27 Temmuz 2023 Perşembe

Nasıl yani, 2050 ve 2075’te de mi olmayacak?

 

Nasıl yani, 2050 ve 2075’te de mi olmayacak?

Mustafa Durmuş

27 Temmuz 2023

Bu yazı Merkez Bankası'nın bu sabah bu yılın üçüncü enflasyon raporunu açıklamasından önce (dün gece) yazıldı. Bu yüzden raporda yer alan yılsonu enflasyonundaki 3 kata yakın enflasyon artışı beklentisine ilişkin değerlendirmemi bir başka yazımda geniş çapta ele alacağım.

Ancak bazı "kendilerini muhalefette konumlandırmalarına rağmen enflasyon meselesini bu iktidarın çözebileceğine inanan" saf piyasa iktisatçılarına dokundurmadan da edemeyeceğim.

Bu iktisatçılar, bu sabahki raporun ardından MB Başkanı Erkan'ı çok cesur buluyor ve kurumun yılsonu enflasyon beklentisini yüzde 58'in üzerine çıkarmasını kurumun kredibilitesini artıracağı için olumluyorlar. Ama bu bakışlarının ne arka plan okuması var ne de bu kararın ardından gelebilecek olası daha yüksek faiz artırımlarının ekonomi ve emekçiler üzerindeki yıkıcı etkilerine ilişkin değerlendirmeler var.

Kaldı ki bu yazarların iktisadi bakışları böyle otoriter bir rejimde her türden kontrolün Saray'da olduğu, yani sözde "MB Bağımsızlığının" olamayacağı gerçeğini de inkar ediyor.

Dolayısıyla da 2024 Mart ayında yapılacak yerel seçimlere kadar toplam talebin beklendiği gibi kısılamayacağını anlayamıyorlar.  Ayrıca bu ülkede enflasyon talep yönlü olmaktan ziyade maliyet yönlü. Yani sadece talep yönlü politikalarla enflasyonu düşürmenin imkânsız olduğunu da göremiyorlar. 

Bu neden böyle? Çünkü bu tarz iktisatçıların bakış açıları üniversitelerde öğrendikleri burjuva ana akım iktisat ile sınırlı. Bu nedenle de, enflasyonla mücadelenin de sınıfsal bir mesele olduğunu,  "ekonomiyi savunmak adına burjuvazinin çıkarlarını savunduklarını" anlamıyor ya da anlamak istemiyorlar.  Oysa halk hem yüksek enflasyon hem de dezenflasyon süreçlerinde sürekli olarak eziliyor.

Evet, nasıl yani?

Bundan 10 yıl önce hazırlanan Onuncu Kalkınma Planı’nın Temel Amaç ve İlkelerini açıklayan ikinci bölümünde şu ifadeler yer alıyordu:

“Uzun vadeli kalkınma amacımız, yeniden şekillenmekte olan dünyada milletimizin temel değerlerini ve beklentilerini esas alarak gerçekleştirilecek yapısal dönüşümlerle ülkemizin uluslararası konumunu yükseltmek ve halkımızın refahını artırmaktır. Bu çerçevede, 2023 yılında GSYH’nin 2 trilyon dolara, kişi başına gelirin 25 bin dolara yükseltilmesi; ihracatın 500 milyar dolara çıkarılması; işsizlik oranının yüzde 5’e düşürülmesi; enflasyon oranlarının kalıcı bir biçimde düşük ve tek haneli rakamlara indirilmesi hedeflenmektedir.” (1)

Söylendiği gibi olmadı

Plan böyle söylese de, geldiğimiz nokta itibarıyla işsizliğin iki kat, resmi enflasyonunsa defalarca kat yüksek olduğu çok açık. Dahası iktidar blokunun elinde kalan tek savunma göstergesi olan “ekonomik büyüme verileri” açısından da büyük bir hayal kırıklığı yaşanıyor. Toplumun büyük çoğunluğunun ekonomik refahı ise, bırakın artmasını, hızla azaldı.

Öyle ki bu planın hazırlandığı 2013 yılında cari fiyatla GSYH (milli gelir)  850,5 milyar dolar ve kişi başı gelir 11,183 dolar idi. (2) 2022 yılı sonunda GSYH cari fiyatla 905,5 milyar dolara çıkarken (10 yılda toplamda sadece 55 milyar dolarlık bir artış oldu), kişi başı gelir 10, 655 dolara geriledi. (3)

İçinde bulunduğumuz yıl ve sonrasını konuşabilmek için devletin resmi ekonomik öngörülerini yansıtan 2023-2024-2025 yıllarını kapsayan üç yıllık Orta Vadeli Program’a (OVP) bakabiliriz. Buna göre GSYH büyüklüklerinin sırasıyla: 2023 yılında 867,0 milyar dolar, 2024’te 952,0 milyar dolar ve 2025’te 1,065 milyar dolar ve kişi başı gelirin sırasıyla: 2023 yılında 10,071 dolar,  2024’te 10,931 dolar ve 2025’te 12,091 dolar olması bekleniyor. (4)

Kısaca, 21 yıllık AKP iktidarının yönetimi altında geçirmekte olduğumuz Cumhuriyetin ikinci yüzyılında gerçekleşeceği söylenen 2 trilyon dolarlık toplam milli gelir büyüklüğü hedefinin yüzde 57, kişi başına gelir hedefinin yüzde 60 ve 500 milyar dolarlık ihracat hedefinin yüzde 49 gerisindeyiz.

Yine de kitleye gaz vermeye devam

İktidarın 10 yıllık performansı bu iken, bu yılki seçimleri de düşünerek Cumhurbaşkanı Erdoğan 2022’ye girilirken yayınladığı ekonomi ağırlıklı yeni yıl mesajında, “ekonomide başlattıkları dönüşüm ve uyguladıkları yeni model ile Türkiye ekonomisini dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri haline getirme” sözünü verdi. (5)

Erdoğan bu sözünü bir kez daha tekrarladı ve yine geçen yılın Nisan ayında AKP milletvekilleriyle gerçekleştirdiği bir toplantıda yaptığı konuşmada, “Türkiye’yi dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri yapma kararımızdan asla geri adım atmayacağız. Bu hedefi, milletimizin yeni kızıl elması olarak görüyoruz” dedi. (6) 14-28 Mayıs seçim sonuçları bu politikanın işe yaradığını gösteriyor.

Döviz için kapısını aşındırdığımız faiz lobisinin raporları

Goldman Sachs adlı uluslararası dev bir yatırım bankasının raporu ise böyle bir hayalin gerçekleşemeyeceğini gösteriyor.  Öyle ki kurumca yapılan projeksiyonlara göre (7), Türkiye 2050’de ve 2075’te de (bırakın dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasında olmayı) en büyük 15 ekonomisi içinde dahi yer alamıyor.

Rapora göre, Çin’in her iki yılda da lider ekonomi konumunda olması bekleniyor. Öyle ki ekonomisinin büyüklüğü 2050 yılında 41,9 trilyon doları bulacak. Bu yılda ikinci sırayı 37,2 trilyon dolarlık bir ekonomik büyüklükle ABD’nin ve üçüncü sırayı 22,2 trilyon dolar ile Hindistan’ın alacağı tahmin ediliyor.

