29 Temmuz 2018 Pazar

ADİL BİR TOPLUMDA ÜCRETLENDİRME NASIL OLMALI?



“Dünyada ve Türkiye’de emeğin halleri” yazı dizisi (4):
ADİL BİR TOPLUMDA ÜCRETLENDİRME NASIL OLMALI?

Mustafa Durmuş

29 Temmuz 2018

Kendini toplumun gözünde meşrulaştırmanın öneminin farkında olarak burjuva iktisadı, kapitalizm altında çağlardır yürütülen ücretlendirme politikalarının, dolayısıyla da gelir ve servet bölüşümünün ne denli adaletli olduğunu anlatmaktan da vazgeçmedi. Bu bağlamda çok sayıda teori ya da yaklaşım ortaya atıldı.

Bunlardan, “Geleneksel ya da Muhafazakâr Yaklaşım” olarak da anılan bir yaklaşıma göre, bir kişinin sahip olduğu üretken kapasitesine (örneğin miras yoluyla da olsa edindiği sermayeye) dolayısıyla da üretime olan katkısının büyüklüğüne göre, ona daha fazla ödemede bulunmak en adaletli yoldur.


Bu yaklaşıma göre; “yemek kazanına kim daha fazlasını koyuyorsa, kazandan o kişi daha fazlasını yeme hakkına sahip olmalıdır”.

Böylece, örneğin Vehbi Koç ya da Sabancı’nın torunlarının ya da son dönem zenginlerinin veliahtlarının, aileden gelen üretken kapasiteleri (para, sermaye, fabrika, bilgi, deneyim, ilişki gibi) çok daha fazla olduğundan sıradan bir işçi çocuğuna göre bin kat daha fazla gelir elde etmeleri (eşit olmasa da) son derece adildir.

Bu bağlamda verimli olmanın bir yolu hem para, sermaye, hem iyi eğitim ve güçlü ilişki ağı anlamında yüklü bir mirasa konmak, yani şanslı doğmak ya da şans yakalamaktır.

Diğer taraftan ne miras, ne şans, ne de güçlü politik ve ekonomik ilişkiler sayesinde elde edilen avantajlar emek sarf edilerek elde edilen şeyler değildir. Buradan hareketle bu imkânlara sahip olanların daha verimli çalıştıkları kabul edilerek elde edilen gelir ya da servet haklı ve adil gösterilemez.

VERİMLİLİK Mİ, YÜRÜ YA KULUM MU?

Örneğin son yıllarda sıklıkla rastlandığı gibi, belediye yetkililerinin yönlendirmeleriyle köylülerden ucuza satın alınan ve birkaç yıl sonra imar geçirilerek çok katlı inşaat yapılmasına izin verilen arsalar üzerine yapılan binlerce konut ve AVM ya da rezidanstan sağlanan servet bu arsa sahibinin emeğinin yüksek verimliliği ile mi, yoksa sahip olduğu politik ilişkiler ve dağıttığı rüşvetlerle mi ilişkilendirilecektir?

Ya da cemaat ilişkileri sayesinde yaptığı isabetli (!) bir evlilik sayesinde henüz 20’li yaşlarda iken ülkenin büyük holdinglerinden birini başına getirilip, hatta bununla da kalmayıp ülkenin en önemli para kaynağının başına getirilen birinin bu başarısı onun emeğinin yüksek verimliliğin mi ya da çok uzun saatler çalışmasının mı bir ürünüdür?

Eğer çok zengin olmak için iyi donanım anlamında çok iyi eğitimli, çok zeki ve çok çalışkan olmak yeterli olsaydı, ülkenin en iyi üniversitelerinden mezun olanların, üniversite mezunu bile olmayan, yabancı dil bilmeyen çok sayıda patronun yanında ücretli olarak çalışmalarına gerek kalmazdı.

Ya da kriter çok çalışmak ve çok üretmek olsaydı, ülkenin en zenginleri, en ağır koşullarda ve en uzun saatler çalışan madenciler, inşaat işçileri ya da çöpçüler olurdu.

ALINTERİNDEN EĞİTİME AYRILAN KAYNAK

Kuşkusuz bu çıkarımlar, emek gelirinin bir kısmının tasarruf edilerek ve bunun da eğitim gibi amaçlarla kullanılarak iyi eğitimin sonucunda daha yüksek ücretli meslekler edinmesinin sağladığı gelirlerin adil olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Ancak günümüzde böyle alın terinden yapılan tasarrufla edinilen eğitimin sağladığı göreli yüksek ücretler gibi örnekler son derece sınırlıdır (bu daha ziyade 1990’a kadar mümkün olabilen bir şeydi).

Emek gelirleri dışında, kâr gelirleri ya da faiz gelirleriyle elde edilen nitelikli eğitim becerilerinin getirdiği yüksek ücretler ise gelirin ilk kaynağının adaletsizliği, etik dışı olması bağlamında ne kadar adil olabilir?

Özetle, verimlilik eşitsizliği ile ortaya çıkan gelir-ücret eşitsizliği eğer adilce kazanılmış emek gelirlerinin yöneldiği erdemli işlerin sonucunda gerçekleşiyorsa bunu sömürü olarak değerlendirmek haksızlıktır. Buna karşılık bu verimlilik ve ücret farkı, miras, şans, haksız avantaj ya da başlangıçtaki adaletsiz gelirle sağlanıyorsa ortaya çıkan bölüşüm adaletsiz bir bölüşümdür (1).

FARKLI KATKI FARKLI ÜCRETLENDİRMEYİ HER ZAMAN HAKLI ÇIKARTIR MI?

Verimlilik farklılığına dayalı ücretlendirmeyi bir diğer burjuva iktisadi yaklaşımı olan “liberal yaklaşım” “katkı farklılığı” ve bunun neden olduğu farklı ücretlendirme olarak ele alır. Buna göre (2) kişi, bireysel katkısına göre pay almalıdır.

Bu görüşü savunanlar servet gelirlerinin büyük bir kısmını adaletsiz bulurken, insanın kendi emeğinin meyvesini yiyebilmesinin gerektiğini ileri sürerler. Böylece onlara göre birisi toplumsal üretime daha fazla katkı sağlıyorsa daha fazla pay almalıdır. Bu başkasının emeğini sömürmek demek değildir. Tam tersine bu başkaları tarafından da sömürülmeye izin vermemek anlamına gelir.

