16 Mayıs 2024 Perşembe

Kamuda tasarruf

 

Tasarruf paketinde olmayanlar

Mustafa Durmuş

17 Mayıs 2024

Bugünlerde gündem kamuda uygulanacak olan tasarruf tedbirleri. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, “Tasarruf ve Verimlilik” adlı paketin açıklanmasından önce yaptığı sunumda, tüm kamuyu kapsayan bir çalışma yapıldığını, TBMM hariç bütün kamu kurum ve kuruluşlarının tasarruf paketine uymasının zorunlu kılınacağını açıkladı. (1)

Yani açıklamaya göre, tasarruf paketi tüm kamu kurum ve kuruluşlarının yanı sıra KİT’leri, döner sermayeleri, fonları ve yerel yönetimleri de kapsıyor (bu durum istihdam yaratamama bağlamında, muhalefete geçen yerel yönetimler için ciddi bir sorun oluşturacaktır).

Etki analizine yer verilmeyen bir paket

Pakette, alınacak önlemlerin sayısal büyüklüğü, enflasyon, bütçe açığı ve ekonomik büyüme gibi makroekonomik değişkenler üzerindeki etkileri gibi önemli hususların yer almaması pakete yönelik eleştirilerin başında geliyor. Çünkü bu paketin, enflasyonla mücadele (dezenflasyon sürecine destek), verimli kaynak kullanımı ve sürdürülebilirlik gibi amaçlarla hazırlandığı ileri sürülüyor.

Saray’ın harcamaları?

Her ne kadar TBMM dışında tüm kamu kuruluşlarının tasarruf tedbirlerini uygulayacağı ileri sürülse de, Saray’ın harcamalarının bu tedbirlerin kapsamında olup olmayacağının muallakta olması da haklı bir diğer eleştiri konusu.

Ayrıca paketin asıl olarak harcamalardaki kesintilerle ilgili olması, örneğin vergisel tasarruf tedbirlerine (“kayıt dışılıkla mücadele” gibi yıllardır söylenenler dışında) yer verilmemesi de eleştiriliyor.

Gerçi bu paketin bir ilk olduğu ve bunun devamının geleceğinin açıklanması ilerde vergilerle ilgili düzenlemeleri de gündeme getirecektir. Buradaki sorulması gereken soru, “hangi sınıf ya da kesimlerin vergisinin artırılarak vergi geliri artışının sağlanacağı” sorusu olmalıdır.

Pakette öne çıkan tasarruf tedbirleri

Pakette sekiz başlık altında sıralanan tasarruflarla ilgili olarak emekçilerin gözüne çarpması gereken ilk tedbir (beklendiği gibi) “Personel Harcamaları”, yani kamu emekçileriyle ilgilidir. Zira pakete göre, kamuda yeni personel alımı üç yıl boyunca emekli olan kişi sayısıyla sınırlandırılacak.

Böylece işsizliğin gerçek anlamda artmaya başladığı bir dönemde kamunun istihdam yaratma kapasitesi iyice daraltılıyor. Bu tedbirin faturasını en çok da üniversite mezunu olup da kamuda işe girmeyi bekleyen gençlerin (başta atama bekleyen öğretmenler olmak üzere), kadro bekleyen taşeron işçilerinin ödeyeceği çok açık.

İkinci tasarruf kalemi bütçede “Cari Harcamalar” olarak geçen piyasadan mal ve hizmet alımlarıyla ve “Yatırım Harcamaları” olarak bilinen kamu yatırımlarıyla ilgili. Buna göre, deprem için harcanacak olan ödenekler hariç, mal ve hizmet alımı ödeneklerinin yüzde 10’u ve yatırım ödeneklerinin yüzde 15’i kesiliyor.

Savunma, güvenlik hizmetleri ve KÖİ projeleri istisna tutuluyor

Böylece, savunma ve ambulans alımı gibi alanlar hariç, üç yıl süreyle yeni araç satın alma ve kiralama yapılamayacak. Savunma ve güvenlik hariç, toplu taşıma olan yerlerde servis sözleşmeleri sonlandırılacak. Ayrıca yeni kamu binası, lojman ve sosyal tesis alımı, yapımı, kiralanması süresiz olarak durduruluyor. Keza savunma ve güvenlik amacıyla kullanılanlar hariç, binalar “ekonomiye kazandırılmak” adı altında özel şirketlere ve şahıslara satılacak (bu satışların kimleri zengin edeceği ise merak konusu).

Bir hesaplamaya göre, mal ve hizmet alımlarından 68 milyar TL ve yatırımlardan 95 milyar TL olmak üzere toplamda 164 milyar TL’lik bir tasarruf sağlanacak. Bu miktar GSYH’nin yüzde 0,4’üne denk düşüyor. (2)

Pakette köprüler, oto yollar ve şehir hastaneleri gibi döviz cinsinden ya da kura endeksli gelir garantilerine ilişkin bir tasarruf tedbirine rastlanmazken, kamu emekçilerinin sayısının sınırlandırılması, servis araçlarının kaldırılması ya da lojman sayısının azaltılması, aslında bir kemer sıkma tedbiri olan söz konusu kamusal tasarrufların sınıfsal karakterini de ortaya koyuyor.

Özetle, şu ana kadar ki israf düzeninin, bütçe açığının ve İktidar Blokunun yanlışlarının bedelini yine emekçiler ödeyecek.