2075 yılına gelindiğinde ise Hindistan ikinci sıraya yükselirken ABD üçüncü sıraya gerileyecek gibi görünüyor. Her iki yılda da bazı ekonomilerin sürpriz bir biçimde öne çıkması öngörülüyor. Örneğin Endonezya ekonomisinin her iki yılda da dünyanın dördüncü büyük ekonomisi olması bekleniyor. Brezilya, Meksika, Nijerya ve Mısır her iki yılda da ilk 15’te kendilerine yer bulacaklar gibi görünüyor. Pakistan’ın 2075 yılında dünyanın en büyük 6’ncı sırasında yer alacağı ve Filipinlerin ilk 15’e gireceği beklentisi de son derece çarpıcı.


Bu durum (eğer gerçekleşirse), dünyadaki üretim, dağıtım ve ticaret merkezlerinin Asya’ya doğru kayacağı anlamına geliyor. Kuşkusuz böyle bir durum ortaya çıktığında bunun jeopolitik sonuçları da olacak.

Sonuç olarak

Ekonominin acil döviz ihtiyacını karşılayabilmek için kapısını aşındırdığımız küresel finans kapital örgütlerinden biri olan Goldman Sachs’ın projeksiyonu kuşkusuz şimdilik sadece bir projeksiyon.

Önümüzdeki süreçte dünyada yaşanacak olan birçok şey bu öngörüyü boşa çıkartabilirse de, eldeki veriler ve ülkelerin büyüme, ekonomik gelişme ve kalkınma süreçlerinde aldıkları yol, sahip oldukları teknolojilerin düzeyi, demokratik yönetsel beceriler gibi birçok faktör böyle bir öngörünün gerçekçi olduğunu da gösteriyor.

Ancak projeksiyon dahi olsa, Türkiye ekonomisinin en büyük 15 ekonomi arasında yer almayacak olması, özellikle de ekonomik büyümeyi fetiş haline getirmiş olan, bunu tüm kirin ve pasın altına süpürüldüğü bir halı gibi kullanan iktidar bloku açısından sevimsiz bir durum.

Çünkü bu durum öncelikle iktidar blokunun halkı yanında tutabilmek için şu ana kadar söylediklerinin içi boş masallardan öte bir şeyler olmadığı gerçeğini ortaya koyuyor.

Keza böyle bir projeksiyon ülkenin, Brezilya, Endonezya ve Meksika gibi içinde yer aldığı “Yükselen Ekonomiler” grubundan negatif olarak ayrışacağı ve adının muhtemelen başka bir zemin ile anılacağı anlamına geliyor.

Yani hem sosyo kültürel hem siyasal hem de ekonomik olarak Türkiye, geçtiğimiz yüzyılda sosyo ekonomik geriliği anlatılırken kullanılmış bir kavram olan  “Üçüncü Dünya Ülkesi” ne dönüşüyor, dönüştürülüyor. Bu 21 yıldır ülkeyi yönetenlerin küçümsenemeyecek başarılarından (!) biri daha olsa gerek.

Sınırlı demokratik hak ve özgürlüklerin dahi rafa kaldırıldığı, otoriterleşme ve militarizmin giderek yükseltildiği, emeğin ve doğanın kâr ve rant için tahrip edildiği bir ortamda, her alanda büyük çapta bir adaletsizlik ve hukuksuzluk yaşanıyor.

Akbelen Ormanı direnişinde yaşandığı gibi, yöre halkının, köylülerin müşterek malı konumundaki ormanı rant için kestirmeme çabası ya da Diyarbakır Dedaş’ta görüldüğü gibi işçilerin masum sendikalaşma girişimleri dahi şiddete dayalı olarak bastırılıyor.

Üstelik siyasal İslam ve milliyetçilik işbirliğinin dayattığı başta kültürel olmak üzere çok sayıda kısıtlamaya ve yasaklamaya karşılık demokratik siyasal ve toplumsal muhalefetin dağınık, örgütsüz ve sorunlara hakiki çözümler üretemeyen hali sürüyor.

Elbette böyle olumsuz gelişmelerin kültürel, sosyal ve siyasal hayat üzerinde olduğu gibi ekonomi üzerinde de ciddi olumsuz etkileri olacak ve ülke, bırakın sosyoekonomik olarak kalkınmayı ve gelişmeyi, ekonomik büyüme anlamında da gerileyecektir.

Dip notlar:

(1)    https://www.sbb.gov.tr/wp-content/uploads/2022/08/Onuncu_Kalkinma_Plani-2014-2018.pdf, s.27 (25 Temmuz 2023).

(2)    Agp.

(3)    TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, IV. Çeyrek: Ekim - Aralık, 2022, https://data.tuik.gov.tr (28 Şubat 2023).

(4)    Orta Vadeli Program (2023-2025) Ek 1,  https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2022/09/20220904M1-1.pdf (26 Temmuz 2023).

(5)    https://artigercek.com/haberler/erdogan-in-2022-mesaji-dunyada-en-buyuk-10-ekonomisi-arasina-girecegiz (31 Aralık 2021).

(6)    https://www.tccb.gov.tr/haberler/410/136394/-turkiye-yi-dunyanin-en-buyuk-10-ekonomisinden-biri-yapma-kararimizdan-asla-geri-adim-atmayacagiz (6 Nisan 2022).

(7)    https://www.visualcapitalist.com/top-economies-in-the-world-1980-2075 (21 July 2023). Görsel Marcus Lu ve Athul Alexander tarafından hazırlandı.

 

 



24 Temmuz 2023 Pazartesi

Pasaportun kadar konuş

Pasaportun kadar konuş

Mustafa Durmuş

25 Temmuz 2023


Vergi artışlarının ve giderek artan hayat pahalılığının dışında, son günlerin en çok konuşulan konularından biri yurt dışına seyahat etmek isteyen yurttaşlarımızın, özellikle de Avrupa ülkelerine yapmış oldukları vize başvurularına verilen yanıtların normalden çok uzun zaman alması ve bu başvurulardaki ret oranının giderek artması.

Bu duruma gelinmesinde, ülke yönetimleri arasında zaman zaman yaşanan gerilimlerin dışında, son yıllarda Batılı ülkelerde yapılan iltica başvuruları içinde yurttaşlarımızın Suriye ve Afganistan vatandaşlarından sonra üçüncü sırada yer almasının (1) önemli bir payı olduğu kuşkusuz.

İşin gerçeği, çok sayıda devlet, ülkeye girişte ön vize alınmasını şart koşuyor (bazen ön vize bile varış noktasında ülkeye girmeyi garanti etmiyor).

Diğer taraftan, hem siyasal hem de ekonomik nedenlerden ötürü Türkiye’den çıkışların (üstelik de hekimler ve bilişimciler gibi nitelikli işgücü ağırlıkta olmak üzere) giderek arttığı da malum. Bu da vize alınma sürelerinin uzamasına neden olduğundan,  hali vakti yerinde olan yurttaşlarımızın bile ellerine pasaportlarını alıp turistik amaçlı seyahat edebilmeleri zorlaşıyor.

Pasaport Endeksi

“Henley Pasaport Endeksi” adlı bir uluslararası endeks var. En son bu yılın üçüncü çeyreğinde hazırlanan bu endeks her yıl düzenli olarak yayımlanan Henley Küresel Hareketlilik Raporu’nda yer alıyor.

Henley Küresel Hareketlilik Raporu’nun ise önde gelen akademisyenler ve uzmanların küresel insan hareketliliği kalıplarını etkileyen ana eğilimler hakkında yorumlarını içeren ve dünyada bu konudaki tek kapsamlı rapor olduğu ileri sürülüyor.