Ancak bu noktada bireysel katkının nasıl ölçüleceği sorunu ortaya çıkar. Daha önce de vurgulandığı gibi, ana akım iktisatçılar bir girdinin katkı değerini onun marjinal verimliliği ile ölçerler. Yani kullanılan girdi, çıktının değerini ne kadar artırdı ise o kadar katkı sağlamıştır.

Ancak ülkeden çarpıcı örnekler vermek gerekiyorsa, emekli olduğunda Meclis fedailiğinden başka bir iş yapmayan bir futbolcu eskisine, sanatı yalakalık zanneden bir pop yıldızına ya da 20’li yaşlarda paraşütle büyük bir holdingin başına getirilen bir şirket üst düzey yöneticisine ödenen ücret, ayda sadece 1603 lira net ücret alabilen (o da iş bulabilecek kadar şanslıysa), bu haliyle de açlık sınırının dahi altında kalan bir asgari ücretlinin ya da bir kamu emekçisinin yüzlerce katı olduğunun vurgulanması gerekir.

Böyle bir ücretlendirme haklıysa SOMA madenlerinde aşırı kâr için katledilen 301 maden işçisinin, onlarca katlı rezidans, AVM ya da havalimanı yaparken ölen inşaat işçilerinin ya da sabahın köründe sokaktaki çöpleri toplamak durumundaki taşeron işçisi çöpçülerin toplumsal üretime, yaşama, ülkenin gelişmesine, büyümesine (diğerleriyle kıyaslandığında) neredeyse hiç bir katkısının olmaması gerekir.

FEDAKÂRLIĞA YA DA ÇABAYA GÖRE FARKLI ÖDEME ADİL MİDİR?

Ödeme yapılan fedakârlığın büyüklüğüne göre de yapılabilir. Bu ölçüte göre (3), ilave bir ödemeyi sadece ilave çaba sahibi hak eder. Çabadan kasıt toplumsal üretim ve donanım için yapılan kişisel fedakârlıktır. Çaba değişik biçimler alabilir. Bu daha uzun saatler çalışmak, daha yoğun, daha tehlikeli, daha sağlıksız işlerde çalışmak biçiminde olabilir.

Böylece bir kişi yemeğin pişmesi için gösterdiği çabanın büyüklüğüne göre yemekten pay almalıdır. Yani yapılan fedakârlıktaki farklılık ancak bir insanın diğerinden daha fazla pay almasını haklı çıkartabilir.

Burada da tedavisi çok masraflı hastaların durumları ile ilgili bir sorun ortaya çıkar. Öyle ki (bu ölçüte göre) sadece 10 yıl çalışabilmiş ama sonrasında tedavisi çok masraflı (maliyeti milyonlarca lirayı bulan) bir hastalığa yakalanmış birinin ya da hayatı boyunca hiç çalışması mümkün olmayan ama doğuştan ya da sonradan yine tedavisi çok pahalı hastalıklara yakalanmış bir bebek ya da çocuğun tedavi masrafları toplumca karşılanmamalıdır. Çünkü onlar bunu hak edecek yeterli bir katkıda bulunmamışlardır. Bu gerekçelerle bunların tedavisini reddetmek (iktisadi olarak adil olsa da) ne derece adildir?

Bu noktada yeni bir ilke ile karşı karşıya kalırız: İnsani ilke. Yani ihtiyaca göre ödeme (4). Bu diğerlerinden ayrı bir kategoridir ve bu övgüye değer bir öneme sahiptir.

Bu ilkeye göre ücretlendirme ekonomik adaletin ötesinde bir şeydir. Yani ekonominin eşit ve adaletli olması başka şeydir. Adalet, insanların yaptıkları fedakârlıklara göre ödeme yapılmasını gerektirir ama insanlık da ihtiyaç içinde olana ihtiyacını vermemizi gerektirir. Bu nedenle de adaletli bir ekonomi etik olarak arzu edilen ekonomide son nokta değildir.

Bu bağlamda tedavisi çok masraflı bir hastaya tedavi imkânı vermeyen bir ekonomi adaletli olabilir ama insani olmadığı için etik yönden sorunludur. Bu nedenle de ekonomik adalet için mücadele ederken, insani bir ekonomi için de mücadele edilmesi gerekiyor demektir ki, bu da “ihtiyaçla güçlendirilmiş çaba ya da fedakârlığa göre bölüşüm” en adaletli bölüşüm anlamına gelir.

İŞÇİ KOOPERATİFLERİ VE ADİL ÜCRETLENDİRME

Özetle, ücret ya da toplumsal üretimden alınan pay politik güç, miras, şans, servet ya da kişisel katkının yüksekliği (hasılaya katkısı anlamında) ile belirlenmemelidir.

Öncelikle bir bireyin alacağı pay kısmen onun ihtiyaçlarını yansıtmalıdır. Bu bağlamda örneğin çalışamayacak durumda olanların da düzenli gelirleri olmalıdır. Ciddi sağlık sorunu olanların ise (tedavinin masrafının yüksekliği ne olursa olsun) doğru tedaviye ücretsiz erişebilmeleri gerekir.

Bölüşümde böyle bir asgari adaletin sağlanmasının ardından, daha fazla ücret, ne kadar uzun çalışıldığına, ne kadar sıkı ve verimli çalışıldığına, çalışma koşullarının ağırlığının neden olduğu külfetin büyüklüğüne göre belirlenebilir.

Daha fazla tüketmek ya da tüketimini çeşitlendirmek insanların hakkıdır. Gelir (dolayısıyla servet) birikimi ise sadece daha fazla, daha sıkı ve daha zor koşullarda çalışmanın bir sonucunda gerçekleşiyorsa ve başkalarını ezmeye yol açmayacak bir sınırın altında kalıyorsa adil kabul edilebilir (5).

Diğer yandan daha çok boş zamanı olsun isteyenler için buna uygun, adil, tazminat pratikleri olmalıdır. Böylece bazı insanlar toplumsal üretimden daha az pay almak pahasına daha az çalışıp, diğer faaliyetler için daha çok zaman ayırabilmelidirler.

