28 Şubat 2015 Cumartesi

21.Yüzyılın Üçüzleri: İktisadi kriz, yeni bir paylaşım savaşı ve otoriterleşme

21.Yüzyılın Üçüzleri:
İktisadi kriz, yeni bir paylaşım savaşı ve otoriterleşme[1] 
Mustafa Durmuş
Sevgili Mustafa Kâhya’nın anısına,
1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın 100.yılındayız. Tarihin tekerrür ettiğine inanmıyoruz ama bu savaş öncesi koşullarla bugünün koşulları arasındaki benzerliklerin de göz ardı edilmemesi gerekir. Savaşların ve diğer uluslar arası gerilimlerin arka planında yer alan iktisadi gelişmelerin ve çıkar çatışmalarının bugünün bilgisi ile çözümlenmesi son derece önemli. Zira gelecek, belli evrimci kanunlar çerçevesinde geçmişte ortaya çıkan olaylar tarafından şekilleniyor. Bu, geleceğin bugünkü koşullara bakılarak tam olarak tahmin edilebileceği anlamına gelmez. Daha ziyade, tarihteki her hangi bir andaki bir toplumsal gelişmenin en doğru anlaşılabilmesinin yolunun, geçmişteki koşulları iyi çözümlemekten geçtiği, zira bu koşulların mevcut yapıların gelişimini şekillendiren koşullar olduğu anlamına gelir. Yani geleceğin koşulları bugünden belirlenmektedir. Bu bağlamda artık kalıcı bir durgunluğa dönüşmüş olan kapitalist krizin, militarizmin uluslar arası çapta yükselmesinin ve otoriterleşmeye yönelimdeki belirgin artışın bir arada görülmesi tesadüf değildir.

2008 yılında patlak veren kapitalist kriz, dünyada, özellikle de bazı büyük ekonomilerde, hızla bir ‘Büyük Resesyon’a,  kamu ve özel sektör borç krizlerine ve beraberinde de sosyal ve politik krizlere dönüştü. Öyle ki kriz Avrupa’nın sahillerine kadar ulaştı. Şu an itibariyle avro bölgesi krizi aşılamamakta, tam tersine giderek derinleşerek yayılmakta, çok daha fazla ülkeyi etkilemektedir. Bu gelişmelerin sonucunda bölgenin Kuzeyi ve Güneyi arasındaki farklılıklar daha da arttı ve Güney ülkeleri ekonomik açıdan önemli kayıplara uğradı.
Siyasal açıdan Avrupa’nın bütünleşmesinin geleceği ile ilgili umutsuzluklar da artmaya başladı. Öyle ki Avrupa Para Birliği’nin  (EMU) artık işlevsiz olduğundan hareketle bazı senaryolar üretilmektedir. Örneğin avro bölgesinin Merkez ve Çevre ülkeleri olarak ayrışarak ikili bir yapıda varlığını sürdüreceği, tam bir çözülme yaşanarak Birliğin bundan böyle sadece tek bir pazar olarak devam edebileceği ve Yunanistan, Portekiz, İspanya ve İtalya gibi ülkelerin avro bölgesini terk edecekleri (bunların içinde en gerçekçisi) senaryoları konuşulmaktadır[2].
Yaklaşık yedi yıldır onlarca trilyon dolarlık banka ve şirket kurtarması yapılmış, ‘miktarsal kolaylaştırma’ adı altında finansal kuruluşlara devasa miktarda nakit aktarılmış, reel yatırımları teşvik etmek ve ekonomide canlılık sağlamak gerekçesiyle neredeyse sıfıra yakın faiz politikası ve çok büyük çaplı kamusal alt ve üst yapı harcaması biçimindeki maliye politikaları uygulanmış olsa da bunların gerçekte işe yaramadığı ortaya çıktı.



Dünya ekonomisi: Düşük viteste yola devam…
OECD, Kasım ayında Avustralya’da yapılacak olan G-20 toplantısı öncesinde dünya ekonomisi ile ilgili beklentilerini açıkladı[3]. Buna göre, küresel hâsıla bu yıl yüzde 3,3, gelecek yıl yüzde 3,7 ve 2016 yılında yüzde 3,9 büyüyebilecektir. Bu oranlar gerçekleşse dahi kriz öncesi düzeylere erişilmiş olmayacaktır. Erişilmesi şüpheli bu büyüme hızları, ancak ABD’nin bu yıl yüzde 2,2 ve gelecek iki yıl ise sırasıyla yüzde 3,1 ve yüzde 3 oranında büyüyebilmesiyle gerçekleşebilecektir. OECD’ye göre Avrupa ve Japonya bu dönemde yüzde 1 büyürlerse şanslı sayılacaklar.
OECD Genel Sekreteri Gurra’nın açıklamalarına göre dünyanın büyük ekonomilerinin çoğunluğunun büyüme performansları hayal kırıcıdır. Bu da bir kez daha altı ay öncesindeki büyüme tahminlerinin yarım puana yakın düşürülmesine yol açtı. Bunun nedeni küresel yatırımların, yatırım kredilerinin ve uluslar arası ticaretin son derece cansız ve iştahsız olmasıdır. Bu da küresel toparlanmayı çok cılız bir o kadar da eşitsiz bir hale dönüştürmektedir[4].
Ayrıca toparlanmayı yavaşlatacak olan riskler mevcut. Bunlar; avro bölgesindeki durgunluğun kalıcı hale gelmesi, büyük ülkelerin uyguladığı farklı para politikalarının yükselen ülkelerde yaratacağı finansal kırılganlıklar (örneğin Fed’in muslukları sıkma politikası)  ve gelişmiş ülkelerdeki yüksek borç düzeyi ve kredi artış hızı gibi risklerdir. Bu riskler gerçekleştiğinde potansiyel büyüme hızları daha da düşecektir[5].
ABD ekonomisi: Askeri harcamalardaki artışlarla büyüyor, ancak yeni bir resesyon kaçınılmaz görünüyor!