Rapor, jeopolitik analizleri esas alarak, ülkelerin sınırlarının açıklığının ekonomik fırsatları nasıl artırdığından, sürdürülebilir seyahatlere ve medikal turizmin yükselişine kadar dünyamızı şekillendiren bazı olgulara odaklanıyor ve önümüzdeki aylarda bizleri nelerin bekleyebileceğine dair özel içgörüler sunuyor. (2)

Raporda yer verilen Pasaport Endeksi ise 199 farklı pasaport ve 227 farklı seyahat noktası dâhil olmak üzere Uluslararası Hava Taşımacılığı Otoritesi'nden (IATA) alınan verilerden yararlanılarak, hangi ülke vatandaşlarının vizesiz olarak kaç ülkeye seyahat edebildiklerini gösteriyor.

Bu endekse göre, vatandaşları 192 ülkeyi önceden vizesiz ziyaret edebilen Singapur dünyanın en güçlü pasaportuna sahip ülkesi konumunda. Almanya, İtalya ve İspanya 190 ülkeyi ön vizesiz ziyaret edebilen vatandaşlarıyla ikinci sırada yer alıyor. Amerika Birleşik Devletleri ise listenin biraz gerisinde (8’nci sırada) yer alsa da, vatandaşlarının 184 ülkeye ciddi kısıtlamalar olmadan girmesine olanak sağlıyor. Litvanya pasaportunun da benzer bir gücü var.

Türkiye: 104 ülke arasında 51. sırada

Yelpazenin diğer ucunda, örneğin Afganistan, Irak ve Suriye’deki pasaport sahipleri için ise durum oldukça farklı. Öyle ki Taliban yönetimi altındaki Afganistan pasaportu ile ön vizesiz sadece 27, savaşla parçalanmış Irak pasaportu ile 29 ve Suriye pasaportu ile 30 ülkeye giriş yapılabiliyor.

Türkiye Cumhuriyeti pasaportuna sahip olanlarsa 114 ülkeye ön vize almaksızın girebiliyorlar. Böylece Türkiye, yurttaşlarının T.C. pasaportu ile ön vizesiz seyahat edebildikleri endekste yer alan 104 ülke arasında ancak 51’inci sırada kendisine yer bulabiliyor.


 

Ekonomi ve demokrasi ile orantılı

Genelde ekonomik gücünüz ve demokrasiniz ile orantılı olarak yurttaşı olduğunuz ülkenizin pasaportunun gücü de değişiyor.  Büyük ve istikrarlı ekonomilere  ve iyi işleyen parlamenter demokratik rejimlere sahip Batı ülkeleri  buna bir örnek oluşturuyor. 

Diğer yandan sadece tek başına ekonomik güç de yeterli olmuyor. Örneğin Çin dünyanın en büyük ekonomik güçlerinden biri olmasına rağmen Çin pasaportu ile ön vizesiz olarak sadece 80 ülkeye seyahat edilebiliyor.

Buna karşılık adları neredeyse hiç duyulmamış bazı küçük ülkelerin, örneğin St. Kitts and Nevis pasaportu ile 155 ülkeye, Mauritus pasaportu ile 148 ülkeye, Grenada pasaportu ile 146 ülkeye, Tonga pasaportu ile 129 ülkeye ön vizesiz seyahat edilebiliyor.

Bize gelince, yaşamakta olduğumuz ekonomik çöküş bir yana, son yıllarda demokrasi, barış ve insan hakları konusunda da büyük defolarımızın olduğu ve bu yüzden de uluslararası arenada ciddi bir itibar kaybettiğimiz çok açık. Buna bir de AB ülkelerine iltica başvurusunda bulunan yurttaşlarımızın sayısının 2016 yılından bu yana yaklaşık 10 kat arttığı (3) gerçeği eklendiğinde neden bu durumda olduğumuz daha net anlaşılıyor.

Dip notlar:

(1)    “AB'ye geçen yıl 924 bin iltica başvurusu yapıldı”, https://www.dw.com/tr (22 Ocak 2023).

(2)    https://www.henleyglobal.com/publications/global-mobility-report/2023-q3 (23 Temmuz 20239.

(3)    https://tr.euronews.com/nato-uyeligi-tart-smas-isvec-ve-finlandiya-kac-turk-vatandas-n-n-iltica-basvurusunu-kabul (29 Kasım 2022).

 

16 Temmuz 2023 Pazar

Akaryakıt zamları

 

Şimdi “biz nerede yanlış yaptık” sorusunu sormanın zamanı

Mustafa Durmuş

17 Temmuz 2023


Sayıları 16 milyonu bulan emeklilerin maaşlarına (yalnızca kök maaşlara) yapılan zamların yüzde 25 ile sınırlı tutulmasından ve aynı gün KDV oranlarının artırılmasından dolayı hayal kırıklığına uğrayan milyonlar, dün gece petrole yapılan büyük zamlarla muhtemelen şoka girdiler.

Örnek olarak, Ankara’da benzinin vergiler dâhil litre fiyatı 34,48 TL, motorinin litre fiyatı 32,80 ve LPG’nin litre fiyatı 13,90 oldu.(1) Kısaca, “pompa fiyatları” olarak tabir edilen perakende petrol fiyatları ortalama yüzde 20 arttı. Bu da daha önce 1,500 TL’ye doldurulan bir otomobilin yakıt deposunun artık 1,800 TL’ye doldurabileceği anlamına geliyor.

Ayrıca son 16 ayda benzinin litre fiyatının yüzde 79, motorinin litre fiyatının yüzde 89,6 ve LPG’nin litre fiyatının yüzde 90,4 arttığının altını çizelim.

Bu fahiş zam niye?

Peki, insanımız bunca büyük bir ekonomik sıkıntı yaşarken bu fahiş zamlar neden yapıldı? Acaba yine “dış güçlerin saldırı altında mıyız” yani dünyada petrol fiyatları artırıldığı için mi bizde de fiyatlar attı? Ya da petrol dağıtımı yapan şirketler kâr marjlarını mı yükselttiler?

Aslında ikisi de değil.

Bilindiği gibi, akaryakıt pompa fiyatlarını belirleme yetkisi bir regülatör kamu kuruluşu olan Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’na (EPDK) ait. Yani bu kurum normalde piyasalardaki gelişmelere bağlı olarak belli kâr marjlarıyla pompa fiyatlarını belirliyor. Kurumun sitesinde kâr marjlarında bir değişikliğe gidildiğine dair bir yeni bilgi mevcut değil. O halde, akla ilk gelen neden dünyada petrol fiyatlarının arttığı.

Zira Covid-19 salgını sırasında ve Ukrayna savaşı sonrasında dünyada ham petrol fiyatları varil başına 130 dolara kadar yükselmişti. Buna rağmen Mart’ta (Ukrayna savaşı devam ederken) benzinin Türkiye’deki litre fiyatı 19,3 TL idi.

Dünyada petrol fiyatları artmıyor

İşin gerçeği bu aralar dünyadaki ham petrol fiyatları artmıyor, hatta son bir iki gündür düşme eğiliminde. Öyle ki Brent petrolünün varil fiyatı (bizde petrole zam yapıldığı saatlerde) yüzde 2’ye yakın düştü ve varil başına 78,5 dolar oldu. (2)

Bir diğer neden TL’nin dolar karşısında değer kaybının sürmesi olabilir zira petrol sadece dolar ile satın alınabiliyor ve kur arttıkça petrolün maliyeti de artıyor. Nitekim bir süredir izlenen yanlış ekonomi politikaları yüzünden ülke ekonomisi bir döviz krizinin eşiğine geldi ve dolar kuru 26,2 TL’ye kadar yükseldi.