Böyle bir ücretlendirmeyi sağlayabilecek örgütlenmelerin başında işçi kooperatifleri gelir. Bazı Latin Amerika ülkelerinde görüldüğü gibi, bu kooperatiflerin tek bir sahibi yoktur ve servete, güce ya da çıktıya göre bir ödüllendirme yapılmamaktadır. Daha ziyade ücretleri eşitlemek eğilimine sahiptirler ve ücretlendirme dâhil olmak üzere bölüşüm ve üretime dair temel kararlarını kendi işçi meclislerinde alırlar.

Dolayısıyla sosyalizmin temeli olan sosyalist demokrasinin mikro düzeyde hayata geçirilebileceği mekanlar asıl olarak işçi kooperatifleri ve işçi meclisleridir. Bunlar, bölüşüm konusunda şu ana kadar en adaletli çözümleri önermiş ve kısmen de hayata geçirebilmiş olan sosyalist topluma geçişte bugünden inşa edilmesi gereken temel örgütlenmelerdir.
……………………….

(1) Robin Hahnel, The ABCs of Political Economy, A Modern Approach, Pluto Press, 2002, s. 20-31.
(2) Agk.
(3) Agk.
(4) Agk.
(5) Michael Albert, Parecon: Life After Capitalism, Verso Books, 2004.


GELİRDEN ALINAN PAY VERİMLİLİĞE GÖRE BELİRLENMİYOR


“Dünyada ve Türkiye’de emeğin halleri” yazı dizisi (3):
GELİRDEN ALINAN PAY VERİMLİLİĞE GÖRE BELİRLENMİYOR
Mustafa Durmuş
26 Temmuz 2018
19.yüzyılın son çeyreği ekonomi bilimindeki gelişmeler açısından son derece önemlidir. Çünkü bu dönemde, A. Smith ile bir yüzyıl önce başlayan Klasik burjuva iktisadında önemli bir paradigma kırılması yaşandı ve Neo Klasik İktisat Okulu ortaya çıktı.
1890 yılında ise bu okulun önde gelen temsilcilerinden Clark, kapitalist bir piyasa ekonomisinde sadece emek ve sermaye gibi iki üretim faktörünün var olduğunu ve arz ve talep kanunu ile bu faktörlerin en verimli üretimlerinin gerçekleştiğini temel alan bir üretim ve bölüşüm modeli ortaya attı (1).
Clark’ın asıl derdi o dönem işçi sınıfı içinde çok etkili olan Marx’ın artı değer sömürüsünü esas alan kapitalizm eleştirisi karşısında, karşı savlar geliştirmekti.
Bu modelinde Clark kapitalist piyasalarda üretimin son derece etkin gerçekleştirildiğini ve bunun sonucunda ortaya çıkan bölüşümün de son derece adil olduğunu ileri sürdü.  Böylece işçilerin sömürülmesi gibi bir olgu mevcut değildi. Çünkü her iki faktör de marjinal verimliliklerine eşit bir pay almaktaydı.
Hangi faktörün marjinal verimliliği daha fazlaysa, hasıladan  o daha fazla pay alıyordu.
İşte o zamandan beri ana akım burjuva iktisat okulları, bölüşüm meselesini daha sonra Neo Klasik Faktör Donanımı Teorisi olarak adlandırılan bu teoriye göre ele alırlar.
Örnek olarak 20. Yüzyılın ikinci yarısında, iktisatçı Fama’nın  “Etkin Piyasa Teorisi” de benzer biçimde piyasaların kaynakları etkin tahsis ettiğini, buna ücretlerin de dâhil olduğunu ileri sürerek, ortaya çıkan emek-sermaye bölüşümünün adil olduğunu vurguladı.
Son olarak bu kervana Keynesyen iktisatçılar da katıldılar. Öyle ki 2000’li yıllarda yıldızı bir anda parlayan Keynesyen iktisatçılardan birisi olan T. Piketty de asıl olarak bölüşüm konusunda bu teoriden kopmadı ve bölüşüm analizleri için bu teoriyi kullandı (2).
O halde bu bölüşüm teorisinin temel çıkarımı nedir?
Özetle, bu teoriye göre, verili bir andaki gelir dağılımı her bir üretim faktörünün sunduğu hizmetin değeri ve miktarınca belirlenir. Bu bağlamda öncelikle üretim faktörünün sahip olduğu donanımın niteliği çok belirleyicidir.
NE KADAR DONANIM O KADAR GELİR!
Donanımı bir örnekle açıklarsak, bir emekçinin donanımı onun becerilerinden, aldığı eğitimden, beden ve ruh sağlığından ve para kazanma arzusundan (çok çalışma anlamında) oluştuğundan, onun ücretinin düzeyini bu donanımın yüksekliği ya da düşüklüğü belirler.
Diğer taraftan bir sermayedarın donanımı (yukarıdaki faktörler olsun ya da olmasın); kendisine para-sermaye ve ticaret kültürü biçiminde kalan miras,  yakaladığı fırsat ve şanslar ve biriktirdiği servet ve güç ilişkileri gibi emek sarf edilerek kazanılacak gelirlerden ziyade, kendisine sunulmuş imkânlardan oluşur. Böylece onu verimli kılan bu donanımın büyüklüğüne bağlı olarak, elde edeceği gelir daha yüksek ya da daha düşük olabilecektir.
ÜRETİM FAKTÖRÜNÜN MARJİNAL VERİMLİLİĞİ
Böylece teoriye göre, her hangi bir üretim faktörünün sahip olduğu donanım adil (!) bölüşüm için veri olarak kabul edildiğinde, piyasa ekonomilerinde gelir dağılımı, bu donanıma sahip faktörün piyasa değerince (fiyatınca) belirlenir. Bu değer ya da fiyat da tam rekabetçi piyasalarda bu faktörün marjinal verimliliğine eşittir.
Yani bir işçi çalışması sırasındaki harcadığı son birim emeğin verimliliği, üretkenliği ölçüsünde ücretini artıracak ya da düşürecektir. Bu emek ne kadar verimli ise ücreti o denli yüksek olacaktır. Bu anlamda da emek gücü verimliliğinin sürekli olarak artması gereklidir.
Bu yaklaşımın doğal çıkarımı üretimden adil pay alabilmek için sınıf mücadelesine, sendikalara, toplu iş sözleşmelerine ya da grev hakkına ihtiyaç olmadığıdır. Çünkü işçiler daha verimli çalışarak daha çok ücret geliri, sermayedarlar da daha verimli çalışarak daha fazla kâr elde ettiklerinde adil bir bölüşüm sağlanmış olacaktır.
VERİMLİLİK VE ÜCRET VERİLERİ TEORİYİ ÇÜRÜTÜYOR
Oysa önceki bölümlerde kısaca sunduğumuz OECD ve ILO’nun verileri (3) örneğin son 10 yıldır küresel çapta, emek gücü verimliliğinin artmasına rağmen ücret artışlarının bunun çok gerisinde kaldığını gösteriyor. Yani pratikte gelir bölüşümü bu teoriye uygun olarak gerçekleşmiyor, işçiler daha verimli ve daha çok çalışsalar da bu üretkenliklerinin karşılığını alamıyorlar.
Buna karşılık borsa, tahvil piyasalarından sağlanan süper kârlar örneklerinde olduğu gibi sermayedarlar oturdukları yerden (verimli her hangi bir çabaya gerek olmaksızın)  kârlarını katlayabiliyorlar. Ya da ülkede olduğu gibi ahbap-çavuş kapitalist ilişkileri içinde devletten aldıkları ihale ve teşviklerle kârlarını çok verimli (!) bir biçimde artırıp daha da zenginleşebiliyorlar.
PATRONLARIN GÜCÜ ATTIKÇA ÜCRET DÜZEYİ DÜŞÜYOR
Bu teoriyi boşa düşüren bir diğer gerçeklik dünyada tam rekabet piyasalarının olmadığı (belki de hiç olmadılar ve “görünmez el” hiç yoktu), bunun yerine devletin açık elinin, eksik rekabet ya da tekelci piyasaların hâkim olduğudur.

