyar dolar olarak belirlendi. Yani son yedi yılda hedef yarıdan fazla düşürüldü. Bu gerçek ortada olmasına rağmen, ekonomik krizin tam ortasında debelenen ve giderek yoksullaşan halka, hedefi yarı yarıya azaltılan ihracat rakamları üzerinden teselli verilmeye çalışılıyor.

“İhracat mevcudun iki katı olsaydı dahi emekçilerin hangi yarasını sarardı” sorusu bir yana, bu teselli ikramiyesi niteliğindeki ihracat artışının ne pahasına gerçekleştiğine de yakından bakılması gerekiyor.

Hala ciddi düzeyde dış ticaret açığı var, çünkü…

Öncelikle, her ne kadar ihracat kadar artmasa da Türkiye’nin ithalatı da artıyor, bu da cari açığın hala bir sorun olarak sürmesine neden oluyor. Öyle ki geçen yılın Kasım ayında ihracat yüzde 33,7 artarken, ithalat da yüzde 27,3 arttı. Böylece yıllık bazda ihracat Kasım ayında 203,9 milyar dolar, ithalatsa 242,4 milyar dolar olarak gerçekleşti. Ülkenin ilk 11 ayında hala 39 milyar doların üzerinde bir dış ticaret açığı var.

Bunun nedeni sadece TL’nin dolar ve avro karşısındaki hızlı değer yitimi değil, daha yapısal bir sorun: İhracatın ara malı/girdi, hammadde/enerji ve teknoloji açılarından hala ithalata çok ciddi oranda bağımlı olması. Bir başka anlatımla, Türkiye'nin ithalatının yaklaşık yüzde 80’i makine ve girdi ithalatından, kalan yüzde 20’si ise nihai tüketim mallarından oluşuyor. Son yıllarda yeni yatırım da pek yapılmadığından, bu yüzde 80’in önemli bir kısmı enerji dâhil, girdi ithalatı biçiminde gerçekleşiyor.

İhracatın yüzde 45’i Dâhilde İşleme Rejimi sayesinde gerçekleşiyor

Bu bağlamda altının çizilmesi gereken çok önemli bir nokta ülke ihracatının azımsanamayacak bir kısmının Dâhilde İşleme Rejimi (DİR) altında yapılıyor olması.

Bu rejim ihraç edilecek ürünler içinde ithal girdilerinin maliyetini azaltmayı, böylece de ihracatı teşvik etmeyi amaçlayan bir gümrük rejimi. Bu rejim altında yerli işçilik kullanılarak, ithal edilen malların montajı yapılabiliyor, bunlar diğer eşyalarla birleştirilebiliyor, eşyalar yenilenebiliyor ya da tamir edilebiliyor. Rejim sektörel olarak sanayi, imalat, tarım ve tekstil gibi temel sektörlerde yaygın olarak kullanılıyor. Bir çalışmaya göre 1996-2016 yılları arasında yapılan toplam ihracatın yüzde 45’i bu kapsamda yapıldı. Aynı dönemde DİR kapsamında yapılan her 100 dolarlık ihracat içinde 39 dolarlık ithal malı kullanıldığı görülüyor. (2)

Kısaca, ithal edilen malların her hangi bir ticaret kısıtlamasına tabi tutulmaksızın serbestçe ithal edilmesi ve bu ithalat sırasında normalde alınması gereken vergilerin de alınmaması biçiminde uygulanan bir ihracatı teşvik rejimi altında yapılan ihracatlar toplam ihracatın neredeyse yarısını oluşturuyor.

Ancak, kaçınılmaz olarak böyle bir ihracat biçimi ithalata olan bağımlılığın sürmesine, ulusal tasarrufların azalmasına, düşük kaliteli mal ile değişime, kaçakçılığa ve vergi gelirlerinin de azalmasına neden oluyor. Bu da ülke ekonomisinde yerli katma değer olarak yapılan katkının ciddi oranda düşmesiyle sonuçlanıyor.

