31 Mayıs 2019 Cuma

CEMAZ-ÜL EVVELİNİ İYİ BİLDİĞİMİZ BİR TEORİ (I) (Kılavuzu karga olan bir öneri üzerine)



CEMAZ-ÜL EVVELİNİ İYİ BİLDİĞİMİZ BİR TEORİ (I)

(Kılavuzu karga olan bir öneri üzerine)

Mustafa Durmuş

31 Mayıs 2019

Siyasal iktidar artarda ekonomik paketler açıklasa da çoklu karakterli ekonomik krizle baş edemiyor.  Küçülme serisi sürüyor. Bugün açıklanan ekonomik büyüme verisine göre ekonomi bu yılın ilk üç ayında yüzde - 2,6 küçüldü (1).
Geçen yıl aynı dönemde ekonominin yüzde + 7,4 büyüdüğü göz önüne alınırsa ekonomideki küçülmenin bu bir yılda yüzde 10’u bulduğu görülüyor. Öncü ekonomik göstergelerden ekonomideki küçülmenin bu yılın ikinci çeyreğinde de süreceği anlaşılıyor. Öyle ki en büyük düşüş ithalatta (yüzde - 28,8) ve yatırım harcamalarında (yüzde -13) oldu. Bu iki gösterge ekonominin en önemli büyüme dinamiklerini oluşturuyor. 

DESTEKÇİ YA DA SUSKUN EMEK VE SERMAYE ÖRGÜTLERİ

HAK-İŞ, MEMUR-SEN ve TÜRK-İŞ gibi yandaş yönetimler altındaki işçi sendikaları ve MÜSİAD, TİSK, TOBB gibi iktidara yakın sermaye örgütleri iktidara verdikleri desteklerini sürdürüyorlar.
Büyük sermaye örgütü TÜSİAD ise (muhtemelen bu dönemde yapılan işçi karşıtı yasal düzenlemeler ve grev yasağı gibi uygulamalar ve bazı büyük alt yapı projelerinden aldıkları paylar nedeniyle) kısık bir sesle, yeni yapısal reformlar talep etmekten ötesini yapmıyor.

TİM’İN ÖNERİSİ GÜNDEM OLMADI

Diğer yandan döviz kazandırıcı sektörlerin başında gelen ihracat sektöründeki sermaye örgütlerinden biri olan Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin  (TİM) geçtiğimiz haftalarda ortaya attığı, ancak hızla değişen ülke gündemi nedeniyle yeterince tartışılmayan bir görüş birçok açıdan önemliydi. Üç parçalı bu yazının konusunu bu görüş ya da yaklaşım oluşturuyor.

Basında yer alan bir habere göre (2) TİM,  18.-19.Yüzyılda İngiltere’de yaşamış ünlü Klasik iktisatçı Sir David Ricardo'nun metodolojisini Türkiye’nin ihracatına uyarlayarak ülkenin ihracat kapasitesini artırmayı hedefliyor.

Örgütün Genel Sekreteri ve T. Varlık Fonu yöneticiliği de yapmış olan akademisyen Prof. Kerem Alkin, bu metodoloji altında Açıklanmış Karşılaştırmalı Üstünlükler Endeksi (RCA) kullanılarak nokta atışı pazar ve ürün hedeflemesi yapacaklarını ve böylece ülkenin ihracatta avantajlı olduğu alanlarda üretime yönelerek yeni ihracat kanallarının açılacağını ileri sürüyor.

BİTPAZARINA NUR YAĞDIRMAK

Böylece Alkin (Amerika’yı bir kez daha keşfederek) yaklaşık 200 yıl önce ortaya atılan ve geçerliliği son derece tartışmalı olan bir teoriyi (bazılarına göre yasa) yeni bir şeymiş gibi karşımıza çıkartıyor.

Bu teorinin ışığı altında ülkenin ihracatının (dolayısıyla da üretiminin) artırılacağını, böylece ülkenin hem döviz ihtiyacının karşılanacağını, hem de istihdam yaratılacağını ileri sürüyor (T. Varlık Fonu da tanıtılırken de bunun ülkenin makroekonomik istikrarsızlıklarla mücadele edilmesinde mucizevi bir buluş olduğu ileri sürülmüştü. Ancak bu Fon kurulduğundan bu yana ülkedeki kriz daha da büyüdü ve Alkin de Fon’un yönetiminden uzaklaştırıldı).

BAYAT BİR TEORİ NEDEN ISITILARAK SOFRAYA KONULUR?

Öncelikle ülkede ekonomisiyle, siyasetiyle, ideolojisiyle çoklu krizden topyekûn bir çöküşe doğru gidiş yaşanıyor. Düşük değerli liraya rağmen ihracat sektörü de (sektördeki işletmelerin düşük kârlılığı ve yüksek borçluluğu gibi nedenlerden dolayı) kriz potasına girdi.

Böyle bir dönemde (söylenecek yeni bir şeyler bulunamıyorsa), eskiler parlatılarak yeni birer umut gibi sunulmaya, böylece durum bir süre daha idare edilmeye ve özellikle de 23 Haziran seçimleri öncesinde kafası karışık ihracatçılar safta tutmaya çalışılıyor olabilir.

Ancak çok daha önemli bir neden söz konusu: Ekonominin derin resesyonu sürerken dış borç stoklarının yüksekliği. Öyle ki geçen yılın son çeyreği itibariyle 445 milyar dolarlık toplam dış borç stoku var ve bu yılın Mart ayı sonu itibariyle, vadesine 1 yıl veya daha az kalmış kısa vadeli 177,4 milyar doları bulan bir dış borç geri ödemesi yapılması gerekiyor (3).

Dövizli borcu ancak dövizli yeni borç alarak çevirmek mümkün ama artan risk primlerinin yol açtığı faiz maliyetleri nedeniyle bu iş çok zorlaştı. Böylece bu kapandan kurtulabilmek için borçlanma dışı yollarla döviz sağlamak gerekiyor.
Turizm sektörünün sağladığı döviz ise derde deva olacak düzeyde değil (bu yılın ilk 3 ayında 4,6 milyar dolar (4) . İhracat gelirleri ise ithalatı karşılamıyor (bu yılın ilk üç ayında ihracat 42 milyar dolar ve ithalat 49 milyar dolar oldu (5).

Döviz gelirlerini artırabilmek için geriye (yeniymiş gibi sunulan bir strateji ile) ihracatı artırmak kalıyor. Bu yolla hem üretim ve ihracatın yüksek düzeyde bağımlı olduğu ithalatın finanse edilebilmesi, hem ekonominin resesyondan çıkartılması, hem de dış borçların ödenebilmesi için gerekli olan dövizin sağlanabilmesi amaçlanıyor.

İŞE YARAR MI, YOKSA EVDEKİ BULGURDAN MI OLUNUR?

