29 Ekim 2017 Pazar

KEYNES, MARX SİZ BİTTİNİZ (!)

KEYNES, MARX SİZ BİTTİNİZ (!)
(Eğlenceli bir Pazar yazısı olsun istedik)

Mustafa Durmuş

29.10.2017

Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci bugün, bu yılın 3. çeyreğinde yüzde 9,6’lık bir büyüme beklediklerini, hatta bunun çift haneli olabileceğini, 4. çeyrekte de güzel bir sonuç beklediklerini, böylece bu yılsonu toplamda yüzde 6'nın üzerinde bir ekonomik büyüme beklediklerini müjdeledi.

Açıklamadan Sayın Bakan’ın daha önce “coştuğunu”  bildirdiği ekonominin “şaha kalktığını” anlıyoruz.

Keynes’in “düşük faizli ve talep yönlü büyüme tezi” çöktü (!)

Keynes mezarında ters dönmüş müdür acaba? Çünkü Keynes de, yatırımcıyı harekete geçiren bir etken olarak benzer bir “coşkudan (animal spirit)” söz eder. Bu coşkuyu yaratan düşük faiz oranlarıdır. Buna bakarak yatırımcılar gelecek hakkında coşarlar ya da karaları bağlarlar. Arz yönünden yatırımları bu davranış belirler. 

Talep yönünden ise tüketim harcamaları talebi belirler. Onu da gelirler belirler.
Türkiye’de bankalar arası borçlanma faiz oranları yüzde 12’nin üzerinde. Dolayısıyla da yatırımcı kredilerinin faizleri bunun çok üzerinde. Piyasalara göre bu oran fiilen yüzde 20’ye kadar çıkabiliyor. Yeni yatırımlar çok maliyetli olacağından bu faiz oranlarıyla (özellikle de bankası olmayan KOBİ’lerin ) yeni yatırım yapmaları imkânsız.

Talep yönünden ise asgari ücretin 1404 lira,  asgari ücretle çalışan 10 milyon civarında işçinin, 6 milyonun üzerinde işsizin olduğu, hanelerin en yoksul yüzde 60’ının evine aylık ortalama 840 lira civarında gelirin ancak girebildiği, dolayısıyla da nüfusun önemli bir kısmının yoksul olduğu bir ülkede özel tüketimi artıracak gelirler mevcut değil. Bu tüketim artışını yoksulluk yardımları, kayıt dışı faaliyetler ya da borçlanmayla daha fazla sürdürebilmek mümkün değil.

Doğrudan yabancı yatırımları yerli yatırımcının pusulası

Uygulamada yerli (özellikle de) büyük yatırımcılar yeni yatırıma girerken uygun bir yatırım ortamının olup olmadığına bakarlar. Bunun önemli göstergelerinden biri yabancıların Türkiye’deki doğrudan yatırımlarıdır. Bu önemli bir göstergedir yerliler için.  “Yabancı yatırımcılar geliyorsa ekonominin geleceğini sağlıklı görüyorlar demektir” görüşü yaygındır (1).

Bu açıdan baktığınızda son 9 aydır doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında kayda değer bir artış olmadığını görüyorsunuz. Tıpkı 2015 yılına kadar uluslararası piyasalardan önemli miktarda kredi kullanan yerli bankalar gibi yabancı doğrudan yatırımcılar da frene basmış durumdalar. Bu nedenle de cari açığın yüzde 70’i portföy yatırımlarıyla kapatılıyor. Bu şekilde, yani sıcak para biçiminde ülkeye gelen finansal yatırımların çok büyük çoğunluğu ise en sağlam kaleme, yani Hazine Bonosu ve Tahvillerine geliyor (2).

Marx’ın “azalan kârlılık tezi” çöktü (!)

Açıklama muhtemelen Marx’ı da mezarında ters döndürmüştür. Zira Marksist ekonomi politikte yeni yatırımları belirleyen kâr oranlarıdır. Kâr kapitalizmin damarlarında dolaşan kan gibidir. Kâr oranları düşüyorsa yeni yatırımlar azalır. Yani yeterli kâr olmayınca yatırım da olmaz.

Marx’ı doğrular biçimde bir rapor Türkiye’de imalat sanayinde yatırımlarının kârlılığının bir süredir düştüğünü gösteriyor (3).

Verimlilik artışı yavaşladı

Geriye emek gücü verimlilik artışıyla (ana akım neo klasik iktisatçıların üzerinde durduğu) büyüme biçimi kalıyor. Teknolojik yenilikler ve alınan yönetsel tedbirlerle emek gücü daha verimli çalıştırılırsa ekonomi arz yönlü büyüyebilir.

ILO ve OECD başta olmak üzere neredeyse bütün uluslararası örgütler dünyadakine paralel bir biçimde, hatta daha ağır bir biçimde, Türkiye’de emek gücü verimlilik artışının çok yavaşladığını verilerle ortaya koyuyorlar.

O halde Türkiye’de ekonomiyi ne büyütüyor, ne büyütecek? Bütün teorileri çöpe atan yeni bir “Türk Modeli” ile mi karşı karşıyayız?

Bu yılki göreli yüksek büyüme hızlarının kabaca iki açıklaması olabilir: Kredi Garanti Fonu’ndan pompalanan krediler ve on milyarlarca dolarlık alt yapı ve üst yapı inşaat projeleri.

İlki son derece net ve artık sürdürülmesi çok zor bir model. Zira bu Fon’dan tüm krediler bu yıl bitmeden kullanılıp bitti. Ama daha önemlisi raporlar bu kredilerin daha ziyade dayanıklı özel tüketim malı ve inşaat sektörlerinde kullanıldığını ortaya koyuyor (4).