Vergiler 3 kat artırıldı

Ancak “Şeytan ayrıntıda gizlidir” misali asıl neden bu da değil. Ayrıntıya girdiğimizde petrol fiyatlarındaki bu artışın asıl nedeninin dün gece benzin, motorin, LPG fiyatlarına yapılan devasa zamlar olduğunu görüyoruz.

Öyle ki daha bir hafta önce petrol ürünlerinden alınan Katma Değer Vergisi (KDV) oranının yüzde 18’den yüzde 20’ye yükseltilmesi yetmiyormuş gibi, benzinden litre başına 2,52 TL olarak alınan Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) 7,52 TL’ye, motorinde 2,05 TL olan ÖTV 7,05 TL’ye ve LPG’de 1,77 olan ÖTV 5,77 yükseltildi. (3)

Özetle ÖTV; benzinde yaklaşık 3 kata, motorinde 3,4 kata ve LPG’de 3,3 kata yakın, yani ortalama 3 kat artırıldı. Fiyatları artıran tek etken de bu aslında.

Vergi yükü yüzde 45’e çıktı

Aşağıdaki tablodan da görülebileceği gibi, bu üç akaryakıttan alınan toplam verginin yükü bu son vergi zamlarıyla birlikte yüzde 45 oldu. Yani aldığımız her litre akaryakıtın fiyatının neredeyse yarısı vergilerden oluşuyor.


 

Vergisiz litre fiyatı (TL)

ÖTV (litre başına TL)

KDV

(Litre başına TL, % 20)

Toplam vergi

(litre başına TL)

Vergi yükü (%)

Vergili litre fiyatı

(TL)

Benzin

28,74

7,52

5,54

13,26

38.5

38,48

Motorin

27,34

7,05

5,46

12,51

38,1

32,8

LPG/Oto gaz

11,58

5,77

2,32

8,09

58,2

13,90


İşin kötüsü vergi artışları petrolden alınan ÖTV oranlarının 3 kat civarında artırılmasıyla sınırlı kalmayacak. Nitekim bugün de doğalgazdan alınan ÖTV oranları artırıldı. Otomotiv ürünleri ve elektronik eşyadan alınan ÖTV de artırılacak (bu konu Murat Batı hocanın son yazısında detaylı bir biçimde ele alınıyor) (4)

Kamu maliyesi krizi devrede

Neden mi? Çünkü artık döviz krizinin yanı sıra, bunun ikizi olan  “kamu maliyesi krizimiz de var.  Öyle ki bu yıl ki bütçe açığı 1,5 trilyon TL’nin üzerine çıkacak ve bu açık öncelikle bizlerden alınan bu ÖTV ve KDV gibi dolaylı vergilerle kapatılacak. Satılabilirse T. Varlık Fonu’nda yer alan kârlı şirketler yabancılara satılacak. Yani özelleştirme yapılacak, oradan gelir temin edilecek. Bunun yetmediği yerde Cumhurbaşkanına verilen yaklaşık 2,2 trilyon TL’lik borçlanma yetkisi devreye girecek. O da yetmezse Merkez Bankası para basacak.

Tüm bunların enflasyonu daha da artıracağı, TL’nin daha fazla değer kaybına neden olacağı ve cari açığı daha da büyüteceği açık. Açık olan bir şey daha var o da başta emekçiler olmak üzere toplumun büyük çoğunluğunu çok zor günlerin bekliyor olması. Yapılan memur zamları şimdiden erimeye başladı, daha da yükselecek olan enflasyon ve artacak olan hayat pahalılığı ile yüzleşmeye devam edeceğiz.

Şimdi “biz nerede hata yaptık” diye sormanın tam zamanıdır…

Dip notlar:

(1)    https://www.petrolofisi.com.tr/akaryakit-fiyatlari/ankara-akaryakit-fiyatlari (16 Temmuz 2023).

(2)    https://oilprice.com/oil-price-charts (16 Temmuz 2023).

(3)    7390 Sayılı Cumhurbaşkanı Kararı, RG sayı 32250 (15 Temmuz 2023).

(4)    https://t24.com.tr/yazarlar/murat-bati/erdogan-yetkisini-kullaninca-otv-yagdi-dayanikli-tuketim-mallarinda-da-ek-vergi-artisi-gundemde (16 Temmuz 2023).

 

             

15 Temmuz 2023 Cumartesi

Eleştiri, özeleştiri ve sosyalist yenilenme

 

Eleştiri, özeleştiri ve sosyalist yenilenme

Mustafa Durmuş

16 Temmuz 2023

14 -28 Mayıs seçimleri her ne kadar eşit koşullarda ve şeffaf bir biçimde yapılmamış olsa da, derin bir iktisadi kriz ve depremlerle bu denli yıpranmış bir iktidar hala ayakta kalabiliyorsa, bu sonucun siyasal ve toplumsal muhalefet üzerinde ciddi bir hayal kırıklığına neden olması kaçınılmazdır.

Bu yüzden de şu an muhalefet cephesinde böyle bir hayal kırıklığı ve bunun neden olduğu bir geri çekilme ve dağınıklık durumu söz konusu.

Henüz her şey kaybedilmiş değil

Ancak seçimin galibi iktidar bloku da yoluna rahat bir biçimde devam edemiyor çünkü başta döviz ve kamu maliyesi krizi olmak üzere çoklu krizler ülke ekonomisini her geçen gün bir çöküşe sürüklüyor.

Öyle ki geçtiğimiz hafta yapılan memur ve emekli maaş zamlarına rağmen, insanlarımız hayat pahalılığı altında ezilmeye devam ediyor. Ülkeyi yöneten iktidar bloku ise ayakta kalabilmek için faiz oranlarını yükseltmek, yeni özelleştirmelere gitmek başta olmak üzere emperyalist güçlere, uluslararası finans kapitale taviz üzerine taviz veriyor.

Kısaca, bu ülkenin insanlarının bu koşullar altında yaşamaktan memnun olmayan en az yarısı açısından henüz her şey kaybedilmiş değil. Aksine başta ekonomik iyileştirmeler ve demokrasi olmak üzere kazanılabilecek pek çok şey var.

Eleştiri ve özeleştiri yapma gereği

Diğer taraftan içinde bulunduğumuz bu çoklu krizlerden emekten, ezilenlerden, ekolojiden yana çıkış alternatiflerini ortaya koyabilecek ve bu alternatifleri hayata geçirebilecek siyasal iradeye sahip bir potansiyel güç olan sol, sosyalist, yurtsever politik örgütlenmelerin, siyasal partilerin, işçi sınıfı ve diğer emek ve meslek örgütlerinin de kendilerine bir çeki düzen vermeleri şart.

Bunun için öncelikle, muhalefet örgütlerinin içinde bulunduğumuz durumu ve bu duruma gelinmesinde kendi rollerini eleştirel bir yaklaşımla analiz etmeleri ve bu durumdan sorumlu herkesin samimi bir biçimde özeleştiri vererek gereğini yapması lazım.

