25 Şubat 2023 Cumartesi

Vergi adaleti

 

Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında adaletli bir vergi sistemine olan ihtiyaç devam ediyor

Mustafa Durmuş

25 Şubat 2023


Bir ülkede uygulamadaki vergi sistemi birçok önemli şeyin göstergesidir, özellikle de aşağıdakilerin:

(i) Ülke ekonomisinin gelişkinliğinin ve ülkenin genel olarak gelişmişliğinin ya da azgelişmişliğinin bir göstergesidir.

(ii) Ülkeyi yönetenlerin hangi sosyal sınıflardan yana duruş sergilediğinin, siyasal tercihlerinin hangi sosyal sınıflar ve kesimlerden yana olduğunun bir göstergesidir.

(iii) Siyasal iktidarın olduğu gibi, toplumun da demokrasi karşısındaki ya da yanındaki tutumunun, bu konudaki bilinç düzeyinin bir göstergesidir.

(iv) Vergilerin yükünün hangi sosyal sınıflar ve kesimler üzerinde olduğunun, böylece de ülkede vergilemede adalet olup olmadığının bir göstergesidir.

Vergiler topluma yararlı kamusal hizmetler için kullanılmalı

Bu nedenle de, öncelikle, toplanan vergilerin topluma yararlı kamusal hizmetlerin finansmanında kullanılması, bölüşümdeki adaletsizlikleri giderici olması ve sosyal ve ekonomik kalkınmaya hizmet etmesi son derece önemli.

Bu bağlamda, vergiler lükse, israfa, hurafeye, malum cemaatleri ve sermaye sınıfını gereksiz yere teşvik etmeye ve yöneten sınıfların iktidarını sağlamlaştırmaya dönük otoriterleşmeye ve militarizme hizmet eden harcamalar için kullanılmamalı.

“Vergiler kimlerden alınıyor” sorusu önemli

Ayrıca, bu vergilerin kimlerden alındığı da önemlidir. Örneğin bu vergiler ağırlıklı olarak Katma Değer Vergisi (KDV) ve Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) gibi halktan alınan vergilerse, buna karşılık Gelir Vergisi ve Kurumlar Vergisi gibi gelirler düşük önemde kalıyorsa o ülkenin gelişmişliğinden de, o ülkede vergi adaletinden de söz edilemez.

Çünkü KDV ve ÖTV gibi vergiler, ödeyenin gelirine bakılmaksızın (yoksul ya da zengin her türden gelir grubundan) herkesten alınırlar, dolayısıyla da düşük gelirliler, yoksullar bu verginin yükünü çok daha fazla hissederler ve taşırlar.

Keza, Türkiye’de olduğu gibi,  yüksek enflasyon söz konusu olduğunda mal ve hizmet fiyatları arttığından, ödenen verginin miktarı da artar. Bu yüzden de bu vergiler halkı ezen vergilerdir.

Bu nedenle de halktan yana bir vergi sistemi, vergi yükünün halkı ezen böyle vergilerden vazgeçilerek (ya da asgaride tutularak), en zenginlerden daha yüksek oranda alınan Gelir Vergisine, şirketlerden/sermaye kesiminden alınan Kurumlar Vergisine ve çok zenginlerden artan oranlı olarak alınması gereken Servet Vergisine kaydırılmasını gerekli kılar.

Bir ülkenin vergi sistemi bir hastanın MR’ı gibidir

Aşağıdaki tablo bu tespitlerimizin ve önerilerimizin karşılığında ülkedeki fiili durumun ne olduğunu göstermesi açısından yararlı olabilecek bir tablo.(1) Çünkü bu tablo adeta bir MR gibi OECD ülkelerinin vergilerinin bileşimini gösteriyor.



Bu tabloya baktığımızda Şili, Macaristan, Kolombiya ve Litvanya’dan sonra Türkiye’nin, vergi gelirlerini en fazla tüketim üzerinden alınan vergilerden sağlayan ülke olduğunu görebiliyoruz.

Aslında tüketim üzerinden alınan vergiler hikâyenin belli bir kısmı. Bir de buna Türkiye’de “deprem vergileri” adı da verilen ‘Özel İletişim Vergisi’, Damga Vergisi, Harçlar ve Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi gibi vergi ve vergi benzeri tahsilatları eklediğimizde toplam dolaylı vergilerin payı yüzde 68’i aşıyor.

Sonuç olarak

Gelir vergisinin azımsanamayacak bir kısmının da asgari ücretin üzerinde ücret alan emekçilerden tahsil edildiği ve bu kesimlerin ilave olarak çok yüksek elektrik ve doğal gaz faturalarını da ödemek zorunda kaldıkları unutulmamalı.

Ayrıca, son deprem vesilesiyle yaptıkları yardımları (!) şova döndüren sermaye kesimine her yıl yüzlerce milyar liralık vergi istisnası, muafiyeti ve indirimi uygulanarak bu kesimlerden alınan vergilerin azaltıldığı da, (sözlerini tutarlarsa) bu deprem yardımlarını vergi matrahından indirerek daha az vergi ödeyecekleri de biliniyor.

Dahası bu bir kısım sermaye kesiminin ödemesi gereken vergiler yüksek enflasyon altında ya geciktirilerek ödeniyor ya da ödenmiyor. Böylece ödenmesi gereken vergilerin reel değeri enflasyon altında azaltılıyor. Ardından, son 20 yılda ortalama her 2 yılda bir yapıldığı gibi, çıkartılan vergi aflarıyla bu vergilerin cezaları, gecikme faizleri vb affediliyor.

Ülkedeki vergi sisteminin bu hali dikkate alındığında, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında demokratik bir cumhuriyet inşa edilmeli ve vergi adaletsizliği ortadan kaldırılmalıdır.

Dip notlar:

(1) https://taxfoundation.org/oecd-tax-revenue-by-country-2023 (23 February 2023).

19 Şubat 2023 Pazar

Kahramanmaraş depremi ve komplo teorileri

 

Kahramanmaraş depremi ve komplo teorileri

Mustafa Durmuş

19 Şubat 2023


Kahramanmaraş merkezli son deprem sonrasında bazı çevreler bir yandan bu yıl 18 Haziran’da yapılması gereken seçimleri erteletme çabasında, diğer yandan iktidardaki siyasal iradenin depremin neden olduğu bu ağır zarardaki sorumluluğunun üstünü örtme gayretindeler.

Bir süredir “dünyanın neresinde olursa olsun bu büyüklükteki bir deprem karşısında devletlerin çaresiz kalacağı” söylenerek, AFAD’ın deprem sonrasında müdahalesindeki gecikmesine, koordinasyonsuzluğuna ve afet yönetimindeki beceriksizliğine gerekçeler üretilmeye çalışılıyor.

Bununla da kalınmıyor, aynı zamanda (‘kader’ teorilerinin yanı sıra) bildik ‘dış güçler teorisi’ tekrar ısıtılıyor ve bu depremin bizi sevmeyen bazı dış güçlerin işi olabileceği hikâyeleri anlatılıyor.

“Yüzyılın en büyük depremi mi?”

İktidar, Kahramanmaraş merkezli depremin “asrın felaketi” olduğunu söylüyor. Le Monde Gazetesi’ne göre de, bu deprem bu yüzyılda (yarattığı insani kayıpların büyüklüğü anlamında) dünyadaki en büyük beşinci deprem.

Öyle ki, Endonezya’da (26 Aralık 2004) 9,1 büyüklüğünde gerçekleşen depremde 227,899 ölüm, Pakistan’da (8 Ekim 2005) 7,6 büyüklüğündeki depremde 76,213 ölüm, Haiti’de (12 Ocak 2010) 7,0 büyüklüğündeki depremde 316,000 ölüm ve Japonya’da(11 Mart 2011) 9,1 büyüklüğündeki depremde 18,428 ölüm gerçekleşti.(1)  Türkiye’de şu an insan kaybımız 40,000’i aşmış bulunuyor ama bu sayının böyle kalmayacağı da kesin olarak biliniyor.

Bu verilerden ortaya çıkan ilk sonuç, bir ülkenin gelişmişlik ve depreme karşı hazırlı olma düzeyinin ortaya çıkan zararın büyüklüğü ile doğrudan ilişkili olduğu.

Zira Pakistan’daki 7,6 büyüklüğündeki deprem (resmi olarak) 76 binden fazla insanın, Haiti’de 7,0 büyüklüğündeki deprem 316 bin kişinin ölümüne ve Endonezya’daki 9,1 büyüklüğündeki deprem 228 bine yakın insanın ölümüne neden olurken, 9,1 büyüklüğündeki Japonya depreminde ölenlerin sayısı 18 binin biraz üzerinde oldu. Yani aynı büyüklükteki iki depremde Endonezya’daki ölümler Japonya’dakinden 12 kattan daha fazla gerçekleşti. 

Depremle mücadelenin yetersizliği bir azgelişmişlik göstergesi

Bu arada 2022 yılında Endonezya ve Pakistan ekonomilerinin yüzde 5’in üzerinde büyürken, Japon ekonomisinin büyümesinin yüzde 1,7’de kalacağı öngörülüyor (öte yandan Japonya’daki kişi başı gelir Endonezya’dakinin 10, Pakistan’dakinin 24 katı büyüklüğünde). (2)

Bu da bir ülkenin gelişmişliğinin, sadece ekonomik büyümesinin hızıyla değil, belki de daha büyük bir oranda, bu tür büyük felaketler karşısında kayıpları en azda tutabilme hazırlığı, becerisi ve kararlılığıyla ilgili olduğunu gösteriyor.