İkincisi resmin asıl büyüğünü oluşturuyor. Özellikle de Kamu Özel Ortaklığı (KÖO) bünyesinde “Yap işlet Devret” ya da “Yap İşlet Kirala” yöntemleriyle son 10 yıldır ülkede 200 milyar doları aşan büyüklükte inşaat projeleri yapılıyor.

Bunların bir kısmı tamamlandı, büyük kısmı ise devam ediyor ya da henüz başlanmadı. Bunlar; büyük köprüler, oto yolları, tüneller, hava limanları, kanallar, HES’ler gibi alt yapı projeleri olduğu gibi TOKİ konutları, AVM’ler, büyük ölçekli camiler, plazalar, yeni cezaevleri ve şehir hastaneleri gibi üst yapı projeleri.
2016 yılından bu yana büyüme hesaplama yönteminde yapılan değişiklikle artık inşaat harcamaları da sabit sermaye yatırımları arasında sayılıyor. Dolayısıyla bu projeler için yapılan harcamalar, gerçekleşmeler TÜİK tarafından büyümenin yatırım harcamaları kaleminde ele alınıyor. Bu değişiklikle bu tür harcamalar da büyüme oranını yükseltiyor.

Nitekim TÜİK’in verilerine göre,  2017 yılının I. ve II. çeyreklerinde önceki yılın aynı çeyreklerine göre inşaat sektörü yatırımlarında ilk çeyrekte yüzde 14 ve ikincisinde yüzde 25 artış olurken, makine ve teçhizat sektöründe sırasıyla yüzde 12 ve yüzde 8,6 azalma ortaya çıkmış (5).

Yani ekonomik büyümeyi sağlayan imalat sanayi yatırımları ve bu yöndeki makine ve teçhizat üretimi ya da yeni fabrikalar değil; köprüler, tüneller,  otobanlar, hava limanları, KOÖ ile yapılan şehir hastaneleri ve TOKİ inşaatları olmuş.

Toplumsal maliyetleri faydasından büyük projeler

Diğer yandan bu projeler ile ilgili çok önemli bir tartışma var. Öncelikle çok büyük bir kısmı dış kredilerle yapılıyor. Kredi maliyetleri yüksek, dolayısıyla da yatırım ve işletme maliyetleri yüksek.

Bu kredilerin çok büyük bir kısmı Hazine garantili. Yani her hangi bir aksilik söz konuşu olduğunda zarar Hazine’nin, dolayısıyla da yeni vergiler ya da borçlanma biçiminde tüm toplumun olacak.

Ölçekleri optimalin çok üstünde (özellikle de 1000-1500 yataklı şehir hastaneleri) bu da yatırımın verimliliğini düşürüyor, kaynak israfına neden oluyor.

Bu projeler ülkenin belli başlı büyük inşaat şirketlerini, onların yabancı ortaklarını ve bankaları zengin ediyor ama işçiler ya da tüketiciler açısından her hangi bir refah artırıcı etkisi yok.

İşçiler hala, uzun çalışma saatlerinde ve büyük kısmı güvenceden yoksun olarak ve çok düşük ücretlerle çalıştırılıyorlar.

Tüketiciler ise bu hizmetlerden ancak oldukça yüksek ücretler karşılığında yararlanabiliyorlar. Bu ücretlerin bir kısmı da sübvansiyonlu. Yani Hazine yine bizim cebimizden ödüyor.

Bu projelerin doğaya verdiği zarar ise bugünden, örneğin İstanbul’un son haline bakıldığında çıplak bir gözle rahatça görebiliyor.

Yaşasın Laik, Demokratik ve Sosyal Cumhuriyet” diyerek bitirelim…

…………………….
(1) Nicholas Megaw, Laura Pitel,  ‘Questionable’: Commerzbank sounds alarm over Turkish economic data, Financial Times, 12.09.2017.
(2) CEEMEA Economics Analyst, Fiscal policy will the key to Turkey’s external financing and growth, 29 September 2017.
(3) agr.
(4) BBVA Research,  Turkey Economic Outlook Fourth Quarter October 2017.

(5) http://www.tuik.gov.tr/VeriBilgi.do?alt_id=1105.