Kulağa hoş gelen bu beklenti gerçekleşebilir mi? Yani Ricardo’cu Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisine göre yeniden tasarlanacak olan ihracat ileri sürüldüğü gibi patlar mı, ülkeye akın akın döviz gelir mi, yeni istihdam yaratılır mı?

Yoksa 1980’lere kadar iyi kötü sürdürülmüş olan ithal ikameci kalkınma ve sanayileşme stratejisine, Özal’dan sonra bir darbe de, bu sözde “yeni” stratejiyle vurulur ve ülke kalkınma ve sanayileşme hayalini sonsuza kadar toprağa mı gömer? İhracatçıları kazansın diye ülke, ihracata dönük “yoksullaştırıcı bir büyüme” (6) yoluna mı sokulur? Bu yeni yönelimin sektörel olduğu kadar sosyal sınıflar, emekçiler ve gelir bölüşümü üzerinde ne tür etkileri olur?


200 YILLIK KARŞILAŞTIRMALI ÜSTÜNLÜK (AVANTAJ) TEORİSİ

Bu soruları yanıtlamaya geçmeden önce şu meşhur teorinin hangi ortamın ürünü olduğunu kısaca anlatalım.

Ricardo, 19. Yüzyılda Britanya’nın sömürgeler yaratma hedeflerine en uygun düşecek bir serbest ticaret teorisi geliştirdi. Karşılaştırmalı Üstünlükler de böyle bir serbest ticaret teorisinin en önemli kavramlarından biriydi. Oysa hem başta Britanya’nın ve daha önce onun sömürgesi olan ABD’nin, hem de bugün Avrupa’nın ileri derecede gelişmiş ekonomilere sahip ülkelerinin sanayileşmesi ve zenginleşmesi serbest ticaretle değil, sömürgeleri yağmalamaya dönük sömürgeci politikalarla ve yüksek gümrüklerle kendi sanayilerine dönük korumacı politikalarla gerçekleşmişti (7).

UNCTAD’a göre ise, 19.Yüzyıldaki uluslararası serbest ticaret söylemi Altın Standardı uygulamasının, baskıcı emek yasalarının ve dizginlenmemiş sermaye hareketlerinin (sömürgecilik) üstünü örtmekte kullanıldı (8).

Karşılaştırmalı Üstünlük, teknik olarak, verili bir üretim olanakları eğrisi altında iki mal arasında birbirinin yerine geçme anlamına gelen marjinal dönüşüm oranı ile ölçülen bir fırsat maliyeti olarak tanımlanabilir. Tam rekabet koşulları altında iki mal arasındaki fiyat rasyosu onların marjinal dönüşüm oranına eşitlenir.  Eğer bu eşitlik gerçekleşmezse üreticiler göreli olarak daha uygun fiyat rasyoları elde edene kadar bir maldan diğerine geçiş yapmayı sürdürürler (9).

TEORİNİN İŞLEMESİ İÇİN TAM BİR FAKTÖR AKIŞKANLIĞI GEREKLİ

Yani serbest ticaret teorisyenlerine göre (tam bir üretim faktörü akışkanlığı olduğu varsayıldığından), bir sektörden çıkan emek ve sermaye ülkenin diğer karşılaştırmalı üstünlüklere sahip sektörlerinde istihdam edilirler.

Oysa işini kaybeden işçilerin bir başka sektörde işe girebilecek ölçüde beceriye sahip olmaları o denli kolay ve hızlı olmaz. İşçiler böyle bir beceriyi ancak zamana yayılı eğitim programları ve işsizlik yardımları ile sağlayabilir. Ancak pek çok azgelişmiş ülkenin bunu karşılayabilecek gücü yoktur.

Keza para sermaye akışkan olabilirse de,  makina biçimindeki sabit sermaye akışkan değildir. Örneğin inşaat sektöründe kullanılan makine parkı, karşılaştırmalı üstünlüğün olduğu düşünülen tekstil ve hazır giyim sektöründe nasıl istihdam edilecektir?
Kısaca, sadece emek ve sermaye gibi üretim faktörlerinin ekonominin sektörler arasında yeterince akışkan olmadığı gerçeği bile Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisinin geçersizliğini ortaya koyar.

TAM REKABET KOŞULLARINDA RASYONEL ÜRETİCİ HAYALİ

Ayrıca bu yaklaşımın diğer bir defosu Tam Rekabet Piyasası koşullarının geçerli olduğunu varsayması. Oysa (özellikle de günümüz kapitalizminde), bu koşulların varlığından söz edilemez. Ayrıca “fiyatlar rasyosunu en uygun hale getirene kadar üreteceği mallar arasında gidip gelen üretici” tanımı da gerçekte var olmayan bir rasyonaliteyi, akılcılığı gerektirir.

Diğer taraftan, bunca defosuna rağmen, ana akım burjuva iktisat teorisine iman etmiş iktisatçılar tarafından ısrarla bu teorinin gerçek hayatta uluslararası ticareti yönlendiren bir teori olduğu ileri sürülebiliyor.

Örneğin Alkin,  küresel ticarete konu ilk 200 ürün içerisinde Türkiye'nin karşılaştırmalı üstünlüğe sahip 47 ürünü ihraç ettiğini, ilk 1000 ürünün 285'inde avantajlı (karşılaştırmalı üstünlüğe sahip) konumda bulunduğunu ve bu avantajlı ürünlerin üretim ve ihracatına ağırlık verilmesi durumunda, bu ürünlere yönelik 1,8 trilyon dolarlık toplam küresel talepten daha fazla pay alınabileceğini söylüyor (10).
Sektördeki bir diğer sermaye örgütü olan İstanbul Tekstil ve Hammaddeleri İhracatçıları Birliği  (İTHİB) Başkan Yardımcısı da bu söyleme katılıyor ve “teknik tekstilde 2019 ihracat hedefimiz 2 milyar dolar, tekstilde Avrupa’nın en iyisiyiz ama teknik tekstilde daha yolun başındayız” (11) diyor.

HANGİ ROBİNSON CRUSOE?