Küresel kapitalist sistemin temel sürükleyicilerinden biri olan ABD ekonomisinin büyümesi 2013 yılında ortalama yüzde 2’ye kadar gerilerken[6], bu yılın ilk çeyreğinde ekonominin yüzde 2,9 oranında bir daralma yaşadığı açıklandı.  Böyle bir daralma, toparlanmanın başladığı yıl olarak kabul edilen 2009 yılından bu yana görülen en derin daralma olduğundan, bu gelişme hem dünyanın bu en büyük ekonomisinin yeni bir resesyona girdiği yönündeki tartışmaları yeniden başlattı, hem de küresel kapitalizmin geleceği ile ilgili endişeleri artırdı. Çünkü ekonomideki bu küçülme 2001yılında başlayan resesyon sürecinin tamamında yaşanmış olandan ve 1970 resesyonundaki küçülmeden çok daha büyük boyutta idi[7].
Kasım ayının ilk haftasında açıklanan yeni büyüme verilerine göre ise, ABD ekonomisi ilk çeyrekteki bu küçülmenin ardından, ikinci çeyrekte yüzde 4,6 ve üçüncü çeyrekte yüzde 3,5 büyümüş durumdadır. Ama büyümenin dinamiklerine bakıldığında bu olumlu tablo olumsuza dönüşmektedir. Zira üçüncü çeyrek büyümesinin temel sağlayıcıları kamu harcamalarındaki ve ihracattaki artışlardır. Örneğin özel tüketimin büyümeye puansal katkısı ikinci çeyrekten üçüncüye, yüzde 1.75 puandan yüzde 1.22 puana düştü. Asıl düşüş ise özel yatırım harcamalarında görülmekte. Bu harcamalar yüzde 1.45 puandan yüzde 0.74’e geriledi (yani büyüme içindeki payları yüzde 32’den yüzde 21’e geriledi). Özel yatırımların GSYH içindeki payı kriz öncesindeki düzeye hala geri dönemedi. Şirket kârları ya nakitte tutuldu ya hissedarlara yapılan kâr payları ödemelerinin artması biçiminde dağıtıldı ya da şirket hisselerinin değerinin yükseltilmesi için hisse geri alımı biçiminde değerlendirildi. Yeni fabrika ve teknoloji yatırımına pek rastlanılmamaktadır. İhracat artışının yanı sıra,  kamu harcamaları içinde belirgin katkıyı askeri harcamalardaki artışın (üçe katlanmış durumda)  sağlaması son dönem ABD’nin militarizme yönelimindeki artışı da göstermektedir[8].
Ekonomisinin yüzde 70’inin özel tüketime dayalı olduğu bir ülkede, perakende satışların Ağustos ayından bu yana düşüyor olması ve özel yatırımların da, beklendiği gibi, buna paralel bir biçimde giderek azalması, hem büyümenin ana kaynağı olan kârlılığın giderek düşmekte olduğunu, dolayısıyla da ufukta yeni bir krizin belirmekte olduğunu, hem de bir süredir sözü edilen, cılız da olsa, ekonomik toparlanmanın sona ermekte olduğunu ifade etmektedir.
Çünkü ABD özel sektör yatırımları ile reel GSYH büyümesi arasında yüksek bir korelasyon mevcuttur. Yatırım yapıldığında büyüme gerçekleşmekte ve yatırımlar da kârı izlemektedir.  Kârlar aşağıya döndüğünde, bir yıl kadar sonra yatırımlar ciddi biçimde azalmaktadır,  kârlar yükseldiğinde ise bir yıl içinde yatırımlar onu izleyerek artmaktadır.  ABD’de bu yıl belirgin bir biçimde kârlılık azaldı. Dolayısıyla da 2015 ortalarına doğru bu gelişme kendini yatırımlarda düşüş biçiminde gösterecektir. Yatırımlar GSYH büyümesi ile yakından ilişkili olduğundan bir yıl içinde resesyon riski oldukça yüksek gözükmektedir. Böyle olduğunda ekonomi geri vitese takabilir[9].
ABD’li bazı iktisatçılar da bu görüşü paylaşmakta ve 2014 yılında,  ABD ekonomisinin en iyi ihtimalle yüzde 2 oranında büyüyebileceğini ve resesyonun, resmi görüşün dışına çıkılarak doğru bir biçimde, resesyon öncesine ait, örneğin, GSYH, ihracat, perakende satışlar, istihdam, sınai üretim gibi temel ekonomik göstergelerin düzeyini yakalayamama durumu olarak tanımlanması halinde,  ekonominin yeni bir resesyonun içine sürüklenmekte olduğunu ileri sürmektedirler[10].

Avrupa: Deflasyonist süreç ve üçüncü dip resesyon ya da seküler stagnasyon…
Krizin en derinden etkilediği bölge kuşkusuz Avrupa ve özellikle de avro bölgesi adı verilen ve 18 ülkeden oluşan bir bölgedir. Çünkü bölgedeki ekonomik durum giderek kötüleşmekte ve bu gelişme bir “üçüncü dip resesyon” ya da “seküler stagnasyon” olarak tanımlanmaktadır.
Bu durumu öncelikle,  avro bölgesinin bütününe ait ekonomik büyüme verilerinden görebilmek mümkündür.
Eurostat’ın yeni GSYH hesaplama yöntemi ile Avro bölgesi 2014 yılının ikinci çeyreğinde yüzde 0,1 büyümüş görünmektedir (eski hesaplama altında sıfırdı). Bu çok düşük bir büyüme hızıdır.  Böyle sıfıra yakın bir büyümenin ana nedeni, bu çeyrekte,  bölgenin üç büyük ülkesinin ekonomilerinin, sırasıyla Almanya ve İtalya’nın yüzde 0,2 oranında daralması ve Fransa’daki büyüme oranının ise sabit kalmasıdır. Yani avro bölgesi GSYH’si 2007 düzeyini hala yakalayamadı.  İkinci olarak bölgenin bir bütün olarak sınaî üretimi düşüş içindedir. Öyle ki Ağustos 2013 ile kıyaslandığında sınai üretim bu yılın Ağustos ayında AB-28 ülkelerinde ortalama yüzde 0,8 ve avro bölgesinde yüzde 1,9 düştü[11]. Böylece sınaî üretim düzeyi dört yıl öncesi düzeyin bile gerisinde kaldı[12].