28 Ekim 2017 Cumartesi

FAİZDEN, ARBİTRAJDAN KAZAN, ÜSTELİK VERGİ KANUNLARI DA SENİN YANINDA OLSUN



 FAİZDEN, ARBİTRAJDAN KAZAN, ÜSTELİK VERGİ KANUNLARI DA SENİN YANINDA OLSUN…
Mustafa Durmuş

28 Ekim 2017
Bankaların asıl gelirlerinin para alıp satmaktan, alım-satım faizleri arasındaki farktan, yani faizden oluştuğunu biliyoruz.
Bunun dışında bankaların gelirleri arasında komisyon vb. adı altında müşterilerinden aldığı ücretler de önemli bir yer tutuyor. Öyle ki bu ücretler Yapı Kredi Bankası ve QNB Finansbank’ta faaliyet gelirlerinin % 25’ine kadar çıkabiliyor (1).
Üçüncü bir gelir türü ise bizlerin pek bilmediği, Merkez Bankası’nın bankalara sunduğu bir imkân olan lira ve döviz arbitrajı.
Yani bankalar hem lirayı hem de doları dışarıdan (offshore) daha düşük faizlerle alıp Merkez Bankası’na daha yüksek faizle satıyorlar ve bunun karşılığında yüzlerce milyon liralık kâr elde ediyorlar.
Nitekim IIF’nin raporuna göre (2), Türkiye’de faaliyet gösteren bankalar bu yılın ilk dört ayında, dışarıdan lirayı 11.50 faiz ile satın almışlar ve Merkez Bankası’na % 12.25 faizden (% 0.75 arbitraj) ve doları % 0,96’dan satın alıp Merkez Bankası’na % 1’den satmışlar, böylece oturdukları yerden milyonlar kazanmışlar. (Merkez Bankası bunu döviz kurunu dengelemek, doların ateşini düşürebilmek için yapmış olmalı).
Daha az vergi
Peki, bu bankaların 2016 yılında hangi orandan vergi ödediklerini biliyor musunuz?
Normalde bankalar da % 20 oranında Kurumlar Vergisine tabiler (yeni torba yasa ile % 22’ye çıkartılıyor). Ancak ödedikleri vergiyi faaliyet gelirlerine oranladığımızda (efektif olarak) en fazla ödeyen % 10,4 ile Akbank olmuş. Garanti’nin vergi oranı % 7,9’da; İş Bankası’nın % 6,4’te; Yapı Kredi’nin % 6,8’de; Halkbank’ın % 7,6’da; Vakıfbank’ın % 6,7’de ve QNB Finansbank’ın % 5’te kalmış (3).
Tamamen yasal
Bunun nedeni yasalara aykırı biçimde vergi kaçırmaları ya da vergi affı gibi uygulamalardan yararlanmaları değil. Tersine tamamen vergi yasalarındaki imkânlara dayanarak bunu yapıyorlar. Yani çok sayıda yasal muafiyet, istisna ve indirimden yararlanıyorlar.
Düşününki asgari geçim indirimi dışında hiçbir indirim ya da muafiyeti olmayan 1,777 liralık brüt ücret alan bir işçi % 15’ten (yeni düzenlemeye kadar % 20) vergilendirilirken, bankaların ödedikleri en yüksek oran % 10.
Ayrıca bankalarda mevduatları olan milyonlarca lira değerinde lira cinsinden faiz gelir elde edenlere uygulanan Gelir Vergisi oranı vade süresine bağlı olarak % 10-12, döviz cinsinden faiz elde edenlerin ise % 12-14 dolayında.
Yani her hangi bir emek sarf etmeden devasa gelir ve servetin sahibi olanlar bir asgari ücretli kadar vergi yükü taşımıyorlar.
Bir de bunlara emekçilerin ödediği KDV, ÖTV, MTV gibi vergileri kattığımızda ülkedeki gelir adaletsizliğinin devletin vergi politikaları eliyle daha da kötüleştiği ortaya çıkıyor.
Yani ekonominiz uluslararası finans kapitale bağımlı bir ekonomisi ise düşünceniz, inancınız (örneğin faiz karşısındaki tutumunuz) ne olursa olsun kapitalizmin ekonomi politik kanunları işliyor. Ve bu kanunlar emekçiler aleyhine işliyor.
……………………
(1) İlgili bankaların bilançolarından kendi hesaplamalarımız.
(2) IIF, Turkey Research Note, Swap Auctions Reduced Offshore Volatility, May 19, 2017.
(3) İlgili bankaların bilançolarından kendi hesaplamalarımız.


25 Ekim 2017 Çarşamba

ALTINA HÜCUM

“ALTINA HÜCUM”
(Bir Film Adı Değil)
Mustafa Durmuş
Türkiye’ye bu yılbaşından beri sıcak para biçiminde gelen yabanca sermaye girişlerinde rekor bir artış yaşanıyor (sanıldığının aksine).  Öyle ki Merkez Bankası verilerine göre, ilk 9 ayda bu girişler 10,5 milyar dolara erişti ve 2012 yılından beri en yükseğe çıktı (1).
Yabancı sermaye uzun vadeli reel sektör yatırımları biçiminde değil, Borsa ve Hazine Bonosu ve banka mevduatları gibi finansal piyasalara geliyor. Örneğin gelen paranın üçte biri borsaya, kalanı diğer finansal piyasalara gitti. Bu gelişme, bu yılın başı ile kıyaslandığında doların kurundaki durgunluğun nedenini de açıklıyor. Ancak kurun dalgalanmasının asıl olarak da yönü yukarı doğru olmak üzere artacağı anlaşılıyor. Zira bugün dolar lira karşısında son 3 ayın zirvesine çıkarak 3.70 lira oldu.
Diğer yandan bu denli bir girişin (ani çıkışlarda yaratacağı tahrip edici etki bir yana) ülkedeki dolarizasyonu artırdığı da bir gerçek. Nitekim bankalardaki döviz tevdiat hesaplarında 16,8 milyar dolarlık bir artış var. Bunun 8,7 milyar dolarlık kısmı bireylerin döviz hesaplarındaki artıştan, 8,1 milyar dolarlık kısmı ise şirketlerin döviz hesaplarındaki  artıştan kaynaklanıyor. Bu artış GSYH’nin yüzde 2’si kadar (2).
Dolarizasyonun bir nedeni şirketlerin  döviz borç servisini yapmaları için piyasadan dolar toplayarak önlem alması.  Ancak bu artışın tamamını böyle açıklayabilmek zor.
Asıl neden ekonomideki, özellikle de enflasyon artışından kaynaklanan, belirsizliklerin ve kırılganlıkların artması. Yeni OVP’de gelecek yıl için enflasyon oranı yüzde 7 olarak öngörülmüş olsa da, piyasaların beklentisi yüzde 10 civarında. Ekonomide kuraldır, geleceğe ilişkin belirsizlikler artarsa yatırımcılar daha sağlam yatırım araçlarına yönelirler. Türkiye’de bu araçlar döviz (dolar) ve altındır.