Kamu harcamalarındaki tasarruf miktarı ne olmalı?

Peki, kamuda yapılması gereken tasarruf ihtiyacı, pakette önerildiği gibi 200 milyar TL’nin altında mıdır? Yoksa bunun çok üstünde midir?

Eski Hazine Müsteşar Yardımcısı R. Hakan Özyıldız’ın hesaplamasına göre, önlem paketinin, enflasyonla mücadele programına destek verebilmesi için, büyüklük olarak en azından 1,5 trilyon lira (milli gelirin yüzde 3,5’i) civarında bir büyüklükte olması gerekiyor.

Aksi halde kamu bankalarından borçlanacak ve 1 trilyon TL’yi aşan böyle bir borçlanmanın tamamı baskılanmış faiz oranından kamu bankalarından karşılanamayacağı için, bu durum faiz oranlarının artmasıyla, bu da faiz harcamalarının ve bütçe açığının büyümesiyle sonuçlanacaktır.

Bir TEPAV çalışmasına göre ise, aslında 2024 için toplam 1 trilyon 45 milyar TL’lik tasarruf alanı ve ayrıca alınacak tedbirlerle 300 milyar 309 milyon TL’lik gelir artışı imkânı var. (3)

Faiz harcamaları?

Saray’ın harcamalarının dışında, iktidarın tasarruf yapamayacağı harcama kalemlerinin başında kuşkusuz faiz ödemeleri geliyor.

Bilindiği gibi, 2024 yılı Merkezi Yönetim Bütçesi’nde faiz ödemeleri için 1 trilyon 254 milyar TL’lik, 2025 için 1 trilyon 809 milyar TL’lik ve 2026 için 2 trilyon 295 milyar TL’lik bir kaynak ayrıldı. Yani 2024-2026 dönemini kapsayan üç yıllık süreçte faiz için bütçeden 5 trilyon 358 milyar TL ödeme yapılacak ve böylece faiz giderlerinin bütçedeki payı yüzde 10,5’ten yüzde 14,3’e çıkacak.

NAS gerekçe gösterilerek 2021 yılında başlatılan faiz indirimlerine rağmen kamunun üzerindeki faiz yükünün (deyim yerindeyse) patlaması ayrıca sorgulanmalı ve bunun siyasal sorumluları hesap vermelidir.

Faiz ödemeleri bütçe açığının yüzde 53’ü kadar

Üstelik faizle ilgili durum faiz oranlarının tekrar yükseltilmeye başlandığı M. Şimşek’in son döneminde de kötüleşerek sürüyor.

Öyle ki Merkezi Yönetim Bütçesi açığı bu Nisan ayında yüzde 34,2 artarak 177,8 milyar liraya yükselirken, ilk dört aydaki açık yüzde 81 artışla 691,3 milyar liraya ulaştı. Ancak bu dört aylık dönemde faiz harcamaları yüzde 170 oranında artış kaydetti. Böylece faiz harcamaları toplam bütçe açığının yüzde 53’ünü oluşturdu. (4)

Faiz ödemelerinin bütçe açığındaki bu yüksek payı düşürülemediği sürece, bütçe açığının da, enflasyonun da artmaya devam edeceğini, böylece açıklanan bu tasarruf tedbirlerinin sonuç vermeyeceğini öngörmek için “ekonomist” olmaya gerek yok sanırız.

Vergisel teşviklere dokunulmuyor

22 yıllık AKP iktidarlarınca sermaye kesimine doğrudan kamu harcaması yoluyla destekler veriliyor (yüksek fiyatlı kamu ihaleleri, garantiler, piyasadan mal ve hizmet alımları gibi yollarla).

Ayrıca ‘vergi harcamaları’ adı altında bu kesimden vergi alınmayarak da bu destek dolaylı olarak sürdürülüyor. Uygulamanın adı da (vergi harcaması) bu işlev konusunda her hangi bir fikir vermediğinden, sermaye sınıfına yapılan böyle bir destek kolayca toplumdan gizlenebiliyor.

Nitekim 2024 yılı Bütçe Kanunu’nda bu rakam 2 trilyon 210 milyar TL olarak belirlendi. Dahası 2024-2026 dönemini kapsayan üç yılda bu tutar 8 trilyon 211 milyar TL’yi bulacak.

Pakette, vergi indirimi, muafiyeti ve istisnalarını içeren ve yüzde 90’ından sermaye kesiminin faydalandığı bu alanda önerilen somut bir tasarruf tedbiri mevcut değil (sadece bu ay içinde mevduat faizi gelirlerindeki stopaj oranları bir miktar artırıldı).

KÖİ projeleri ve şehir hastanesi ödemeleri kapsam dışı

Sermayeye verilen destekler bunlarla da sınırlı değil. KÖİ projeleri ve Şehir Hastanelerinin bütçeye çok ciddi bir yükü olmasına rağmen, pakette bu alana ilişkin de her hangi bir tasarruf tedbiri mevcut değil. Aksine bu alanda kullanıcı ücretlerine yüzde 60’a varan zamlar yeni yapıldı.

Örneğin sadece bu yıl bu projeler için 163 milyar TL civarında bir ödeme yapılacak. Yani iktidarın yapacağı tasarruflardan elde etmeyi beklediği miktar kadar bir para bu tartışmalı projeler için harcanacak.

Savunma ve güvenlik harcamalarında tasarruf yok!