Avrupa’daki durgunluk AB Komisyonu’nun son raporu[13] ile de teyit edilmektedir.  Komisyon, Avrupa’da bu yılın bütününde büyümenin yüzde 1,3 ve avro bölgesinde yüzde 0,8 olmasını öngörmektedir. 2015’te rakamlar sırasıyla yüzde 1,5 ve 1,1 ve 2016 yılı için yüzde 2,0 ve 1,7 olacaktır. Fakat Komisyon’un daha önceki öngörülerini sıklıkla aşağıya doğru revize ettiği hatırlandığında bu öngörülerin gerçekleşmemesi hayli muhtemeldir[14].
Bu durum başka göstergelere de yansımış durumdadır. Örneğin bu yılın Haziran ayındaki tüketim harcamalarındaki gelişmeyi gösteren PMI Endeksi beklenen düzeyin altında kalmış, Ekim ayında FTSE Eurofirst Endeksi bir günde yüzde 3 değer kaybederken, anahtar endeks Eylül ayından bu yana yüzde 11 gerilemiştir[15]. ZEW’in tüm avro bölgesi için hazırlamış olduğu göstergelerde de bir kötüleşme söz konusudur. Ekim’de bu gösterge 10,1 puan düşerek değer 4,12’ye kadar geriledi. “Mevcut Ekonomik Durum Göstergesi” 13,0 puan düşerek eksi 56,8 oldu[16]. OECD verilerine göre kişi başına düşen hem yatırım hem de tüketimde 2011 yılından bu yana bir düşüş mevcuttur. 2005 yılında 100 olan endeksin değeri 2014 yılında yatırım malları üretiminde 95’e ve tüketimde 97’ye geriledi[17].
Hem yatırım hem de tüketim malları üretiminin ve bunlara olan talebin gerilemesi kuşkusuz bazı temel sınaî ürün ve gıda maddelerinin fiyatlarının da dünya çapında düşmesine neden oldu, bu da özellikle Avrupa’da deflasyonist gidişi hızlandırdı.
Öyle ki son aylarda Brent ham petrolünün fiyatı yüzde 28 ve demir cevheri fiyatı yüzde 40,  Bloomberg sınaî metal endeksi yüzde 37, altın fiyatları 2011 fiyatlarına göre yüzde 38, keza temel gıda maddeleri mısır (Haziran ayına göre) yüzde 22, hububat yüzde 16, soya fasulyesi yüzde 28  (son dört yılın en düşüğü) düştü[18]
Avro bölgesi krizi ‘Kapitalizmin Eşitsiz Gelişimi Yasası’nı doğrulamaktadır. Çünkü böyle bir eşitsiz gelişim bölgenin Merkez ve Çevre olarak farklılaşmasına ve bu da yapısal çarpıklıkların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu çarpıklıklar özellikle avroya geçişten sonra daha da artmış ve bugünkü krizi hazırlayan ana nedenlerden biri oldu. Yani,1980’lerden bu yana, özellikle de 1999 yılında ortak paraya geçişten bu yana, avro bölgesinde sistemik makroekonomik dengesizlikler ortaya çıktı.
Böylece Almanya’nın başını çektiği cari fazlaya sahip “Merkez Ülkeler Bloğu” ile Fransa’nın başını çektiği cari açığa sahip “Çevre Ülkeler Bloğu” şeklinde bir ayrışma görülmektedir. Başta Almanya olmak üzere Merkez ülkeleri hem teknolojik üstünlükleri hem de emek gücü maliyetlerini baskılayarak ihracat konusunda ciddi bir rekabet üstünlüğü sağladılar. Rekabet gücünü yitiren Çevre ülkeleri çok yüksek cari açıklarla karşı karşıya kaldı ve büyümelerini bu fazla sahibi ülkelerden yaptıkları ithalatlar, sağladıkları sıcak para ve spekülatif yatırımlardan oluşan balonlarla gerçekleştirdiler. Ancak cari açıklarının giderek artan boyutlara ulaşmasıyla Yunanistan, İrlanda, Portekiz ve İspanya gibi Güney’in bu zayıf ülkelerinde hem kamu borç stokları hem de özel sektör dış borç stokları sürdürülemez boyutlara ulaştı, işsizlik ve bütçe açıkları görülmemiş düzeyde arttı, büyüme oranları ve enflasyon hızla düştü.  
Bir başka anlatımla rekabet gücünü yitiren Çevre ülkeleri cari açık, Almanya gibi rekabetçi ülkeler cari fazla verdiler. Avro’ ya geçişle Almanya’nın cari fazlası daha da arttı. Güçlü Almanya oyunun kurallarını tek başına belirlemeye başladı. Bu durum başta Fransa ve ABD olmak üzere bölgenin içinden ve dışından diğer egemen devletlerle olan çatışmayı da artırdı.
Eurostat’n son verileri bu tespitleri doğrulamaktadır. Buna göre avro bölgesinin Güneyinde yer alan İspanya, Portekiz, İrlanda ve İtalya’daki GSYH düzeyi, kriz öncesi düzeyin yüzde 7 ve Yunanistan’da ise yüzde 25 düzeyinde daha düşük seyretmektedir. Yunanistan’daki resmi işsizlik oranı yüzde 26, İspanya’da yüzde 25, Portekiz’de yüzde 14, İtalya’da yüzde 12,3 ve İrlanda’da yüzde 11’in üzerindedir.  Kamu borç stokları ise Yunanistan’da 2009’da yüzde 127’den 2013’te yüzde 175’e, İspanya’da yüzde 53’ten yüzde 92’ye, İrlanda’da yüzde 62’den yüzde 123’e ve Portekiz’de yüzde 84’ten yüzde128’e çıktı[19]. İşsizlik tahammül edilemez düzeylerdeyken, bölgede reel ücretler ya sabit seyretmekte ya da düşmekte, yeterince yeni istihdam yaratılamamaktadır.