Çünkü A. Smith tam rekabet piyasalarını yüceltirken : “ Zenginler tüm gelişmelerin nemasını yoksullarla paylaşırlar. Bunu yaparken görünmez el onlara yardımcı olur. Şöyle ki dünya, üzerinde yaşayanlar arasında eşit paylaşılsaydı ve tüm toplumun çıkarlarını geliştirme amacı ve niyetiyle türlerin çoğalmasını sağlayabilmek için gerekli olan malların nasıl paylaştırılması gerekiyorsa, görünmez el de hemen hemen aynı bir bölüşümü sağlar” (4) demişti.

Oysa günümüzde eksik rekabet ya da monopol piyasalarının hakim olduğu bir kapitalizm hüküm sürüyor. Bunlardan eksik(ya da aksak)  rekabet piyasaları rekabetin sınırlı sayıda firmaya kadar daraldığı (bu anlamda tam rekabetin koşullarının geçerliliğini kaybettiği)  durumu, tekelcilik ise rekabetin bütünüyle ortadan kalktığı ve bir mal ya da hizmetin tek sunucusunun bulunduğu bir durumu anlatır.

Ancak tekelcilik sadece tek sunucu ya da tek satıcı olduğunda değil, tek bir faktör (emek) alıcısı olduğunda da ortaya çıkar. Bu duruma monopson emek gücü piyasası (tek emek gücü alıcı piyasası) denilir. Diğer taraftan tek alıcılığı tek bir firma olarak değil, çok az sayıda firma olarak algılamak günümüz gerçeğine daha uygundur.

SOSYAL STATÜ, POLİTİK İLİŞKİLER, IRK, CİNS, ETNİSİTE?

Böylece eksik rekabet piyasaları söz konusu olduğunda, emek dahil üretim faktörlerinin getirisini (ücret düzeyi) belirleyen unsur,  faktörün marjinal verimliliğinden ziyade; sosyal statü, ilişkiler, aile bağlantıları, ırk, cins, etnisite, emek gücü piyasalarının örgütlenme düzeyi, sendikalaşma ve toplu sözleşme haklarının varlığı / yokluğu ya da işçi sınıfının örgütlenme düzeyi gibi etkenler oluyor.
Çünkü teoriye göre, tam rekabet piyasalarının aksine bu tür piyasalar işçilerin yeterince verimli çalışmalarını sağlayamıyor, dolayısıyla da verimlilik-ücret ilişkisi zayıflıyor.
Örnek olarak Migros ile bir mahalle bakkalının mücadelesi adil midir? Ya da sınıfsal konumunuz, nerede doğduğunuz, cinsiyetiniz, etnik kimliğiniz, inancınız, ideolojiniz, hangi okullara gittiğiniz ya da arkadaşlarınızın kimler olduğu ya da geçmişinizin nasıl olduğu toplumsal hasıladan pay alırken gerçekten fark etmez mi?

MONOPSON PİYASALAR ÜCRETLERİ BASKILIYOR

Özellikle de emek gücünün alınıp satıldığı piyasalarda eğer tek alıcılık (monopson) durumu söz konusuysa bu reel ücretleri ciddi olarak baskılıyor.

İlk kez Keynesyen iktisatçı J. Robinson’un kullandığı (1933) ama sonrasında Alan Manning tarafından geliştirilen bu yaklaşıma göre, monopson piyasası reel ücretlerin durgun seyretmesine ve istihdam olanaklarının azalmasına neden oluyor.
Yani monopson emek gücü piyasası işçilerin ücretlerdeki değişikliklere her hangi bir tepki veremeyecekleri (düşük emek gücü arz esnekliği)  bir durumdur. Nitekim uygulamada da işçi alımının tek elden yapıldığı durumlarda işçi ücretlerinde yüzde 17 dolayında bir azalmanın ortaya çıktığı görülüyor (5).
Kaldı ki Marx’ın altını çizdiği gibi sermaye sadece bir üretim faktörü değil, aynı zamanda sosyal, siyasal ve yönetsel bir kategoridir. Egemen sınıfın üretim araçlarını olduğu kadar toplumu da denetleme aracıdır. Para veya makine biçiminde ya da sabit veya değişken olabilir. Özü itibariyle ne fizikseldir ne de finansaldır. Özü güçtür. Yani kapitalistlere, karar alma ve işçilerden artı değer yaratma, çıkartma yetkisi veren bir güçtür.