Son olarak, bu pakette kayırılan harcamaların başında gelen bir diğer harcama kaleminin “savunma ve güvenlik harcamaları” olduğunun altını çizelim. Gariptir ki sağcısı, solcusu, muhafazakârı ya da liberali hiçbir yorumcu bu konuya hiç girmiyor, yorumda bulunmuyor.

Oysa yukarıda da belirtildiği gibi, diğer alanlardaki kamu personelinin servisleri ve lojmanları azaltılıp, genel olarak deprem ve zorunlu harcamalar hariç cari harcamalar düşürülürken, savunma ve güvenlik amaçlı olarak ayrılan ödeneklere dokunulmayacak. Yani mevcut rejime damgasını vuran güvenlikçi politikalar açıklanan tasarruf tedbirlerinde de kendini gösteriyor zira bu alan tedbirlerin dışında bırakılıyor.

Öte yandan, yine hatırlatalım önümüzdeki üç yılda savunma ve kamu düzeni/güvenlik harcamalarına bütçeden ayrılan pay yüzde 11,2’den yüzde 11,8’e yükselecek (faiz ödemeleri dışarıda tutulduğunda bu pay yüzde 12,6’dan yüzde 13,7’ye çıkacak).

Böylece 2024-2026 yıllarını kapsayan üç yılda bu harcamalar için bütçeden toplam 4 trilyon 869 milyar TL ödenek ayrıldı. Üstelik bu harcamalara Savunma Sanayi Destekleme Fonu’nun (SSDF) kaynakları dâhil değil.

Bazı kıyaslamalar

Türkiye’deki askeri harcamaların durumunu görebilmek için bazı kıyaslamalar yapmak yararlı olabilir.

Örneğin, NATO ülkeleri arasında en fazla askeri personele sahip ülkeler sıralamasında Türkiye, ABD’den sonra ikinci sırada yer alıyor. Ayrıca NATO üyesi ülkelerde askeri harcamaların kişi başı milli gelire oranı ile ilgili yapılan sıralamada Türkiye 7’nci sırada bulunuyor (bu oran Türkiye için 2023 yılında yüzde 0,016). Askeri harcamaların GSYH içindeki payı itibarıyla ise yüzde 1, 22 ile 9’uncu ülke konumunda. (5)

Son olarak,  Türkiye 11,702 adet tank ile dünyada en fazla tanka sahip bulunan 4’üncü ülke. İlk sırada 60,937 tank ile ABD, ikinci sırada 23,928 tank ile Rusya ve 3’üncü sırada 20,254 tank ile Çin gelirken; dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip ülkesi olan Hindistan’ın 8,309 ve nüfusu 90 milyona yaklaşan İran’ın sadece 2,878 tankı bulunuyor. (6)

Sonuç olarak

Açıklanan “kamuda tasarruf ve verimlilik paketi” süslü cümlelerle kamuoyuna sunulan ama öz itibarıyla tasarrufu sağlamaktan uzak ve eklektik bir paket olduğu gibi, sınıfsal karakteri itibarıyla faturayı emekçi halklara ödettirecek olan bir pakettir. Bu paketin adil bir vergilemeye dayalı bir kamu gelir ayağı ise mevcut değildir.

Bu paketi başka tasarruf paketlerinin izleyeceğinin açıklanması ise İktidar Blokunun örtülü bir IMF Kemer Sıkma Politikasını hayata geçirmeye başladığının bir itirafı niteliğindedir.

Devletlerin sosyal sınıflar karşısında tarafsız olmadığı bir gerçektir. Bu nedenle de devleti yönetenlerin hayata geçirdikleri bu tür tedbirler de tarafsız olamaz. Nitekim açıklanan paket sermayeyi, faiz lobilerini, yüksek kâra dayalı büyük alt yapı projelerini hayata geçiren yerli ve yabancı yatırımcıları koruyan, diğer yandan emekçileri zarara uğratan, işsiz ve yoksul bırakan bir pakettir.

Son olarak, bu paket devleti yönetenlerin militarist, güvenlikçi, otoriter karakterlerini de ortaya koymaktadır. Zira hemen her türden sosyal harcama kısılırken, savunma ve güvenlik harcamaları bu tasarruf tedbirlerinin dışında bırakılmaktadır. Bu durum emek, demokrasi ve barış mücadelesinin bir arada yürütülmesi gibi bir zorunlu görevi önümüze koymaktadır.

Dip notlar:

(1)    https://www.youtube.com/watch?v=UWpKu_FPuqU (15 Mayıs 2024).

(2)    https://www.ekonomim.com/ekonomi/kamuda-tasarrufa-uymayana-ceza-surprizi-haberi (14 Mayıs 2024).

(3)    Nasıl bir tasarımda yapısal ve mali nitelikli tedbir önerileri düşünülebilir? (Değerlendirme Notu / H. Hakan Yılmaz), https://www.tepav.org.tr (10 Mayıs 2024).

(4)    https://www.hmb.gov.tr/2024-nisan-ayi-butce-gerceklesme-sonuclari (16 Mayıs 2024).

(5)    https://www.statista.com/chart/14636/defense-expenditures-of-nato-countries (21 July 2022).

(6)    https://www.visualcapitalist.com/visualized-top-15-global-tank-fleets (15 March 2024).