Almanya: Ekonomik durgunluk ve emperyal amaçlar iç içe…
Avro bölgesi ülkeleri içinde yer alan ve dünyanın en güçlü sınaî ürün üreticisi ve ihracatçısı konumundaki ülkelerinin başında gelen Almanya’nın krizden bu yana ilk kez ciddi bir daralmanın içine girmesi kötü durumun sadece Güneydeki ülkelerle sınırlı olmadığını,  giderek yaygınlaştığını da ortaya koymaktadır. 
Almanya avro bölgesi ihracatının motoru konumunda bir ülkedir. Bu nedenle de bu ülkenin ihracatındaki gerileme avro bölgesi resesyonunun da nedenlerinden biri oluşturmaktadır. Ancak Almanya’da Ağustos 2014’te ihracat yüzde 5,8 ve sınaî üretim endeksi Temmuz-Ağustos aylarında yüzde 4,3 düştü. Bu öngörülenden üç kat fazla bir düşüştür. Keza Alman “Yatırımcı Güven Endeksi” (ZEW) 10 ay üst üste (şu anda -3,6 puanda)[20] ve “İş Yapma İklimi Endeksi” (IFO)[21] beş ay üst üste geriledi. ZEW’in finans piyasası uzmanlarına göre orta vadede Almanya’nın iktisadi durumu daha da kötüleşecektir. Avro bölgesinin bazı kesimlerindeki jeo politik gerilim ve güçsüz ekonomik büyüme kalıcı belirsizliğin ana kaynağını oluşturuyor, bu da piyasaların endişesini artırmaktadır.

Sınaî üretim ve ihracat verilerindeki bu kötüleşmenin bir sonucu olarak Almanya, 2014 yılı bütüncül büyümesini yüzde 1,8’den yüzde 1,2’ye,  2015 için ise yüzde 2’den yüzde 1,3’e düşürürken,  IMF de paralel bir biçimde, Almanya için büyüme tahminlerini 2014 için yüzde 1,9’dan yüzde 1,4’e ve 2015 için yüzde 1,7’den yüzde 1,5’e çekti[22].  OECD’nin öngörüsü ise 2015 için yüzde 1,1 ve 2015 için yüzde 1,8’dir[23].

Kısaca Avrupa’nın bu en büyük ve en güçlü sanayi ve ihracat tabanına sahip bulunan ekonomisi de giderek daralmakta,  fabrikalara verilen siparişler ve ihracatlar azalmakta ve enflasyon oranı sadece yüzde 0,8’de kalarak bu durgunluğu pekiştirmekte ve ekonomiyi deflasyonist bir sürece doğru sürüklemektedir.  Bu da yaşanmakta olan krizin konjonktürel bir aşağıya doğru inişten,  bir iş döngüsünden,  bir çalkantıdan çok daha öte, ekonomideki sermaye birikim sürecindeki temel bir kırılma olduğunu ortaya koymaktadır.

Benzer gelişmeler diğer Avrupa ülkelerinde de yaşandığından The Economist Dergisi (Ekim 25-31 sayısında) dünyanın en büyük sorununun avro bölgesindeki deflasyona gidiş sürecinin hızlanması olduğunun altını çizmektedir.

Asya Pasifik Bölgesi: Hem kriz hem de bölgesel güçler arasındaki çatışmaların odaklarından biri!
Gelişmiş Avrupa bölgesi ekonomilerinde yaşanan deflasyon ve düşük enflasyon ciddi bir endişe kaynağı oluştururken, Japonya’da umut bağlanan Abenomics’in artık pilinin bittiği yaygın olarak kabul edilmektedir. Nitekim Aralık ayı itibariyle Japonya’nın resmi olarak krizden bu yana dördüncü kez resesyona girdiği açıklandı. Aynı ay resesyona giren bir diğer ekonomi Rusya ekonomisi oldu.
Yeni bir iktisadi çıkışın bel bağlandığı ve kendilerine bu nedenle de ‘yükselen ekonomiler’ adı da verilen bazı azgelişmiş ülkelerin küresel ekonomik büyümedeki payları ise yüzde 1,5 puan geriledi. Paralel bir biçimde dünya ticareti yavaşlamaktadır.  2014 yılının ilk yarısında bu yavaşlama iyice belirginleşmiştir.
Çin ekonomisindeki büyüme sadece hız kesmekle kalmadı. Bu ülkede sert bir çakılmanın işaretleri de mevcut. Zira dünyanın bu en büyük ikinci ekonomisinin 2008’den bu yana büyümesinin en önemli kaynağını oluşturan gayrimenkul piyasası inişe geçmiş durumdadır.
Yeni bir finansal kriz geliyor!
Küresel kapitalizmin bu iki büyük bölgesindeki ekonomik daralma, başta Fed olmak üzere birçok uluslararası örgütün büyüme tahminini bir kez daha aşağı doğru düzeltmesine neden olurken, başta IMF, ECB, DB, OECD ve BIS gibi kuruluşlar olmak üzere dünyanın ileri gelen iktisatçılarının büyük bir kısmı yeni bir finansal krizin patlamakta olduğu konusunda hem fikirler.
Krizin gelmesi kesin bir şey olarak görülürken, sadece ne zaman ve hangi ülkede önce patlak vereceğinin bilinmediğine vurgu yapılmaktadır.
IMF 2014 yılının Ekim ayında yayımladığı “Küresel Finansal İstikrar Raporu’nda[24] ABD’de faiz oranlarının yükselmesi ile azgelişmiş ülkelerden yabancı sermaye çıkışlarının artacağı ve bunun da küresel büyümeyi daha da yavaşlatırken, yeni bir finansal krizi tetikleyeceği uyarısında bulundu. Ardından yine bu ayın başlarında yapılan IMF ve DB toplantılarının sonucunda küresel büyüme tahminleri aşağı doğru düzeltildi. Böylece de bu yıl artık durgunluğun ve düşük büyüme hızlarının kalıcı bir durum olduğu net olarak ortaya çıktı.
Bu durumdan çıkış için IMF, yeni yayımladığı öngörülerinde,  Keynesyen maliye politikalarına dönüş yaparak, ekonomide kamusal alt yapı yatırımlarının artırılması gereğine işaret etmeye başladı. IMF’ye göre, kamusal alt yapı yatırımları kısa vadede hâsılayı olumlu etkilemektedir, zira mali çoğaltan ve özel sektör yatırımlarının içlenmesiyle toplam talep araktadır[25].