Altın ithalatı arttı
Bu savımızı destekleyen bir diğer gelişme altın ithalatındaki rekor artış. Bu yıl altın ithalatı 200 ton artmış. Bunu da halkımızın kötü günler için bir yerlerde “çeyrek altın tutma” kültüründen ziyade, yüksek enflasyondan dolayı sağlam yatırım aracına yönelmek ihtiyacı ile açıklamak daha doğru olur.
Altın Tahvili ve Altına Dayalı Kira Sertifikası
Belki altındaki bu gelişmeyi gördüğünden, belki de artan borçlanma ihtiyacı gibi bir ihtiyaçtan dolayı Hazine,  “Altın Tahvili ve Altına Dayalı Kira Sertifikası” uygulamasını gündeme getirdi. Ziraat Bankası bu yönde halktan talep toplamaya başladı.
Yani elinde altını olanlar Hazine’nin çıkartacağı tahvil ve kira sertifikalarını ellerindeki altın ile satın alabilecekler. Altın ile borçlanma anlamına gelen bu uygulama ile bu tahvil ve kira sertifikalarının sahiplerine her 6 ayda bir altın fiyatına endeksli olarak yüzde 1,2 kâr payı (dikkat ediniz faiz değil) ödenecek. Bu kâğıtları elinde 3 aydan fazla tutanlar her hangi bir vergi ödemezken, 3 aydan önce geri satanlar yüzde 1,5 oranında stopaj biçiminde gelir vergisi ödeyecekler (3).
Bu uygulamanın kira sertifikası kısmına İslamcı yazar H. Karaman’dan da destek geldi. Karaman bunun “İslam açısından caiz olduğunu” yazdı (4).
Altına bu yönelim tahvil ve sertifika uygulaması ile durdurulabilir mi? Ya da bu uygulama ile “ekonomi açısından ölü yatırım” gibi düşünülen altın iddiharı (yığması) karşılığında devletin borçlanması ve bu tasarrufları ekonomiye kazandırabilmesi mümkün mümkün olabilecek mi, göreceğiz.
Ancak yakın geçmişte “doları bozdur” kampanyalarından beklenen sonucun elde edilmediğini, hatta dolara en çok yönelen kentlerin başta Kayseri ve Konya gibi muhafazakâr kentler olduğunu biliyoruz. Altında da benzer bir sonuç ortaya çıkarsa şaşırmayalım.
Zira dolar ve altın gibi finansal araçlara yönelim, kapitalist değer yargılarının tepeden tırnağa hâkim kılındığı, bu ideolojinin dini söylemlerle de meşrulaştırıldığı neo -liberal neo- muhafazakâr dönemde, bunlarla milliyetçilik, dindarlık ya da iyi ahlaklılık gibi değer yargılarıyla mücadele etmek çok zor.
Çözüm var
Sorunun çözümünü sorunun nedenlerine bakarak bulabilmek mümkün.  Her iki olayda da (dolarizasyon ve altına yönelim), temel neden,  şirketlerin yüksek düzeydeki dış borç geri ödemesi (servisi) ve başta enflasyon olmak üzere ekonomik belirsizliklerdeki artış.
Bu belirsizlikler ortadan kaldırılmalıdır.  Bunun için de bunlara neden olan ya da iyice artıran iç politik ve bölgesel savaş gibi jeopolitik dinamikleri ve nasıl sonlanacağı belli olmayan KÖO ile yapılan onlarca milyar dolarlık alt yapı ve şehir hastanesi projesini ve bunların neden olduğu Hazine Garantilerini sorgulamak gerekiyor. Yani sırasıyla siyasetin demokratikleştirilerek normalleştirilmesi, bazı bakanların da talep ettiği gibi, OHAL’in sonlandırılması, toplumsal barışın yeniden tesis edilmesi ve sosyal refahı halktan yana yeniden bölüştüren vergi ve harcama politikalarına dönülmesi gerekiyor. Doların da altının da beli böyle kırılabilir.
……..
(1)  CEEMEA, Turkey Economics, “Dollarisation and gold imports on the rise”, 12 October 2017.
(2)  Agr.

14 Ekim 2017 Cumartesi

IMF, SENDEN NE ÇEKTİK BE!

IMF, SENDEN NE ÇEKTİK BE!
Mustafa Durmuş

14.10.2017

Fakülteyi bitirdiğim yıl, Merkez Bankası’nın açmış olduğu bir sınavda (sanırım müfettiş yardımcılığı sınavıydı) çıkan “IMF ve Dünya Bankası nedir, anlatınız” şeklindeki bir soruya şu yanıtı verdiğimi hatırlıyorum (mealen):
“Bu iki kuruluş, 2. Paylaşım Savaşı sonrasında kapitalist dünyanın tek patronu haline gelen ABD’nin, 1944 yılında, dünya finans akışını düzenlemek ve kapitalist dünyayı yönetebilmek için kurdurmuş olduğu, emperyalizmin ekonomik ve mali görünümlü araçlarıdır, Bretton Woods ikizleridir.”
Bekleneceği gibi sınavı kazanamadım. Ama dert de etmedim, zira bu sınava babamı kırmamak için girmiştim.
O günden bu yana tam 40 yıl geçti. Bu kuruluşların işlevlerinde kayda değer bir değişiklik olmadı (*). Ancak geçen hafta IMF tarafından yayımlanan Mali İzleme raporu (1) kafamı da karıştırmadı değil. Acaba IMF gerçeği gördü de sola mı kaydı, yoksa yine bir hinlik peşinde miydi? Komplo teorilerinin geçer akçe haline geldiği bir dönemde sorunun ikinci kısmı da yanıtlanmalı.