 

 

8 Mayıs 2024 Çarşamba

Meşruiyet krizi ve muhalefet

 

İktidarın meşruiyet krizi ve ana muhalefetin tutumu

Mustafa Durmuş

8 Mayıs 2024


Son günlerde siyasetin gündeminde CHP Gn. Bşk. Özel ile AKP Gn. Bşk. Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında gerçekleştirilen ancak içeriği kamuoyu ile paylaşılmayan yüz yüze bir görüşme var.

Erdoğan’ın Özel’e iadeyi ziyaret yapması beklenirken ülkede siyasette bir yumuşama, normalleşme olacağı algısı da medya tarafından pompalanıyor. Gerçekten öyle mi? Özellikle de son 9 yıldır ülkeyi kutuplaştırarak, muhalefeti Şeytanlaştırarak yöneten İktidar Bloku acaba neden uzlaşma ya da normalleşme yolunu seçer?

Kaybedilen yerel yönetim seçimlerinin verdiği mesajı mı aldılar, yoksa ekonominin daha fazla gerginliği kaldıramaz durumda olması mı bunda etkili oluyor?

Ya da bu sadece zamana oynamak ve yükseliş içine giren muhalefetin enerjisini soğurmak, bu arada karşı karşıya kaldığı meşruiyet krizini aşmak için mi tüm bunlar yapılıyor?

Bu yazının asıl konusu bu son soru. Ancak bu soruyu yanıtlayabilmek için biraz derine inmek gerekiyor.

Meşruiyet krizi nedir?

31 Mart 2024’ta yapılan yerel seçimler başta Erdoğan’a ve AKP’ye olmak üzere, İktidar Blokuna ağır bir darbe indirdi. Öyle ki AKP 2002 yılında iktidara geldiğinden bu yana ilk kez ülke genelinde yapılan bir seçimde ikinci siyasal parti konumuna düştü. Kaybetmeye alışık olmayan Erdoğan, şimdi hem iç hem de dış politika açısından sonuçları olacak ciddi bir meşruiyet kriziyle karşı karşıya bulunuyor.

 “Meşruiyet Krizi” kavramı 1970’li yılların başlarından itibaren kullanılan bir kavram. Bu kavramın gelişkin ekonomilerde dönemin kapitalist refah devletlerinin inişe geçişi ile birlikte meşruiyet kaybına uğramasını anlattığı ve ilk olarak Alman sosyolog ve filozof J. Habermas tarafından kullanıldığı ileri sürülüyor.

“Ekonomik olanın siyasi olanla yeniden ilişkilendirilmesi meşrulaştırma ihtiyacını artırmaktadır. Devlet aygıtı artık liberal kapitalizmde olduğu gibi sadece genel üretim koşullarını güvence altına almakla kalmıyor, aynı zamanda aktif olarak üretimin içinde yer alıyor. Bu nedenle – pre-kapitalist devlet gibi - meşrulaştırılmalıdır ...” (1)

Britanyalı iktisatçı J. O’ Connor da 1973 yılında yayımlanan kitabında, kapitalist devletin sırasıyla; özel sermaye birikimini hzlandırmak ve bunu yaparken de sermayeye verdiği bu desteği toplum nezdinde meşrulaştırmak ihtiyacı içinde olduğunu ileri sürer.

Özellikle de “sosyal harcamaların” böyle bir meşrulaştırmayı sağlamaya hizmet ettiğini, ancak bu birbiriyle çelişen iki işlevin zaman içinde devletin mali bir krize girmesine, böylece devletin meşrulaştırıcı harcamalarını yapamamasına neden olduğunu ve bu durumun da devletin meşruiyetinin sorgulanmasına yol açtığını yazar. (2)

Eskisi gibi yönetememek durumu

Özetle söylemek gerekirse, meşruiyet krizi bir toplumdaki yönetenlerin  yönetsel işlevlerini tam olarak yerine getirememesini ve kamu kurumlarına ve politik liderliğe olan toplumsal inanç ve güvendeki düşüşü, dolayısıyla da iktidara olan toplumsal desteğin ciddi biçimde azaldığı bir durumu ifade ediyor.

Bir başka anlatımla bu kavramla, ciddi ekonomik krizlerle birlikte topluma daha önceki yüksek ekonomik büyümenin sağladığı göreli refahın artık sunulamamasının, yönetenlerin eskisi gibi yönetemedikleri, kendi iç çatışmalarının üstesinden gelemedikleri ve böylece yeni bir yönetim döneminin de önünün açıldığı bir politik duruma yol açması kast ediliyor.

Türkiye bir süredir böyle bir krizin emarelerine sahip. Ekonomi 2015 yılından bu yana inişte, yüksek enflasyon ve işsizlik, devasa bütçe açıkları ve kamu borçları ve geçen yıldan bu yana uygulanmakta olan kemer sıkma politikaları İktidar Blokunun gücünü ve toplum nezdindeki meşruiyetini zayıflattı. Özellikle de 31 Mart Yerel Yönetim Seçimleri böyle bir meşruiyet krizini iyice açığa çıkardı.

Otoriter sağ popülizmin bir sonucu

Erdoğan sağ popülist bir siyasetçi. Dolayısıyla da uygulamakta olduğu siyasetin önemli bir ayağını popülizm oluşturuyor (Hazine ve Merkez Bankası kaynaklarını ve ekonomi politikalarını ağırlıklı olarak hâkim sınıfların çıkarları için kullanmasının yanı sıra).