Sermaye aynı zamanda da işçilerin hangi yönde siyasal tercihlerini belirtmeleri gerektiğini dayatan bir güçtür. Bu yüzden de az sayıda büyük işletmenin bulunduğu bir yörede işçilerin patronun isteği dışında bir siyasal partiye oy vermeleri ya da siyasal eylemde bulunmaları çok güçtür. Bu gerçek son yıllarda Türkiye’de yapılan seçimlerde işçilerin neden kendilerine karşı sınıfsal bir mücadele içinde olan partilere oy vermekte olduklarının da bir açıklamasıdır.

……devam edecek: “Adil bir toplumda ücretlendirme nasıl olmalı?
………
(1) Polly Cleveland, Piketty’s Model of Inequality and Growth in Historical Context, Pt 1,www.dollarsandsense.org, JULY 15, 2014.
(2) Agm.
(3) OECD Employment Outlook (Wageless Growth) 2018;           ILO, Global Wage Report 2016/17: Wage inequality in the workplace,www.ilo.org, 2016.
(4) David Orrell, Economyths, Ten Ways Economics Get it Wrong, 2010.
(5) Understanding the importance of monopsony power in the U.S.labor market, https://equitablegrowth.org/understanding-the-importance-of-monopsony-power-in-the-u-s-labor-market.







26 Temmuz 2018 Perşembe

TEORİ YETERSİZ KALDIĞINDA


TEORİ YETERSİZ KALDIĞINDA…

Mustafa Durmuş

25 Temmuz 2018


Gün Merkez Bankası’nın faiz oranları konusunda karar vereceği gün olunca, piyasa ekonomistleri başta olmak üzere, herkes birkaç gün öncesinden beri faizlerin ne kadar artırılacağı konusunda tahminde bulunuyordu. Hatta sosyal medyada iş bir tür iddiaya dönüşmüştü. Hemen hepsi Merkez Bankası’nın faiz oranlarını artıracağına kesin gözüyle bakıyordu. Tahminler ise 75 ila 150 baz puan arasında bir artış olacağı yönündeydi.

Konuyu ekonominin pratikte acil ihtiyacı olarak ele alanlar bu artışı üç nedenle öngörüyordu:

(i) Enflasyon yüksekti ve bu konuda yeni Hazine ve Maliye Bakanı’nın “enflasyonla mücadele ilk planda olacak” sözüne güvenip beklenti içine girdiler.

(ii) Cari açığı fonlamada kullanılan sıcak paranın yüksek faiz sevmesi nedeniyle, sıcak parayı ülkede tutarak dış dengeleri sağlama ihtiyacı çok yakıcı bir biçimde önlerinde duruyordu.


(iii) Hepsinden önemlisi yabancı yatırımcılara, özgürce faiz artışına gidebilen bir Merkez Bankası’nın bağımsız olduğunu göstererek, onların güvenini sağlama ihtiyacı vardı ve tüm uluslararası kuruluşlar böyle bir güven ihtiyacına vurgu yapıyorlardı.

TEORİK ARKA PLAN: ENFLASYON HEDEFLEMESİ

Bu artışın ana akım iktisat ideolojisindeki teorik arka planı ise yukarıdaki ihtiyaçların özeti gibi. Teorik olarak faiz artışı, ana akım iktisadın para teorisinin ve onun esas aldığı “enflasyon hedeflemesi” kavramının bir gerekliliği olarak görülüyor.

Bu teoriye göre, enflasyon öncelikli olarak halledilmesi gereken bir makroekonomik istikrarsızlıktır. Para politikalarının (dolayısıyla da Merkez Bankası’nın) hedefi enflasyonu aşağıya çekmek ve fiyat istikrarını sağlamaktır.

Adına “enflasyon hedeflemesi” de (Taylor Kuralı) denilen bu politikaya göre Merkez Bankası hedeflediği enflasyon oranının üzerinde bir faiz oranı belirlerse, reel faiz pozitif olacağından tüketime gidecek para tasarrufa yönelir. Böylece de toplam talep kontrol altına alınarak fiyat artışları önlenmiş, dahası fiyatlar baskılanmış, enflasyon dizginlenmiş olur.

Bu operasyonun yapılabilmesi için de Merkez Bankası’nın siyasal otoriteden bağımsız olması şarttır. Yani bağımsız bir Merkez Bankası enflasyon hedeflemesi için şarttır. Çünkü özgürce faiz oranlarını artırabilmek gereklidir.

Özetle, bu bakış açısı altında enflasyonu dizginlemek için yüksek reel faiz politikası ya da Merkez Bankası bağımsızlığı savunulur.

TOPTANCI BAKIŞ AÇISI YANILTTI

Ama fena yanıldılar. Merkez Bankası faiz oranlarını değiştirmedi. Bu gelişme sonucunda döviz fırladı. Öyle ki sabah 4,73’ten 1.000.000 lira karşılığı dolar alan birisi, karar sonrası dolar 4,90’ın üzerine çıkınca elindeki doları bozdurduğunda birkaç saat içinde 36 bin lira kazanmış oldu. Ne hoş bir kazanç değil mi?

Bunu açıklamada “yatarak para kazanmak” ifadesi bile yetersiz kalır. Bütün mesele ‘kurnazca’ MB’nin faiz artırımına gitmeyeceği bilgisine sahip olmaktı. Bu bilgiye sahip olan kazandı.

Yanıldılar çünkü meseleyi “ekonominin ihtiyacı” gibi “toptancı” bir bakış açısıyla ele alıyorlar. Oysa uzunca bir süredir faiz politikası sermayenin değişik kesimleri arasındaki çıkar kavgasının bir sonucu olarak belirleniyor.

Siyasal iktidar özellikle de son 10 yıldır bu kavgada taraf oldu. Böylece uygulanan genişleyici para ve maliye politikalarıyla sağlanan ekonomik büyüme sayesinde ciddi bir servet ve sermaye birikiminin sağlanmasına yardımcı oldu.

24 Haziran ile birlikte artık durum iyice netleşti. Bundan böyle sadece para politikaları değil, maliye politikaları da sermayenin değişik grupları arasındaki çıkar çatışmasının tekelden yönetilmesine hizmet edecek. Tercih ise belli: Devasa alt yapı ve üst yapı inşaatları, emlak, konut gibi ranta dayalı büyümeyi ne pahasına olursa olsun sürdürmek!