Şiddetli her deprem bu kadar ölüme neden olmayabiliyor

Depremlerin büyüklüğü açısından bakıldığında; dünyada 1956-2022 arasında 8,4 ile 9,5 büyüklükleri arasında 20 adet deprem yaşandığı görülüyor. Örneğin bu yüz yılda (27 Şubat 2010 yılında) Şili’de (Bio-Bio) Maule adı verilen 8,8 büyüklüğünde bir deprem ve bunun yol açtığı tsunami gerçekleşti. Bunun sonucunda 521 insan öldü, 41 kişi kayboldu, 1,5 milyon insan göç etmek durumunda kaldı. (3)

Kuşkusuz bu depremin Okyanus merkezli gerçekleşmesi (Kahramanmaraş’ta olduğu gibi karada olmaması) ortaya çıkan ölümlerin çok sınırlı kalmasının nedenlerinden biri olabilir. Ancak olayın bir de depreme hazırlıklı olma ile ilgili bir boyutu var ki Unesco bir çalışmasında buna dikkat çekiyor.

Depreme hazırlıklı olmak ölümleri azaltıyor

Uluslararası Tsunami Enformasyon Merkezi’ne göre, bu çaptaki bir depremin ve ardından gelen tsunaminin neden olduğu insan kaybının göreli olarak düşük olmasının nedenleri:

“ İyi tasarlanmış ve inşa edilmiş binalar, etkili tsunami uyarıları,  polis ve uyarı ve tahliyeye yardımcı olan itfaiye ekiplerinin hazırlıklı olması, halkın okullarda ve topluluk içi uygulama tatbikatları aracılığıyla deprem ve tsunami konusunda iyi eğitilmiş ve hazırlıklı olmaları gibi faktörlerdi”. (4)

Gezegen Yerbilimleri Profesörü D. Rothery, Kahramanmaraş depremini ele aldığı makalesinde (5); Türkiye’deki iktidarın “ bu büyüklükteki bir felaket karşısında önceden hazırlıklı olmanın imkânsız olduğu” yönündeki iddiasının haklı bir iddia olmadığını ileri sürüyor.

Japonya ve Kaliforniya’daki başarılı büyük afet önlemlerinden ve yönetimlerinden örnekler vererek, örneğin, her iki ülkede de trafik ışıklarını kırmızıya ayarlayarak ve trenleri durdurarak birkaç on saniyelik uyarı verebilen uyarı sistemlerinin olduğunun altını çiziyor.

Prof. Rothery: Hasar daha az olabilirdi…

Dahası Rothery, binaların büyük depremlere dayanıklı ve yıkılmayacak şekilde tasarlanıp inşa edilebilmesinin birçok yolunun olduğunu, büyük deprem riski olan bir bölgedeki çok katlı bir binanın, zemin sallanmaya başladığında, her iki taraftaki dış duvarlarının aynı yönde sallanacak şekilde tasarlanması gerektiğini  vurguluyor. Aksine, karşılıklı duvarlar birbirinden uzaklaşmak için serbest iseler, araya giren katlar bir an için desteksiz hale geliyor ve üst katların alt katlara doğru inmesine neden oluyor. Böyle inşaatların Türkiye’de ölümcül etki yaptığını, söylüyor.

Müteahhitlerin, binaların çökmesini önleyecek şekilde, zeminleri ve duvarları yapısal olarak birbirine bağlayarak, binaları biraz esneyecek hale getirerek, bunu önleyebileceklerini, bunun da daha fazla çelik ve daha az beton kullanmak anlamına geldiğini, depreme dayanıklı bina yapmanın en fazla yüzde 20’lik bir ek maliyet getirebileceğini ileri sürüyor ve ülkedeki iktidarın bunları önceden bilmesine rağmen önlem almamasını, bir trajedi ve skandal olarak nitelendiriyor. (6)

İMO: AFAD yetersiz kaldı, yurttaş dayanışması hasarı azalttı

Keza İnşaat Mühendisleri Odası’nın depremle ilgili ön değerlendirme raporunda, sırasıyla; zayıf zemin koşullarından, malzeme zafiyetlerinden, konstrüktif zafiyetlerden, yapı düzensizliklerinden ve afet yönetimindeki eksikliklerden söz ediliyor ve şu tespitlerde bulunuluyor:

“Depremler doğa olaylarıdır. Afete dönüşmesinin nedeni ise insan eliyle yapılmış yapılar olmalarıdır. Yapı üretim sürecinin tüm gerekliliklerine uygun olan bir yapılaşma söz konusu olsaydı, deprem yönetmeliğinin tasarım felsefesine uygun olarak binalar yine hasar alacak, hatta belki büyük kısmı ağır hasar alacak, ancak insanların içerisinden çıkmasını sağlayacak davranışı gösterecek, deprem afete dönüşmeyecekti. Hasar büyük olsa da can kaybı asgari sınırlarda kalabilecekti…

 Arama kurtarma çalışmaları için organize olmakta çok geç kalınmış, arama kurtarma çalışmaları çok kısıtlı bölgelerde, yetersiz kadro ve ekipmanla yürütülmüştür. Birçok depremzede günlerce hiçbir arama kurtarma ekibi bölgeye ulaşmadan göçük altında beklemiştir. Arama kurtarma çalışmalarına katkı sağlayabilecek maden işçileri gibi sivil olanaklar harekete geçirilmekte çok geç kalınmıştır. Afet yönetiminde ciddi bir koordinasyonsuzluk tüm deprem bölgelerinde gözlenmiş, arama kurtarma ekipleri doğru yönlendirilememiş, yardımlar ihtiyaç duyulan bölgelere ulaştırılamamıştır. Barınma ve gıda konusunda insani kriz yaşanmıştır. Yaşanan kriz, tüm Türkiye’den yurttaşların dayanışma seferberliği sayesinde kısmen hafifletilse de deprem bölgelerinde yardımların dağıtılması konusunda da kaos yaşanmıştır”.(7)

Komplo teorileri: “Uzaydan atılan iki titanyum çubuk depreme neden olur”

Türkiye’de, bu aralar, özellikle de son yıllarda çok sıklıkla kullanılan dış güçler söylemi ve buna uygun olarak hazırlanmış olan depremle ilgili uydurma hikâyeler halk arasında yaygınlaştırılıyor. Bu hikâyelerden biri Türkiye Uzay Ajansı Başkanı Serdar Hüseyin Yıldırım’ın geçtiğimiz yıllarda katıldığı bir konferansta anlattığı bir komplo teorisinden türetilen bir hikâye.

Yıldırım, video kayıtlı bu konuşmasında uzaydan bir uydu aracılığıyla dünyaya istenilen bir hedefe fırlatılabilecek olan 10’ar metre uzunluğunda 2 titanyum alaşımlı çubuğun dünyaya çarparak yerin 4-5 km derinliğine nüfus edebildiğinden ve bunun da dünyada 7-8 büyüklüğünde bir deprem oluşturabileceğinden söz ediyor. (8)

Bu tür söylemlerle yaratılmaya çalışılan algının neye hizmet edebileceği kabaca şöyle özetlenebilir:

Depremlerin neden olduğu büyük hasarın nedenlerini bilimsel olarak araştırmayalım, bu konudaki çalışmalara itibar etmeyelim, hatta bu çalışmaları yapanları gerekirse kriminalize edelim. Çünkü asırlık düşmanlarımız olan ‘dış güçler’ ülkemizi derinden etkileyecek depremleri yaratıyorlar (tıpkı ekonomik krizleri de çıkarttıkları gibi). Bu nedenle de, siyasal iktidarı deprem konusunda eleştirmememiz, tersine iktidarımızın arkasında tek yürek olarak bu güçlere karşı durmamız gerekiyor.

Bu videoya gelen yoğun tepkiler üzerine Yıldırım, “kendisinin de tanık olduğu bir mühendislik çalışmasından söz ettiğini, ancak bu sistemin deprem oluşturmak gibi bir etkisinin olmadığını” ileri sürerek (9), söylediklerinden çark etti.

Diğer yandan, “yalan söz yiter, izi kalır” misali, ülkede azımsanamayacak büyüklükte bir kesim bu tür bilim dışı sözde teorilere inanmaya devam ediyor.

Koenig: “Terör saldırısı olduğuna dair kanıt yok”

Oysa jeopolitik analist ve Dünya Bankası ve Dünya Sağlık Örgütü’nün eski kıdemli ekonomisti Peter Koenig, “Kahramanmaraş depreminin bir terör eyleminin sonucu olarak yapılmış olabileceği” iddiasını irdelediği makalesinde, bu yöndeki 15 iddiadan yola çıkıyor ve şu sonuca ulaşıyor:

“Bu yazının yazıldığı sırada, Türkiye-Suriye Depreminin Çevresel Modifikasyon Teknikleri tarafından tetiklenen bir Terör Eylemi olduğuna dair şüpheler olsa da, bunları destekleyecek somut kanıtlar mevcut değildir”. (10)

İşin aslı, komplo teorilerinin bir parçasını oluşturan bazı gerçek ötesi (post-truth) iddialar ve yalanlarla kitlelerin manipüle edilmesi otokratik rejimlere olan halk desteğinin sürmesinde önemli bir rol oynuyor. Bu yüzden de böyle rejimlerde bu tür uydurma teorilere ve haberlere sıklıkla yer veriliyor.