Erdoğan, 31 Mart Seçimlerine kadar, yozlaşmış seçkinlerle ve eski düzenle mücadele eden bir “halk adamı” görüntüsünü başarıyla sunabilmiş olsa da, bu yerel seçimlerin sonuçları artık halkın büyük bir kesiminin buna inanmadığını ortaya koydu. Çünkü yerel yönetimlerin büyük bir çoğunluğu ana muhalefet partisinin eline geçerken, Kürtlerin yoğunluklu yaşadığı illerde DEM Parti belediyeleri büyük ölçüde kayyumlardan geri almasını bildi.

Özellikle de siyasal kariyerine başladığı İstanbul’u bir kez daha açık ara kaybetmesi, partisini besleyen rant kaynaklarının kuruması anlamına geldiği gibi, İmamoğlu karşısındaki bu kaybı, toplum nezdinde bir meşruiyet kaybı da demek oluyor.

Bir türlü düşürülemeyen yüksek enflasyon ve beraberindeki derin yoksullaşma, AKP seçmenlerini küstüren ana nedenlerden biriydi. Haziran 2023’te Mehmet Şimşek’in Hazine ve Maliye Bakanı olarak yeniden atanması yüksek enflasyona neden olan düşük faiz politikalarından geriye dönüş anlamına gelse de, yerel seçimlerin arifesinde resmi enflasyon yüzde 70’ e yaklaşmıştı ve hala da artmaya devam ediyor.

Farklı kimlikleri  çatıştırma siyaseti bir yere kadar etkili

“Tek Adam Rejimi” yıllardır kimlikler üzerinden ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı bir siyaset izliyor. Ancak bu siyaset ekonomi iyi giderken işe yarasa da, yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı krizi sırasında pek işe yaramıyor.

Çünkü hızlı büyüyen ekonomi her zaman Erdoğan'ın cazibesinin en önemli kısmıydı, kimlik meseleleri ise kıyısından ona yardımcı oluyordu. Ancak 31 Mart Seçimlerinde her ikisi de çöktü. Yıllardır Erdoğan’ın en büyük gücü olan ekonomi şimdi onun en zayıf karnı haline dönüştü. (3)

Artık Türkiye ekonomisi, kısa vadeli tasarruf açığını kapatmak, ithalatı finanse etmek, vadesi gelen ciddi boyutlardaki kısa vadeli dış borç servisini yapabilmek ve yabancıların kâr paylarını ödeyebilmek için akbaba fonların, yabancı yatırımcıların iyi niyetine ve ABD ve Avrupa devletlerinin desteğine çok daha fazla bağımlı hale geldi.

İktidarın iktisadi manevra alanı hala çok dar

Cari açığın hala yüksek düzeyde seyretmesi, buna karşılık döviz gelirlerinin yetersizliği ve MB net döviz rezervlerinin (eksi) 50 milyar dolar civarına kadar düşmüş olması iktidarın uluslararası manevra alanını iyice kısıtlayan etmenler. Ayrıca izlenen daraltıcı para ve maliye politikalarının yüksek enflasyonu aşağıya çekme konusunda yeterli olmadığı da ortada.

Üstelik bu program başarıyla uygulanıp gereken yabancı kaynak akışı sağlansa bile, Şimşek’in kendi ifadesiyle, “uyguladığı programın ekonomi açısından olumlu sonuçlar vermesi (örneğin enflasyonun tek haneye düşmesi) en az iki yıl alacak”.

Diğer taraftan, bu süreçte Türkiye ekonomisi istikrara kavuşturulsa dahi, izlenmekte olan emek karşıtı ekonomi politikalarının (AKP’nin tabanını bu seçimlerde nasıl erittiği göz önüne alındığında), bu politikaların daha ne kadar sürdürülebileceğini kestirebilmek çok zor.

Kaldı ki gerek ekonomi yönetimi gerekse de uluslararası kuruluşlar, ekonomide iç ve dış istikrar sağlansa dahi, ekonominin AKP’nin ilk iktidar yıllarındaki büyüme oranlarını yakalayamayacağını kabul ediyorlar. Bu durum da Erdoğan ve AKP için ciddi bir sorun çünkü ekonomi yönetimlerine olan güveni yeniden tesis etmeleri uzunca bir zamanı alacak.  IMF ya da Dünya Bankası’nın, ülkede uygulanmakta olan programa dönük destek açıklamaları ise halkın sıkıntılarını örtmeye, onun düşüncesini değiştirmeye yetmeyecektir.

Cam tavan yıkıldı

Ekonomideki bu olumsuz tablonun yanı sıra, son seçimlerde toplumda mevcut otoriter yönetimin alt edilebileceği umudunun yeşermesi de Erdoğan’ın meşruiyet krizini derinleştiriyor. Erdoğan’ın yenilmezliği efsanesi çöküyor, bu da potansiyel devrimci dönüşümlerin önünü açıyor.

Ancak Erdoğan'ın direksiyonunda olduğu İktidar Bloku hala devleti ve merkezi iktidarı yönetiyor ve eğer demokratik muhalefet etkili bir erken seçim çağrısı yapmaz ve buna uygun demokratik kitlesel mücadeleleri örgütlemezse, örneğin sadece 2028’de yapılacağı bilinen genel seçimleri beklemekle yetinirse, çok önemli bir krizi fırsata çevirme şansını tepmiş olacak.