‘Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi’nin uluslararası ticaretteki işleyişi açıklama konusundaki yetersizliği şöyle bir analojiyle daha iyi anlatılabilir.
Bilindiği gibi, ana akım iktisat ders kitaplarında Robinson Crusoe figürü, özellikle de uluslararası ticaretin analizinde başlangıç noktası olarak alınır. Buna göre Crusoe dayanıklı bir birey, çalışkan, zeki ve hepsinin de ötesinde tutumlu bir karakterdir, öyle ki rasyonel davranışlarıyla doğanın efendisidir. Oysa eserin yazarı ve kendi de bir sosyal bilimci olan Daniel Defoe tarafından yazılan romandaki Crusoe tanımı bundan farklıdır. Bu romanda Crusoe sırasıyla; işgalci, köleci, soyguncu, katil ve güç kullanan bir tiptir.  Yani iktisatçıların Crusoe’si ile gerçek Crusoe arasında fark var. Bu farklılık, iktisat kitaplarında yer alan tüm ulusların yararına olduğu ileri sürülen uluslararası ticaret tanımı ile pratikteki uluslar arası ticaretin gerçeklikleri arasındaki farklılıkta ete kemiğe bürünüyor (12).
 BLAUG: ANA AKIM İKTİSAT TEORİSİ HASTA!
Gerçek hayatı açıklamakta yetersiz kalan böyle ana akım teorilere bu denli bağımlılık aslında patolojik bir durum. Bu durumu Britanyalı bir iktisatçı M. Blaug modern iktisadın iflah olmaz hastalığı olarak tanımlıyor.

Ona göre, ana akım iktisat giderek ekonomi dünyasında neler olup bittiğini anlamamızı sağlayacak pratik sonuçlar sunmak yerine, iktisatçıları mesleki olarak tatmin etmeye yönelik, onların kendi aralarında oynanan entelektüel bir oyuna dönüştü. Bu iktisatçılar sosyo-ekonomik konuları sosyal matematiğe dönüştürdüler. Böyle bir matematikte analitik kesinlik çok önemli iken, bunun gerçek hayatı açıklayıp açıklamadığı konusu önemsizdir. İktisadın çok önemli bir kısmı adeta şehirlerin görüntülerini içeren ama bir şehirden diğerine nasıl gidileceğini gösteren bir haritası olmayan bir tür coğrafya gibidir  (13).

Devam edecek….

DİP NOTLAR:

(1)  TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, I. Çeyrek: Ocak - Mart, 2019, http://tuik.gov.tr (31 Mayıs 2019).
(2)  https://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/ihracatta-rekabet-ustunlugu-ricardo-modeliyle-saglanacak (21 Mayıs 2019).
(3)  Hazine ve Maliye Bakanlığı, Türkiye Brüt Dış Borç Stoku İstatistikleri ( 29 Mart 2019),  https://www.hmb.gov.tr/kamu-finansmani-istatistikleri ve TCMB, Kısa Vadeli Dış Borç İstatistikleri Gelişmeleri - Mart 2019, https://www.tcmb.gov.tr (29 Mayıs 2019).
(4)  TÜİK, Turizm Geliri, Gideri ve Ortalama Geceleme Sayısı, 2001 – 2019, http://tuik.gov.tr (29 Mayıs 2019).
(5)  TÜİK, Yıllara ve aylara göre dış ticaret, 1989-2019, http://tuik.gov.tr (29 Mayıs 2019).
(6)  “İhracatta Yoksullaştırıcı Büyüme” (Immiserizing Growth)   J. Bhagwati (1969)  tarafından kullanılmış bir kavram. İhracat sektörüne ağır bir biçimde bağımlı ekonomilerde dış ticaret hadlerinin söz konusu ülkenin aleyhine seyretmesi halinde ihracat arttıkça, elde edilen ekonomik büyümenin ülkeyi gerçekte  yoksullaştırdığına dikkat çeken bir büyümeyi anlatır.
(7)  Daron Acemoğlu ve James A. Robinson, Why Nations Fail- The Origins of Power, Prosperity and Poverty, Profile Books Ltd.,2013, s. 245-250.
(8)  UNCTAD, Trade and Development Report 2018: Power, Platforms and the Free Trade Delusion.
(9)  A.P.Thirlwall, Growth and Development, 6th Edition, Macmillan Press Ltd, 1999, s. 425.
(10)               https://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/ihracatta-rekabet-ustunlugu-ricardo-modeliyle-saglanacak (21 Mayıs 2019).
(11)               https://www.dunya.com/ekonomi/teknik-tekstilde-2019-ihracat-hedefi-2-milyar-dolar (31 Mayıs 2015).
     (12) Stephen Hymer, “Robinson Crusoe and the Secret of Primitive Accumulation”, 2011, Volume 63, Issue 04 (September), http://monthlyreview.org.
(13) Mark Blaug, “Ugly currents in modern economics”, Options Politiques 1997, s. 8.


26 Mayıs 2019 Pazar

TESBİHE DİZİLMİŞ KRİZ PAKETLERİ



TESBİHE DİZİLMİŞ KRİZ PAKETLERİ

Mustafa Durmuş

26 Mayıs 2019

İktidar blokunun ekonominin içinde bulunduğu çoklu karakterli iktisadi krize karşı açıkladığı kurtarma paketleri bir biri ardından boşa çıkarken, bunlara sürekli olarak yenileri ekleniyor. Yani kısır bir döngü içinde başladığımız yere, ancak daha kötü bir duruma geri dönüyoruz.
Son açıklanan paketin adı İVME (İleri, Verimli, Milli Endüstri) Finansman Paketi. Bakan Albayrak, üç kamu bankası aracılığıyla verilecek ve tutarı bu yılsonuna kadar 30 milyar doları bulacak olan bir yatırım ve işletme kredisi desteğini kapsayan bu paketin hedefinin; ithalata bağımlı, dış açık veren sektörler olacağını açıkladı (1).
Yani 2017 yılında KGF kredileri üzerinden sağlanan milyarlarca lira ile hormonlu olarak büyütülen, ancak sonrasında çakılması önlenemeyen ekonomi, bu kez “ithalat bağımlılığı yüksek, dış ticaret açığı veren, istihdama katkı oranı yüksek ve ihracat potansiyeli yüksek sektörlere verilecek finansman desteğiyle krizden çıkartılmaya” (2) çalışılacak.
Bu kredilerin faizlerinin ve ödeme koşullarının normal piyasa kredi faizleri ve koşullarıyla kıyaslandığında çok daha “uygun” krediler, yani kamuca sübvanse edilen krediler olacağı açık.

“İVME” bütünlükçü bir strateji ya da program değil
İktidar bloku (işsizliği, yoksulluğu ve eşitsizliği azaltmayı aklına getirmezken) şu ana kadar bütünlükçü bir krizden çıkış strateji ve programı sunamadı. Sürekli yaşanan seçim atmosferinde iktidarda kalabilmeye odaklandığından, günü kurtarmaya dönük, parça parça pragmatik paketlerle karşımıza çıktı. İVME de bunlardan biri. İnandırıcılığı son derece zayıf, piyasalara dahi güven vermekten uzak. Bu nedenle de başarı şansı son derece düşük.