Türkiye’de, özellikle de 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü böyle bir sürecin önünü açtı, son 8-10 yıl ise bunu katmerli bir hale getirdi. 1989 yılında reel sosyalizmin de çöküşünün sonucunda, ideolojik üstünlüğün her türden aşırı sağcı, ırkçı ideolojilere geçmesi sonucunda, baskı altındaki kitleler hakikatlerden kopartılarak yalanlara kolayca inandırılabildiler.

Lozan Antlaşması’nın gizli maddeleri olduğu efsanesi

Bu konudaki en çarpıcı örnek “Lozan Antlaşması’nın sözde gizli maddelerinin 2023 yılında sona ereceği ve bu tarihten itibaren ülkenin Batının kontrolünden kurtulup, ülkedeki zengin petrol ve bor başta olma üzere doğal madenlerinin çıkartılıp, ülkenin hızlı bir biçimde zenginleşeceği,  bu ‘deli gömleği’nden kurtulan Türkiye'nin, Osmanlı İmparatorluğu'nun altın çağında olduğu gibi yeniden süper güç olacağı” yalanı. Bu, kuşkusuz, yönetenlerin kendilerine yeni on yıllarca yönetme imkânının tanınması için köpürtülen bir yalan.

Bu konuda çok daha çarpıcı olan şeyse KONDA’nın yapmış olduğu araştırmaya göre ülke nüfusunun neredeyse yarısının, üniversite öğrencilerinin ise yüzde 43’ünün bu yalana inanıyor olmaları. (11)

Grup kimliğini ön plana çıkarma kaygısı

Diğer bazı araştırmalar, komplo teorilerinin tahmin edilebilir psikolojik faktörlerden de kaynaklandığını gösteriyor. Bunlar, güçlü bir grup kimliğini destekleme motivasyonunu ve kendi grubunu, düşman olduğu düşünülen insanlardan oluşan başka bir gruptan ya da gruplardan koruma arzusunu içeriyor.

Hayali Lozan komplo teorilerinin kökenleri bunu doğruluyor. Ancak bir akademisyenin altını çizdiği gibi:

“Lozan komplo teorileri, yalnızca tarihsel gerçeklere karşı kayıtsızlığın ve hatta Türkiye’deki okullarda tarihin öğretilme biçiminin, baskın bir anlatının eleştirel düşünmeyi engellediği bir gelişimin ürünü değil. Yapısal faktörler de söz konusu.

Öğle ki komplo teorileri Türkiye'de neredeyse hiç eksik olmayan bir şey olan toplumsal kriz zamanlarında güç kazanıyor. Yani sadece ülkenin şu anda maruz kaldığı korkunç ekonomik ve politik koşullar değil, ülke insanının son birkaç yüzyılda yaşadığı çok daha uzun vadeli bir sendromdan söz ediyoruz. Bu, Türkiye Cumhuriyeti’ni ve öncesindeki Osmanlı İmparatorluğu’nu tehlikeli bir şekilde en tuhaf komplo teorilerine bile eğilimli bırakan bir olgu. Kısaca, hem Kemalistlerin hem de İslamcıların, dış güçlerin “Türk milletine karşı büyük bir komplo” hazırladığına dair ortak bir kanıya sahip olmaları biçimindeki bir sendrom”. (12)

Sonuç olarak

Bugün itibarıyla 40 binden fazla insanımızın ölümüne, on binlercesinin yaralanmasına, yüzlerce milyar liralık ekonomik kayba, milyonlarca insanın evsiz kalmasına ve başka illere göç etmesine ve tüm bunların devasa büyüklükte bir acıya neden olan bu deprem ‘kader’ gibi metafizik söylemlerle ya da ‘dış güçler’ gibi komplo teorileriyle açıklanamaz.

Ortaya çıkan bu çok büyük toplumsal zararın nedenlerini arıyorsak, öncelikle,  iktidardaki siyasal partilerin hem sermaye hem de örgütsel alt yapısının önemli bir kısmını oluşturan müteahhitlerin kâr hırsı olmak üzere, depreme dayanıklı olmayan, standartlara uymayan binaların yapılması, bunlara izin verilmesi, bunların denetlenmemesi, çıkartılan çok sayıda imar affı ile bu yapıların affedilmesi, bu süreçlerde yerel yönetimlerin ve merkezi bürokrasi ve siyasetin de dâhil olduğu yolsuzluklar, liyakatsizlik,  felaketi yönetememe gibi olgulara odaklanmalıyız.

Bu olgular ülkede son 20 yıldır uygulanmakta olan ve başlangıçta neo-liberal neo- muhafazakâr karakterli, ancak 2015 yılından bu yana neo-liberal Siyasal İslamcı ve milliyetçi karaktere bürünen ve asıl olarak inşaat ve emlak üzerinden büyük rantlar ve kârlar sağlamayı amaçlayan bir rejimin ana unsurlarıdır.

Bu depremin altında sadece on binlerce insanımız ve diğer canlılar değil, sadece ‘Tek Adam Rejimi’ değil, aynı zamanda bir bütün olarak kapitalist neo-liberal sermaye/servet birikimi rejimi ve onun koruyucusu olan otokratik siyasal rejim kalmıştır. Bu da önümüze, demokratik, sosyal ve özgürlükçü laik bir Cumhuriyet altında daha iyi bir toplumu ve ülkeyi inşa edebilme fırsatını ve görevini koymaktadır.

Dip notlar:

(1)    https://www.lemonde.fr/en/les-decodeurs/article/the-earthquake-in-turkey-and-syria-is-the-fifth-deadliest-of-the-21st-century (16 February 2023).

(2)    https://www.imf.org/en/Publications/REO/APAC/Issues/regional-economic-outlook-for-asia-and-pacific-october-2022 (13 October 2022).

(3)    https://www.visualcapitalist.com/cp/mapping-worlds-major-earthquakes-from-1956-2022 (11 February 2023);

(4)    “27 February 2010, MW 8.8, Off Central Chile”, http://itic.ioc-unesco.org/index.php (17 Şubat 2023).

(5)    David Rothery , “Turkey-Syria earthquake: the scandal of not being prepared”, https://theconversation.com (15 February 2023).

(6)    Agm.

(7)    TBMMO İnşaat Mühendisleri Odası, 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş, Pazarcık ve Elbistan Depremleri Ön Değerlendirme Raporu, s. 2, 15, 16.

(8)    https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/turkiye-uzay-ajansi-baskani-serdar-yildirim-uzaydan-gelen-guc-7-8-buyuklugunde-deprem-olusturuyor (17 Şubat 2023).

(9)    Agh.

(10)                 https://www.globalresearch.ca/turkey-syria-earthquake-act-terror (9 February 2023).

(11)                 https://www.odatv4.com/guncel/turkiye-2023-un-ilk-gununde-bunu-konustu-lozan-bitti-mi (1 Ocak 2023).

(12)    Ozan Özavcı, “Why do so many Turkish people believe ‘secret clauses’ in the 1923 Lausanne treaty will be unveiled this year?”, https://theconversation.com (13 January 2023).

 

12 Şubat 2023 Pazar

Üniversite öğrencilerini yurtlarından etmeyin!

 

Üniversite öğrencilerini yurtlarından etmeyin!

Mustafa Durmuş

13 Şubat 2023


Yükseköğretim Kurulu (YÖK) siyasal iktidarın talebi doğrultusunda, üniversitelerde yüz yüze eğitime (bu öğretim yılı için geçerli olmak üzere), geçici olarak son verdi.  

Buradan hareketle de, Ankara başta olmak üzere bazı illerde KYK yurtlarındaki öğrenciler apar topar yurtlarından çıkartılmaya başladı.

Gerekçe olarak Kahramanmaraş depremi nedeniyle üniversite yurtlarının depremzedelere tahsis edilecek olması gösteriliyor.

Binlerce konut boş dururken öğrencileri yurtlarından çıkarmak niye?

Bu tahsis anlaşılabilir bir şey ama böyle bir yerleştirmeye önce, otellerden, tatil köylerinden misafirhanelerden ve bazı devlet görevlilerinin lüks konutlarından, mekânlarından başlanmalı.

Böylece bu düzenden zenginleşenler, bu felaketin ortaya çıkmasında doğrudan ya da dolaylı olarak sorumluluğu bulunanlar öncelikli olarak ellerini taşın altına koymalı.  

Ayrıca, deprem bölgesine yakın kıyı illerinin yakın tatil beldelerinde, örneğin Arsus’tan Taşucu’na kadar binlerce yazlık konut var ve bunlar sezon gereği boş durumda.

Böyle bir dönemde öğrencileri yerlerinden, yurtlarından etmek ve onların eğitimlerini engellemek yerine, depremzedeler buralara geçici olarak yerleştirilebilirler.

Birçok yurttaşın buna bedelsiz olarak razı olacağına inanabiliriz. Bedelsiz olarak yazlığını vermek istemeyenlere ise devlet ödeyeceği cüzi miktarda kiralar ile bu sorun rahatlıkla çözümlenebilir.

Uzaktan eğitimin faydalı olmadığı görüldü

Kaldı ki, uzaktan eğitimin faydalı olmadığı gibi, eğitim kalitesini de ciddi biçimde düşürdüğünü Covid-19 salgını sırasındaki uzaktan eğitim deneyiminden çok iyi biliyoruz.

Kısaca, üniversitelerde öğretimi uzaktan eğitime çevirmek eğitimi neredeyse hiç yapmamak anlamına geliyor.