IMF sola kayar mı?

Raporun sahibinin IMF olduğunu bilmeseniz onu her hangi bir solcu-sosyal demokrat akademisyenin ya da kuruluşun hazırladığını düşünebilirsiniz. Çünkü rapor, dünyada gelir eşitsizliğinin ve yoksulluğun giderek arttığını, bu sorunu hafifletmenin yolunun da daha dik artan oranlı vergileme yapılarıyla; zenginlerden daha fazla vergi almak ve bunu özellikle de eğitim ve sağlık harcamaları ve diğer transfer harcamaları biçiminde düşük gelirli gruplar için kullanmak olduğu sonucuna varıyor.
Daha da önemlisi bu operasyonun (ders kitaplarında yazılanların aksine) ekonomik büyümeyi ya da toparlanmayı aksatmayacağını, tam tersine hızlandıracağını ileri sürüyor.
Doğrusu raporu gördüğümde şaşkınlığımı gizleyemedim. Kurulduğundan bu yana, uygulattığı kemer sıkma politikalarıyla faturayı hep emekçilere kestiren, bu yolda “mali disiplin”, “mali kural” gibi keşiflerin (!) şampiyonluğunu yapan, ECB ve Avrupa komisyonu ile birlik oluşturup (Troyka) 2012 yılından bu yana dayattığı kemer sıkma politikalarıyla Yunanistan halkının canına ot tıkayan IMF şimdi üstü örtük bir özeleştiri mi yapıyordu?
Gerçi son yıllarda IMF, kemer sıkmanın ve gelir adaletsizliğinin ekonomik büyümeyi yavaşlattığı ve Keynesyen “çoğaltan” mekanizmasının tahmin edilenden çok daha etkili olduğu yönünde raporlar yayınlıyordu (2), ama bu raporları ile “zenginleri vergilemek büyümeyi yavaşlatır”, “bölüşümü adaletli yapmak ile ekonomik etkinliği artırmak arasında uzlaşmaz bir çelişki mevcuttur”biçimindeki geleneksel tezleri (**) bir anda toprağa gömüyordu.

Can çıkar, huy çıkmaz!
Bir mali/iktisat hocası olarak yaşadığım şaşkınlığı düşünebiliyor musunuz? Yıllardır verdiğim maliye politikası ve kamu ekonomisi gibi derslerde nefesimi hep bu safsataları çürütmeye çalışmakla harcarken bir anda IMF yardıma geliyor ve beni kurtarıyor. Ancak eğer haberleri olmuşsa, ana akım çalışan meslektaşlarımın yaşadıkları şaşkınlık benimkinden daha ağır olmalı, zira onlar bu geleneksel tezleri hiç sorgulamadan yıllardır anlatıyorlar. Kendilerini aldatılmış hissedeceklerdir herhalde.
Acaba IMF yetkilileri ya da uzmanları gerçekleri görüp de mi fikir mi değiştirdiler? Bunu söyleyebilmek çok zor. Çünkü on yıllardır, arka plan kamu spotu gibi, teoriye ve uygulamaya yerleştirilmiş fikirlerden vazgeçmek, özellikle de IMF gibi kredibilitesi oldukça yüksek uluslararası kuruluşlar açısından zor. Ne de olsa : “Old habits die hard!” Yani: Can çıkar, huy çıkmaz!”

Küçük bir ayrıntı:” Söylediklerimiz gelişmiş ekonomilerde geçerli!”
Bu arada raporda özellikle bizim gibi azgelişmiş ülkeleri yakından ilgilendiren önemli bir ayrıntıya değinmek gerekiyor.
Rapor böyle bir vergileme politikasının sadece gelişmiş Merkez Ülkelerin ekonomileri için geçerli olduğunu, azgelişmişler ve yükselenler için böyle bir çıkarımlarının (şimdilik) bulunmadığını söylüyor.
Raporda yeniden bölüştürücü vergileme yoluyla bu gelişmiş ülkelerdeki gelir adaletsizliği artışının ciddi oranda azaltılacağı vurgulanırken, diğerlerinde bu etkinin ihmal edilebilecek kadar küçük olduğu belirtiliyor. Yani rapora göre, bizim gibi ülkelerde “bölüşümü daha adil yaparsanız, ekonomik büyümeyi yavaşlatırsınız” safsatası hala geçerli.
Raporda bu tespit şöyle yer alıyor: “İzlenen maliye politikaları ülkeler arasındaki gelir eşitsizliği farkının büyük bir kısmından sorumludur. Örneğin uygun bir biçimde tasarlanmış maliye politikaları gelişmiş ülkelerde vergi ve transfer öncesi gelir eşitsizliği artışının üçte birini ortadan kaldırıyor ve bunun yüzde 75’i de transfer harcamaları sayesinde gerçekleşiyor. Eğitim ve sağlığa yapılan harcamalar sosyal akışkanlığı artırdığından eşitsizlik azalıyor. Gelişmekte olan ve yükselen ekonomilerde ise maliye politikaları çok daha zayıf etkiye sahip zira vergi yapıları yeterince artan oranlı değil ve transfer harcamaları da halka yönelik değil”(3).