Reel ekonomide karşılığı yok
Çünkü ekonomiye, ekonomi yönetimine ve bunun arkasındaki siyaset yapma biçimine ve siyasal iradeye güvenin iyice azaldığı bir dönemde açıklanan bu tür paketlerin reel ekonomide çok az karşılık bulduğu, hem dünyada, hem de Türkiye’de yaşanan deneyimlerden biliniyor.
Aslında, gerçek enflasyonun yüzde 35’in, gerçek işsizliğin yüzde 20’nin üzerinde olduğu bir ekonomide (üretim ve ihracat artışını hedefleme iddiasında olsa da), böyle bir parasal genişlemenin, özünde mevcut siyasal süreçle ve özellikle de yenilenen İstanbul BŞBB seçimleriyle ilgili olduğunu görmek gerekiyor.
Yani bu kredilerle (bırakın yoksulluğu, işsizliği azaltmayı), dışa bağımlılığı azaltacak ve ekonomiyi krizden çıkartabilecek bir “ivme” yi yakalayabilmek mümkün değil. Günün sonunda bunun da (tıpkı KGF kredilerinde olduğu gibi) enflasyonu ve makroekonomik istikrarsızlıkları daha da artırması kaçınılmaz olacak.

Sermaye ile “hemdert ve hemhâl olma” durumu
Üstelik bu operasyonlar üç kamu bankası üzerinden yürütülecek. Şu ana kadar piyasa faiz oranlarının altında faizlerle kredi verdirilerek ve piyasalara 3,2 milyar dolarlık döviz satışı yaptırılarak zarara sokulan (3) bu bankaların mevcut zararı bu yeni paketle daha da artacak.
Çünkü bankaların batık kredilerinin giderek arttığı, bu nedenle de bu kredilerini çok düşük fiyatlarla borç tahsil şirketlerine sattığı böyle bir dönemde, verilecek yeni kredilerin geri dönüşleri de zor olacak. Böylece kamu bankalarının, Hazine’nin ve son tahlilde yurttaşların zararı daha da artacak.
Artık biz kapitalizmin “kârların özel sektörde kaldığı ama zararın toplumsallaştırıldığı” bir sistem olduğunu ve devletin sermaye ile “hemdert ve hemhal” olduğunu çok iyi öğrenmiş bulunuyoruz.

Cari fazla kriz göstergesi
İVME Paketinde inkâr edilemeyen, ama yapılan açıklamada kafa karışıklığına neden olan bir durum var. İyi bir şeymiş gibi sunulsa da, Türkiye ekonomisinin cari açığının cari fazlaya dönüşmesi ekonominin sağlıklı olduğunun değil, tam tersine hasta olduğunun, krizde olduğunun bir göstergesi.
Çünkü üretim ve ihracatta ithalata bağımlı bir ekonominin çökmekte olduğunu gösteriyor. Yani kanserli bir hastanın hızlıca kilo kaybetmesi gibi bir durum söz konusu. Nitekim ekonominin cari fazla verdiği bu dönemde ekonomi yüzde 3 oranında küçüldü. Bu yıl ki küçülmenin de uluslararası örgütlerin tahminlerine göre yüzde 1 ile yüzde 3 oranı arasında olması bekleniyor (4).
Yani bizim ekonomimiz Çin ekonomisinden farklı. Çin ekonomisi dünyanın en hızlı büyüyen, tasarruf ve ihracat düzeyi en yüksek ekonomisi olduğundan dünyanın en yüksek oranda cari fazlasını verdi (özellikle de 2008 krizinden bu yana). Bizde durum tam tersi, karıştırmayalım.

Paketteki itiraf
Pakette kabul edilen gerçek ise hammadde, ara malı, enerji ve sermaye malı olmak üzere neredeyse tüm kalemlerde ülke ekonominin ithalata olan bağımlılığı. Bu nedenle de potansiyelinin üzerinde büyütülmeye çalışılan ekonomi yıllardır yüksek cari açık veriyordu.
Ancak böyle bir yüksek cari açık ve bununla fonlanan ekonomik büyüme sürdürülemezdi. Sürdürülemedi ve ekonomi geçen yılın ortasından itibaren daralmaya ve küçülmeye başladı. 

Çünkü böyle büyük bir cari açık varsa, bu açık ya ödemeler dengesinde yer alan finansman hesabında izlenen yabancı kaynak girişleriyle kapatılır ya da üretim kısılıp, yatırımlar azaltılır, ekonomi küçültülür.
Yani, ya yabancı kaynak girişini sürdürmeye çalışılır, sermaye çıkışlar önlenir, ya da küçülme kaçınılmaz olur. Nitekim Türkiye ekonomisi yatırım ve üretimi iyice yavaşlatarak küçülmek durumunda kaldı.

Girişler azaldı, çıkışlar başladı
Peki, yabancı kaynak sağlama açısından durum nedir? Bunu T.C. Merkez Bankası’nca düzenlenen Ödemeler Dengesi istatistiklerinden (5) görebilmek mümkün.
Geçen yılın ilk üç ayında yabancı kaynak girişlerinde üçte bire yakın bir oranda bir azalma olduğu, buna karşılık sermaye çıkışlarında bir artış olduğu görülüyor. Henüz “ani duruş” ve büyük çapta “sermaye çıkışları” söz konusu olmasa da, bu durum bir tehlikeli bir eğilimi ortaya koyuyor.
Bilindiği gibi bir ülkenin dış dünya ile ekonomik ilişkilerini gösteren Ödemeler Dengesinde dört hesap yer alıyor: Cari Hesap, Sermaye Hesabı, Finansman Hesabı ve Rezerv Varlıklar.
Bunlardan Cari Hesap açığı Finansman Hesabındaki fazla ile kapatılıyor. Yani ekonomi cari açık verdiğinde bunu Finansman Hesabında gözüken ülkeye giren sermaye akımları kapatıyor (burada da eksi (-) değerli kayıtlar sermaye girişlerini ve artı (+) artı değerli olanlar sermaye çıkışlarını gösteriyor).
Bu özet bilgi altında hesaplarda yer alan istatistiklere baktığımızda şunları görebiliyoruz:

Sermaye girişleri üçte bire yakın bir oranda azaldı
Geçen yılın ilk üç ayına (Ocak-Şubat-Mart) göre bu yılın aynı döneminde; ülkeye toplam sermaye girişleri yaklaşık üçte bire yakın oranda azalarak 11,7 milyar dolardan 7,5 milyar dolara geriledi. Yani girişler 4,1 milyar dolar azaldı. Mart ayında ise 835 milyon dolar olmak üzere net sermaye çıkışı yaşandı. Nisan ve Mayıs verileri henüz açıklanmadı.
Sermaye biçimleri olarak baktığımızda; uzun vadeli yabancı kaynak olarak değerlendirilen doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında geçen yıl 1,159 milyar dolarlık bir çıkış varken, bu yıl bu miktarın 496 milyon dolara gerilediğini görüyoruz. Yani ülkedeki yerleşikler bu yılın ilk üç ayında dışarıya daha az yatırım yaptılar (ülkedeki kriz nedeniyle mevcut yatırımlarıyla ilgili sorunları çözmeye öncelik vermiş olmaları ve nakitlerini bu amaçla kullanmış olmaları büyük ihtimal).