Bu da, ticarileştirilmiş, son derece rekabetçi bir yükseköğretim piyasasında eşitsiz koşullarda rekabet etmeye çalışan, gelecekleri için ellerinde eğitimden başka araçları olmayan emekçi sınıfların çocuklarının bu imkânlarının ve sosyal bir hak olan eğitim hakkının ve barınma hakkının ellerinden alınması ve mevcut eğitim eşitsizliğinin daha da artması demek.

Öğrenciye ikinci bir travma yaşatılmamalı

Ayrıca salgın sonrası geçilen uzaktan eğitimin üniversiteli öğrenciler üzerinde yol açtığı yalnızlık ve hiçlik duygusu gibi kötü duygular bir kez daha, bu kez deprem nedeniyle, öğrencilerimize yaşatılmamalı. Bu nedenle de bu karardan hemen vazgeçilmeli, daha adil çözümler üretilmeli!

Kamu kaynakları mağdur halk için kullanılmalı

Siyasal iktidar deprem nedeniyle ortaya çıkan sorunların çözümünde kullanılmaya dönük olarak, 5 trilyon TL’ye yakın büyüklükteki devlet bütçesi başta olmak üzere, kamu kaynaklarını halktan yana kullanmalı.

Örneğin, verimsiz, gereksiz, israf niteliğindeki harcamalarını durdurmalı, sermayeden ‘vergi harcaması’ adı altında almaktan vazgeçtiği 1 trilyon TL’yi bulan vergiyi tahsil etmeli, bu da yeterli olmazsa çok zenginlerden geçici olarak bir ‘Deprem Dayanışma Vergisi‘ almalı.

Toplayacağı bu vergilerden sağlayacağı geliri sadece depremin yaralarını sarmak ve yeni depremlere karşı önlem almak için kullanmalı ve bu amaçla yaptığı tüm harcamalarda şeffaf ve toplumsal denetime açık olmalı.

Öğrencilerimizle dayanışma zamanıdır!

Yurtlarından bu gerekçe ile çıkartılan öğrencilerimizin eğitimlerini yüz yüze sürdürebilmelerini sağlamaya dönük hızlı bir çözümse, evleri uygun olan üniversite hocalarının ve diğer üniversite personelinin bu öğrencilere evlerini açmaları ve onları dönem sonuna kadar misafir etmeleridir. Bunu yaptığımızda gerçek bir toplum oluruz. Ben iki öğrencimi konuk etmeye hazırım.

 

9 Şubat 2023 Perşembe

6 Şubat depremleri üzerine

 Şimdi acıyı paylaşma, dayanışma ve yanlışları sorgulama zamanıdır!

Mustafa Durmuş

10 Şubat 2023

Kahramanmaraş merkezli çok büyük iki depremin üzerinden kritik 72 saat geçti. On il, ilçe ve köylerini kapsayan deprem bölgesine gidenler, ortaya çıkan manzaranın TV’lerde ya da sosyal medyada yer alan görüntülerden çok çok daha ağır olduğunu canlı yayınlarda anlatıyorlar. Dördüncü gününde 13 bine yaklaşan ölüm ve 63 bine yakın yaralı var.(1) Enkaz altında kalanların sayısı dikkate alındığında bu sayıların kat kat artacağı kesin.

Bu duruma nasıl geldik? Bugün artık konuşulması gereken şeylerden biri de bu olmalı ki ilerde benzer felaketlere karşı daha hazırlıklı olalım. Dünyanın en korkunç deprem bölgelerinden birinde yaşadığımız gerçeği dikkate alındığında, şimdiden akılcı ve kalıcı önlemler alalım.

Kaynaklar inşaata ve savaşa

20 yıllık iktidarları boyunca, neden olabileceği ekolojik zarara aldırış etmeden, her tarafa beton binalar inşa ederken, bu politikalarını “kentlerinizi modernleştiriyoruz, refahınızı yükseltiyoruz” söylemi ile halka kabul ettirdiler. Aslında devasa rantlar elde ettiler, kendi partilerinin tabanını oluşturan bir kesim olan yandaş müteahhitleri zenginleştirdiler.

Sadece İstanbul’da 1 milyondan fazla bina depreme karşı güçlendirme beklerken, özellikle de seçim öncesinde yüzbinlerce yeni konut yapımını kapsayan popülist kampanyalar başlattılar. İmar afları çıkartarak depreme dayanıklı olmayan yapıları meşrulaştırdılar.

Keza, ülkenin kıt kaynaklarını savaşlara ve savaş sanayine ve ailenin çok yakınlarında bir sermaye grubunun ürettiği İHA ve SİHA’lara ayırırken, bunu “ülke güvenliği” için yaptıklarını söylediler. Oysa bunları Ukrayna dahi dünyanın birçok yerine satarken işin doğası gereği çatışmaları körüklediler, bu arada büyük kârlar da sağladılar.

Ama hayat yalan ve gerçek olanı birbirinden ayırma konusunda çok mahir. Nitekim son iki büyük deprem, yapılan ama yeterince denetlenmeyen bu binaları, hastaneleri, yerle bir etti, hava limanlarına, köprülere, viyadüklere ve yollara ağır hasar verdi. Çok daha önemlisi on binlerce insan öldü ve yaralandı, milyonlarcası da bu sert kış koşullarında soğuk altında, aç, susuz, çaresiz kaldı.

Depremlere hazırlıksız bir ülke

Bu iki deprem, bu tür felaketlere karşı nasıl kırılgan ve hazırlıksız olduğumuzu da ortaya koydu.

Almanya, Bohum Ruhr Üniversitesi’nce hazırlanan ‘2022 Yılı Dünya Risk Endeksi’ adlı bir endeks var. Bu endeks deprem kuşağındaki ülkelerdeki depreme hazır olup olmama halini (güvenlik açığı) gösteriyor. Güvenlik açığı üç kategoride ele alınıyor: ‘Sosyal eşitsizlik durumu ve kalkınma yetersizliği’, ‘siyasi istikrar, sağlık hizmetleri ve altyapı yetersizliği’ ve ‘ilerleme yetersizliği’.

Buna göre, Türkiye bu tür felaketlere dayanıklılık konusunda son derece vasat bir puana sahip (100 üzerinden 29,6 puan). Özellikle ikinci kategoride olmak üzere Türkiye, doğal afetlere karşı “çok yüksek” kırılganlığa sahip bir ülke olarak derecelendiriliyor. (2)


Depremler Suriye’yi de vurdu

Diğer taraftan, bu depremlerin son 100 yılın en büyük depremlerinden olduğu ortaya çıktı. Öyle ki Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Türkiye ve Suriye’de 1,4 milyonu çocuk olmak üzere 23 milyon kadar insanın depremden doğrudan etkilendiğini ileri sürüyor. (3)

Keza bu deprem sadece Türkiye’yi değil, aynı fay hattı üzerinde bulunan ve yıllardır iç savaşla ve emperyalist müdahalelerle perişan hale getirilmiş Suriye’yi ve Suriye halklarını da vurdu. Suriye’de de (Halep, İdlip ve Rojava’da) binlerce insan öldü. Suriye’deki binaların her zaman depremlere karşı savunmasız olmasına ilave olarak, mevcut savaş durumu daha da kötüleştirdi. (4)

Öte yandan depremlerle ilgili olarak henüz gündeme gelmeyen bir başka durum daha söz konusu. Öyle ki Maraş’ta ölenlerin üçte birinin, Antakya’da ölenlerinse neredeyse yarısının Suriyeli sığınmacılar olabileceği, bölgeyi çok iyi bilen uzmanlarca dile getiriliyor. Kısaca sadece savaş değil, depremler de hem kendi ülkelerinde, hem de sığındıkları Türkiye’de Suriyelileri öldürdü.


Suriye’de depremden etkilenenlere Suriye devletinin yardım etmediği ya da edemediği yönünde bilgiler sosyal medyada yer alıyor. Şam Yönetiminin Suriye'ye giden yardımın kontrolünü talep ettiği ve yardım malzemelerinin bölgeye yalnızca bir sınır kapısından girmesine izin verdiği yönünde haberler çıkıyor. Yardımların Türkiye'nin depremlere maruz kalan bölgelerindeki felaketten etkilenen insanlara ulaştırılabilmesi için daha fazla geçiş noktasının açılması yönünde çağrılar yapılsa da, şu ana kadar Suriye’nin buna izin verdiğine dair bir bilgi yok.

Aslında, bu sınır bölgesi, yalnızca felakete müdahaleyi engellemekle kalmayan, aynı zamanda deprem etkilerinin riskini azaltmak için yapılan çalışmaları da sıklıkla engelleyen veya engelleyen çatışmalarla dolu olan bir bölge. Yine de etkili diplomasi ve ülkelerin gerilimlerine rağmen birlikte çalışma istekliliği büyük bir fark yaratabilirdi. (5)

Özetle, bu durum, savaşların, özellikle de böyle büyük felaketler ortaya çıktığında, doğal felaketleri daha da büyütme konusundaki rolüne verilebilecek acı bir örnek. Bu savaşın başta ABD ve onun bölgedeki müttefiki konumundaki devletler olmak üzere emperyalist güçlerin son otuz yıldır bölgeye kanlı müdahalesinin bir sonucu olduğu unutulmamalı.