Kuşkusuz seçimlerden sonra neredeyse tüm muhalefetin böyle bir eleştiri-özeleştiri sürecini işlettiği biliniyor. Ancak özeleştiri samimi bir biçimde yapılmalı ve bundan sonuç alınmalıdır. Ayrıca, örgütlere yapılan eleştiriler doğru bir stratejiye, vizyona ve gerçekçi alternatiflere de sahip olmalıdır.

Sinizme dikkat!

Strateji ve vizyondan uzak eleştiriler sinizme (1) yol açar. Zira geri çekilme içindeki kitleler nezdinde böyle bir strateji ve vizyon eksikliği, “her şeyin eskisinden çok daha kötüye gittiği, bu konuda ya yapılabilecek hiçbir şeyin olmadığı ya da ne yapılacağının bilinmediği” fikrini pekiştirir.

Bu durum son derece tehlikelidir. Eğer, kitleleri pasifizme ve sinizme düşürmeden, devrimci-demokratik bir değişimin önünün açılması isteniyorsa, yapılan eleştirilerin gerçekçi bir stratejiye ve vizyona sahip olması gerekiyor.

Yenilenme şart

Özetle, geldiğimiz nokta itibariyle top yekûn bir yenilenme içinde olmamız şart. Bu; ideolojik, örgütsel ve politik olmak üzere üçayaklı bir yenilenmedir.

Nasıl ki binlerce yıl öncesinde bulunmuş olan Pisagor Teoremini öğretmenler değiştirmeden anlatırken, Covid-19 pandemisi sırasında öğretme yöntemlerini (uzaktan eğitim gibi) değiştirmek zorunda kaldılarsa, biz de 500 yıllık kapitalizmin ekonomi politik yasalarının halen geçerli olduğu çağımızda, kapitalizmle mücadele ederken çağın koşullarına uygun yeni mücadele yol ve yöntemlerini bulmak zorundayız.

Kapitalizm ve emperyalizm analizlerini, günümüz kapitalizminin dönüştürücü dinamiklerini (teknoloji, küreselleşme, otoriterleşme, dijitalleşme, yapay zekâ gibi) dikkate alarak güncellememiz ve kapitalist sistemle, ideolojisi dâhil onun tüm kurumlarıyla mücadele yöntemlerini, örgütlenme biçimlerini ve bu yöndeki politikaları bu değişikliklere göre geliştirmemiz ve gerekiyorsa yenilememiz lazım.

Arkaik bir dil ve işlevsiz örgütlenme biçimleriyle ve örgütsel ilişkilerle, modası geçmiş sonuç üretmeyen ajitasyon ve propaganda yöntemleriyle bu ülkeyi demokratikleştirebilmek, halkları özgürleştirebilmek ve kapitalizme son verebilmek mümkün değildir.

Dip notlar:

(1)Sinizm; kişilere, örgütlere, belli düşüncelere, bir toplum içindeki sosyal oluşumlara ya da kuruluşlara yönelik olarak ortaya çıkan kişisel davranışlardır. Bu kişisel davranışlar şüphecilik ve güvensizlik gibi genel ya da şahsi davranışlar olarak açıklanabilir”, https://istanbulbogazicienstitu.com/sinizm-nedir (15 Temmuz 2023).


12 Temmuz 2023 Çarşamba

Memur maaş zamları ve iktisat teorisi

 

Birkaç aya kalmaz emekçiler uyanır (mı)? İktisat teorisi bize ne söylüyor?

Mustafa Durmuş

12 Temmuz 2023

Geçtiğimiz haftanın emekçiler açısından en önemli konuları kuşkusuz, memur ve emekli maaşlarına yapılan zamlar, Katma Değer Vergisi oranlarının 2’şer puan artırılarak sırasıyla yüzde 10 ve yüzde 20’ye yükseltilmesi, bu yıl hali hazırda yüzde 61 oranında artırılmış olan Motorlu Taşıtlar Vergisinin iki kat olarak alınmasına karar verilmesi ve Meclis’e gelen 1,119 trilyon TL’lik ek bütçe kanun teklifi idi.

Diğer taraftan memur ve emekli maaş zamları hesaplanırken TÜİK’in 6 aylık TÜFE hesaplaması olan yüzde 17,55 esas alındı. Memurlara ilave olarak seyyanen 8,077 TL’lik bir artış yapılırken, emekliler bundan mahrum bırakıldı ve onlara yapılan zam yüzde 25 ile sınırlı tutuldu.

Önümüzde ise gelecek yıl geçerli olacak kamu emekçilerinin ücret artışlarının görüşüleceği bir toplu iş sözleşmesi dönemi var.

Memur ve emekli ücretlerine yapılan zamlar yeni vergiler ve enflasyonla geri alınıyor

Memur ve emeklilere yapılan sınırlı zamlar,  bir yandan hali hazırda çalışmakta olan toplamda 19 milyona yakın işçi ve memur arasındaki eşitsizlikleri artırırken, diğer yandan sayıları 16 milyonu aşan emekliler açısından büyük bir haksızlık oluşturuyor. Aslında siyasal iktidar bu yolla işçi ve emekçi sınıfları da bilinçli bir biçimde bölerek onların birlikte mücadelelerinin önünü kesmeye çalışıyor.

Ancak yapılan bu zamların açıklanan vergi artışlarıyla ve yılın geri kalan kısmında artmasına kesin gözüyle bakılan enflasyonla geri alınacak olması, emek örgütlerinin haklı tepkilerine de yol açıyor.

Kaldı ki ek bütçede kamu personelinin ücretlerinde ve SGK primi ödemelerinde her hangi bir artışa gidilmemiş. Bu da yaklaşık 600 milyar TL’lik ilave bir harcama yapılacağını ve bunun da yeni vergilerle karşılanacağını gösteriyor. Kısaca yeni vergi artışları ve elektrik, su, ulaştırma gibi hizmetlere yapılacak zamlar kapıda bekliyor.

Yandaş sendikalar ücret zamlarından memnun

Ayrıca bir gerçek daha var, o da iktidarın yanında yer alan memur sendikalarının ve bunlara üye memurların önemli bir bölümünün yapılan bu zamlardan rahatsızlık duymamaları, hatta memnun olmaları. Zira ilk bakışta (gerçek enflasyon oranı dikkate alınmadığında), en düşük memur maaşının yüzde 86 oranında artırılarak 22 bin TL’ye yükseltilmesi de dahil olmak üzere memurlara yapılan zamlar nominal olarak oldukça yüksek görünüyor.

Böyle bir yanılsamanın nedeni zam oranlarının önceki yıllara göre yüksek olması ama asıl olarak da enflasyon oranının bilinçli bir biçimde düşük gösterilmesi. Böyle olunca da yapılan zamlarla “sizi enflasyona ezdirmedik” sözü tabanda karşılık bulabiliyor.

Enflasyon hesabı yanlış, maaş zammı yetersiz

Oysa ne TÜİK’in enflasyon hesabı doğru ne de yapılan maaş zamları yeterli. Öncelikle, ENAG’ın enflasyon rakamları TÜİK’in rakamlarının en az 2,5 katı büyüklüğünde. Hatta bir patronlar örgütü olan İstanbul Ticaret Odası bile İstanbul için yıllık enflasyon oranını (İstanbul Ücretliler Geçinme İndeksi) yüzde 55,2 olarak açıkladı. Yani yapılan zamlara rağmen, Yoksulluk Sınırının üzerine bir türlü çıkamamayı bir kenara bırakın, reel ücretlerimiz ekside kaldı.