Doğrudan yabancı sermaye gayrimenkul ve emlake geldi
Ülkeye gelen doğrudan yabancı yatırım miktarı ise aynı dönemde 2,366 milyar dolardan 2,773 milyar dolara çıktı. Yani bu dönemde ülkeye 407 milyon dolar daha fazla yabancı doğrudan yatırım geldi. Ancak bu gelen paranın fabrika yatırımlarına değil, ülkeden gayrimenkul alımı biçimindeki satın almalara yönelik olarak kullanıldığının altını çizmek gerekiyor.

Portföy yatırımları: Giden para geri döndü!
Portföy yatırımlarında çarpıcı bir durum yaşanıyor. Zira geçen yılın ilk üç ayında ülkeden yurt dışına olmak üzere T.C. Vatandaşları 420 milyon dolarlık bir portföy yatırımı yapmışken, bu yıl bu durum tersine döndü. Yani ülkeye aynı dönemde 433 milyon dolarlık bir yatırım yapıldı.
İlk bakışta iyi bir şeymiş gibi görünse de, işin gerçeği, bunun asıl nedeni, parasını daha önce dışarıda tutan yurttaşların ülke içinde finansman ihtiyacının artmış olması, yani işlerinin kriz nedeniyle kötüleşmiş olması. Bu yüzden de dışarıdaki paralarını ülkeye finansman sorunlarını gidermek için getirdiler.
Bu dönemde ülkeye yabancıların yaptığı portföy yatırımlarında ise neredeyse 3 katlık bir artış söz konusu. Öyle ki 2,940 milyar dolardan 8,816 milyar dolara çıktı. Ancak bunun sadece yüzde 10’u borsaya (yani hisse senetlerine giderken), kalan yüzde 90’ı dünyanın en yüksek faiz getirilerinden birini sunan DİBS’ lere, yani Hazine Bonosu ve Tahvillerine gitti.
Kısaca devlet cari açığın önemli bir kısmının finansmanını üstlenmek zorunda kaldı. Bunun sonucunda ortaya çıkan faiz oranı artışı ve bunun neden olduğu bütçedeki faiz harcamalarındaki artış ise krizin bedelinin toplumun bütününe ödettirileceğinin bir diğer göstergesi.

Güven yitimi dövizin dışarıya kaçmasıyla sonuçlanıyor
Bir de Finansman Hesabının “diğer yatırımlar” kalemine bakalım. Burada banka mevduatları ve banka kredileri gibi sermaye akımlarına yer veriliyor. Geçen yılın ilk üç ayında ülkedeki bankalara (ağırlığı mevduat biçiminde olan) 3,440 milyar dolar gelirken, bu yıl yurt dışındaki bankalara mevduat olarak 7,574 milyar dolar gitti.
Yani akımlar tersine döndü. Yurt dışındaki bankaların verdiği vadeli mevduat faizlerinin bizdekinin çok altında olmasına rağmen dövizin onlara yönelmesi, döviz sahibi yurt içi yatırımcıların ciddi bir güven sorunu yaşadıklarının bir göstergesi.

“Net Hata ve Noksan ” eksiye döndü
Kuşkusuz geçen yılki cari açığın üçte ikisini mucizevi (!) bir biçimde kapatan ve bu ödemeler dengesinde “Net Hata ve Noksan Kalemi” olarak gözüken bir veriye de bakmak gerekiyor. 

“Kaynağı belli olmayan döviz olarak” da bilinen bu hesap bu yılın ilk üç ayında eksiye döndü. Öyle ki geçen yıl (+) 3,8 milyar dolar olan bu kalem bu yıl (-) 5 milyar dolar oldu (6) . Yani kaynağı belli olmayan 5 milyar dolarlık bir döviz ya yurt dışına çıktı ya da ülke içinde yastık altına veya kayıt dışına gitti.
Bütün bunların karşısında dövize artışını durdurmaya yönelik olarak alınan önlemler (binde 1’lik bir finansal işlem vergisi ve döviz alımlarının zorlaştırılması gibi) ya da bundan sonra yurt dışına döviz çıkışlarını caydırmaya ya da önlemeye dönük yeni düzenlemelerin dolarizasyonu durduramayacağını, dövizin yastık altına çekilmesini hızlandıracağını ve dövizde karaborsa piyasasını yaratacağını ileri sürmek için müneccim olmaya gerek yok.

Dip notlar:

(1) https://www.bloomberght.com/bakan-albayrak-ivme-finansman-p… (23 Mayıs 2019).
(2) Agh.
(3) Uğur Gürses, “Analiz: Kamu bankalarına “seçim görev zararı”,
https://www.dw.com/tr (18 Mayıs 2019).
(4) EBRD, Regional Economic Prospects in the EBRD Regions, May 2019; OECD, Economic Outlook, Trade uncertainty dragging down global growth, 21 May 2019; IMF, World Economic Outlook, Growth Slowdown, Precarious Recovery, April 2019, s. 46.
(5) T.C. Merkez Bankası, Ödemeler Dengesi İstatistikleri, Mart 2019, Tablo 1. Ödemeler Dengesi Altıncı El Kitabı - Analitik Sunum, s.2.
(6) Agr.


1 Mayıs 2019 Çarşamba

133 YIL SONRA 1 MAYIS’TA DÜNYA İŞÇİ SINIFININ DURUMU


133 YIL SONRA 1 MAYIS’TA DÜNYA İŞÇİ SINIFININ DURUMU

Mustafa Durmuş

1 Mayıs 2019


Bundan 133 yıl önce ABD’de 13,000 işyerinde çalışan 300,000 işçi iş bırakarak sokaklara çıktı. Eylemlerinin nedeni günde 16 saati bulan çalışma saatlerinin (ücretleri kısılmadan) 8 saate düşürülmesini ve çalışma koşullarının iyileştirilmesini sağlamaktı. Böylece yıllar öncesinde başlatılan ölümlerle sonuçlanan mücadelenin sonucunda, resmi olarak 1 Mayıs 1886 tarihinden itibaren çalışma saatleri günde 8 saate düşürülmüş oldu.

Bayramdan mücadeleye  

İşte bu nedenle dünyanın her tarafında, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi halklar 1 Mayıs’ı yasal ya da yasal olmayan biçimlerde hem bayram, hem de mücadele, birlik ve dayanışma günü olarak kutluyor.