Bu bir kader değil

Daha önce maden ocaklarında yaşanan iş cinayetleri siyasal iktidarca “işin fıtratıyla” açıklanmıştı. Bu kez, deprem yüzünden ortaya çıkan ölümler ve yaralanmalar “takdir-i ilahi” ile, “kader” ile açıklanıyor. İnsanların bunu kabul etmeleri için dini retoriklere başvuruluyor. Öyle ki daha depremin ilk gününde insanlar enkaz altında korku içinde beklerken, 81 ilde eş zamanlı olarak Diyanet tarafından camilerden sala okutulmasına karar verildi. (6)

Oysa bu işin kaderden ziyade, yapılan inşaatlarla, alt yapı ile ve alınmayan önlemlerle yani insan ve yönetim faktörü ile ilgisi var. Çünkü bölgenin çoğu iki büyük fay olan Kuzey Anadolu Fayı ve Doğu Anadolu Fayı arasında yer alıyor.

ABD Jeoloji Araştırması’na göre, Türkiye'de depremden etkilenen birçok insan, sarsıntı ile hasar görme olasılığı son derece yüksek, donatısız tuğla duvarlı ve az katlı beton karkaslı yapılarda yaşıyor. Depremler sırasında ölen pek çok insan düşen tuğlalar, duvarlar ve altında kaldıkları beton yüzünden öldü. Suriye’de ise durum, neredeyse 12 yıldır devam eden savaşın inşaat standartlarını büyük ölçüde kötüleştirmesi yüzünden daha da kötü. (7)

Bilim insanları defalarca uyarmıştı

İşin uzmanları olan deprembilim insanları yıllardır, dünyanın en tehlikeli deprem bölgelerinden birinde olduğu bilinen Türkiye’de uzunca bir süredir, özellikle de bu bölgenin altındaki fayın kırılma riskinin çok yüksek olduğunu anlatıyorlar, uyarılarda bulunuyorlar.

Nitekim bu depremin geleceğini başta Prof. Dr. Naci Görür olmak üzere birçok deprem bilimci en az iki yıl önce öngörmüş ve Prof. Görür bununla ilgili olarak devlet kurumlarını her düzeyde bilgilendirmiş ve önlem alınması konusunda uyarmıştı. Eş anlı olarak, Jeoloji Mühendisleri Odası’nca bu bölgedeki büyük deprem riskine dikkat çeken raporlar Cumhurbaşkanlığı’na ve ilgili bakanlıklara sunulmuş ama her hangi bir geri dönüş olmamıştı. (8)


Ancak, bilimin rehberliğinin unutulduğu bu ülkede,  ne onları dinleyen oldu, ne de yeterince önlem alan. Üstelik bundan 24 yıl önce yine bu ülkede 17 Ağustos 1999 depremi gibi büyük bir deprem ve o günden bu yana 25 civarında küçük ve orta büyüklükte deprem yaşanmasına rağmen, neredeyse hiçbir şey yapılmadı, yapılanlardan da bir süre sonra vazgeçildi.

Aksine deprem sırasında müdahale edebilecek askeri ve sivil yapılar çeşitli gerekçelerle dağıtıldı, deprem sonrası toplama alanlarının bir kısmına alışveriş ve iş merkezleri yapıldı, deprem için toplanan vergilerse bambaşka amaçlar için kullanıldı.

Sınıfta kalındı

Bilim insanları, insanların daha fazla deprem ve artçı şokun yanı sıra kötüleşen hava durumuna karşı kendilerini hazırlamaları gerektiğini, mevcut hasarı daha da artırma olasılığı büyük artçı sarsıntıların haftalarca, hatta aylarca sürebileceğini söylüyorlar. (9)

Buna karşılık siyasal iktidar depremlere müdahale konusunda sınıfta kaldı. Depremden 72 saat sonra dahi, köylere neredeyse hiç ulaşılamadı, kentlerde ise insanlar hala sevdiklerini kazma ve küreklerle enkaz altından çıkarmaya çalışıyor ya da çaresizce enkazın başında iş makinalarının “mucize” yaratmasını bekliyor.

 

Halkların kardeşliği kıymetlidir, bilhassa zor zamanlarda!

Bazı çevrelerse “Atina’yı vurabilecek öldürücü insansız hava araçları ve uzun menzilli füzeler üretmekle” övünüyorlardı. (10) Ne gariptir ki depremin hemen ardından Türkiye’ye ilk yardım elini uzatan ülkelerden biri Yunanistan oldu. İki kurtarma köpeği ve özel bir kurtarma aracıyla 21 itfaiyeciden oluşan bir ekip, Elefsina havaalanından C-130 askeri uçağıyla Türkiye'ye uçtu. (11)

 


Buna karşılık, deprem bölgesinin hemen kıyısında sınır boyu bekletilen on binlerce askerimiz olmasına rağmen, depremden 48 saat sonra ancak 3,500 asker bölgeye sevk edilebildi.

Bu yetmezmiş gibi, belediyelerin, sivil toplum örgütlerinin ya da vatandaşların kendi aralarında organize ettikleri yardımların deprem bölgesine ulaştırılmasını, bu yardımların AFAD’a teslim edilmesi şartına, üstelik AFAD’ın özellikle de böyle büyük ve yaygın bir depremin neden olduğu hasarla baş edebilmesi mümkün olmamasına rağmen, bağladılar.

Oysa AFAD bürokrasisi yüzünden enkaz altındakilere zamanında müdahale edilemezken, iktidar medyasının iddialarının aksine, dondurucu soğuk koşullarında halka sıcak yemek, battaniye gibi zaruri malzemelerin dahi (bölgeye yeterince sevk edilmiş olmasına rağmen) etkin bir biçimde verilemediği ileri sürülüyor. (12)

Kaynaklar depremlerle mücadeleye ayrılmalıydı

Bu depremlerin ardından İstanbul Menkul Kıymetler Borsasında, çimento üreten firmaların hisselerinin fiyatları hızla yükseldi (13), bazı fırsatçı firmalar ve esnaf yüzünden battaniye fiyatları başta olmak üzere birçok malın fiyatında ciddi artışlar oldu.

Bu da bu depremin halklar için büyük bir ekonomik zarar oluştururken, başta bir avuç finansal seçkin olmak üzere bazı kesimler için artan kârlar demek olduğunu ortaya koyuyor ve kapitalizmin acımasız, vicdansız yüzünü sergiliyor.

Aslında bu durum, siyasal iktidarın yapmış olduğu sınıfsal ve siyasal tercihlerle de yakından ilgili de bir durum. Öyle ki kaynaklarımız inşaattan ekonomik ve siyasal rant sağlamak için değil de, başta depreme karşı alınacak önlemler olmak üzere, insanımızı, toplumu ve doğayı korumaya dönük mal ve hizmetlerin üretiminde, alt yapının geliştirilmesinde kullanılsaydı bugün bu fatura bu kadar ağır olmazdı.

Ayrıca, Covid-19 salgını sırasında yaşananlara benzer biçimde; siyasal iktidar devlet gücü ile bu yapıların yardımlarını önlemeye, her şeyin kendinde toplanmasını ve AFAD gibi hiç de etkin olmayan merkezi bir dağıtım ağı ile bölgeye ulaştırmaya çalışmasaydı, otoriter- tekçi zihniyet böyle büyük bir felakette ön plana çıkartılmasaydı, bu yaralar daha hızlı sarılabilirdi.

İktidar blokunun sorumluluğu

Kısaca, bu konuda sadece kapitalizmi suçlamak diğer sorumluların göz ardı edilmesine neden olur. Çünkü dünyanın diğer kapitalist ülkelerinde depremlerle ve diğer doğal felaketlerle pek ala mücadele edilebiliyor ve yaralar olabildiğince en kısa zamanda sarılabiliyor.

Bu yüzden de asıl sorumlu, gerçekleşeceği bilimsel olarak bilinen, bu yüzden de beklenen bu depremin neden olabileceği hasarı azaltmak yönünde önlem almayan eyyamcı yaklaşım, sıklıkla imar afları çıkartan ve sorunlu binaları depreme karşı güçlendirmek yerine müteahhitleri zenginleştirmeye dönük yeni konut inşa etme politikaları uygulayan siyasal iradedir.

Dayanışma yaşatır!

Ancak halkımız kendi yol ve yöntemleriyle bu yardımları bölgeye göndermeyi ve depremzedelerin yaralarını sarmaya devam ediyor. Engelleme çabalarına rağmen ülke halkları birbiriyle dayanışma içindeler. Ülkenin her yanından, siyasal partilerin yerel örgütleri, belediyeler, demokratik kitle örgütleri, sivil toplum örgütleri, yerel inisiyatifler, gençler, kadınlar kısaca tüm toplum tam bir dayanışma gösteriyor ve deprem bölgesindekilere, sıcak yemek,  soğuktan korunma, hijyen ve barınma, enkaz kaldırma ekipleri başta olmak üzere her türden yardımı vermeye çalışıyor.

Dip notlar:

(1)    https://www.milliyet.com.tr/galeri/deprem-son-dakika-depremde-kac-kisi-oldu-deprem-olu-ve-yarali-sayisi (9 Şubat 2023).

(2)    https://www.statista.com/chart/29258/vulnerability-to-natural-disaster (8 February 2023).

(3)    https://www.aa.com.tr/en/world/recent-quakes-in-turkiye-syria-could-affect-up-to-23m-says-who (7 February 2023).

(4)    “Turkey–Syria earthquake: what scientists know”, https://www.nature.com (6 February 2023).

(5)    https://theconversation.com/turkey-syria-earthquake-how-disaster-diplomacy-can-bring-warring-countries-together-to-save-lives ( 7 February 2023).