Aslında daha öncesinde, “Merkez bankalarının bankası” olarak da anılan BIS (Bank of International Settlement), 2014 yılı raporunda[26], tıpkı 2008 krizi öncesi gibi, merkez bankaları ve para politikaları aracılığıyla finansal balonların şişirildiğini ve bunun da yeni, fakat daha büyük bir finansal krizin koşullarını yarattığını açıklamış ve hükümetlere ve merkez bankalarına uyarılarda bulunmuştu.
2013 yılının Aralık ayında Der Spiegel’de yayımlanan bir makale[27] ise, finans sektörünün kendi içinden bir değerlendirmeyi içeriyordu. Burada özet olarak yeni bir finans balonunun küresel çapta şişirildiği ve buna bağlı olarak da yeni bir finansal krizin oluşmaya başladığı ileri sürülüyordu. Buna göre dünyanın her yerinde merkez bankaları faiz oranlarını neredeyse sıfıra kadar çekerek ve piyasalarda dolaşımda olan menkul kıymetleri satın alarak ekonomiye trilyon dolarlık nakit pompalıyorlar. Amaçları büyümeyi teşvik etmek olsa da, bu eylemleri başta menkul kıymetler borsası ve emlak piyasalarındaki fiyatların hızla yukarı çıkmasına yol açıyor. Çünkü bu eylemler, özel tüketim ve kurumsal yatırım harcamalarını artırmadığı gibi,  borçlanmayı hiç olmadığı kadar kolaylaştırıyor, tasarruf yapmayı anlamsızlaştırıyor, finansal yatırımcıları çok riskli anlaşmalara kolayca imza atmaya sevk ediyor. Borsadaki menkul kıymetlerin değerleri patlama yaparken, emlak fiyatları alarm verici bir düzeye yükseliyor. Şirketler ise görülmedik ölçüde borçlanıyorlar. Yani merkez bankası parası oldukça yoğun bir suni gübre gibi işlev görüyor. Kısa zamanda büyük çapta ürün verirken, sonuçta potansiyel bir tahribata neden oluyor. Bu nedenle de artık sadece Robert Shiller gibi alanda meşhur Nobel ödüllü akademisyenler değil, içerden yatırımcılara göre, yeni bir finansal krizin çıkacağı kesin ama ne zaman olacağı tam olarak bilinemiyor.
Giderek büyüyen finansal balonların temel bir göstergesi kuşkusuz finansallaşmanın diğer yüzü olan borçlanma ve gölge bankacılığının (hedge fonları, sigorta şirketleri, private equity fonları brokerlar vb) durdurulamaz yükselişidir.
Öyle ki Lehman Brothers’in batışından bu yana, finans sektörününki hariç olmak üzere,  dünyadaki borç stokları yüzde 38 oranında arttı. Yani kamu ve özel borç stoku 2008’de yüzde 180 iken, 2013 yılında yüzde 212’ye yükseldi. Böyle hızlı bir finansallaşma sonucunda dünya borsaları gerçek değerlerinin yüzde 30 üzerine çıkarken, trilyonlarca dolar da aralarında Türkiye’nin de bulunduğu azgelişmiş ülkelerdeki konut ve inşaat sektörüne aktı. Bu ülkelerin bazılarında konut fiyatlarındaki bu artış yüzde 180’i buldu.  Balonun büyüğü ise Çin’de oluştu. Çin Hükümeti şu ana kadar ekonomiye trilyonlarca dolar pompalarken bu durum 4,4 trilyon dolarlık bir gölge bankacılığına ve bir o kadar da konut balonunun şişmesine neden oldu. Çin’in toplam borcu (finans hariç) 2008’de yüzde 147 iken 2013 yılında yüzde 217’ye fırladı[28].
Gölge bankacılığının tüm dünyada işlem hacmi 70 trilyon doları buluyor. Öyle ki ABD’de gölge bankacılığı normal bankacılık sisteminin iki buçuk katına çıktı[29]. Bu tür bankacılığın en önemli finansal aracı ise türev araçlardır. Bunlar “değerleri başka menkul değerlerden türetilerek oluşturulan finansal kâğıtlar ya da fonlar /menkul kıymetler” olarak tanımlanmaktadırlar. Temel özellikleri ise yüksek spekülatif kazanç sağlamaları, dolayısıyla da yüksek riske sahip bulunmalarıdır.
Şu anda beş büyük ABD bankasındaki türev araç riskinin her bir banka için tutarı 40 trilyon dolardan fazladır. Bu araçların ticareti modern bir kumar şeklinde yürümektedir. Öyle ki son dönemde bankalar Wall Street’i gezegenin en büyük gazinosuna dönüştürdüler. New York Times’ın bir haberine göre, ABD bankalarının bilançolarında şu anda 280 trilyon dolarlık türev araç stoku mevcuttur[30].  Tüm dünyada ise 700 trilyon dolarlık bir türev araç stoku var. 2008 krizi patladığında bu 500 trilyon dolardı[31]. Bu bir yandan çok yüksek bir türev ticareti gelirine işaret ederken, diğer yandan da bu türev araç balonu patladığında ortaya çıkacak olan hasarın miktarının tahmin edilemeyecek kadar yüksek olacağını göstermektedir.
Kısacası yeni bir bankacılık krizi kapıdadır. Ancak bu kez devletin bankaları kurtarması gündemde olmayacaktır. Zira ABD’de, Dodd-Frank Yasası’na göre, müflis bankalar müşterilerinin hesaplarına el koyabilecektir (bailing in). Bunlara yerel hükümetlerin mevduatları da dâhildir. Türev alacaklar iflas durumunda ilk ödenecekler arasında yer aldığından, zarar büyük olduğunda diğer alacaklıların paraları ödenmeyecektir[32].