Günümüz koşulları dikkate alındığında 1 Mayıs’ın birlik, dayanışma ve mücadele boyutunun ön plana çıkartılarak kutlanması daha anlamlı. Çünkü bugün gelinen duruma bakıldığında hala, birlik ve dayanışma içinde uğruna mücadele edilecek çok şeyin olduğu, egemen sınıfların ise emekçi halklara karşı baskılarını artırdığı, onların kazanımlarını geri almaya başladığı görülüyor.

İşçilerin çalışma ve yaşam koşulları kötüleşti
Öncelikle dünyadaki 4 milyara yakın işçinin (ülkelere göre değişmek üzere) yüzde 40- 70’i güvencesiz ve her türlü sosyal korumadan mahrum, adeta çağdaş kölelik koşullarında ve son derece sağlıksız çalışma şartlarında çalıştırılıyor (1).

Bu işçilerin çalışma, ücret, ücretli izin gibi koşulları ya da hakları çok yetersiz. Ücretleri yeterince artmıyor ve bu ücretlerden çok fazla yasal kesinti yapıldığı gibi, bu işçiler sıklıkla ücret kesintisi cezasına maruz bırakılıyorlar.  Bu durumdaki işçilerin ortalama yüzde 22’si çalışan yoksul konumunda. Aynı işi yaptığı erkeklere göre daha az ücret alan kadın işçiler arasındaki yoksulluk ise çok daha fazla. Ayrıca yoksullaşma artık sadece yaşlıların, emeklilerin sorunu olmaktan çıkıp gençlerin de sorunu olmaya başladı (2).

Toplumsal cinsiyet eşitliği olmayan bir düzen

Kadın işçiler dünya genelinde aynı sektörlerde ve eşit işlerde erkek işçilerden ortalama yüzde 23 daha az ücret alıyorlar. Kadın işçilerin yüzde 75’i (600 milyon) her türlü yasal haktan yoksun bir biçimde kayıt dışı çalıştırılıyor. Kadınların ev işleri, çocuk bakımı gibi karşılığı ödenmemiş emeklerinin yıllık değeri ise 10 trilyon doları buluyor (dünya yıllık hasılasının sekizde biri kadar).

Yani kadınlar ücretli emeklerinin 10 katı kadar da ücretsiz çalıştırılıyorlar. Üstelik erkeklerden daha uzun saatler ve ortalama çalışma ömürlerinde 4 yıl daha fazla çalışıyorlar. Dünyadaki 781 milyon okuryazar olmayan insanın üçte ikisi kadınlardan oluşuyor ve bu oran son 20 yıldır hiç değişmedi. 153 ülkedeki yasalar ekonomik olarak kadınlara karşı ayrımcılığa izin veriyor. 18 ülkede ise erkekler eşlerinin çalışmasını yasal olarak önleyebiliyorlar. Dünya çapında her 3 kadından 1’i yaşamları boyunca şiddet ya da tacize uğruyor (3).

  
Kendi içinde katmanlara ayrılmış bir işçi sınıfı

Kapitalizm bir yanda az sayıda servet zengini yaratırken, diğer yanda öncesinde işçi olmayan bazı insanlar, bırakın sınıf atlamayı, giderek artan bir şekilde mülksüzleşiyor ve proleterleşiyor.  Bu süreç dünyanın her yerinde yaşanıyor.

İşçiler arasında ise ulusal ve inançsal kimliklerine göre ayrımcılık yapılıyor. Örnek olarak Beyaz işçiler diğer işçilerden, yurttaş işçiler göçmenlerden, baskın ulusal kimliğe sahip işçiler diğer işçilerden daha iyi ücretler alıyorlar.

Başka bir anlatımla, gelinen nokta itibariyle işçi sınıfı kendi içinde katmanlara bölünmüş bir durumda. En tepede çok az sayıda en iyi konumdakiler, altında kısmi de olsa güvenceli ücretlere sahip işçiler, onların altında serbest çalışan meslek sahibi emekçiler, sonra çekirdek işçi sınıfı, onların altında güvencesiz ve kötü koşullarda istihdam edilen prekarya ve en altta da sınıf altı olarak da tabir edilen lümpen prekarya yer alıyor (4).

İşçiler işlerini kaybediyor

Robotlar giderek işçilerin yerine alıyor, bu da özellikle de imalat sektöründe ciddi istihdam kayıplarına neden oluyor. Dünya genelindeki robot sayısı hızla artıyor. Bu yıl 1,4 milyon yeni robotun ilavesiyle toplam robot sayısının 2,6 milyona çıkması öngörülüyor.  ABD’de robot kullanımının işçilerin  ücretlerini binde 25 ile binde 50 arasında düşürmesi bekleniyor. (5).

İşçi ücretleri verimlilik artışının gerisinde kaldı

Bu arada emek gücü verimliliği artarken, reel ücret artışları bunun çok gerisinde kalıyor. Örneğin 28 Avrupa Birliği ülkesinde, işçilerin sağladığı reel ekonomik büyüme cinsinden emek gücü verimliliği 2016 yılında (2000’e göre) yüzde 10,5 artarken, bu işçilere yapılan ödemeler sadece yüzde 2,45 arttı. Yani verimlilik artışı/ ücret artışı oranı 4 kat oldu. Kapitalizmin merkezlerinden  biri olan bir bölgede dahi işçiler her yılın 3 çeyreğinde sağladıkları verimlilik artışından pay alamadılar (6).

Bunun sonucunda emek gelirlerinin milli gelir içindeki payı hızla azalırken, gelir bölüşümü adaletsizliği de görülmemiş ölçüde arttı. Washington Uzlaşması sonrasında emeğin ulusal gelirden aldığı pay küresel çapta olmak üzere son 30 yılda geriledi. Örneğin 1990’lardan bu yana ücret gelirlerinin milli gelir içindeki payı yaklaşık 13 puan gerileyerek yüzde 66’lardan yüzde 53’e düştü (7).

Dahası emeği koruyan yasal düzenlemelerden giderek vazgeçilmesi sonucunda aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkede gelir bölüşümü adaletsizliği daha da arttı.

Türkiye işçi sınıfının koşulları kötüleşti

Türkiye işçi sınıfı ise (2017 yılında) güvenceli, iyi ücretli, sağlıklı ve eşitlikçi istihdam koşullarına erişim açısından OECD ortalamasının en az yüzde 30 altında bir yerde duruyor (8).

İşsizlik açısından (OECD’ye göre) Türkiye, geçen yılın son çeyreği itibariyle 42 ülke arasında (Güney Afrika ve Yunanistan’dan sonra) resmi işsizlik oranı en yüksek 3. ülke oldu (9).  Bu yılın Ocak ayı itibarıyla dar tanımlı işsizlik oranı yüzde 14, 7’ye fırladı ve işsiz sayısı 4,7 milyona yaklaştı (10). Gerçek anlamda işsiz sayısının ise 7,5 milyonu (yüzde 22,1) aştığı ileri sürülüyor (11).