(6)    https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/kahramanmaras-merkezli-buyuk-deprem-felaketin-ardindan-diyanet-devrede-tum-camilerde-sala-okutulacak (6 Şubat 2023).

(7)    “Turkey–Syria earthquake: what scientists know”, https://www.nature.com (6 February 2023).

(8)    https://www.birgun.net/haber/uzmanlardan-deprem-sonrasi-uyari-raporlar-hazirlayip-sunduk-tek-bir-geri-donus-alamadik (6 Şubat 2023).

(9)    Agm.

(10)                 Ulaş Ateşçi, “The capitalist economics and imperialist geopolitics behind the earthquake disaster in Turkey”, https://www.wsws.org ( 7 February 2023).

(11)                 https://greekreporter.com/2023/02/06/turkey-earthquake-greece-sends-help (6 Şubat 2023).

(12)                 https://yesilgazete.com.tr/sondakika/deprem-bolgesine-kosa-kosa-gelmisti-oguzhan-ugur-canli-yayina-baglandi-adeta-isyan-etti-kameralarin-dondugu-ve-donmedigi-yerler-var-10589.html (8 Şubat 2023).

(13)                 Ateşçi, agm.

2 Şubat 2023 Perşembe

Vergi affı

 


Vergini dert etme, oyunu ver yeter

Mustafa Durmuş

2 Şubat 2023

Yeni torba yasa teklifi Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nda kabul edildi. Bu teklifin içinde deyim yerindeyse “yok yok”. Bu da bu teklifin, kapsamlı bir borç yapılandırmasını içeren ekonomik bir düzenleme olduğu kadar, yaklaşan seçimler nedeniyle belli seçmen kitlelerine yönelik politik bir teklif olduğunu gösteriyor.

Bu teklif kapsamında; kesinleşmiş borçların yeniden yapılandırılması, kesinleşmemiş veya dava aşamasında bulunan borçlar, inceleme ve tarhiyat aşamasında bulunan işlemler, matrah ve vergi artırımı, işletme kayıtlarının düzeltilmesi gibi irili ufaklı sermaye kesimini ilgilendiren birçok düzenleme yer alıyor.

Şu ana kadarki en geniş kapsamlı mali aflardan biri

Kanun Teklifinin 1’nci maddesinde kapsam şöyle açıklanıyor (1):

“Yapılandırmaya konu alacaklar; esas itibarıyla 31.12.2022 tarihi dikkate alınarak belirleniş ve vergiler, vergi cezaları, idari ve adli para cezaları, gümrük vergileri ve idari para cezaları, sigorta primleri, topluluk sigorta primleri, emeklilik keseneği ve kurum karşılığı, işsizlik sigortası primi, sosyal güvenlik destek primi ile bu alacaklara ilişkin her türlü faiz, zam, gecikme zammı, gecikme faizi, cezai faiz, gecikme cezası gibi fer’i alacaklar kapsama alınmıştır. Ayrıca bu idarelerin 6183 sayılı Amme Alacaklarını Tahsil Usulü Hakkında Kanun kapsamında takip ve tahsil edilen diğer alacakları ile belediyelerin, su, atık su ve katı atık gibi alacakları Kanun kapsamındadır.”

Milletvekillerine dağıtılan bilgi notu ve etki analizi raporuna ve Komisyon tutanaklarına giren bilgilere göre:

Yapılandırma kapsamına giren vergi alacağı: 521 milyar TL’si anapara + 316 milyar TL’si faiz olmak üzere toplam 837 milyar TL. Sosyal güvenlik primi: 197 milyar TL’si anapara + 166 milyar TL’si prim fer’ileri olmak üzere toplam 363 milyar TL. Genel toplam 1,2 trilyon TL. Böylece bu af şu ana kadarki mali afların rakam olarak en büyüğü niteliğinde.

Diğer yandan bu aftan beklenen vergi tahsilatı tahmini sadece 43,5 milyar TL. Yani yüzde 5. Bu da, bu affın Hazine’ye tahsil edemediği vergileri tahsil etme imkânını sağlamaktan ziyade başka bir amaçla çıkartıldığını gösteriyor.

Nitekim aftan yararlanacakların sayısı bu durumu netleştiriyor. Çünkü bu aftan yararlanacak olan vergi dairelerine borçlu kişi sayısı 14.156.341. Özetle, bu af niteliğindeki düzenlemeden (2 bin TL’ye kadar olan vergi borçlarının silinmesinden yararlanacak olan küçük borçlular dışında), asıl olarak, bir kesim ya da daha doğru bir deyimle bir sınıf yararlanacak gibi görünüyor: Sermaye sınıfı.

Sermayenin her kesimine yönelik bir rahatlatma

Bir başka anlatımla, seçime doğru giderken Hazine’nin ihtiyacı olan gelir sağlama amacının yanı sıra, bu düzenleme ücret geliri elde eden emekçileri değil, kâr, faiz ve rant gibi sermaye geliri elde eden sermaye kesimini mutlu etmek için hazırlanmış gibi duruyor.   

Öncelikle kapsam olarak, son zamanlarda çıkarılmış olan afların en geniş kapsamlılarından biri zira bu yapılandırmanın kapsamına ‘düzenleyici ve denetleyici kurullar tarafından verilen idari para cezaları’ ile ‘Tütün Ürünlerinin Zararlarının Önlenmesi ve Kontrolü Hakkında Kanun kaynaklı idari para cezaları’ ilk defa dâhil ediliyor.

Keza, daha önceki yapılandırmalarda en fazla 36 ay (3 yıl) olan vade bu teklifte 48 aya kadar (spor kulüpleri ve belediyeler için 120 ay), bir takvim yılı içinde taksit atlatma sayısı ise (ödenmeyen taksit) 2’den 3’e çıkarılıyor.

7 işgünü içinde vergi incelemesi tamamlanacak

Ayrıca bu düzenleme kapsamında, kanunun yayımlanma tarihinden önce başlanılmış olan vergi incelemelerinin kanunun yayınlanmasını izleyen 7 iş günü içinde sonuçlandırılması, aksi halde incelemeye devam edilemeyeceği öngörülüyor.

Kısaca, mükelleflerin matrah ve vergi artırımı yapmaları durumunda, kanunun Resmi Gazetede yayımını izleyen 7 iş günü içinde tamamlanamayan vergi incelemelerine devam edilemeyecek. (2) Vergi incelemesi altında bulunan bazı mükellefler için bundan daha iyi bir sonucun olmayacağı açık.

Faiz: Sadece yüzde 9

Bu düzenlemenin en önemli kısmı borçların yapılandırılmasında uygulanacak faiz oranı. Zira bu oran aylık yüzde 0.75 (3) yani yıllık yüzde 9 olarak belirlenmiş.

Bağımsız iktisatçılar grubu ENAG, 2022 Aralık ayındaki aylık TÜFE’yi yaklaşık yüzde 5,2 olarak açıklamıştı. (4) Teklifte önerilen aylık yapılandırma borç faizi oranı ise bunun 6 da 1’inden az. Bu denli yüksek bir enflasyon altında böyle bir faiz oranı uygulamasının iktisadi olarak hiçbir açıklaması olamaz.

Piyasadaki faiz oranları ise bu tuhaflığı daha da artırıyor. Öyle ki ihtiyaç kredisi faizi oranları aylık yüzde 1,95 ile 3,09 arasında; taşıt kredisi faizi oranları yüzde 1,99 ile yüzde 2,49 arasında, konut kredisi faizleri yüzde 1,29 ile yüzde 2,09 arasında değişiyor. Merkez Bankası’na göre, bankaların ticari kredileri aylık yüzde 1,12 civarında seyrediyor. (5)

Kredi kartlarına uygulanan aylık faiz oranının (maksimum) yüzde 1,36 (yıllık yüzde 16,3) ve aylık gecikme faizi oranının yüzde 1,66 (yıllık yüzde 19,9) olduğu dikkate alındığında yapılandırmaya uygulanacak olan faiz oranının adeta bir bağış gibi olduğu anlaşılıyor. (6)

Bu arada Hazine’nin 5 yıllık Euro Bond borçlanma faizi oranının (31 Ocak 2023’te) yıllık yüzde 9,27 olduğunu (7) ve bu yıl siyasal iktidarın en az 566 milyar TL faiz ödeyeceğini hatırlatalım.

Kısaca, piyasadaki faiz oranları teklifteki yapılandırma faizi oranının ortalama iki-üç katı civarında ve devlet borçlanırken oldukça yüksek faiz oranlarından borçlanıyor. Dahası bu yıl ödenecek borç faizi yarım trilyon TL’yi aşıyor. Buna karşılık iktidar tahsil etmesi gereken alacakları için oldukça rahat davranıyor ve piyasa faizlerinin çok altında (reel olarak negatif) faiz oranlarından bu alacakları tahsil etmeyi planlıyor.

Vergi affından kim ya da kimler yararlanacak?

Bu noktada “bu aftan kimlerin yararlanacağı” sorusu önem kazanıyor. Bu konuda milletvekilleri ile paylaşılan bilgi notu ve etki analizine göre, aftan yararlanacak olanları sayısı 14 milyonu aşıyor. Bunun yaklaşık 7,7 milyonu 2,000 TL’nin altında borcu olanlardan oluşuyor.