Zira önümüzdeki bu seçimsiz 4 yıllık süreçte köprülerin altından çok sular akar, yabancı sermaye ve ABD ve AB gibi devletlerin desteğiyle NATO üyesi Türkiye ekonomisinin krizi ve mevcut meşruiyet krizi (bu kesimlerce jeopolitik çıkarlar ve mülteci sorunu gerekçe gösterilerek) atlatılır. Bu konuda Erdoğan’ın ne denli tecrübe kazandığını ve yetenekli olduğunu unutmamak gerekiyor.

Diğer yandan CHP yönetiminin 2028 Genel Seçimlerine hazırlanmak ve kendilerinden birini Cumhurbaşkanı seçtirmek dışında bir stratejileri yok gibi görünüyor. Daha öncekiler gibi, mevcut yöneticiler de siyaseti toplumsallaştırmaktan ve toplumu siyasallaştırmaktan kaçınıyorlar ve siyaseti parlamentoya sıkıştırılmış bir temsil siyaseti olarak sürdürmeyi tercih ediyorlar. Bu nedenle de Erdoğan ile yapılan görüşmenin içeriği hakkında halkı bilgilendirme zahmetine katlanmıyorlar.

İktidarın önündeki seçenekler

Diğer taraftan, demokrasiden pek de haz etmeyen otoriter bir lider olarak Erdoğan’ın içine düştüğü meşruiyet krizi bu durumunu düzeltebilmesinin ilk yolu muhalefet üzerindeki baskıyı artırmak ve bazı illerden başlayarak ortaya çıkan seçim sonuçlarını kabul etmemekti. Bunu Van’da denedi ama başarılı olamadı. Kürtler demokratik haklarına sahip çıkarak direndiler ve CHP de açıktan onlara destek verdi.

İkinci yol ise dikkatleri dışarıya çekmekti. Bunu özellikle de Kuzey Irak ve Suriye’deki askeri politikalarıyla bir süredir yapıyor ama milliyetçilik de karnı aç insanlarda eskiden olduğu kadar etkili olmuyor artık.

Kaldı ki iktidar, Bölge’deki bu girişimlerinde ABD, Rusya ve İran gibi diğer oyun kurucuları da dikkate almak zorunda. Bir başka yumuşak karnı olan Filistin topraklarının işgali ile ilgili söylem üstünlüğünü ise seçimlerin bir diğer kazananı olan Yeni Refah Partisi’ne kaptırmış gibi görünüyor.

Yeni bir “çözüm süreci” beklentisi ne kadar gerçekçi?

Bu denli sıkışmış bir Erdoğan Rejimi, tıpkı 2003-2010 arasında olduğu gibi, neo liberal piyasacı ekonomi modeli üzerine oturtulmuş liberal parlamenter demokrasi ve Kürtlerle yeni bir çözüm süreci gibi bir seçeneği tekrar gündeme getirir mi?

Bir yandan, çok ağır bir kemer sıkma politikası uygularken, sokakta en son 1 Mayıs’ta görüldüğü gibi, tam bir polis devleti görüntüsü çizerken ve İktidar Blokunun küçük ortağı MHP’nin açık diktatörlük hevesleri sürerken, diğer yandan Erdoğan’ın böyle bir seçeneğe yönelmesi zor gibi görünüyor ama bütünüyle de imkânsız değil. Bu ancak iç toplumsal muhalefetin ve dışarının basıncıyla mümkün olabilir.

İktidara can suyu olma riski

Elbette başta Kürtler ve sosyalistler olmak üzere, toplumun önemli bir kesimi artık barış istiyor, eşitlik ve adalet istiyor, iş ve ekmek istiyor. Çatışmalara, kutuplaştırıcı dile son verilmesini istiyor. Ancak bu taleplerin Erdoğan rejimi tarafından kolayca manipüle edilebileceği unutulmamalıdır.

Bu konuda özellikle de ana muhalefet partisi CHP’nin yönetiminin müesses nizam tarafından kolaylıkla ikna edilme riski var. Bu ülkede söz konusu muhalefet partisinin bir önceki lideri, “Anayasa’ya aykırı ama bunu yapmak zorundayız” diyerek çok sayıda muhalif Kürt siyasetçinin içeri atılmasına yol açmamış mıydı? CHP’nin yeni yönetimini benzer bir hataya düşmekten alıkoyacak bir akıl ve irade partide mevcut mudur, yaşayıp göreceğiz.

Emek, barış ve demokrasi güçleri artık sahneye çıkmalı

Tam da bu noktada emek, demokrasi ve barış güçlerinin nasıl bir tutum takınması gerektiği son derece önemlidir. Burada yanıtlanması gereken soru şu olmalıdır;

 “Öznel niyetimiz farklı da olsa, meşruiyetini giderek yitirmekte olan bir otoriter rejime nesnel olarak yeniden meşruiyet kazandıracak, ona can suyu olabilecek işleri yapmalı mıyız?”

Bu bağlamda, örneğin, kendini muhalefette gören bazı siyasetçilerin ya da liberal iktisatçıların, ekonomiyi krizden çıkararak, yabancı sermaye girişlerini hızlandırarak, ödemeler dengesi krizini önleyerek ve bu süreçte ekonomiyi daha hızlı büyüterek yaratılacak olan kısmi istihdam ve gelirlerle yoksulların derdine çare olacağına inanmaları bizleri gerçekten endişelendirmelidir.

Uçuruma doğru son sürat gitmekte olan freni patlamış bir otobüste direksiyonu kontrol altına almak çok önemlidir ama bu müdahale otobüs yolcularını kurtarmaya yetmez. Önce otobüsü durdurmak, ardından da onun güvenli bir yoldan yolculuğuna devam etmesini sağlamak da gerekiyor.