Derinde yatan zorunluluklar neler?
O halde IMF’ye bunları söyleten zorunluluklar nelerdir? Bu sorunun yanıtını kurumun diğer raporlarında bulabilmek mümkün (4). Bu raporlara göre, ekonomi büyürken reel ücret artışları bunun çok gerisinde kalıyor. Bu da hem talep artışını, hem de verimlilik artışını yavaşlatarak ekonomik büyümeyi yavaşlatıyor. Böylece adına “birinci bölüşüm mekanizması” denilen piyasacı bölüşüm ilişkilerinin neden olduğu gelir eşitsizliği (kâr-ücret farkı) daha da artıyor.
Mali İzleme Raporu’na göre, Çin ve Hindistan’da yoksulluk azaldığı için küresel yoksulluk azaldı. Ancak tikel olarak ülkelerde, özellikle de gelişmiş ülkelerde yoksulluk arttı (5).
Bundan sonrasını tahmin etmek zor değil. Bu gelişmeler, sosyal huzursuzluklara, çalkantılara, kargaşaya ve hatta sosyal ve politik krizlere neden olabiliyor. 2008 krizi sonrasında ABD’de ortaya çıkan Wall Street’i işgal eylemleri ve Avrupa’da yaşanan sokak çatışmaları, grev ve direnişler bunun somut örnekleri.
Bir başka deyişle, IMF de, bir süredir gelişmiş ülkelerde de işsizliğin, gelir ve servet eşitsizliğinin, yoksulluğun artmakta olduğunu kabul ediyor ve bunun sosyal devrimlere yol açabileceği endişesi ile kapitalist sistemin geleceğinden endişe duyuyor.
Bu nedenle de “sosyal devrimlerin önlenebilmesi için vergi reformu” öneriliyor (***). Ancak böyle bir küresel alt üst oluşun mutlaka Merkez Ülkelerden başlaması gerekmiyor, pekala azgelişmiş bir ülkede de mevcut nesnel koşullara ilaveten öznel koşullar geliştiğinde sosyal devrim gündeme gelebilir.
Nitekim bu yıl 100.yılını dolduran 1917 Ekim Devrimi (beklenenin tersine İngiltere ya da Almanya’da değil) emperyalizmin zayıf halkası azgelişmiş Rusya’da gerçekleşmişti.

IMF Raporu ve Torba Yasa
Meclis’te görüşülmekte olan Torba Yasa’da (6) yer alan vergisel değişikliklerin IMF raporunun bulguları ve önerileriyle çeliştiği açık.
Zira efektif olarak yüzde 6-8 civarında ödenen Kurumlar Vergisi oranının mali kurumlarda yüzde 20’den yüzde 22’ye çıkartılmasını öngören göstermelik ve nominal bir vergi artışı dışında sermayeye bu yasa ile ilave bir vergi yükü getirilmiyor. Aksine yeni vergisel teşvikler sağlanıyor bu kesime.
Mevcut düzenleyici yasaya aykırı olarak mevcut bütçe açığı ve nakit ihtiyacının çok üstünde bir kamu borçlanmasına izin veren borçlanma limitinin artırılmasını öngören, böylece de özel sektöre kaynak aktarımını kolaylaştıran düzenlemeye ilave olarak;
-kamu özel ortaklığı (KÖO) kapsamında kurulan fonların proje yüklenici firmalara ilişkin olarak düzenledikleri evrak, belge, teminat vb. kıymetli kâğıtlar Damga Vergisi’nden muaf tutulacak(madde 32-33);
-bankalar ve diğer finansal kuruluşlar ayıracakları kanuni karşılıklarını gider göstererek Kurumlar Vergisi matrahından düşebilecekler (madde 108);
-türev araçların alım satımında uygulanan vergiler düşürülecek. Bunlar 130 maddelik yasanın sermayeye sağladığı yeni kolaylıklardan bazıları.

Gelir vergisi artışı geri çekme, MTV artışını düşürme: Sıtmaya razı etme.
Buna karşılık torba yasada emekçilerin vergilerini artıran, dolayısıyla da gelir bölüşümünü onlar aleyhine olmak üzere daha da kötüleştiren ve onları daha da yoksullaştıran birçok vergisel düzenleme var.
Memur ve işçilerin gelir vergisi oranını yüzde 27’den yüzde 30’a yükselten değişiklikten son anda vazgeçilirken, Motorlu Taşıtlar Vergisi (MTV) oranı, gelen yoğun tepki üzerine yüzde 40 yerine motor hacmine bağlı olarak yüzde 15-25 olarak yeniden düzenlendi. İnternet vergisinin oranı yüzde 50 artırıldı, gazoz gibi içeceklere yüzde 25 oranında Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) konuldu.
Kemer sıkma ile ünlenmiş bir kurumun kemerleri gevşetmeyi ve daha adil bir bölüşümü savunurken, bizde Torba Yasa ile tam tersi düzenlemelerin yapılması, 60 yıldır bu kurumun ideolojisini rehber edinmiş bir ülke açısından çelişkili bir durum mudur? Bu durum Torba Yasa’nın ideolojik dayanaklarını zayıflatıp, bu yasayı hazırlayanların işini zorlaştırır mı?
İşin aslı şöyle açıklanabilir: Farklı ülkelerdeki farklı zorunluluklar ve farklı ihtiyaçlar farklı çözümleri gündeme getiriyor. Bu bağlamda ya Merkez Ülkelerde hissedilen demokratik-toplumsal basınç ve sistemin geleceğine ilişkin endişe bizde henüz hissedilmiyor ya da devletin mali krizi öyle derin ve toplum öyle örgütsüz ve sessiz ki bu çözüm en kestirme çözüm olarak gündeme getirilebiliyor.
……………….
(*) Bu konudaki şu söyleşiye bakılabilir: Mustafa Durmuş, “IMF Üzerine Söyleşi”, Gelenek, (Mart 2010), S. 110, s. 63-89.
(**) Ünlü iktisatçı Okun bu çelişkiyi şöyle anlatır: Dibi delikli bir kovaya doldurduğunuz su taşınırken nasıl bir kayba uğrarsa, bölüşümde adaleti sağlamak istediğinizde ekonomik büyümeye o denli zarar verirsiniz.
(***) Bu tespit 1950’lerde ünlü Keynesyen maliyeci N. Kaldor’a aittir. Kaldor, Soğuk Savaş döneminde Batıda işçi sınıfının sosyalizme yöneliminin önlenmesinin radikal vergi reformları ile sağlanabileceğine inanıyordu.
(1) IMF, Fiscal Monitor, Tackling Inequality, October 2017.
(2) IMF, World Economic Outlook, April 2017: Gaining Momentum?, Ch. 2, s. 73-176; Antonio Spilimbergo, Steve Symansky, and Martin Schindler, “Fiscal Multipliers”, IMF, SPN/09/11, May 20, 2009.
(3) Vitor Gaspar and Mercedes Garcia-Escribano, “Inequality: Fiscal Policy Can Make the Difference”, https://blogs.imf.org1, October 11, 2017.
(4) IMF, World., agr.
(5) IMF, Fiscal Monitor, agr.
(6) 27 Eylül 2017 tarihli, “Bazı Vergi Kanunları ile Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”.