Bu yüzden de, yüksek enflasyon ve son KDV artışları karşısında bu sözde maaş artışları bir iki ay içinde eriyecektir. Bunun için “ekonomist” olmaya da gerek yok, son bir yıl içinde asgari ücrete yüzde 80’in üzerinde zam yapılmış olmasına rağmen işçilerin durumlarının iyileşmediğini, hatta daha da kötüleşerek açlık sınırının biraz üstünde bir gelir ile geçinmek durumunda kaldıklarını bilmek yeterli.

Neden toplumsal bir tepki yok?

Normal koşullar altında iktidar blokunun bu emekçi karşıtı ücret ve gelir politikalarına büyük tepkilerin oluşması beklenir. Ancak ülkede, bir yandan demokratik hak ve özgürlüklerin iyice kısıtlanmasının yanı sıra işçi haklarının da fiilen ortadan kaldırılmış olması, diğer yandan da işçilerin ağır bir ideolojik saldırı altında bırakılarak, kendilerini “yurttaş” ve “işçi sınıfının bir üyesi” olarak görmek yerine, sıradan bir “birey” ya da “tebaa” gibi görmeleri böyle örgütlü tepkilerin ortaya çıkmasını önlüyor.

Bu yüzden de iktidar asgari ücrete zam yapıldığı ya da memurların toplu iş sözleşmesinin yapıldığı dönemlerde, emekçilerin ekonomik hakları için verdikleri mücadeleyi göstermelik toplantılarla savuşturabiliyor ve sonuç olarak da adeta emekçilere bir “lütuf” ya da “iyilik” yapmış gibi sunarak ücret ve maaş zamlarını istediği düzeyde tutabiliyor. Yandaş sendikalar da bu oyunun bir parçası olmaktan rahatsız olmuyorlar, hatta bu sendikaların yöneticileri bu sayede işçilerin gözünde kendi konumlarını da koruyorlar.

Ana akım muhalefet partilerinin ise bir iki basın açıklaması yapmak dışında bu oyuna gerçek bir tepkileri olmuyor. Örneğin emekçileri haklarını savunmak için protesto gösterileri yapma ya da iş bırakma ve grev gibi eylemliliklerde bulunmaya cesaretlendirmekten kaçınıyorlar zira bu eylemleri sermaye düzeni için tehlikeli buluyorlar.

Din insanlarının ve emekçilerin ödediği vergilerden oluşan bütçeden aldığı büyük payla tartışılan Diyanet’in ise şu ana kadar emeğin ve emekçilerin yanında yer aldığına pek rastlanmadığı gibi, bu kesimler yaptıkları açıklamalarda sıklıkla işçilerin grev ve direniş gibi eylemlerde bulunmalarının yanlış ve “günah” olduğundan söz edebiliyorlar.

Burjuva iktisadı oyunun ideolojik arka planını oluşturuyor

İşin bir diğer ayağında ise iktisat teorileri var. Öyle ki işçilerin haklarını aramaları ve örneğin ücret artışları için verdikleri mücadeleler (gösteri yapma, iş yavaşlatma ya da bırakma ve grev gibi) burjuva iktisat teorilerince, bilimsel kılıflar altında, işe yaramayacağı, hatta işsizliği artıracağı gibi gerekçelerle mahkûm edilmeye çalışılıyor. Bu teoriler oldukça etkili zira yalnızca üniversitelerde öğretilmiyor aynı zamanda da siyasette ve ekonomi bürokrasisinde de yol gösterici oluyor.

Bir başka anlatımla, meseleleri sınıfsal mücadele bağlamında ele almayan burjuva iktisat teorilerinin emek-sermaye çatışmasına öz itibariyle statükodan, dolayısıyla da sermaye sınıfından yana bir bakışı söz konusu.

Örneğin kapitalist sistemde işçilerle patronların fiilen eşit güçlere sahip oldukları gibi yanlış bir varsayıma sığındıklarından, piyasa mekanizması içinde işçilerin yürütecekleri toplu sözleşme görüşmeleriyle yüksek ücretler talep ederek reel ücretlerini koruyabilecekleri görüşünü savunurlar. Böyle olunca da kapitalist sistemi değiştirmeye gerek kalmayacak, mesele işçi örgütleri ve patronlar arasındaki müzakereler yoluyla çözümlenebilecektir.

Burjuva iktisadının meseleyi nasıl ele aldığını bir model üzerinden anlatmaya çalışalım.

İnkâr edilen “sosyal sınıflar” ve “devlet” gerçeği

Öncelikle, burjuva iktisadının iktisadi olayları sadece iktisadi faktörlerle ve araçlarla açıklamakla yetindiğinin altını çizelim. Yani analizlerinde sınıflar arası mücadele veya devletin rolü ya da ideolojilerin etkileri gibi hususlara yer vermezler.

Olayları açıklamakta kullandıkları iktisadi modeller ve bunların dayandığı varsayımlar genellikle çürüktür çünkü gerçeklerden kopuktur. Bu yüzden ekonomik krizleri öngörmekte sıklıkla yanıldıkları gibi, krizlerden çıkış için doğru önlemler öneremezler ve genelde de uygulamada krizlerin faturası emekçilere ödettirilir.

“Rasyonel politikalar” olarak adlandırdıkları politikalar ise aslında rasyonel de, tarafsız da değildir. Bugünlerde yapılan vergi artışlarının, KKM ödemesi sorumluluğunun Hazine’den alınıp Merkez Bankası’na verilmesi (emisyon ve enflasyon artışıyla sonuçlanacağı için) bunun en somut örneğidir.

Biz de yazımızın geri kalan kısmında, böyle bir iktisat ekolünün yaygın olarak başvurduğu bir modeli kullanarak, “emekçilerin bir süre sonra reel ücretlerinin azaldığının farkına vararak, izlenmekte olan ekonomi politikalarına itiraz edip etmeyecekleri ve bu itirazın nasıl sonuçlanacağı” sorularının yanıtlarını arayacağız.    

“Rasyonel Beklentiler” Yaklaşımı

Ana akım burjuva iktisadı içinde çok sayıda makroekonomi yaklaşımı var. Bunların geçtiğimiz yüzyılda en etkili olanlarından biri kuşkusuz Keynesyen Makroekonomi Yaklaşımıydı. Ancak 1970’lerin ortalarından itibaren bu yaklaşımın, özellikle de stagflasyon karşısında çaresiz kalması gibi bazı nedenlerden dolayı gözden düşmesi, onun yerini Rasyonel Beklentiler Yaklaşımının almasına neden oldu. Özellikle de 1980 ve 1990’larda (neo liberal dönemde) oldukça etkili bu yaklaşım Lucas, Barro, Sargent, Phelps, ve Grey gibi bir kısmı da Nobel ödüllü iktisatçılarca temsil ediliyor.

Bu yaklaşıma göre, bir ekonomideki aktörler “homo economicus” olmanın da gereği olarak, gelecekle ilgili beklentilerini ön planda tutarak uzun vadeli faydalarını maksimize etme peşindedirler. Bu yüzden de, “ekonomik aktörlerin rasyonel beklentilerini olumsuz yönde etkilediği için”, devletçe uygulanan maliye ve para politikaları gibi müdahalelere izin verilmemelidir.