Dünyanın ileri gelen iktisatçılarının değerlendirmeleri de dâhil tüm bu resmi kuruluşların raporlarından ortaya çıkan gerçek, 2008 krizinden bu yana uygulanan onlarca trilyon dolarlık parasal kolaylaştırma politikalarının esas olarak yeni finansal balonların şişirilmesine yaradığıdır.
Bir başka anlatımla, bankalara ve büyük yatırım fonlarına aktarılan bu taze para reel sektör yatırımcılarına ulaşmadı, daha ziyade finans piyasalarında yeni ve büyük karların yaratılması ve spekülatif kazançlar için kullanıldı. Böylece özellikle Fed ve ECB ve BoJ gibi merkez bankaları eliyle yeni balonlar şişirilirken, özel yatırımlar çok düşük düzeyde kaldı.
Diğer taraftan bu kez durum 2008 öncesinden de ciddi gözükmektedir. Zira 2008’den farklı olarak tüm kapitalist metropol ekonomileri çok borçlu durumundadır (hem kamu hem de özel sektör borçları anlamında). İlave olarak, bu borçların son tahlilde geri ödenmesini sağlayabilecek tek mekanizma olan ekonomik büyüme hızları çok düşük hatta bazılarında ekside kalmaktadır.
Öyle ki 2007-2013 döneminde tüm gelişmiş kapitalist ekonomilerde toplam borç stokları hızla arttı.  Finans dışı borç stoklarının GSYH’ye oranları ABD’de ve Avro bölgesinde % 300’ü, Japonya’da ise % 450’yi aştı. Çin’de ise finans dışı özel sektör borcunun GSYH’ye oranı 2007’de  % 103’ten 2014 yılında % 190’a çıktı[33].
Bu da gelişmiş kapitalist ekonomileri kriz karşısında daha kırılgan bir hale getirmektedir. Bu nedenle de bir yandan uluslar arası sermaye hareketleri üzerinden (Fed’in miktarsal kolaylaştırmadan vazgeçmesi ve ABD faiz oranlarının yükselmesi, döviz kurlarının düşürülmesi vb) krizlerini giderek bu kaynaklara bağımlı bir biçimde büyümelerini sürdüren Türkiye gibi azgelişmiş ülkelere yıkarken, aynı zamanda da devlet aracılığıyla tüm dünyada emekçileri daha da baskılamalarına, yeni kemer sıkma politikalarına razı etmelerine, bunun için otoriterleşmeye yönelmelerine ve emperyalist savaşlar gibi askeri yollarla krize çözüm aramalarına neden olmaktadır.
Kriz azgelişmişlere aktarılıyor!
Kapitalist kriz artık uluslararası sermaye hareketlerinin doğrudan ve dolaylı etkileri aracılığıyla giderek azgelişmiş ülkelere, özellikle de bunların içinde bir süredir büyüme performansları ile dikkatleri çeken ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu, “yükselen ekonomiler” olarak da adlandırılan bazı ülkelere yıkılmaktadır.  Yani emperyalist kapitalist ülkeler 2013’ten bu yana ekonomik sıkıntılarının bir kısmını,  krizin maliyetini azgelişmiş ülkelere ödettirerek aşmaya çalışmaktadırlar.
2008 yılından bu yana, özellikle de 2010’dan sonra, gelişmiş ülkelerde uygulanan ve finans piyasalarına bol ve düşük faizli para enjeksiyonu ile sonuçlanan miktarsal kolaylaştırma politikaları ile bu fonların hatırı sayılır bir kısmı yükselen ekonomi piyasalarına yöneldi. 2010 öncesinde gelişmiş ülkelerden yükselen ekonomilere akan sermaye toplamda hiçbir zaman 400 milyar doları aşmazken, bu rakam 2011 yılında 1,5 trilyon doları ve 2013 yılında 2,5 trilyon doları buldu. Yükselen ekonomiler bu politikalardan geçici de olsa iki türlü fayda sağladılar. Gelişmiş ülke merkez bankalarından özel bankalara ve fonlara yapılan enjeksiyonlardan yararlandıkları gibi, Çin’in teşvik uygulamalarıyla artan ithalat talebini karşılamaya dönük olarak bu ülkeye olan ihracatlarını artırdılar.[34]
Ancak 2013 yılında bu durum esastan değişmeye başladı. Metropollerde finansal sisteme yapılan enjeksiyonlar özel bankacılık sisteminin zararını telafi ederken, reel ekonomiye gözle görünür bir fayda sağlamadı Keza siyasal iktidarlar parasal genişleme politikaları ya da miktarsal kolaylaştırmanın yeni balonların şişirilmesine neden olduğunu görmeye başladılar. Bu da yeni bir finansal krizin oluşumuna neden olabilecekti. Ayrıca özellikle de ABD’de enflasyon giderek artmaya ve bir istikrarsızlık kaynağı olmaya başlamıştı. Bu nedenle de bu fonların aşamalı da olsa geri çağırılması gerektiği düşüncesi giderek kabul görmeye başlamıştır.
Bir başka anlatımla, Fed uzunca bir süreden beri, bu program ile her ay 85 milyar dolarlık piyasadaki dolaşımda olan hazine bonosu ve tahvilleri, şirket hisse senetlerini ve gayrimenkul tahvillerini, karşılığında para basarak ya da bankaların rezervlerini artırarak satın alıyordu. Bu geleneksel olmayan parasal teşvik, Fed ve diğer merkez bankalarının ticari bankalara borç verme faizini sıfıra kadar çekmeleri sonrasında ve ekonomilerin ‘Büyük Resesyon’dan çıkışlarına destek olsun diye uygulanıyordu. Buradaki gerekçe de şu idi: Faiz oranları sıfırlandıktan sonra ekonomi ancak miktarsal olarak teşvik edilebilirdi. Yani bu ucuz paradan ziyade bol para politikası gerekliydi.