13 Ekim 2017 Cuma

ELE VERİR TALKINI



ELE VERİR TALKINI…

Mustafa Durmuş

12. 10. 2017

Bu yılki 1 milyon dolarlık Nobel iktisat ödülünü alan Şikago Üniversitesi iktisat profesörü Richard H. Thaler “Davranışsal İktisat” adı verilen bir iktisat ekolünün önde gelen isimlerinden. Thaler “psikolojinin karar almayı nasıl etkilediği” üzerine yapılmış çalışmalarından dolayı bu ödüle layık görüldü.

Thaler’e göre, insan davranışları geleneksel iktisadi düşünce biçimine aykırı bir biçimde, irrasyonel (akıl, mantık dışı) davranışlar içeriyor. Böylece tüketiciler ve yatırımcılar karar verirken irrasyonel davrandıklarında piyasalarda ve ekonomide hassasiyetler ya da dalgalanmalar ortaya çıkıyor.

Bu tezleriyle hem Davranışsal Okul, hem de Thaler, iktisat biliminde çok benimsenen Neo klasik “Rasyonal Beklentiler” kuramının standart “tam rasyonel ve öz çıkarcı homoekonomikus” birey kavramını reddediyor ve  ekonomi ile psikolojinin birlikteliğini vurgulayıp, “sınırlı rasyonalite”,” kısıtlı irade” gibi kavramları alternatif olarak ön plana çıkartıyorlar. Keza Thaler geleneksel ekonomik modellerin gerçek hayatı açıklayamadığını ileri sürüyor.

Kuşkusuz Thaler’in siyasetçilere ve diğer politika yapıcılarına bu bağlamda önemli bir mesajı söz konusu: “Eğer insanlar irrasyonel algılar ve önyargılar nedeniyle optimaliteden uzak kararlar alıyorlarsa, bu yönde seçimler yapıyorlarsa, onları optimal davranmaya yöneltmek için dürtmek gerekir. Bu da devletin görevidir.

İronik bir durum!

Diğer taraftan, tüketici ve yatırımcıların irrasyonel davranışlarını  ön plana çıkartan ve bu çalışmalarıyla 1 milyon dolarlık ödül kazanan Thaler, Bloomberg’in haberine göre (1), bu parayı kendisinin de ortağı bulunduğu bir yatırım danışmanlığı şirketinde (Fuller & Thaler Asset Management) değerlendireceğini açıkladı.

Bu şirket bir fon yönetim şirketi ve danışmanlık yaptığı şirketlerden biri 6 milyar dolarlık bir yatırım fonu ( Undiscovered Managers Value Fund).  Bu fon içerden alımlar ve şirket hissesi geri alımları (buyback) yapan,  böylece hisseleri fiktif bir biçimde yükselterek  havadan para kazanan, kazandıran  bir fon. Bu fon son 5 yıldır, yılda ortalama yüzde 16 gelir artışı sağlarken, bu alandaki rakiplerinin yüzde 97’sini geride bıraktı.

Yani Thaler, ödüle layık görülen çalışmalarında ileri sürdüğü irrasyonel bir davranış göstermiyor, tam tersine rasyonel davranarak paradan para kazanmaya devam ediyor. 1 milyon dolarlık Nobel ödülü de buna aracılık ediyor. Bu da Nobel ödülünün bir kez daha sorgulanmasını gerekli kılıyor.

Ana akımdan övgü

Tahmin edilebileceği gibi Thaler’in bu ödülü ana akımca ayakta alkışlandı. Örneğin Avrupa Yatırım Bankası’ndan Gariev ve Milushev (2)  Thaler’in çalışmalarının, Davranışsal İktisadın akademik saygınlığının bir işareti olarak görülmesi gerektiğini yazdılar.

Ancak, iktisat dalındaki Nobel ödülünün gerçek bir bilimsel ödül olup olmadığı tartışmalıdır Zira bu ödül. Nobel adına İsveç Merkez Bankası tarafından ve ağırlıklı olarak piyasacı iktisatçılara verilen bir ödüldür.