Bu düzenlemenin, vergilerin en az üçte ikisini stopaj ve dolaylı vergilerle ödeyen halk için hazırlanmadığı açık. Bu da, vergi ve sigorta primi gibi borçlarını zor duruma düşerek ödeyemeyenleri dışarıda tutarsak, bu kanun teklifinin, asıl olarak, “nasıl olsa vergi affı çıkar beklentisi içinde” vergilerini ödememeyi alışkanlık haline getiren, borçlarını ödemek yerine onu finansman ya da tüketim amaçlı olarak kullanan ve sayıları milyonları aşan bir kesimi (özellikle de seçimler öncesinde) iktidarın yanında tutmak için hazırlandığını gösteriyor.

Nitekim şu ana kadarki deneyimlerden, vergi ve diğer kamu borcu aflarının genelde ekonomik kriz ya da doğal felaketler yüzünden vergilerini ödeyemeyenleri rahatlatmak, mükellefleri vergi ödemeye teşvik ederek vergi tahsilatlarını hızlandırmak, böylece kamuya kaynak sağlamak ve seçimler öncesinde vergi mükellefi seçmenleri ve ailelerini iktidara oy vermeye yönlendirmek gibi amaçlarla çıkarıldığı biliniyor.

Tahsilat oranı sadece yüzde 10

Diğer yandan, Hazine ve Maliye Bakanlığı verilerinden yaptığımız hesaplamaya göre, ülkede son 5 yıldır her yıl çıkartılan vergi aflarının sonucunda tahsilat oranları 2017’de yüzde 5, 2018’de yüzde 9, 2019’da yüzde 10, 2020’de yüzde 9 ve 2021’de yüzde 15 oldu. Yani son 5 yılın vergi aflarının tahsilat ortalaması sadece yüzde 9,6 olarak gerçekleşti.

SGK alacaklarında ise bu oran yüzde 24’lerden yüzde 16’ya kadar geriledi.   Dolayısıyla, her vergi affı vergiye gönüllü uyumu zedelerken, vergi ahlakını tahrip ederken, bir de idarenin tahsil kabiliyetini her defasında aşağıya çekiyor. Vatandaş her 1,5 yılda getirilen vergi afları ile hem devlete olan inancını yitiriyor hem de asli görevi olan vergi ve SGK ödemesini yapmaktan imtina eder hale geliyor. (8)

Özetle, seçimler arifesinde bu yasa teklifinin kapsamına giren tüm kesimlerin memnun edilmelerine dönük bir vergi affı operasyonu ile karşı karşıyayız. Önümüzdeki seçimlerin siyasal iktidarın bekası için ne denli önemli olduğu dikkate alındığında, bu affın neden bugünlerde gündeme getirildiği de daha net anlaşılıyor.

Vergi affı sermayenin vergi yükünü azaltmanın bir yolu

Diğer yandan, vergi aflarını tek başına yaklaşan seçimlerle açıklamak yeterli olmayabilir zira AKP iktidarları son 20 yılda 13 kez bu tür vergi afları çıkardı. Bu da neo liberalizme sıkı sıkıya bağlı iktidar blokunun vergi aflarını vergi yükünü sermayenin üzerinden alıp, emekçilerin, halkın üzerine bindirme stratejisinin bir aracı olarak da kullandığını gösteriyor.

Kaldı ki vergi afları böyle bir vergi yükü kaydırmasının araçlarından sadece biri. Nitekim son 20 yılda sermayenin vergi yükü kabaca dört yolla azaltıldı: (i) Vergi kaçakçılığına müsamaha etmek, bu yönde gerekli önlemleri almamak ve denetimleri artırmamak, (ii) vergi kanunlarındaki cömert vergi istisnası, muafiyeti ve indirimleri, (iii) vergi uzlaşması müessesesi, (iv) vergi afları.

Veriler bu tespitlerimizi doğruluyor. Öyle ki Gelir Vergisinde kaçak oranının yüzde 55’leri, Kurumlar Vergisinde yüzde 23’leri ve Özel Tüketim Vergisinde yüzde 125’i aştığı bilgisi Gelir İdaresi Başkanlığı’nın son faaliyet raporunda yer alıyor. (9)

Bu yılki bütçe kanununda yer alan ve ‘vergi harcamaları’ olarak da bilinen ikinci yöntemle bu yıl, asıl olarak sermaye kesiminin ödemesi gereken 994 milyar TL’lik bir verginin alınmasından vazgeçiliyor. (10)

Vergi sisteminde yer alan ‘uzlaşma’ adı verilen bir mekanizma ile rakamın büyüklüğüne göre, Hazine ve Maliye Bakanının da içinde yer alabildiği bir kurulca vergi cezasının (hatta bazı durumlarda vergi aslı)  tamamına yakın bir kısmı affedilebiliyor. Nitekim Gelir İdaresi Başkanlığı’nın verilerine göre 2021 yılında uzlaşma yoluyla ile vergi aslının yüzde 63’ünden ve vergi cezalarının yüzde 94’ünden vaz geçildi. (11)

Son olarak, şu anda Komisyon’da kabul edilmiş olan kanun teklifi Cumhuriyet tarihinin 41’inci, TBMM’nin açılışından bu yana ise 42’nci vergi affı niteliğinde. Öyle ki Cumhuriyetin ilk 36 yıllık döneminde 7 adet vergi affı çıkartılırken, sonraki 19 yıllık dönemde bu sayı 8’e yükseldi ve 1980 sonraki dönemde vergi aflarının sayısı arttı. Bu sayı günümüze yaklaştıkça daha da artış gösterdi ve son 20 yılda 13 adet vergi affı çıkartıldı. (12)

Son vergi affı seçim konjonktürü ile ilgili

Ekonominin bir durgunluk dönemine girdiği biliniyor. Kamu maliyesi ise ancak bazı makyajlarla iyi gösterilebiliyor.  Örneğin Orta Vadeli Plan’da 2022 yılı bütçe açığının 461 milyar TL olarak öngörülmesine rağmen, 139 milyar TL olarak gerçekleşmesi, iktidarca başarılı bir mali disiplin uygulaması örneği olarak sunuldu. Oysa bu rakamın düşmesinin nedeni, BOTAŞ’ın Rusya’ya olan yaklaşık 20 milyar dolarlık (yaklaşık 376 milyar TL) doğal gaz borcunun Rusya tarafından ertelenmesiydi (yani bu borç ertelenmeseydi açık öngörüldüğü gibi 461 milyar TL olacaktı).

İzlenen vergi politikalarının asıl olarak sermaye kesimini desteklemeye yönelik olduğunu ortaya koyan çok sayıda örnek var.

Son 2 yılda sermayeye çok sayıda vergi teşviki sağlandı

Öyle ki son iki yılda iktidar bloku, daha önce Basit Usulde vergi veren 850 bini aşkın küçük esnafı Gelir Vergisinden muaf tuttu. Patronlara aylık 1,000 TL’lik işveren prim desteği sağladı. Varlık Barışı uygulamasını uzattı.  Kur Korumalı Mevduatların (KKM) sağladığı faiz ve kâr paylarından yapılan stopajı sıfırladı. Altından KKM’ye dönüşen hesaplardan elde edilecek faiz/kâr payından yapılacak stopajı da sıfırladı. Döviz ve altın cinsi hesapların kur korumalı mevduat hesaplarına çevrimi neticesinde elde edilen kazançları (kur farkı ve faiz geliri) Kurumlar Vergisinden istisna tuttu. Şirketlerin kâr payı dağıtımında uygulanan Gelir Vergisi stopajını yüzde 15’ten yüzde 10’a indirdi. Asgari ücreti vergi dışı bırakırken, emekçilerin yararlandığı Asgari Geçim İndirimi uygulamasına son verdi. İhracatçıların ihracattan elde ettikleri kazançlarına uygulanan Kurumlar Vergisi oranını 1 puan düşürdü. BES’te devlet katkısını yüzde 25’ten yüzde 30’a yükseltti. Şirketlerin yurt dışı işlerde çalıştırdığı işçiler için Gelir Vergisi ve SGK istisnası getirdi. İstanbul Finans Merkezi Bölgesinde faaliyette bulunan şirketlerin yaptıkları transit ticaretten elde ettikleri gelirden alınan Kurumlar Vergisini yüzde 50 indirimli olarak uygulamaya başladı.

Kısaca ekonomi ve kamu maliyesi iyi durumda değilken, eğer zenginlere, sermaye şirketlerine dönük vergi indirimlerine, muafiyet ve istisnalara devam ediliyorsa, hatta bunlara yenileri eklenip, miktar üç kat artırılıyorsa,  devlet lüks tüketim harcamalarından vazgeçmiyorsa, üstüne üstlük vergi ve diğer kamu alacaklarına ait kapsamlı bir af çıkartılıyorsa, bu durum öncelikle bu iktidar blokunun sınıfsal ve siyasal tercihlerini yansıtır. İkinci olarak da birkaç ay sonra yapılacak olan seçimlerin iktidar bloku açısından çok sıkıntılı olduğunu ve mutlaka kazanılması için her türlü araca başvurulduğunu gösterir.

Bir başka anlatımla, siyasal iktidar hemhal olduğu sermaye kesimlerine kaynak aktarıp, onlardan daha az vergi almayı sürdürürken, aynı zamanda böyle bir af ile oylarına talip olduğu kesimleri yanında tutmak ve ekonomide (sürdürülmesi mümkün olmasa da) yapay bir canlanma yaratarak seçimleri kazanmak ve iktidarını sürdürmek istiyor.

Yapılandırma küçük esnafa can suyu olur mu?