Kısaca, İktidar Blokunun olası tuzakları konusunda, başta CHP olmak üzere, gerçek durumu göremeyen her yapıyı, her bireyi bilgilendirmek, bu konuda iktidarın politikalarını ve hamlelerini teşhir etmek ve bizi bekleyen daha büyük tehlikeler konusunda uyarmak gerekiyor. Unutmayalım ki faşizme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir.

Sonuç: Sadece meşruiyet krizinin varlığı devrimci değişim için yeterli değil!

Emekten, ekolojiden ezilen kimliklerden ve halklardan yana radikal bir değişim gerekiyor. Ancak bu değişim için, “yönetenlerin yönetemez duruma gelmeleri” anlamına gelen politik krizin varlığı (ekonomik krize ilave olarak)  yeterli değil.

Ayrıca tarih bizlere defalarca kapitalizmin çok derin krizlerinden bile beslenerek daha güçlü biçimde çıktığını ve kendiliğinden de çökmediğini de kanıtladı. Onu çökertecek bir özneye ve örgütlü bir harekete ihtiyaç var.

Yani vizyonu olan, canlı bir özneye (siyasal hareket/siyasal parti) ihtiyaç var. Bu özne doğru politikalarla işçi sınıfı ve ezilen halklar içinde hızlı bir biçimde kitleselleşebilir.

Radikal değişimin, zaman içinde ortaya çıkacak bir liderliği, örgütlü bir kitle hareketinin inşa edilmesini ve sabırlı, örgütlü bir mücadeleyi gerektirdiği unutulmamalıdır. Bu bağlamda kendiliğinden karşı çıkışlar ya da protestolar yeterli değildir. Keza hayata geçirilebilir bir devrimci, antikapitalist  seçeneğin ve buna uygun bir paradigmanın da ortaya konulması gerekiyor.

Ayrıca, dürüstçe bir hesap verilebilirlik olmaksızın her hangi bir durumu doğru okuyabilmek ve doğru yönlendirebilmek de mümkün değildir. Kötümser analizler pasifizme, aşırı iyimserlikse maceracılığa neden olur ki bu da uzun vadede hayal kırıklığı ve sonrasında pasifizm ile sonuçlanır.

Dürüstlük ve şeffaflık, aşırı güveni ve faydasız kötümserliği yenebilecek tek güçtür. Bunları kendi de müesses nizamın (kurulu düzen) bir parçası olan ana muhalefet partisinin yapabilmesi (en azından şimdilik) mümkün değil. Böyle bir duyarlılığı ancak ezilen halkların ve işçi sınıfının yanında yer alan sol-sosyalist bir siyasal parti gösterebilir.

Ancak bugün hala böyle bir özne oluşturulabilmiş değil. Bu nedenle de asıl yapılması gereken, nesnel koşulların elverişliliğinden de hareketle, böyle bir özneyi hızla inşa etmektir. Çökmekte olan bir rejime “ülke ekonomisinin çıkarları” gibi soyut kavramlardan yola çıkarak cankurtaran simidini atmak, tarihsel olarak geriye dönüşü mümkün olmayan ama daha tehlikeli bir diğer yanlışı daha yapmaktan öte anlam taşımayacaktır.

Muhalefet olabildiğince çabuk sokaklara geri dönmeli ve iktidarı, neo-liberalizmi ve eşitsizlikleri teşhir edip, eleştirirken, aynı zamanda kitlelere ekonomik ve politik alternatifler anlamında neler yapabileceğini de gösterebilmeli ve halkın iktidar blokuna olan güvensizliğini, kendine olan güvene çevirebilmelidir. Çünkü halk sadece iyi sözler duymak değil, kararlılık görmek ve yanında olacağı özneye güvenmek ister.

Son olarak, olumlu bir boyutuyla, yaşamakta olduğumuz çoklu krizler, insan, barış ve doğa merkezli bir uygarlığın inşası için toplumsal enerjiyi de harekete geçiriyor. Emek, ekoloji, kadın hareketi, kimlik mücadeleleri gibi çok sayıda cephede aktif olan bu heterojen yükseliş, tarihsel yörüngeyi “barbarlaşmadan büyük devrimci demokratik bir değişime” doğru yeniden yönlendirerek muazzam bir güce dönüşebilir.

Dip notlar:

(1)    Jurgen  Habermas, Legitimation Crisis. London: Heinemann. 1976, s. 36.

(2)    James O’Connor,  The Fiscal Crises Of the State, St.Martin’s Press, New York,  1973, Bölüm 2, s. 40-64.

(3)    https://www.nakedcapitalism.com/the-economy-finally-doomed-erdogan-in-major-defeat-in-turkish-local-elections-what-comes (3 April 2024).

 

 

5 Mayıs 2024 Pazar

Dünya Basın Özgürlüğü Günü

 

Basın Özgürlüğü mü dediniz?

Mustafa Durmuş

5 Mayıs 2024


Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) tarafından hazırlanan 2024 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi, Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde (3 Mayıs), açıklandı. (1)

Endeks 2002 yılından bu yana her yıl düzenli olarak hazırlanıyor. Kuruluş 2021 yılında medya ve akademik dünyadan uzmanlardan oluşan bir grubun yardımıyla yeni bir metodoloji de geliştirdi. Buna göre, bu yıl 180 ülke ve bölge, “siyasi bağlam, yasal çerçeve, ekonomik bağlam, sosyokültürel bağlam ve güvenliği” kapsayan beş göstergeye göre analiz edildi.