YENİ REJİMİN TERCİHİ DEĞİŞMEDİ, DAHA DA NETLEŞTİ

Meseleye ana akım para ve faiz teorileri ya da “MB bağımsızlığı” gibi sınıf ve güç çatışmasını görmeyen teorilerden değil, tam tersine sınıfsal çıkarların çatışması ve ‘yeni rejim ’in bu kavgadaki pozisyonu açısından bakmak gerekiyor.

Çünkü sırasıyla:

(i) Siyasal iktidar hazırladığı Orta Vadeli Program’da para politikasının hedefini (enflasyon hedeflemesi çerçevesinde), enflasyonu yıllık yüzde 5’te tutmak olarak belirlemişti. Ama sonuç çok farklı oldu. Bu yüzde 5’lik hedef 3 kattan fazla aşıldı ve TÜFE şu ana kadar yıllık yüzde 15,39; ÜFE ise yüzde 23.71 oldu.

Yani enflasyon hedeflemesi tutmadı. Hükümetin bu yıl sonu TÜFE beklentisi olan yüzde 13,88 ise çok iyimser. Çünkü ÜFE ile TÜFE arasındaki 8 puandan fazla fark yıl sonunda bu hedefin çok üzerinde bir gerçekleşme olacağını gösteriyor. Bu hedeflerin tutmamasının ise çok fazla dert edinilmediği MB’nin faiz artırımına gitmemesinden belli oluyor.

Eğer modern para teorisi fiyatlardaki ve ekonomik faaliyetlerdeki dalgalanmaları açıklamakta yetersiz kalıyorsa, bu teorinin bir çıkarımı olarak makroekonomi politikaları neden enflasyon hedeflemesine hizmet eder bir biçimde tasarlansın ki? Böylece pratik hayatı açıklamakta yetersiz kalan bir teorinin çıkarımı olan Merkez Bankasının bağımsızlığı neden savunulsun ki? Teori açıklayamıyorsa onun bu çıkarımı da hükümsüz kalmaz mı?

(ii) Mahfi Eğilmez’in dün bloğunda açıkladığı gibi (1) hali hazırda uygulanan yüksek faiz politikası sonucunda reel faiz yüzde 1’e yaklaştı. Yani para sahibine enflasyonun üzerinde bir reel faiz uygulanıyor (teknik olarak Taylor Kuralı devrede).


Yani teoriye uygun olarak reel faiz uygulansa da enflasyon düşmüyor. Bunu gören siyasal iktidar bu nedenle de en azından dereyi geçene kadar enflasyon hedeflemesi takıntısı yapmıyor. Üstelik bunu “faizleri daha da yükseltmek rantiyeye daha fazla kazandırıyor” açıklamasıyla halkın gözünde kolayca meşrulaştırıyor.

(iii) Faiz artırımının mevcut büyüme stratejisi ile çatışmasının ötesinde, kamu borçlanmasının yükünü de artırarak kamu kesimi dengesini de bozacak olması (2), büyümeyi maliye politikalarına yüklemiş bir siyasal iktidar için faiz artırımı ve sıkı para politikası seçeneğini ortadan kaldırıyor.

ENFLASYONLU BÜYÜMEYE DEVAM

Kısaca, 24 Haziran ile bazı şeyler tamamen netleşiyor: Yeni rejim altında enflasyonlu büyüme stratejisine devam edilecek.

Zaten iktidar blokunun şu ana kadar izlediği teşviklerle, bol ve göreli olarak ucuz kredilerle, yüzlerce milyar dolarlık alt yapı ve üst yapı inşaat projeleriyle kaçınılmaz olarak enflasyonist olan sermaye ve servet biriktirmeyi hedefleyen büyüme modelinden (en azından yerel seçimlere kadar) vaz geçmesini beklemek ülkeyi yönetenlerin sınıfsal çıkarlarıyla ve siyasal gelecekleriyle uyumlu olmaz.

‘YENİ’ RESMİ DOKTRİN!

Bu bağlamda ana akım para teorileri, Merkez Bankası bağımsızlığı gibi kavramların rafa kaldırılacağı bir döneme giriyoruz. Hatta bir süre sonra ana akımın tam tersine “yüksek faiz enflasyonun nedenidir” görüşü, ders kitaplarında işlenip, üniversitelerde resmi doktrin olarak okutulursa şaşırmamak gerekir.

Bu tür yönetimlerin ağzından çıkanların nasıl doktrin haline getirildiğini merak edenler 1933- 1945 dönemi Almanya’sına bakabilirler.

Ancak tüm bu gelişmeler giderek derinleşerek bir depresyona dönüşebilecek olan ekonomik durgunluğu ve dış borç stoklarının yönetilemez hale gelmesiyle her an patlamaya hazır olan yeni bir finansal krizi önlemeye yetmeyecektir.

Böyle bir ekonomik çöküş kaçınılmaz olarak rejimin meşruiyetini sorgulatırken, toplumsal huzursuzlukların artmasına bu kez emek-sermaye çatışmasının gün ışığına çıkmasına neden olacaktır.


Yeni rejim altında, başta yeni Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile yapılan düzenlemeler olmak üzere, siyasal alanda yapılan radikal değişikliklerin nedenlerini biraz da buradan anlamaya çalışmalıyız.
……………
(1) Mahfi Eğilmez, “Merkez Bankası Faiz Arttırır mı?”, mahfiegilmez.com/2018/07/merkez-bankas-faiz-arttrr-m.html (24 Temmuz 2018).
(2) R. Hakan Özyıldız, “Kamu ek yük almaya hazır mı?”, hakanozyildiz.com/2018/07/kamu-ek-yuk-almaya-hazr-m.html (24 Temmuz 2018).


24 Temmuz 2018 Salı

DÜNYA EKONOMİSİ TOPARLANIYOR AMA EŞİTSİZLİKLER DAHA DA ARTIYOR


“Dünyada ve Türkiye’de emeğin halleri” yazı dizisi (2):

DÜNYA EKONOMİSİ TOPARLANIYOR AMA EŞİTSİZLİKLER DAHA DA ARTIYOR

Mustafa Durmuş

24 Temmuz 2018

Dünya ekonomisi 2017’den bu yana toparlanıyor ama dünyada gelir ve servet eşitsizliği, adaletsizliği artmaya devam ediyor. Verimlilikler cılız da olsa artışını sürdürürken, reel ücret artışları ya bunun gerisinde kalıyor ya da düşüyor. Buna karşılık kârlar hızlı artışını sürdürüyor.