Fakirleştirici büyüme

İkinci olarak, dışa bağımlılığı artırmasının yanı sıra, böyle bir ihracat başta bu ürünleri yaran işçi sınıfı olmak üzere,  ülke insanına ya da ekonomisine bir bütün olarak ciddi bir fayda sağlamaksızın, daha ziyade fakirleştirici bir biçimde artıyor. Bunun başta gelen nedeni ülke parasının dolar ve avro karşısında hızla değer kaybetmesi.

Bu durumu Merkez Bankası’nın açıkladığı TÜFE bazlı Reel Efektif Döviz Kuru Endeksi’nden (REK) görebilmek mümkün. Zira geçen Kasım ayında 54,33 olan bu endeksin değeri Aralık ayında 47,2’ye geriledi. (3) Yani reel efektif döviz kuru tarihsel bir dip yaptı.

Bunun ne demek olduğunu anlayabilmek için kısa bir hatırlatma yapalım. REK ülkeler arasındaki göreli fiyat veya maliyet gelişimi hakkında bilgi içeren, dolayısıyla ekonomilerin rekabet güçlerinin değerlendirilmesinde kullanılan anahtar makroekonomik göstergelerden biri olarak kabul ediliyor. Öyle ki bu endeks 100’ün üzerine çıkarsa, o ülkenin ulusal parası diğer paralar karşısında değer kazanmaya, 100’ün altına düşerse değer kaybetmeye başlıyor. Böylece ilkinde değerli, ikincisinde değersiz ulusal paradan söz ediliyor. Aşırı değerli ulusal para altında ihracat daha pahalı hale geldiğinden ihracat beklendiği gibi artmıyor. Endeks ciddi oranda gerilediğinde ise (şu anda yaşandığı gibi)  ülkede üretilen ürünler çok ucuz fiyattan dışarıya satılmış oluyor. Yani hem ülke ekonomisi ciddi bir kan kaybına uğruyor, hem emek daha da değersizleştirilerek daha fazla sömürülüyor, hem de daha fazla üretip satmak için doğa daha fazla tahrip ediliyor.

Yüksek enflasyon ihracatı zora sokacak

Diğer yandan döviz kurlarının yükselmesi nedeniyle artan maliyetler ihracat sektöründeki maliyetleri artırarak ihracatı zora sokuyor. Bunun nedenlerinden birisi artan nakliye (navlun taşımacılığı) maliyetleri zira navlun bütünüyle döviz üzerinden hesaplanıyor.

Nitekim son zamanlarda, akaryakıt başta olmak üzere hemen her şeye yapılan zamlarla sadece birkaç ayda yüzde 50’ye varan maliyet artışlarıyla baş edemeyen küçük çaplı nakliye firmaları kontak kapatırken, belirsizlik nedeniyle fiyatlama yapamayan büyük firmalar yıllık kontratlar yerine spota döndüler. Yani ihracatçılar nakliye giderini yıllık kontratla sabitleme avantajını giderek kaybediyorlar. Diğer yandan karayolu navlununda bu yıl yüzde 20-40 artış bekleniyor.(4)

Ayrıca, hızla yükselmeye devam eden enflasyon bir yandan iç üretimin daha pahalı hale gelmesi yüzünden, daha büyük ölçekte üretildiği için göreli olarak daha ucuza satılan ithal mallarına yönelimi artırırken, diğer yandan yüksek kurun sağladığı rekabetçi kur avantajının ortadan kalkmasıyla sonuçlanıyor.