Kuruluş bu yıl “medya özerkliğine destek ve özgür haber yapma hakkına saygıda endişe verici bir düşüş ve devlet ya da diğer siyasi ve ekonomik aktörlerden gelen baskıda artış” olduğunun altını çiziyor.

Bu durum, sıralamanın oluşturulmasında kullanılan bu beş gösterge arasında, küresel ortalamada 7,6 puanlık bir düşüşle en fazla gerileyen göstergenin “Siyasi Gösterge” (Alt Endeks) olmasına dayandırılıyor.

Basın özgürlüğünde dünya çapında gerileme yaşanıyor

Analiz edilen 180 ülke ve bölgeden 138’inde ankete katılanların çoğunluğu ülkelerindeki siyasi aktörlerin dezenformasyon veya propaganda kampanyalarına aktif biçimde dahil olduğunu söylüyor. 31 ülkede siyasetin basına müdahalesi ise “sistematik” olarak tanımlanıyor.

Rapor yazarları ayrıca, Ekim 2023’ten bu yana gazetecilere ve medyaya yönelik rekor sayıda ihlalin yaşandığı Gazze’deki savaşa özellikle atıfta bulunarak, “gazetecilerin korunmasını sağlamak için uluslararası düzeyde siyasi irade eksikliğinin” altını çiziyor. Rapora göre, en az 22’si gazetecilik faaliyetlerini yürütürken olmak üzere, 100’den fazla Filistinli muhabir İsrail Ordusu tarafından öldürüldü.

Türkiye “çok ciddi ölçüde kötü durumdaki” ülkelerden biri

Daha geniş eğilimlere bakıldığında, 36 ülkenin endekste en kötü kategoride - basının durumunun “çok ciddi ölçüde kötü” olduğu - yer aldığı görülüyor. Aşağıdaki haritadan da görülebileceği gibi Türkiye bu 36 ülkeden biri. Ayrıca 49 ülke “zor durumda ülke” kategorisinde ve 50 ülke “sorunlu ülke” grupta yer alırken, 45 ülke “tatmin edici” ya da “iyi” bir duruma sahip. (2)

Diğer yandan, Norveç sekizinci kez üst üste birinci sıraya oturarak bir kez daha listenin zirvesinde yer alırken, onu Danimarka ve İsveç takip ediyor. Basın için en baskıcı ülkeler olarak kabul edilen son üç ülke ise Afganistan (178’nci sıra), Suriye (179’nci) ve Eritre (180’nci). Raporda şu ifadeler yer alıyor: “Son iki ülke medya için kanunsuz bölgeler haline geldi ve rekor sayıda gazeteci gözaltına alındı, kayboldu ya da rehin tutuldu.”

Otoriterlik arttıkça basın özgürlüğü yok oluyor!

Aşağıdaki tablo 2024 yılında, 180 ülke arasında, 100 puan üzerinden ortalama 31,6 puan ile ancak 158’nci sırada kendine yer bulabilen Türkiye’de otoriterleşmenin giderek artmasıyla birlikte medyadaki çoğulculuğun ortadan kalktığını gösteriyor. Üstelik Türkiye geçen yıla göre Siyasi Endekste (gösterge) beş sıra ve Hukuk Endeksinde dört sıra daha gerilemiş bulunuyor.

 

2024 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi Alt Göstergelerinde Türkiye’nin Yeri

 

Genel Endeks

Siyasi Endeks

İktisadi Endeks

Hukuk Endeksi

Sosyal Endeks

Güvenlik Endeksi

Sıralamadaki Yeri (--/180)

158

 

 

165

 

165

 

150

 

150

 

155

 

Puanı (--/100)

31,6

 

20.02

 

28.91

 

37.38

 

37.05

34,63

 

Sonuç olarak

Temel insan haklarının, bütçe hakkının, işçi haklarının, kadın haklarının, farklı kimliklerin kültürel hak ve özgürlüklerinin ve genel olarak hukukun üstünlüğünün sürekli olarak aşındırıldığı, başta büyük medya olmak üzere iletişim ve propaganda kanallarının devletin, sermaye gruplarının ve sivil toplum olma özelliğinden uzak dini cemaatlerin doğrudan kontrolü altında olduğu bir ülkede basının özgür olması beklenemez.

Ülkedeki iktidar bloku iktidara yönelik eleştirileri önleyebilmek için, tutuklamalar, sürgünler ve devletin denetleyici örgütü konumundaki RTÜK ve İletişim Başkanlığı dâhil olmak üzere, her türden siyasal ve iktisadi baskı aracını kullanmaktan çekinmiyor.

Ülke halkları için büyük fedakârlıklara katlanmış olan sosyalist gazeteci Celal Başlangıç’ın, yaptığı eleştirel habercilik yüzünden, kendi yurdundan uzak bir ülkede sürgünde (Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde) hayatını kaybetmesi, aslında ülkedeki basın özgürlüğünün gerçek durumunu göstermeye yetiyor.

Dip notlar:

(1)  https://rsf.org/en/2024-world-press-freedom-index-journalism-under-political-pressure (3 May 2024).

(2)  https://www.statista.com/chart/13640/press-freedom-index (3 May 2024)