Bu yapılandırmanın, özellikle de küçük ve orta ölçekli esnafı rahatlatmaktan ziyade, bir kısmının batışını biraz daha ötelemeye yarayacağını, bundan öte bir fayda sağlayamayacağını ileri sürmek mümkün.

Çünkü önce Covid-19 salgınının neden olduğu ciddi ekonomik daralma, ardından derinleşen ekonomik kriz yüzünden esnaf ancak borçla ayakta kalabiliyor. Piyasalardaki faiz oranları yükseldikçe esnafın borcu daha da artıyor. Bu yüzden de esnafa, kira ve çalıştırdığı işçilere gelir desteği yapılmaksızın üstelik de en az 6 aylık bir ödemesiz dönem imkânı sunmaksızın vergi, prim borçlarını 48 aya yaymanın kalıcı bir faydası olmayacaktır.

Millet İttifakı’nın vergi aflarına bakışı

Millet İttifakı tarafından imzalanan Mutabakat Metninde (13) şu ifadeler yer alıyor:

“Ekonomik ve teknik gerekçeleri olmayan vergi affı ile özellikle matrah artırımı ve varlık barışı uygulamalarına son vereceğiz… Vergi istisna ve muafiyetlerini gözden geçirerek en aza indireceğiz… Teşvik, istisna, muafiyet ve indirim yollarıyla tahsilinden vazgeçilen vergi tutarları yanında vazgeçmenin ekonomik ve sosyal gerekçeleri ile etkilerine ilişkin analizleri kapsayan Vergi Harcamaları Raporu’nu, Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifiyle birlikte TBMM’ye sunacağız”.

Buradan, Millet İttifakı’nın özellikle de ekonomik ve teknik gerekçeleri olmayan vergi ve benzeri aflara ve vergi harcamalarına karşı olduğu anlaşılıyor. Metinde yer alan ‘ekonomik ve teknik gerekçelerin’ neler olduğu net olmasa da, Millet İttifakının vergi aflarına ve vergi harcamalarına bu yaklaşımının kamu yararı açısından kıymetli olduğunun altının çizilmesi gerekiyor.

Kapitalist devlet egemen sınıfın işlerini yürütür

Vergi ve varlık afları başta olmak üzere, mali düzenlemeleri bilimsel bir bakış açısıyla analiz ederek emekten yana politik öneriler geliştirebilmek için, devletin kapitalist sistemdeki işlevini ve özellikli durumlardaki rolünü iyi analiz etmek gerekiyor.

Bunun için de öncelikle topluma benimsetilmiş olan ve ana akım burjuva ideolojisi ile beslenen devlet teorilerini sorgulamamız lazım. Çünkü bu teoriler “devletin toplumsal işbölümünün gelişimi sırasında ortaya çıkan, dolayısıyla da sınıflar üstü, pasif bir organ olduğunu” ileri sürer. Böyle olunca da devlet müdahaleleri tüm toplumun yararınaymış gibi bir görüntü verir. Bu da bu müdahalelere emekten yana bir eleştirinin ya da karşı tavrın geliştirilmesini önler.

Oysa devletin sosyal sınıflarla ilişkisi hiç de böyle değildir. Tarihsel sürece baktığımızda Marx ve Engels’in çalışmalarında açıkladıkları gibi devlet; ilk kez Asya toplumlarında gelişmeye başlıyor ve ilk işlevi de (sınıfların ortaya çıkmasının öncesinde) gruplaşan toplulukların ortak çıkarlarını korumak oluyor (ancak bu süreçte bu topluluklarda toprak üzerinde özel mülkiyet mevcut değil). Sonrasında, sosyal sınıfların ortaya çıkışıyla birlikte devlet de yeni işlevler üstleniyor.

Yani önceleri grupların ortak çıkarlarını örgütlemek ve dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı onları korumak amacıyla oluşan devlet, sosyal sınıfların ortaya çıkmasıyla egemen, yöneten sınıfın yönetilen sınıfa karşı yaşam ve egemenlik koşullarını zorla sürdürme amacına hizmet etmeye başlıyor. (14)

Başka bir anlatımla, ilksel toplumdan sınıflı topluma geçilince, başlangıçtaki ortak çıkarı koruma gereksinimi, çoğunluğun azınlık tarafından sömürüldüğü bir üretim biçimini koruma gereksinimine dönüşüyor, bu da bugünkü anlamda devleti var ediyor.

Uzlaşmaz sınıf çıkarlarının belirleyiciliği

Uzlaşmaz sınıf çıkarları ve devletin oluşumu fikri F. Engels’te oldukça nettir:  “Devletin rolü, uzlaşmaz çatışmayı frenleyip, kontrol etmek, bu çatışmanın düzeni bozmasına engel olmaktır.  Ancak bunu yaparken devletin, taraflı, sınıfsal niteliği de ortaya çıkar. Devlet sırasıyla, mevcut düzenin, yani statükonun koruyucusu olduğu (statüko sermayeden yana işler) için ve toplumsal zenginliklere sahip sermaye sınıfı devleti kontrol edebildiği için, sosyal sınıfların çıkarları karşısında tarafsız kalamaz. (15)

Sonuç olarak 

Çağdaş kapitalizmin işleyişi devletin rolüne bakılmadan analiz edilemez. Ayrıca devletin rolü sabit değildir, kapitalist ekonomilerin içinde bulunduğu duruma ve sermaye birikim sürecinin karşı karşıya olduğu sorunlara göre farklılaşır. Devlet hem üretim ve bölüşümde hakemlik yapar hem de kriz dönemlerinde kapitalist birikimi istikrara kavuşturmaya çalışır. Tüketim sübvansiyonları, işsizlik yardımları, vergi imtiyazları, kamu ihaleleri, doğrudan yatırımlar gibi efektif talep yaratma amacı olan müdahalelerde bulunur. Bu yolla devlet kriz zamanlarında sınıf mücadelesinden kaynaklanan çelişkileri, çatışmaları yumuşatma konusunda merkezi bir rol oynar. (16)

Keza kapitalist devletin gelir bölüşümünde de çok önemli bir rolü söz konusudur. Hem asgari ücretle ilgili müdahaleleriyle, harcama ve vergi politikalarıyla yaratılan toplam değerin kapitalist sınıf ve işçi sınıfı arasındaki bölüşümünde hem de faiz politikaları gibi para politikalarıyla, artı değerin kâr, faiz ve rant biçiminde bölüştürülmesinde etkili olur. İki sınıf arasındaki ilişkilerini yönetirken yasalar koyar, geliştirir, yasaları değiştirir, böylece sınıf çatışmasını kontrol altına alır.

Bu bağlamda, son kanun teklifinde yer alan vergi, prim afları ve diğer düzenlemeler devletin bölüşüm ilişkilerine sermaye sınıfı lehine yapmış olduğu müdahalenin yeni örnekleridir. Aynı zamanda da yaklaşan seçimlerde siyasal iktidar blokunun sarıldığı en önemli araçlardan biridir.

Dip notlar:

(1)    Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi 2-4901(27.01.2023), s. 19.

(2)      Agt, Madde 5/7’nci Bent, s.48.

(3)      Agt., Madde 1, 4/ç bendi, s. 35.

(4)      E-TÜFE ENAGrup Tüketici Fiyat Endeksi Aralık 2022 (3 Ocak 2023).

(5)    https://www.hesapkurdu.com/kredi-faiz-oranlari (30 Ocak 2023); https://evds2.tcmb.gov.tr/index.php?/evds (31 Ocak 2023).

(6)      https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TR/TCMB+TR/Main+Menu/Istatistikler/Bankacilik+Verileri/Kredi+Karti+Islemlerinde+Uygulanacak+Azami+Faiz+Oranlari (31 Ocak 2023).

(7)    https://www.bloomberght.com/eurobond/tr-eurobond-5-yil (31 Ocak 2023).

(8)    https://vergiyedair.com/mecliste-gorusulen-vergi-affi-kanunun-teklifine-iliskin-vatandas-olarak-muhalefet-serhimizdir (28 Mayıs 2021).

(9)      https://www.gib.gov.tr/sites/default/files/fileadmin/faaliyetraporlari/2021/2021_faaliyet_raporu_4.pdf, s. 129.

(10)                 https://www.sbb.gov.tr/wp-content/uploads/2022/10/2023-Yili-Merkezi-Yonetim-Butce-Kanunu-Teklifi-ve-Bagli-Cetveller.pdf. s, 170. B Cetveli, s. 169 (19 Aralık 2022).

(11)                   https://www.gib.gov.tr/sites/default/files/fileadmin/faaliyetraporlari/2021/2021_faaliyet_raporu_4.pdf,s. 129.

(12)                 https://t24.com.tr/yazarlar/murat-bati/bir-secim-havucu-mu-yine-yeniden-vergi-affi (23 Ocak 2023).

(13)                 Ortak Politikalar Mutabakat Metni, 30 Ocak 2023, s. 81-82.

(14)                 F. Engels, Anti-Dühring, Herr Eugen Dühring's Revolution in Science, http://www.marxists.org/archive/marx/works/1877/anti-duhring/index.htm ve F. Engels, The Origin of the Family, Private Property and the State, http://www.marxists.org/archive/marx/works/1884/origin-family/index.htm.

(15)                   Neil Faulkner, “Introduction to Lenin’s State and Revolution”, www.counterfire.org (30 December 2012).

(16)                   Paramjit Singh and Balwinder Singh Tiwana, “The state and accumulation under contemporary capitalism”, https://mronline.org (20 February 2019).