Yüzde 80’e dayanan enflasyon

Şöyle ki, TÜİK tarafından açıklanan Aralık ayı enflasyonu (TÜFE) 2021'de 19 yılın zirvesine çıkarak aylıkta yüzde 13,58 ve yıllıkta yüzde 36.08 oldu. (5) Bunun önümüzdeki aylarda yüzde 45-50’yi bulması bekleniyor. Ancak TÜİK, Üretici Fiyat Enflasyonunu (ÜFE) aylık yüzde 19,08 ve yıllık 79,89 olarak açıkladı. (6) Diğer yandan Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG) Aralık ayı enflasyonunu (TÜFE)  yüzde 82,8 olarak hesaplıyor. (7)

Yukarıdaki enflasyon verilerinden hangisinin gerçeğe daha yakın olduğu bu noktada önem kazanıyor. Bu bağlamda TÜİK’in ÜFE’si ile ENAG’ın TÜFE’sinin birbirine yakın rakamlar olduğu görülüyor. Dolayısıyla da TÜİK’in ÜFE verisi gerçek enflasyon rakamı olarak kabul edilebilir, yani ülkede yüzde 80’e dayanan bir enflasyonun varlığından söz edilebilir. Çarşıya, pazara çıkan insanımızın algıladığı enflasyon oranı da zaten yüzde 80’in altında değil.

Bir başka anlatımla, hiçbir sanayi ve hizmet üreticisi veya toptan ticaret erbabı, üzerine gelen enflasyonun yükünü (ÜFE’yi) böyle altı ayı aşkın sürelerde üzerinde taşımaz, taşıyamaz. Hele hele fiyatlara yansıtabildiğinin iki katını aşan ((79,89/36,08=2,2) bir enflasyonist yüke aylarca dayanamaz. Bu yüzden de açıklanan TÜFE’nin ÜFE’ye çok daha yakın bir yerlerde durduğunu kabul etmek daha mümkün ve mantıklı görünüyor. (8)

Yüksek enflasyon rekabetçi kurun sağladığı avantajı azaltıyor

Enflasyonun ihracat üzerindeki etkisi ise; artan üretim maliyetleri yüzünden yükselen döviz kurunun sağladığı rekabetçi kur avantajını ortadan kaldırması biçiminde oluyor.

Çünkü sepet kur (1/2 dolar, 1/2 avrodan oluşuyor) son bir yılda yüzde 68 artarken, aynı dönemde ÜFE yüzde 79,9 oranında yükseldi ve yeni yılda gerçekleşen enerji zamları, işçilik maliyetleri, vergilerdeki yeniden değerleme oranları gibi gelişmeler yüzünden bu farkın giderek daha da açılması bekleniyor. Bu durum ihracatçının rekabetçi kur avantajını kaybetmesine yol açıyor. Öyle ki ani iniş çıkış kadar çok düşük kurun da rekabetçiliğe zarar verdiğini ve ihracatı negatif etkilediğini dile getiren sektör temsilcileri, bugünkü konjonktürde dolar/TL kurunun 14’ün altına düşmemesi (hatta 16 civarında olması) gerektiğini, aksi halde ihracatta yakalanan ivmenin kaybedileceğini, ayrıca hem üretimin, hem de yatırımların tehlikeye gireceğini ileri sürüyorlar. (9)

Reel ücretlerin erimesi ihracat stratejisinin bir parçası

Son olarak, her ne kadar son zam ile nominal asgari ücret yüzde 50 oranında artırılmış olsa da, yüzde 80’e yaklaşan bir enflasyon ile bu artış eridi, reel ücretler daha da düştü, işçiler daha da yoksullaştı. Bu durum ihracata dönük bir birikim stratejisinin ön koşulu gibi ele alınıyor. Çünkü ihracatçı açısından ücretlerin düşük olması hem üretim maliyetlerini düşürüyor, hem de üreticinin iç pazardan ziyade dışarıyı hedeflemesini zorunlu kılıyor.

Nitekim geçmişte bu modeli ilk uygulayan Özal 1980’li yıllarda reel ücretleri (enflasyondan arındırılmış)  düşük tutup iç pazarı baskılayıp, böylece de ihracata yönelimi artırabilmek için, hem 12 Eylül Askeri Diktatörlüğünün işçi örgütlerini etkisiz hale getirmesinden faydalanmış, hem de izlediği vergi politikaları ile emekçileri daha ağır vergilendirmişti. İhracatçıya o ana kadar görülmeyen ölçüde nakit ve kredi teşviki desteği sağlarken, bir bütün olarak sermaye kesiminin vergisini emekçilerin üzerine kaydırabilmişti.