Nitekim OECD tarafından yayımlanan son istihdam raporu (1) bu toparlanmanın sınıfsal sonuçlarını ortaya koyuyor. Öyle ki 2008 krizinden bu yana ilk kez OECD ülkelerinde kriz öncesine göre daha fazla istihdam var, işsizlik oranları kriz öncesine yakın bir düzeye geriledi. Ama bunun ağır bir bedeli oldu: Artmayan işçi ücretleri. Çünkü 2008 krizinin ardından geçen 10 yılda ücretler hala durgun seyrediyor. Nominal ücret artışları kesinlikle kriz öncesi dönemdeki artışların gerisinde kaldı.

REEL ÜCRETLER DURGUN SEYREDİYOR

Hatta ücret durgunluğu ücretlilerin kendi aralarında dahi aynı değil. Öyle ki ABD’de bir ceo (üst düzey şirket yöneticisi) ortalama bir işçiden 339 kat fazla ücret alıyor. 500 en büyük şirkette ise bu fark 500 kata kadar çıkıyor. Yani böyle bir yöneticiye 1 aylık ücret olarak 3101 işçinin 1 yıllık ücreti kadar ücret ödeniyor (2).

Ortalama işçi ücretlerindeki bu durgunluk ya da reel azalma, hem gelir bölüşümü adaletsizliğini artırıyor ve emeğin ulusal gelirden aldığı payı azaltıyor, hem de bunlara bağlı olarak yoksulluğu artırıyor.

Gelir eşitsizliğindeki artışın özellikle 1980 sonrası neo liberal dönemde zirveye çıktığı görülüyor. Öyle ki küresel çapta en zengin yüzde 1’in geliri bu dönemde (1980-2016) en alttaki yüzde 50’nin gelirinin 2 katı oranında büyümüş. Yani ilk grup toplam gelir artışından yüzde 27 pay alırken, en alttaki yüzde 50 sadece yüzde 12 pay alabilmiş (3).

Yine bir IMF çalışmasına göre, ortanca gelir elde eden hanelerin (hanelerin yüzde 51’inin geliri) elde ettiği gelirin yarısından az gelir elde eden hanelerin oranı, krizden çıkmaya çalışan Yunanistan ve İspanya’da yüzde 16, üçüncü sıradaki ABD’de yüzde 15 ve 10.sırada yer alan Türkiye’de yüzde 13,5 olmuş (4).
Ortalama ücretlerdeki bu durgunluğun sonucunda 36 OECD ülkesinin 24’ünde emeğin payı yüzde 68’e düşmüş (yüzde 3,5 puan). Bu düşüş oranı ABD’de yüzde 8 olmuş (ilk sırada) (5).

İşsizlik, düşük ücret ve yarı zamanlı çalışmanın kaçınılmaz sonucu ise yoksulluğun artması. Rapor, kriz sonrasında yoksulluk oranının arttığını ortaya koyuyor. Kriz öncesinde medyan hane gelirinin yarısından az gelir elde edenlerin oranı yüzde 9,6 iken bugün bu oran yüzde 10,6’ye çıkmış (6).

ÜCRET DURGUNLUĞUNUN NEDENİ VERİMLİLİK ARTIŞININ YAVAŞLAMASI DEĞİL

Verimlilik ve ücret artışı ilişkisi emek ve sermaye arasındaki bölüşüm ilişkilerinde temel bir konu. Bu bağlamda işçi örgütleri (doğal olarak), nominal ücret artışının, enflasyon artışının etkilerini giderici ve verimlilik artışını yansıtıcı olması gerektiğini savunurlar.

Bu açıdan ele alındığında Washington Uzlaşması sonrasında emeğin ulusal gelirden aldığı payın küresel çapta olmak üzere son 30 yılda gerilediği göze çarpıyor. Ayrıca iç talep azaldı, dış talebe olan bağımlılık arttı. G20 ülkelerinin tümünde emeğin payındaki gerileme iç talepte bir düşüşle sonuçlandı. Bu düşüş örneğin Türkiye’de ihracat artışıyla telafi edilemedi. Dahası emeği koruyan yasal düzenlemelerden giderek vazgeçilmesi sonucunda aralarında Türkiye’nin de aralarında bulunduğu birçok ülkede gelir bölüşümü adaletsizliği daha da arttı (7).
Bu konuda Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) son raporunun bulguları (8) kapitalizmin nasıl bir eşitsizlikler ve adaletsizlikler düzeni olduğunun resmi ağızdan bir itirafı niteliğinde.

Bu rapora göre, küresel düzeyde reel ücret artışları 2008 krizinden bu yana giderek yavaşladı. Özellikle 2013’ten bu yana bu yavaşlama belirginleşti. Artış oranları kriz önceki seviyeleri hala yakalayamadı. Öyle ki 2007 yılında küresel çapta yüzde 3,1 olan reel ücret artışları 2013’ te yüzde 1,1’de kaldı.

Oysa emek gücü verimliliği bu dönemde artmaya devam etti. Öyle ki 1999 yılı baz alındığında Merkez ekonomilerde 100 olan emek gücü verimliliği endeksi, 2015 yılında 118 olurken, yine 1999’da 100 olan az gelişmiş ülkeler reel ücret endeksi sadece 108’e çıkabildi (9).

Bunun sonucunda emek gelirlerinin milli gelir içindeki payı hızla azalırken, gelir bölüşümü adaletsizliği de görülmemiş ölçüde arttı. 1990’lardan bu yana ücret gelirlerinin milli gelir içindeki payı yaklaşık 13 puan gerileyerek yüzde 66’lardan yüzde 53’e geriledi (10).

Türkiye’de ise durum daha vahim: Ücret gelirlerinin milli gelir içindeki payı 1999’da yüzde 50 civarındayken yüzde 32’ lere kadar düştü (11).

Yukarıda sözü edilen OECD raporu, üye ülkelerde reel ücret artışının son 20 yılın verimlilik artışının gerisinde kaldığını kabul ediyor. Rapora göre örneğin eğer reel ücretler verimlilikler kadar artsaydı yüzde 13 daha yüksek düzeyde olacaktı (12).