2008 yılından bu yana uygulanmakta olan miktarsal kolaylaştırma ile Fed’in bilançosu 4 trilyon dolara kadar büyüdü (milli hâsılasının dörtte birinden fazla).   Bu ana kadar daha önce hiçbir merkez bankası böyle bir para basma operasyonuna yönelmemişti. Paraların önemli bir kısmı finansal sektörü deyim yerindeyse patlatmaya yaradı. Öyle ki 2012 yılında başlatılan üçüncü miktarsal kolaylaştırmadan bu yana S&P 500 Endeksi yüzde 42 oranında yükseldi[35]. Bu da süper servet sahibi süper zenginlerin servetini daha da artırmalarını sağladı.  Benzer bir durum Avrupa ve Japonya’da da gerçekleşti. Dünya çapında merkez bankalarının piyasalara şu ana kadar 7-10 trilyon dolar taze para enjekte ettikleri tahmin edilmektedir[36].
Ancak bu politika yeni finansal balonların şişirilmesine neden olurken, bu şekilde oluşan bol likiditenin bir kısmının da daha yüksek getiri için “sıcak para” biçiminde,  “yükselen ekonomiler” olarak adlandırılan azgelişmiş ülkelere yönelmesine yol açtı. Böylece hedge fonları, ucuz faiz ile Hindistan,  Brezilya ve Türkiye gibi ülkelere milyarlarca dolar akıttı ve bu ülkelerdeki düşük kur- yüksek faiz makasından ciddi getiriler sağladı. Örneğin Türkiye son on yıldır küresel yatırımcıların en çok sevdiği ülkelerin başında geliyordu. Bu durum, kalbi duran bir adamın elektro şok tedavisi yapılarak hayata döndürülmesine benziyordu[37]. Bunun bedeli ise borsada, inşaat ve konut piyasalarında giderek sürdürülemez balonların şişirilmesi ve yeni bir finansal kriz ile bu balonların patlaması riski idi.
Fed para musluklarını sıkarken, ECB ve BoJ muslukları daha da açıyor: Küresel güçler arası kavga kızışıyor!
Fed bir süredir almaya çalıştığı, ama resesyonu derinleştireceği endişesiyle sürekli ertelediği para musluklarını kısma kararını nihayet Ekim 2014’te almak durumunda kaldı. Buna göre, Fed’in finansal piyasalardan yaptığı aylık 85 milyar dolarlık menkul kıymet alımına son verilecektir. Ancak bu karar, piyasalara verilen ve mevcut konumda sıfıra yakın olan faiz oranlarının 2015 yılına kadar yükseltilmeyeceği teminatı ile birlikte açıklandı.
ECB (Avrupa Merkez bankası) ise bu yılın Eylül ayında belirlenmiş olan binde 5 düzeyindeki yeniden borçlanma faizlerini yükseltmezken (yani düşük faiz politikasını sürdürürken) 6 Kasım’da ECB Başkanı Draghi yaptığı açıklamada parasal sisteme 1 trilyon avroya kadar taze para enjekte etmeye hazır olduklarını belirtti[38]. Keza Japon merkez bankası BoJ da mevcut miktarsal kolaylaştırma politikasının piyasadan alım oranının artırılması suretiyle genişletilerek sürdürüleceğini açıkladı. Buna göre BoJ yıllık hazine tahvili geri alımını, tarihinde görülmemiş bir miktara,  750 milyar dolara yükseltti[39].  Bu oran Japonya’nın yıllık GSYH’sinin yüzde 15’ine eşit ve oransal olarak Fed’in ve diğerlerininkinin alımlarının çok üstündedir.
Bu iki farklı politikanın, ekonomilerin farklı cari durum ve ihtiyaçlarından kaynaklandığı ileri sürülebilir.  Örneğin Fed, ABD ekonomisinin özellikle de emek gücü piyasalarında kendi ayakları üzerinde durabilecek noktaya geldiği (işsizlik oranını yüzde 6’ya kadar çektiği), bundan öte bir parasal teşvikin enflasyonist olacağına inanıyor, dolayısıyla da yeni bir finansal krizin ve enflasyonist sürecin önünü açmak istemiyor olabilir.
Diğer yandan Japon ekonomisi hali hazırda kendi ayaklarının üzerinde duruyor olsa da yeni bir resesyona doğru savrulma ihtimali bir hayli yüksektir[40]. Böylece BoJ ekstra enjeksiyon ile 2015’te ekonomiyi canlandırmak istemektedir. Ancak miktarsal kolaylaştırmanın genişletilerek sürdürülmesinin dünyanın iki büyük ekonomisi olan Avrupa ve Japonya’yı resesyondan çıkaracağı konusu oldukça şüphelidir.
Hatta bazı iktisatçılara göre[41] bu politika sonuç vermeyecektir, gerçekte geçmişte de işe yaramamıştır. Bu politikanın ABD’de işe yaradığı ve ekonomik toparlanmanın gerçekleştiği şeklindeki tez ise geçerli değildir, zira ABD’de ‘Büyük Resesyon’un sonlanmasının ardından elde edilen ortalama büyüme hızı öncekinin yarısı kadar olabilmiştir. Keza bir bütün olarak 2010 yılından bu yana Fed dâhil tüm merkez bankaları miktarsal kolaylaştırmaya başvurdular ama büyüme çok cılız kaldı, istihdam ve yatırımlardaki canlanma ise son derece güçsüz oldu. Bugün Japonya ve avro bölgesinde deflasyon hayaleti dolaşmaktadır.  Adeta kalıcı bir stagnasyon bu büyük ekonomileri ele geçirmiştir. Yani şu ana kadar bu politikaların krizdeki ekonomileri ayağa kaldıramadığı net bir durumdur.
Bu somut gerçeklik miktarsal kolaylaştırmanın teorik arka planında yer alan Miktar Teorisi’nin de (MV=PT) aslında gerçek hayatta geçerli olmadığını göstermektedir.  Zira para miktarının (M) devasa artmasına rağmen ne enflasyon (P) ne de hâsıla (T)  kıpırdamadı. V, yani paranın dolaşım hızı ise düştü. Bu da şunu doğrulamaktadır:  Piyasada paraya ya da krediye olan talep, para arzının sürükleyicisidir, yani para arzı, paraya talep yaratmamaktadır. İktisadi faaliyetler yavaş olduğunda para talebi de düşük kalmaktadır.  Uygulamada, ekonomiyi büyütemeyen trilyonlarca dolar bankacılık sistemine aktı, orada bilançoların toparlanması ve karların restorasyonu için kullanıldı. Finansal varlıklara akıtılarak devasa balonlar şişirildi öyle ki hem devlet tahvillerinin hem de özel sektör menkul kıymetlerinin, borsanın değerleri yetmiş üç ayda rekor seviyelere ulaştı. Diğer yandan finansal piyasaların patlaması reel sektörün canlanmasını sağlamadı, hatta gerilemesine neden oldu ve sonuçta da bu varlıkları ellerinde tutan en zengin yüzde 1 bu işten kazançlı çıktı[42].