1980’lerle paralellik arz eden bir süreç

Bugün topluma yeni bir stratejiymiş gibi sunulan ihracata yönelim stratejisi aslında Özallı yıllarda uygulanandan öz itibarıyla farklı değil. Her ikisinin de ortak noktası yüksek döviz kuru (geçmişte büyük devalüasyonlar biçiminde yapılırdı) ve ucuz emek sömürüsü.

Bir başka deyişle, ihracat artışı hem Türk Lirasının dolar ve avro karşısında ciddi anlamda değer kaybetmesi ile hem de kayıt dışı mülteci emeğinin kullanılmasını yanı sıra, reel ücretlerin düşürülmesi, yani ciddi boyutlara ulaşan bir ucuz emek sömürüsü ile birlikte yürüyor, yürüyecek.  Bunun bir göstergesi olarak, 2020 yılı sonunda Birim İşgücü Bazlı REK’in 57,16’ya kadar gerilediğini vurgulayalım. (10)

Yoksul çocuklarının emeklerinin sömürüldüğü merkezler kalıcılaştırılıyor

Mesleki Eğitim Kanunu'nda yapılan iki değişiklikse ucuz emek sömürüsünün alt yapısının iyiden iyiye hazırlandığını gösteriyor. Yapılan bu değişikliklere göre (11) ; mesleki eğitim stajı adı altında haftada bir gün okula giden ve dört gün iş ortamında çırak olarak çalıştırılan meslek okulu öğrencilerine daha önce patronlarca ödenen aylık asgari ücretin üçte biri oranındaki maaşın tamamını artık devlet ödeyecek. Dahası üçüncü yılında kalfa olan öğrenciler asgari ücretin yarısı kadar ücret alacaklar.

Bu merkezlerde yaklaşık 160 bin öğrencinin okuduğu dikkate alındığında bunun patronlar için ne denli ucuz bir emek gücü deposu olarak işlev göreceği açık (bu yükün vergi ödeyenlere yıkılmasına karşılık). Devasa boyutlara erişen işsizlik altında iş bulma korkusu yaşayan ortaokul mezunu yoksul çocuklarının ailelerinin çocuklarını bu merkezlere yönlendirmeleri ve çırak öğrenci olmalarına razı olmaları ise anlaşılabilir bir şey.

Özellikle de siyasal iktidarın kendi bekasını ihracatı artıran bir birikim stratejisinde aradığı son zamanlarda bu değişikliklerin yasalaşması tesadüf değil. Böyle bir ihracat ancak ucuz emek sömürüsüyle olabilirdi ki bu merkezler buna daha yoğun bir biçimde hizmet etmeyi sürdürecek gibi görünüyor.

Emek gücü verimliliğini artırmayı ihmal eden bir strateji

Diğer yandan kapitalist ekonomilerde emek gücü verimliliklerinin artırılması gereği gibi sermaye birikiminin kendine has bir gerçekliği var. Günümüzde kapitalizm öyle bir durumdaki verimlilik artışları üzerinden sağlanan büyüme ekonomiyi büyütmek için neredeyse tek seçenek haline geldi.

Yani ucuz ve göreli olarak niteliksiz emek ile üretilen malların ihracatı, hem ciddi anlamda düşük ihracat fiyatlarıyla yapılmayı, hem de azgelişmiş dünyada bunu yapmakta olan Hindistan, Bangladeş ve Vietnam gibi ülkelerle rekabet etmeyi zorunlu kılıyor. Bu da aslında azgelişmiş ekonomilerin bir tür dibe doğru yarışı demek. Bu yarışın asıl kazananı ise Merkez Ekonomiler olarak da adlandırılan emperyalist ülkelerdeki büyük sermaye grupları, çok uluslu şirketler.