Benzer bir biçimde bir başka çalışma (13) AB dâhil tüm merkez ekonomilerde son 10 yıldır ücret artışlarının verimlilik artışının gerisinde kaldığını ortaya koyuyor.

Bu durum da emeğin milli gelir içindeki payının ve ortanca gelirin ortalama gelir içindeki payının azalmasıyla sonuçlanıyor. Bunlardan ilki emek-sermaye bölüşüm adaletsizliğinin, ikincisi ücretliler arasındaki adaletsizliğin arttığının bir göstergesi.

Buna göre, 28 AB ülkesinde (çalışan işçilerin sağladığı reel GSYH artışı olarak) verimlilik 2016 yılında 2000’e göre yüzde 10,5 daha fazla arttı. İşçilere yapılan ödemeler ise sadece yüzde 2,45 arttı. Yani aradaki fark 4 kattı. Kısaca işçiler her yılın 3 çeyreğinde sağladıkları verimlilik artışından her hangi bir pay alamadılar.

ASIL SORUN BÖLÜŞÜM İLİŞKİLERİNDE

Bu veriler asıl sorunun emek gücü verimlilik artışının zayıflığından ziyade, bölüşüm ilişkilerinde olduğunu ortaya koyuyor. Yani mevcut eşitsiz-adaletsiz bölüşüm ilişkisi (kapitalist sistemin işleyiş mantığı içinde) yeterli bir efektif talebin yaratılmasını, bu da ekonominin yüksek hızda büyümesini önlüyor.

Kısaca eğer yaratılan hâsıla bunu yaratanların ücretlerinden daha hızlı büyüyorsa, bu ürünler yeterli alıcı bulamayınca, yani satılamayınca, sistemin ana sürükleyicisi olan kâr realize edilemiyor, bu da yeni yatırımların yapılmasını anlamsız kılıyor ve büyümeyi yavaşlatarak ekonominin durgunluğa girmesine neden oluyor.

Bir başka anlatımla, emeğin payındaki azalma biçimindeki eşitsiz bölüşüm sadece adaletsiz bir durum değil, aynı zamanda ekonomik olarak da çok sakıncalı bir durum.

Çünkü böyle bir eşitsizlik söz konusun olduğunda ekonomik büyüme, potansiyelinin gerisinde kalıyor. Bunun nedeni artık tüketim sürümlü olduğu bilinen kapitalist ekonomilerde emek gelirlerinin toplam tüketimin ve toplam talebin belirleyici unsurunu oluşturması. Tüketim yeterince artmadığında yatırımları baskılıyor, bu da daha fazla verimlilik artışının olmayacağı anlamına geliyor.

Neo liberal dönemdeki gibi bol kredilerle ve yaygın finansallaşma ve küreselleşmeyle bu sorunun aşılması çabaları bir süre sonra (2008 krizinde yaşandığı gibi) kapitalizmi bu kez finansal krizlerle baş başa bırakıyor.

Finansallaşmanın, kredi-borç stoklarının görülmemiş ölçüde arttığı, borsaların yanı sıra kripto paraların da yeni balonlara neden olduğu günümüzde böyle bir eşitsizlik Branko Milanoviç’in küresel eşitsizliğin geldiği noktayı tarif ederken çizdiği fil eğrisindeki (14) fil gibi her şeyi dümdüz edebilir.

PEMBE YALAN: VERİMLİLİK ARTTIĞINDA ÜCRETLER DE ARTAR !

Böylece artan verimliliğin çoğunluğa değil, çok büyük ölçüde küçük bir azınlığa fayda sağladığı görülüyor. Bu durum kapitalizmde “verimlilikler artarsa işçilerin yaşam standartları da artar “sözünün bir yalandan ibaret olduğunu gösteriyor.

Diğer yandan üniversitelerde okutulan ana akım iktisat ders kitapları farklı şeyler anlatıyor. Bu kitaplara göre, örneğin (sadece bir varsayımdan ibaret olan) tam rekabet modelinde gelirin nasıl bölüşüleceğini belirleyen şey, üretim faktörlerinin fiyatları ve bu faktörlerin kullanım miktarlarıdır (örneğin çalışılan saatler), yani faktör donanımıdır.

Yani bir işçi ne kadar donanımlı ve bu anlamda da emeği ne denli verimliyse o denli yüksek ücretle ödüllendirilir. Yani verimlilik ücret düzeyinin belirlenmesinde temel ölçüttür.

Gerçekten öyle mi?
.......devam edecek: “Gelirden alınan pay verimliliğe göre belirlenmiyor!”
……………….
(1) OECD Employment Outlook (Wageless Growth) 2018.
(2) Pete Dolack,World Bank Solution for Lack of Jobs: Cut Worker Protections, www.counterpunch.org (6 July 2018).
(3) Facundo Alvaredo, Lucas Chancel, Thomas Piketty, Emmanuel Saez and Gabriel Zucman, World Inequality Report, 2018.
(4) Yasser Abdih, An Answer to the U.S. Wage Puzzle, https://blogs.imf.org/2018/07/10/chart-of-the-week-an-answer-to-the-u-s-wage-puzzle/?utm_medium=email&utm_source=govdelivery (10 July 2018).
(5) Patrick Martin, A global economic “recovery” without wage increases, https://www.wsws.org/en/articles/2018/07/06/oecd-j06.html.
(6) Agm.
(7) Servaas Storm and Jeronim Capaldo, “Labor Institutions and Development Under Globalization”, Institute for New Economic Thinking Working Paper No. 76 (30 May 2018), s. 12-13.
(8) ILO, Global Wage Report 2016/17: Wage inequality in the workplace,www.ilo.org, 2016, şekil 11.
(9) Agr.
(10)Agr.
(11) TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, III. Çeyrek: Temmuz - Eylül, 2017 (11 Aralık 2017).
(12) Patrick Martin, A global economic “recovery” without wage increases, https://www.wsws.org/en/articles/2018/07/06/oecd-j06.html.
(13) Bela Galgoczi, The gap between wages and productivity, http://blogs.lse.ac.uk/europpblog/2018/06/23/the-gap-between-wages-and-productivity/.
(14) http://wir2018.wid.world/executive-summary.html.