Yaklaşım böyle müdahalelerin ya da politikaların ekonomiyi sadece kısa vadede büyütebileceğini ancak uzun vadede bu büyümenin duracağını, istihdamın artmayacağını, işsizliğin azalmayacağını, sadece enflasyonun artacağını ileri sürer. Bunu yaparken de “asimetrik bilgi” kavramını modelinde temel analiz aracı olarak kullanır.

“Asimetrik Bilgi”

Özetle, Rasyonel Beklentiler Modeline göre; patronların ve işçilerin nominal ücret artışları ve tüketici fiyat artışları (TÜFE/enflasyon) konusundaki bilgileri asimetriktir (aynı değildir).

Öyle ki patronlar, hem karar alıcılar olarak piyasaların bizzat içinde oldukları için, hem kendi örgütleri aracılığıyla hem de devlet bürokrasisi ve akademi ile yakın ilişkileri sayesinde nominal ücretlerin durumunu da, enflasyonun gerçekte ne düzeyde olduğunu da (dolayısıyla da reel ücretlerin düzeyini) çok iyi bilirler. Nitekim İTO’nun yıllık enflasyonunun TÜİK’in rakamının 17 puan üzerinde olması bu iddiayı destekler niteliktedir.

İşçiler, emekçiler ise karar alma mekanizmasının dışında bırakılıp sadece edilgen bir üretim faktörü gibi görüldüklerinden ve Türkiye’de olduğu gibi büyük ölçüde sınıf sendikası olmayan sarı sendikalarda yer aldıklarından (ayrıca çok büyük bir çoğunluğu iktidar medyasının propagandasının etkisi altında olduğundan) gerçek enflasyon rakamlarının ve reel ücret düzeyinin ne olabileceği konusunda sağlıklı bir bilgiye sahip değildirler. Bu yüzden de “ücret ya da maaşlarına yapılan nominal zamları reel ücret artışları olarak” değerlendirirler.

Patronlar işin farkında

Kısaca, ücretlerin ve tüketici enflasyonunun (TÜFE) gerçek düzeyleri konusunda patronların ve işçilerin bilgisi simetrik (aynı) değildir. Patronlar işin farkında iken (reel ücret artışlarının enflasyonun çok gerisinde kaldığının), işçiler bu durumun farkında değildir.

Bu yüzden de özellikle de, genel ya da yerel seçimler öncesinde ücretlerine ya da maaşlarına yapılan nominal artışları reel artış gibi görürler, bu ücretlerle çalışmaya itiraz etmezler, yani istihdamda kalmaya devam ederler. Bu durum istihdam artışını, bu da ekonomik büyümeyi, milli gelir artışını (Y) beraberinde getirir.  

Model

Bu durum bir model çerçevesinde aşağıdaki grafiklerle de açıklanabilir. (1)

Grafik 1: Kısa Dönem/Asimetrik Bilgi Hali


Modele göre süreç şöyle işlemektedir:

1. Başlangıçta ekonomide denge  Y0 - P0.  (P0= 2, W0 = 12 TL) düzeyindedir. İşgücü piyasasında denge ise n0 - Y0  gibi bir resesyon durumunu yansıtmaktadır.

2. Ekonomiyi resesyondan çıkartabilmek için hükümet talep yönlü maliye politikaları uygular, böylece toplam talepte bir büyüme gerçekleşir. Yani toplam talep eğrisi (AD0 ), ( AD1)’e dönüşür. Bunun ilk sonucu enflasyon artışı biçiminde kendini gösterir ve fiyatlar genel seviyesi, P0 =2’den p1 = 5’e çıkar. Yani enflasyonda yüzde 250’lik bir artış olur. Bu arada nominal işçi ücretleri enflasyon kadar artmaz, örneğin toplu iş sözleşmesi ile (W); W0 = 12’den W1 =15’e çıkar (yani sadece yüzde 25’lik bir artış olur). Özetle işçi ücretleri enflasyon artışının sadece onda biri kadar artmıştır.

3. Modele göre patronlar nominal ücretler (W) ve enflasyondaki (P) gelişmelerin ne anlama geldiğini tam olarak bilirler. Oysa işçiler sadece kendi ücret artışlarının bilincinde olup, enflasyondaki bu devasa artışın farkında değildirler, bu yüzden de nominal ücretlerindeki yüzde 25’lik artışı bir kazanım olarak görürler. Bu nedenle de (W1 =15) yeni ücret düzeyinde daha fazla işgücü arz ederler.

4. Reel ücretlerin düşük kaldığının bilincinde olan patronlar ise daha fazla işgücü talep ederler (çünkü reel ücretler (W0 / P0) = 12/2= 6 TL’ den (W1/ p1) = 15/5 = 3 TL’ye gerilemiştir). İşçiler reel ücretin 15/2= 7,5 TL olduğunu düşünürken, patronlar bunun gerçekte 15/5= 3 TL olduğunu bilirler (asimetrik bilgi durumu).

5. Böylece işçilerin uğradığı bu yanılsama ile (asimetrik bilgi) artan işgücü arz ve talebi toplam istihdam düzeyini artırır (n0’dan n1’e).

6. Modele göre, üretim istihdamın bir fonksiyonu olduğundan, istihdam artışı üretim fonksiyonunu artırır ve böylece GSYH büyür (Y0 ’dan Y1’e çıkar).

7. Sonuç olarak, toplam arz eğrisi (AE -AS eğrisi) Keynesyen yaklaşımınkine benzer pozitif yönlü bir arz eğrisine dönüşür. Böylece hükümet, toplam talebi artıran maliye ve para politikası önlemleriyle (enflasyonu artırma pahasına), istidamı artırabilir, işsizliği azaltabilir, ekonomiyi ve kişi başı milli geliri büyütebilir.

Ancak Rasyonel Beklentiler Yaklaşımına göre ekonomideki bu olumlu gelişme sadece kısa dönemde görülebilecek bir durumdur. Çünkü bu gelişme aslında bir yanılsamaya (asimetrik bilgiye) dayanır, yanıltıcıdır. Ekonomi bir süre sonra (örneğin 1 yıl içinde) eski haline döner.

“Uzun dönemde işçiler işin farkına varırlar”

Öyle ki istihdam ve GSYH büyümesini sağlayan bu asimetrik bilgi hali (yani işçilerin enflasyonu tam olarak hesaplayamamalarından dolayı nominal ücret artışını reel ücret artışı gibi algılamaları durumu), enflasyonun yükselmesi karşısında ücretlerinin artık yeterli olmadığı gerçeği ortaya çıkınca, etkisini yitirir.

Özetle, asimetrik bilgi simetrik hale gelir, işçiler de gerçek durumun ne olduğunu kavrarlar. Bu da işçilerin yeni toplu sözleşme döneminde, reel ücretlerini koruyacak bir biçimde daha yüksek ücretler talep etmeleriyle sonuçlanır.

Uygulamada reel ücretlerin düşüş halinde olduğu bir gerçektir. Nitekim bu anlatıya uygun bir biçimde, aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi, Avrupa Birliği ülkelerindeki işçilerin reel ücretlerinin 2020 yılının ardından düşüşe geçtiği ve 2022 yılında bu düşüşün yüzde 5,2 olduğu görülmektedir. (2)


Kısaca, yeni toplu sözleşme döneminde, işçiler (ya da kamu emekçileri) bu kez nominal ücret olarak 30 TL talep ederler (W1=30 TL). Böylece daha önce 6 TL olan reel ücretlerini (W0 / P0)= 12/2 = 6) korumuş olurlar (W1 / p1 = 30/5 = 6). 