Diğer taraftan bu ödül iktisatçıların kendilerini daha itibarlı, daha iyi hissetmelerine yardımcı oluyor. D. Orrell’in vurguladığı gibi (3), “disiplinlerinde Nobel ödülü verilmesi iktisatçılar için gurur kaynağıdır.  Bu da fiziğin evrene uygulandığı gibi ekonominin de topluma uygulanabilir olduğunu kanıtlamada bir delil olarak kullanılır. Onlara göre yer çekimi kanununun gücü ve geçerliliği ile arz ve talep kanunun gücü ve geçerliliği aynı şeydir:  “iktisat kanunları mühendislik gibidir, her yerde geçerlidir.”
Evrimci Biyoloji Okulu (yeter ki Tarihsel Maddeci olmasın!)

Davranışsal Okul’un ve Thaler’in de tezlerine karşı çıkan bir Okul var:  “Evrimci Biyoloji Okulu”.

Bu okula göre insanlar kültürel ve biyolojik yaratıklardır. Kültür önemlidir ama insanların bir dizi evrensel içgüdüsü ve tercihi, seçimi doğal seleksiyonca biçimlendirilmiştir. Dolayısıyla insan davranışı evrime uğramış tercihlerin, sosyal normların ve teknolojilerin bir kombinasyonudur ve bunların her biri diğerini etkiler ve biçimlendirir.  Biyolojiyi ihmal ederseniz tüketicilerin davranışlarını anlamakta zorlanırsınız. Zira tüketicilerin tercihleri bizim doğuştan gelen ihtiyaçlarımızın ve seçimlerimizin bir manifestosudur.

Bir zamanlar ünlü iktisatçı Keynes de yatırımcıların yatırım kararı almalarındaki en önemli faktörün, kâr oranları gibi somut işaretlerden ziyade coşku (animal spirit) gibi ruhsal şeyler olduğunu ileri sürerek bu metafizik cephede yerini almıştı.
Thaler ana akımın bu metafizikçi geleneğini sürdürüyor ve kapitalist üretim tarzının sistemik sorunları olduğu gerçeğini reddediyor. Kapitalizmin krizlerini insan faktörüne, psikolojiye, irrasyonel davranışlara vb. bağlıyor.

Ona göre, örneğin ekonomideki inişler ve hatta çöküşler ekonominin kendine içkin bir takım gelişmelerden değil, irrasyoneliteden kaynaklanıyor. Diğer taraftan da piyasaların hala kaynakları tahsis etmede rakipsiz bir üstünlüğe sahip olduğunu ileri sürerek kapitalizme toz kondurmuyor (milyonlarca dolarlık fondan elde ettiği gelirler ortada iken aksini yapması mümkün mü?).

Yani Thaler açısından sorun kapitalist üretim tarzının uzlaşmaz çelişkileri ya da çatışmaları değil (örneğin üretici güçlerin gelişimi ile üretim ilişkileri arasındaki uyumsuzluk, artı değer biçimindeki sömürü, azalan kâr oranları eğilimi gibi ekonomi politiğin nesnel kanunlarıyla açıklanan çelişkiler), tüketici ve yatırımcıların irrasyonel davranışlarıdır. İnsanların neden böyle davrandıkları ise Thaler’ce açıklanmıyor.
Buna meydan okuyan “Evrimci Biyoloji” Yaklaşımı da kapitalist üretim tarzını sorgulamaktan ziyade, beynimizin geçirdiği evrimin neden olduğu uyumsuz davranışlarla kapitalizmin sorunlarını açıklamaya çalışıyor. Böylece sorunu bir tür evrim, genetik sorununa indirgiyor (Bu yaklaşıma verilebilecek en iyi yanıtı 1949 yılında ünlü Fizik bilimci A. Einstein “Neden Sosyalizm?” başlıklı yazısıyla, bu okulun ortaya çıkışından yıllar önce vermişti).

20. yüzyılın başında benzer bir metafizik açıklamayı, “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” adlı kitabında aslında Marks’ın ruhu ile kavga eden Max Weber de sergilemiş ve örneğin 16. yüzyılda Hristiyanlıkta yaşanan bir kırılma ile ortaya çıkan  Lutherci ve Kalvinist Protestan Ahlakının kapitalizmi ortaya çıkardığını ileri sürmüştü. Yani Weber’e göre,  Batı akılcılığının temelini Marks’ın ileri sürdüğü gibi ekonomik koşullar oluşturmamıştır. Ona göre, kapitalizmin ruhu Protestan Reformizminin belirli etkilerinin bir sonucudur, Kapitalizm dinde yapılan reformizmin yarattığı bir ekonomik sistemdir.  Bu mantık çerçevesinde kapitalist irrasyonalitenin köklerini ekonomik alt yapıda değil, din gibi üst yapı kurumlarında ve onların yaşadığı değişikliklerde aramak gereklidir.

Oysa kapitalizmin irrasyonel karakteri hem sistemin kendi uzlaşmaz çelişkileri hem de bunun neden olduğu “yabancılaşmanın” bir sonucudur. Yani kapitalizmin ruhunda kalıtsal bir irrasyonalite olduğu gerçektir. Ancak bunun nedeni, din, kültür ya da ideoloji gibi üst yapıdan ziyade alt yapıdır, ekonomidir. Yabancılaşmaya uğramış sosyal süreçtir.  Yani insanın kendi yarattığı bir şeyin (sermaye, para, servet) esiri olmasıdır.
……
(2)  Sergei Guriev and Nikola Milushev, The Nobel Prize in Economics: a Powerful Nudge, European Bank, 12 Oct 2017.

(3)  D. Orrell, Economiths: Ten Ways that Economics Get It Wrong, 2010.