Bu sorunu aşmanın bir yolu tıpkı 1980’lerden itibaren Güney Kore ve son 20 yıldır Çin Halk Cumhuriyeti’nin yaptığı gibi beceri ve teknoloji yoğun ürün ihracatına yönelmek olabilirdi. Ama bugün (Kasım 2021 itibarıyla)  Türkiye’nin toplam ihracatının yüzde 94’ü imalat sanayi ürünlerinden oluşsa da, bunun sadece yüzde 3’ünü (Ocak-Kasım 2021) teknoloji yoğun ürünler oluşturuyor. (12) Böyle bir ekonomik model ve verili uluslararası iş bölümü altında, bu iki ülkenin yaptığını Türkiye’nin yapabilmesi oldukça zor görünüyor.

Çünkü Türkiye’de egemen sınıflar son 19 yıldır kolay yoldan, bol dış kaynağa dayalı ve asıl olarak inşaat-emlak rantı üreten bir servet birikimi stratejisini hayata geçiriyor. Yani bugünkü ekonomik krizin nedeni sadece iktidar bloku ve onun uygulamakta olduğu ekonomi politikaları değil, aynı zamanda son 19 yıldır uygulanmakta olan bu sermaye birikim stratejisi.

Bu stratejinin sürdürülebilmesi artık zorlaştığından, egemenler alternatif sermaye/servet birikimi stratejileri arayışına girdiler. Ayrıca iktidarda kalabilmelerinin yolu da böyle stratejilerle ihracatı ve ekonomiyi büyütebilme, erken seçime doğru gidilen bu süreçte ekonomide sahte de olsa bir canlılık yaratabilme başarısından geçiyor. Bu yüzden de ihracatı artırma stratejisi canla, başla savunuluyor.

İnovasyonda 50 merkezin içinde 49’uncu sıradayız

Diğer taraftan, beceri ve teknoloji yoğun bir ihracatı gerçekleştirebilmek için öncelikli olarak buna uygun teknolojilerin üretilmesi, yaratılması gerekiyor. Bunun için de başta inovasyon (yenilik) ve ar-ge çalışmalarının yeterli düzeyde olması lazım. 2021 yılında dünyadaki en önde gelen 50 inovasyon merkezine (hub) ait bilgi bu açıdan son derece düşündürücü. (13)

Çünkü genel sıralamada (ar-ge, ekonomide yenilikçilik ve ekolojik yenilikçilik kriterlerinin ortalaması olarak),  Türkiye’nin sadece yaklaşık 20 milyon nüfuslu İstanbul kenti, 100 üzerinden 60,35 puan ile 49’ncu sırada yer alabiliyor. İstanbul’un altında, yani sonuncu sırada 60 puan ile sadece Jakarta (Endonezya) var. Bu listede beklendiği gibi ilk 15 sıra ABD’ye ait iken, Çin’in dokuz kenti (26’ncı - 34’üncü sıralar arasında) ve 38-40’ıncı sıralar arasında olmak üzere Hindistan’ın üç kenti yer alıyor.

Yenilik ve buluşların üretilmesinde en önemli kurumlardan olan üniversitelerin sıralamasına bakıldığında ise Türkiye’den hiçbir üniversitenin ilk 200 küresel üniversite arasında yer almadığı görülüyor.

Sonuç olarak

Türkiye ekonomisi, özellikle de emperyalist-kapitalist sistemle tam eklemlenme yaşamaya başladığı son birkaç on yıldan bu yana, sadece bu sistemin ana sürücülerinden olan uluslararası sermaye hareketleri ve dış krediler (borçlar) yoluyla değil, aynı zamanda dış ticaret yoluyla da bu sistemin boyunduruğu altında varlığını sürdürmeye çalışıyor.

Yüksek kurlar aracılığıyla ülke bir emperyalist sömürüye tabi tutulurken, bu sömürü ucuz emek, ucuz toprak, ucuz hammadde ve düşük vergileme ile daha da katmerleştiriliyor. Ülkenin kendi insanına kapalı tutulan müşterek varlıkları, doğası, iktidarca tercih edilen yabancı ülkelerin zenginlerine ve/veya bu ülkenin az sayıda büyük zenginine adeta altın tepsi içinde sunuluyor. Yenileme süresi henüz dolmamış olan kamu arazilerinin, limanların işletme sözleşmeleri onlarca yıl ötesine uzatılıyor.