Ülkede ücret gelirlerinin milli gelir içindeki payı 1999’da yüzde 50 civarındayken geçen yıl yüzde 31’lere kadar düştü (12). Bu durum ülkedeki hem gelir, hem de servet bölüşümündeki büyük adaletsizliğin bir yansıması.

Çünkü ülkede en zengin yüzde1’lik nüfus milli gelirin yüzde 23’ünden fazlasını alıyor ve toplam servetin de yüzde 54’ünden fazlasına el koyuyor.  En zengin yüzde 20’lik nüfus ise milli gelirin yüzde 47’sine, en zengin yüzde 10’luk nüfus servetin yüzde 78’ine sahip (13).

Eşitsizlikler yoksulluğu ve açlığı artırıyor

Dünyada da hem gelir, hem de servet eşitsizliği artarak sürüyor.  2016 yılında en zengin yüzde 10’luk nüfusun ulusal gelirden aldığı pay ABD, Kanada ve Avrupa’da yüzde 47, Rusya’da yüzde 46, Çin’de yüzde 41, Sahra Altı Afrika, Hindistan ve Brezilya’da yüzde 55 ve Orta Doğu’da yüzde 61 oldu (14).

Oxfam’a göre (15) günümüzde 26 dolar milyarderinin 3,8 milyar insanın (dünya nüfusunun yarısı) servetine eşit bir servete sahip olması gibi çarpıcı bir servet bölüşümü eşitsizliği yaşanıyor.

Gelir ve servet dağılımı adaletsizliği ise küresel çaptaki yoksulluk artışının en temel nedeni olmaya devam ediyor. J. Hickel’e göre (16),  2017 yılı itibariyle 4,3 milyar insan (dünya nüfusunun yüzde 60’ından fazlası) yoksulluk sınırının altında yaşıyor (günde 5 doların altında gelir tüketebiliyor). Bunların yarısının yeterli yiyeceği yok.
Bu arada Kuzeyin zengin ülkeleri ile Güneyin yoksul ülkeleri arasındaki kişi başı gelir farklılığı 1960’tan bu yana 3 kata çıkmış durumda. Çünkü 15.yüzyılın sonlarından bu yana Kuzeyin kapitalist ülkeleri Güneyin azgelişmişlerini geliştirmiyorlar, tam tersine Güneyden aktarılan kaynaklar Kuzeyi zenginleştiriyor.

Yoksulluk ve açlık verileri gerçeği yansıtmıyor

Birleşmiş Milletler Örgütü milenyum hedeflerine uygun olarak dünyada açlık ve yoksulluğun yarı yarıya azaldığını ileri sürse de, bu açıklama kapitalist statükoyu sürdürme çabasından öteye geçemiyor.

Resmi veriler gerçeği yansıtmazken, yoksulluk ve açlık tanımları son derece yetersiz, daha ziyade manipülatif nitelikte.  Örneğin yoksulluk sınırı, genelde “her bir ülkede ortalama bir yetişkinin varlığını sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu zorunlu kaynakların toplam maliyeti cinsinden” belirleniyor. Ama bu sınır Somali’de farklı, Meksika’da ya da Türkiye’de farklı olmasına rağmen evrensel bir günlük gelir/tüketim ve kalori ölçütü kullanılıyor.

Şöyle ki 1990’da sadece en yoksul 12 ülke esas alınarak yoksulluk sınırı günlük 1,02 dolar olarak belirlendi.  Dünya Bankası (DB) bunu mutlak yoksulluk sınırı olarak kabul etti ve daha sonra bunu Satın Alma Gücü Paritesine göre günlük 1,08 dolara yükseltti. 2008 yılında ise eşik 1,25 dolara yükseltildi. En son sınır günlük 1.90 dolar olarak belirlendi.

Durumu iyi gösterme çabası açlık verileri konusunda da gösteriliyor. Baz yılı 1990’a çekilerek dünyadaki aç sayısı düşürüldü. Ayrıca mutlak sayı yerine “açlık oranı” kullanılmaya başlandı. Gerçekte açların sayısındaki düşüş Çin ve Hindistan’daki iyileştirmelerle sağlandı (çünkü Afrika’daki aç sayısı arttı).

Ölçme yöntemi değiştirildi, durum iyi gösterildi

Keza yoksulluğu ölçme yöntemi değiştirildi. Yeni yöntem 2008 krizi ya da sonrasında ortaya çıkan küresel gıda fiyatlarındaki artışlar gibi önemli olguları dikkate almadığı gibi, gerekli kalori ile ilgili varsayımlar da yumuşatıldı ve açlık sınırı fiilen aşağıya çekildi. Böylece açlık verileri iyileştirildi.

Birleşmiş Milletler (BM) aç tanımını değiştirdi. Artık günde 1600-1800 kaloriden az kalori alanlar ve en az 1 yıl süreyle bundan mahrum kalanlar aç sayılıyor. Böyle bakınca BM Gıda Örgütü (FAO) verilerinden yola çıkılarak dünyada en az 1,5- 2,5 milyar insanın aç olduğu ileri sürülüyor. Ancak bu hesaba günde alınması gerekli zorunlu vitaminler dâhil edilmiyor (aslında tek başına gerekli kaloriyi almak yetmiyor). Ayrıca 1 yıldan daha fazla süren eksik kalori tüketimi dikkate alınıyor. Sağlık açısından bu çok uzun bir süre (yani 11 ay eksik kalori alan biri FAO’ya göre aç sayılmıyor).

Diğer taraftan dünyada herkese günde 3,000 kalori sunacak kadar kaynak mevcut. Yani yoksulluk ve açlık kaynak yetersizliğinden değil, bölüşüm adaletsizliğinden kaynaklanıyor.

Yoksulluk sınırı günde 10 dolara çıkartılırsa yoksul sayısı 5,1 milyar oluyor

Hickel’e göre, yoksulluğun tümüyle ortadan kaldırılabilmesi için insanların en az 74 yaşayabilmelerini sağlayacak miktar ve nitelikte gıdaya erişmek lazım. Böyle bir etik yoksulluk sınırının olması için günde en az 5 dolar tüketebilmek gerekiyor. Diğer yandan Harvard Üniversitesi iktisatçılarından Prithchett’ e göre ise yoksulluk sınırı günde an az 12,5 dolar olmalı.

Günde 5 dolar temel alınırsa dünyadaki yoksul sayısı 4,3 milyara çıkıyor. Bu, BM ve DB’nin yoksul sayısının 4 katı, dünya nüfusunun yüzde 60’ından fazlasına denk. 10 dolar /gün esas alındığında ise yoksul sayısı 5,1 milyara çıkıyor (dünya nüfusunun yüzde 80’i). 1961 yılından bu yana 1 milyar insan daha yoksullaştı. Günde 10 dolar eşiği getirildiğinde bu sayı 2 milyara çıkıyor.