Böylece grafikten de görüleceği üzere (3), pozitif eğimli AE-AS toplam arz eğrisi, sıfır esnekliğe sahip RE-AS toplam arz eğrisine dönüşür. Bu, uygulanan genişletici maliye ve para politikalarının uzun dönemde istihdam ve GSYH’yi artırmadığı, sadece enflasyonu artırdığı anlamına gelir.

Grafik 2: Uzun Dönem/Simetrik Bilgi Hali

İki önemli koşul

Ancak bu modelin bu sonuçları üretebilmesi için iki önemli koşulun yerine getirilmesi gerekir:

(i) Enflasyon ile ilgili tam ve doğru bilginin üretilmesi, topluma sunulması ve sadece sermaye kesiminin değil, işçi sendikalarının da bu tam ve doğru bilgiye sahip olmaları. (ii) Nominal ücretlerini enflasyon artışı düzeyinde yükseltme gücüne ve örgütlülüğüne sahip bir işçi sınıfı örgütlülüğünün (gerçek sınıf sendikalarının, emek örgütlerinin) varlığı.

İşte modelin özellikle de azgelişmiş ülkeler açısından geçersizliği bu noktalarda kendisini göstermektedir. Bu yüzden de bu modeli esas alarak Türkiye’deki ne son memur maaşı zamlarını, ne de önümüzdeki toplu iş sözleşmesi döneminde kamu emekçilerinin reel ücretlerinin ne düzeyde olacağını açıklayabilmek mümkündür. Bunun için başka yaklaşımlara başvurmak gerekecektir.

Zira öncelikle,  resmi enflasyon rakamları gerçek enflasyon düzeyini yansıtmıyor. Bunun için TÜİK’in verileriyle ENAG’ın verilerini karşılaştırmak yeterlidir. Öyle ki ikisi arasında yüzde 10-15’lik ihmal edilebilecek bir fark değil, yüzde 250’lik (2,5 kat ) ciddi bir fark mevcuttur.

Yani emekçilerin ne doğrudan ne de sendikaları aracılığıyla gerçek enflasyon verilerini elde etmeleri ve toplu iş sözleşmesi süreçlerinde bu gerçeğe uygun olarak nominal ücret artışı talebinde bulunmaları mümkündür.

İkinci olarak, ülkedeki işçi ve memur sendikalarının durumu kelimenin tam anlamıyla iç karartıcıdır. Öyle ki 2019 yılında işçi sendikalarında örgütlü işçi oranı sadece yüzde 9,9’dur (OECD ortalaması yüzde 15,8). (4)

Memurların sendikalaşma oranının (2023 yılında) yüzde 75’e yaklaşmış olması bizi yanıltmamalıdır zira bu memurların yüzde 45,5’i doğrudan iktidar yanlısı bir sendika olan MEMUR-SEN’de, yüzde 26’sı ise öz itibarıyla sağcı bir sendika olan KAMU-SEN’ de örgütlü olup, sadece yüzde 7,7’si bir sınıf sendikası niteliğindeki KESK’te örgütlüdür. (5)

Benzer bir durum toplu pazarlık kapsamındaki işçilerle ilgili olarak mevcuttur. Öyle ki ülkede bir bütün olarak emekçilerin (işçiler ve memurlar) toplu pazarlık sistemindeki kapsanma oranı sadece yüzde % 8,5’tir (OECD ortalaması yüzde 32,1). (6) Yani ülkede her 1,000 işçiden sadece 85’i toplu pazarlık sistemine dâhildir. 

Memurların toplu iş sözleşme pazarlığı ise her yıl bir “orta oyunu” biçiminde iktidar ile yetkili konfederasyon olan MEMUR-SEN arasında yapılmaktadır. Grev hakkından yoksun böyle bir toplu pazarlık sisteminin gerçek bir toplu pazarlık olmayacağı da çok açıktır. Bu yüzden de toplu iş sözleşmesi dönemlerinde asıl olarak bu oyunun ifşa edilmesi ve emekten yana alternatiflerin emekçilere anlatılması mücadelesi esas olmalıdır.

Sonuç

Kapitalizmin sınıflı bir toplum olduğunu, bu sistemde sermaye birikiminin asıl kaynağının “artı değer sömürüsü” olduğunu ve sosyal sınıflar arasında bu sömürüyü artırma ya da azaltma mücadelesinin” esas olduğunu reddeden ana akım burjuva iktisat teorileri, işçilerin reel ücretlerinin neden gerilediğini açıklamak ve bunun nasıl telafi edilebileceği konusunda hakiki çözümler üretmek konusunda yetersizdir. Çünkü bu teoriler ciddi defolara sahiptir.

Bu yüzden de, Rasyonel Beklentiler Modelinin öngördüğü gibi, işçilerin, emekçilerin her hangi bir örgütlü mücadeleye girişmeksizin,  bir süre sonra sadece yüksek enflasyon konusunda bilgilerini revize ederek daha yüksek nominal ücret zammı talep etmeleriyle reel ücretlerini koruyabilmeleri mümkün değildir.

Bunun için sınıf mücadelesinin, işçi ve emekçilerin örgütlü mücadelesinin devreye girmesi ve bu kesimlerin ekonomik mücadelelerini yükseltmeleri gerekir.

Bu mücadele de devlet de genelde sermaye sınıfının yanında yer aldığından, işçilerin, emekçilerin yürüttükleri ekonomik mücadele aynı zamanda bir politik mücadele ve demokrasi mücadelesi olmak zorundadır. Yani ekonomik mücadele, politik mücadele ve demokrasi mücadelesi ile birlikte (ve kuşkusuz barış mücadelesi ile birlikte) yürütülmelidir.

Bu çerçevede, işçilerin bir süre sonra enflasyonun ve hayat pahalılığının artmasından dolayı kendiliğinden hızlıca bilinçleneceklerini ve yeni ücret artışı mücadelesine girişeceklerini de beklemek gerçekçi olmaz.

Özellikle de “bireyci” olduğu kadar, “siyasal İslamcı, ırkçı ve militarist” ideolojilerle emekçilerin ideolojik bir bombardımana tabi tutulup uyutuldukları otoriter rejimlerin inşa edildiği böyle dönemlerde, kendiliğinden bir sınıfsal bilinçlenmenin gerçekleşmesi beklenmemelidir.

Bu durum da kuşkusuz sosyalistlere (özellikle de emek örgütleri ve halkçı kitle partileri içindekilere), tarihsel bir görevi yani ekonomik/ demokratik, politik mücadele kadar, işçileri, emekçileri bilimsel sosyalist görüşlerle buluşturmayı hedefleyen ideolojik mücadeleyi de yükseltmeleri görevini vermektedir.

Dip notlar:

(1)    Farrokh K. Langdana, Macroeconomic Policy, Demystifying Monetary and Fiscal Policy, Third Edition, Springer, 2016, s. 235.

(2)    https://www.wsi.de (8 Temmuz 2023).

(3)    Langdana, agk. S. 239.

(4)    https://stats.oecd.org/index.aspx?DataSetCode (8 Temmuz 2023).

(5)    KESK 10. Dönem VII. Genel Meclisi Toplantısı Faaliyet Raporu (9 Temmuz 2023).

(6)    https://stats.oecd.org/index.aspx?DataSetCode (8 Temmuz 2023).