Büyük çaptaki emek sömürüsü altında ve gerçek değerinin çok altında fiyatlarla yapılan ihracatlar yüzünden halk daha da yoksullaşırken, ekonomi daha kırılgan ve krizlere yatkın bir hale geliyor. Bu durum (karşılaşılan finansal krizler yüzünden) ekonomik büyümenin sıklıkla kesintiye uğramasıyla sonuçlanıyor.

İhracat arttığında, artan ihracat gelirlerine rağmen (uluslararası kuruluşların yerli ortağı konumundaki büyük dış ticaret şirketleri ve süper zenginler dışında) toplumun büyük bir kısmı artan bu ihracattan fayda sağlayamıyor. Çünkü dış ticaret, ağırlıklı olarak, büyük ölçüde dışa bağımlı,  işbirlikçi büyük sermaye tarafından gerçekleştiriliyor ve devlet mevcut işleyişiyle hem ihracat,  hem de ithalat boyutuyla bu işleyişin kolaylaştırıcısı olarak işlev görüyor. Ayrıca ithalde aldığı KDV ve diğer ithalat vergileriyle devlet bu konuda ithalatçı sermayenin ortağı konumunu sürdürüyor.

Bu bir kader değil, emekten, insandan, doğadan yana bir çözüm var!

Oysa bu böyle olmak zorunda değil. Ülke ekonomisini demokratikleştirip, adaletli ve katılımcı bir hale getirdiğimizde, “neyin”, “nasıl” ve “niçin üretileceğine” bir avuç büyük sermayedarın ve onun iktidardaki temsilcilerinin karar vermesinin yerine, yerel halkın ihtiyaçlarını önceleyerek, bizzat halkın karar vermesini sağlayabilecek bir üretim tarzını ve buna uygun bir demokratikleşmeyi gerçekleştirdiğimizde, diğer ülkelerle adaletli ve etkin bir uluslararası ticaret düzeninin kurulmasının da yolunu açabiliriz.

Bunun için ön koşul olarak, meta değişiminin (mübadele) koşulları taraflar için eşit/adil olmalı, tekeller olmamalı (küçük üreticiler ile dev tekeller karşı karşıya gelmemeli) ve bu koşullar tüm taraflar için geçerli olmalı, yani ayrımcılık yapılmamalıdır.

Öncelikle ülkeler ellerindeki imkânları ya da fırsatları, bunlara sahip olmayan ama bunlara ihtiyaç duyan diğer ülkelerle kullanım değerleri üzerinden değiştirebilirler. Böylece ticaret yapan iki ülke alternatif maliyetlerini (ya da bir tür karşılaştırmalı avantajlarını)  ticari bir işleme dönüştürmeden, dayanışmacı bir takas yoluyla sağlayabilir. Ülkeler bu takası üretim sırasında kullanılan emek miktarı ya da elde edilen faydaya göre gerçekleştirebilirler.(14)

Yani bir çözüm, ticaret yapan tarafların yaptıkları katkılarıyla (değer) orantılı bir değişim yapmak olabilir. Bu katkıyı belirlemek için başvurulacak yasa kapitalizm sonrası toplumlar için de geçerli olan Emek- Değer Yasası’dır. Yani değişim değeri (fiyat) her ülkede söz konusu malların üretimi için saat başına harcanan emeğe göre belirlenebilir. 

Diğer çözüm ise her ülkenin katkısına değil, ticaretten sağladığı faydaya bakılması olabilir. Fiyatın faydayı yansıttığı varsayımı altında, ticaret yapan iki ülke de asgari düzeyde kabul edebileceği bir değerin (fiyat) üzerinde bir fayda sağlıyorsa adaletli ve etkin bir takastan söz edilebilir.