Kapitalist büyüme yoksulluğu azaltmıyor

Diğer taraftan kapitalist ekonomik büyüme yoksulluğu azaltmıyor, bilimsel araştırmalar bunun tam tersini gösteriyor. D. Woodward adlı bir iktisatçının araştırmasına göre,  1990’dan bu yana küresel kişi başı ulusal gelir yüzde 45 artarken, günde 5 dolardan az gelir elde eden yoksulların sayısı da 370 milyon artmış (17).
Bunun nedeni ekonomik büyümenin nemasının eşit ya da adil dağıtılmaması. En yoksul yüzde 60’lık nüfus yeni gelir artışının sadece yüzde 5’ini alabiliyor. Kalan yüzde 95 ise en zengin yüzde 45’ e gidiyor.

Buradan hareketle Woodward 1.25 dolar/gün ölçütüne göre yoksulluğun ortadan kalkmasının 100 yıldan fazla, 5 dolar/gün ölçütüne göre ise 207 yıl alacağını ileri sürüyor. Ya da asgari 5 dolar /güne göre hesaplanan yoksulluğun ortadan kaldırabilmesi için mevcut küresel ekonominin 175 kat kadar büyümesi gerekiyor.
Böyle bir büyümenin işçi sınıfı, gezegenin eko sistemi, ormanlar, su kaynakları, toprak ve iklim üzerindeki etkilerinin ne kadar tahrip edici olabileceği çok açık.

Yoksulluğu ortadan kaldırmak için gezegen feda edilebilir mi?

Kısaca öyle bir durumdayız ki yoksulluğu ortadan kaldırabilmek için gezegeni yok etmemiz gerekiyor. Böyle bir büyüme sağlandığında kişi başı küresel gelir 1,3 milyon dolar olmak durumunda. Yani insanlığın en yoksul üçte ikisinin günde 5 doların üzerinde gelir tüketebilmesi için ortalama kişi başı gelirinin 1,3 milyon dolara çıkması gerekli (18).

Bu da eşitsizliğin nasıl mevcut kapitalist ekonomik sistemin özünde var olduğunu, bu nedenle de bir başka ekonomik sisteme ihtiyaç bulunduğunu gösteriyor.

Bir başka düzene ihtiyaç var

Düşük ücretlerin, artan eşitsizliklerin, yoksulluğun ve kriz sonrası uygulanan emek karşıtı kemer sıkma politikalarının tek kutuplu kapitalist dünyada yabancı düşmanlığını, ırkçılığı, şovenizmi ve bunlar üzerinden şekillenen aşırı sağ otoriter popülizmi yükseltmekte olduğunu görüyoruz. Öyle ki ana akım burjuva partilerinden umudunu kesen mutsuz yığınlar otoriter popülist, faşist liderlerin peşine takılıyorlar.

Diğer yandan popülizmin ne 1970’lerdeki, ne de günümüzdeki otoriterlikle güçlendirilmiş neo liberal popülist biçiminin kapitalizmin artık tamir edilemez düzeye gelen defolarını gidermeye yetmeyeceği son 40 yıllık deneyimlerden anlaşılıyor.

Özcesi, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm ezilenlerin gerçekten bayram edecekleri yeni bir düzene, sisteme ihtiyaç var. Bu (bazı filozoflarca “Kapitalizm Ötesi Toplum” gibi belirsiz bir biçimde tanımlansa da), ücretli emek sömürüsü başta olmak üzere her türlü sömürünün, ezme ve ezilme ilişkisinin ortadan kaldırıldığı bir sistem olmak zorunda.

Yani emeğe dost, doğaya dost, hayvana dost, kadına, çocuğa, engelliye dost, farklı kimliklere ve inançlara saygılı ve eşitlikçi, verimli, israfçı olmayan adaletli bir bölüşümü hedefleyen özgürleştirici bir sosyo- ekonomik düzeni, yani bu yüzyılın sosyalizmini kurmaya ihtiyacımız var.

Bu ihtiyaç var oldukça 1 Mayıs’lar uluslararası işçi sınıfı ve emekçi halkların birlik, dayanışma ve mücadele günü olmaya devam edecektir.


Dip notlar:
(1)  ILO, World Employment and Social Outlook: Trends 2016, https://www.ilo.org.
(2)  OECD, In It Together: Why Less Inequality Benefits All (May 2015), https://www.oecd.org.
(3)  https://www.oxfam.org/en/even-it/why-majority-worlds-poor-are-women, (January 2019).
(4)  Guy Standing, The Corruption of Capitalism, Biteback Publishing, 2017, s. 27.
(5)  International Federation of Robotics, Frankfurt, https://ifr.org/.World’den aktaran  Bank, World Development Report 2019: The Changing Nature of Work, Working Draft, s. 20  (20 April 2018).
(6)  Bela Galgoczi, “The gap between wages and productivity”, http://blogs.lse.ac.uk/europpblog (30 June 2018).
(7)  ILO, Global Wage Report 2016/17: Wage inequality in the workplace, www.ilo.org (September 2017).
(8)  OECD, “How does Turkey compare? Employment Outlook 2017”  (July 2017).
(9)  OECD, “Unemployment Rate”, https://data.oecd.org/unemp/unemployment-rate.htm  (29 April 2019).
(10)               TÜİK, İşgücü İstatistikleri, Ocak 2019, 15 Nisan 2019.
(11)               http://disk.org.tr/2019/04/asil-burasi-cok-onemli-kidem-tazminati-ve-besi-birak-issizlige-bak (16 Nisan 2019).
(12)               TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, IV. Çeyrek: Ekim - Aralık, 2018 (11 Mart 2019).
(13)               Facundo Alvaredo, Lydia Assouad and Thomas Piketty, “Measuring Inequality in the Middle East, 1990-2016: The World’s Most Unequal Region?”, Appendix, (September 2017), s. 27; http://t24.com.tr/haber/akp-doneminde-en-zengin-yuzde-1in-servetten-aldigi-pay-yuzde-543e-cikti,297516 (22 Mayıs 2015).
(14)               Facundo Alvaredo, Lucas Chancel, Thomas Piketty, Emmanuel Saez and Gabriel Zucman, World Inequality Report, 2018.
(15)               Oxfam, “Public Good or Private Wealth”, www.oxfam.org (January 2019).
(16)               Küresel yoksulluk verileri Jason Hickel’in The Divide- A Brief Guide to Global Inequality and its Solutions, Windmill Books, 2017 adlı kitabından alınmıştır.
(17)               Hickel, agk, s. 56.
(18)               Agk, s.58.