Bu noktada önemli bir husus işçi ücretlerinin, çalışma koşullarının, sosyal hakların ve doğanın korunması konusunda ülkeler arasında büyük farklılıkların olmamasının gerekliliğidir. Yani adaletli ve etkin bir ticaret/takas modelinde söz konusu mal ve hizmeti üretenlere sadece üretim maliyetlerini karşılayan değil, yaşanabilir bir gelir de sunan adil bir fiyat ödenmelidir. Bu asgari geçimlik ücretin üzerinde bir gelirdir.  Ayrıca sağlıklı çalışma koşullarının varlığı şart koşulmalı, çocuk emeği yasaklanmalı ve insan hakları ihlallerine izin verilmemelidir.

Böyle bir sosyal korumacılıktan beklenen (başka ülkelerin işçilerinin zararına olmak üzere) sadece kendi işçilerini değil, dünyadaki tüm insanların refahını artırmayı hedefleyen bir perspektiften, dünya işçi sınıfını korumaktır.

Ancak, kapitalizmin temel özelliği olan; üretimin sosyal karakteri ile mülkiyetin özel karakteri arasındaki uzlaşmaz çelişki ortadan kaldırılmadığı ve “neyin, nasıl ve neden üretilip”, “nasıl tüketileceğine” aşağıdan yukarıya, katılımcı- demokratik bir biçimde karar verilmediği sürece uluslararası ticarette adaletin ya da etkinliğin sağlanması beklenmemelidir.

Adaletli ve etkin bir dış ticaret sadece emek sömürüsü ve emperyalist sömürünün ortadan kaldırıldığı, dış ticaretin başta işçi sınıfı olmak üzere toplumun tüm emekçilerinin demokratik kontrolüne tabi tutulduğu bir enternasyonalist dayanışmacı küresel düzende (enternasyonalde) mümkün olabilir.

Dip notlar:

(1)    https://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/son-dakika-cumhurbaskani-erdogan-gururla-acikliyorum-ihracatta-rekor-kirildi (3 Ocak 2022).

(2)    Ümit Engin Tekin, “Dahilde İşleme Rejimi’nin ihracat ve ithalat üzerine etkileri (1996-2016)”, International Journal of academic value studies(Javstudies), 2017, Vol3,Issue 16, ss.192-206.

(3)    https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TR/TCMB+TR/Main+Menu/Istatistikler/Doviz+Kurlari/Reel+Efektif+Doviz+Kuru (4 Ocak 2022).

(4)    https://www.dunya.com/sektorler/lojistik/nakliyeci-spota-dondu-ihracatci-tedirgin-haberi (6 Ocak 2022).

(5)    TÜİK, Tüketici Fiyat Endeksi, Aralık 2021, https://data.tuik.gov.tr (3 Ocak 2021).

(6)    TÜİK, Yurt İçi Üretici Fiyat Endeksi, Aralık 2021, https://data.tuik.gov.tr (3 Ocak 2021).

(7)    ENAG, Tüketici Fiyat Endeksi Aralık 2021, https://enagrup.org (3 Ocak 2021).

(8)    Oğuz Oyan, “‘Enflasyon karşılaması’”, https://haber.sol.org.tr/yazar/enflasyon-karsilamasi (4 Ocak 2022).

(9)    https://www.dunya.com/ekonomi/ihracatcilar-kurdaki-rekabetciligini-kaybetti-haberi (5 Ocak 2022).

(10) https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TR/TCMB+TR/Main+Menu/Istatistikler/Doviz+Kurlari/Reel+Efektif+Doviz+Kuru (4 Ocak 2022).

(11)  http://www.meb.gov.tr/mesleki-egitim-ogrencilerinin-ucretlerinde-iyilestirme (24 Aralık 2021).

(12) TÜİK, Dış Ticaret İstatistikleri, Kasım 2021, https://data.tuik.gov.tr (31 Aralık 2021).

(13)  Center for Industrial Development and Environmental Governance (CIDEG) at Tsinghua University and Nature Research, Global Innovation Hubs Index 2021 (25 September 2021).

(14)  Robin Hahnel, The ABC s of Political Economy, Pluto Press, 2002, s. 126-127.