Öyle ki Credit Swiss’in 2014 Yılı Küresel Servet Raporu’na göre, dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’i küresel servetin yüzde 48’ini (2013’te yüzde 41 idi), en zengin yüzde 10’u yüzde 87’sini (2013’te yüzde 86 idi) ve en yoksul yüzde 50’si ise toplam servetin yüzde 1’inden azına (2013’te yüzde 1 idi) sahiptir. Bu analiz 200 ülkeyi ve 4,7 milyon yetişkini kapsamaktadır[43].

Avrupa açısından, ECB’nin parasal kolaylaştırmayı genişleterek sürdürme kararının, bir süredir dillendirilen “yapısal reform” dayatması ile birlikte değerlendirildiğinde, reel sektör yatırımlarını canlandırmak ile ilgisini kurmak oldukça zordur. Bu kararın asıl nedeni hem Avrupa hem de dünyadaki bankacılara ve finansal spekülatörlere deflasyona gidiş süreci içinde yardımcı olacaklarının güvencesini vermektir. Zira bir süredir bölge deflasyona sürüklenmekte ve bunun bir borç deflasyonu ile neticelenmesi riski artmaktadır[44].

Bir başka açıdan, Fed’in muslukları sıkma kararı enflasyon ve yeni bir finansal kriz endişesi yaşayan egemen sınıflar arası bölünmenin, Avrupa ve Japonya’nın miktarsal kolaylaştırmayı genişleterek sürdürme kararı ise küresel kapitalist güçler arasındaki çatışmanın daha da artacağının bir işaretidir.

Fed’in kararı ile bağlantılı olarak piyasadaki paranın giderek daralmasının ve 2015 yılından itibaren faiz oranlarının yükselmesinin hem ABD’de, hem de yabancı sermaye hareketlerine son derece bağımlı ve bu nedenle de bu hareketlerdeki dalgalanmalar karşısında son derece kırılgan olan Türkiye gibi ekonomiler üzerinde etkisi büyük olacaktır. Örneğin, ABD’de tıpkı 2008 krizi öncesinde gayrimenkul piyasasında 2001 yılından bu yana uygulanan düşük faiz ve bol para ile şişirilen balonların bir anda faiz oranlarının üç katına  (yüzde 5.25) çıkması sonucunda patlayarak 2008 krizini tetiklemesi gibi[45], 2015 yılından itibaren yükselecek olan faizler benzer bir finansal çöküşe, kârların azalmasına ve ardından bir ekonomik krize neden olabilecektir.
Azgelişmiş ülkeler yönünden ise,  IMF’nin de son raporunda işaret ettiği gibi, bu karar, eğer ECB ve BoJ’un ters yönlü kararı ile dengelenemezse,  azgelişmiş ülkelerden yabancı sermaye çıkışlarını artırırken, yeni girişleri caydırıcı olacaktır. Yabancı sermaye çıkışı sonucunda, geçtiğimiz yıllarda görüldüğü, gibi döviz kuru yükselecek, doğrudan yabancı sermaye yatırımları azalacak, enflasyon artıp, ihracat yavaşlayacak ve tüm bunlar da azgelişmiş ekonomilerin daralmasına neden olacaktır. Özellikle büyümeleri ihracatlarına bağımlı olan yükselen ekonomiler bu gelişmelerden çok ağır bir biçimde etkilenecektir. Uluslar arası sermaye hareketleri üzerinden kriz aktarma konusunda en riskli ülkelerin başında ise Türkiye’nin geldiği açıktır.
Kısaca dünya uzun süreli bir durgunluk ve daha da derinleşmekte olan resesyon dönemine girmektedir. IMF, merkez bankalarının sözcüleri, hazine bakanları ve önde gelen iktisatçıların Eylül- Ekim aylarındaki toplantılarından avro bölgesinin yeni bir resesyona doğru gittiği, Çin’deki büyümenin ve yükselenlerdeki genişlemenin yavaşladığı değerlendirmeleri çıkmıştır.
Genevre’de toplanan iktisatçılarca hazırlanan rapor[46],  kapitalist çöküşün en önemli iki ekonomik göstergesinin reel sektördeki yatırımların yetersizliği ve yeni bir finansal krizin koşullarını oluşturan kredi balonlarının dünya ekonomisi için vazgeçilemez bir boyuta erişmesi olduğunun altını çizmektedir.
Bu arada aynı ay içinde büyük uluslar arası bankaların ve diğer finans kuruluşlarının temsilcileri bir araya geldiler ve bu noktaya gelmenin nedenini 2008 krizi sonrasındaki regülasyonlara bağladılar. Bu mevcut finansal sistemin krizlerden azade olmasını sağlayacak reformların imkânının da kalmadığını göstermektedir. Her yeni regülasyon yeni bir çalkantının yeni kaynağını oluşturabilmektedir.
Tüm bu toplantılar sırasında kriz noktasına nasıl gelindiği konusunda değişik görüşler ileri sürülmüş olsa da çözümler konusunda gerçekte ortaya hiçbir öneri konulamamıştır. Bu durum 1930 krizi öncesinde yapılan ve her katılımcının krizin gelmekte olduğunu bildiği ama önlem olarak ortaya koyabilecek bir şeylerinin olmadığı “Uluslar Ligi” toplantılarına benzetilmektedir[47].
Yani bu üst düzey toplantılardan her hangi bir sonuç çıkmaması, kapitalist üretim tarzının kendi içinden, mevcut küresel krize ekonomik bir çözüm sunmasının olanaklarının iyice daraldığını ortaya koymaktadır.
OECD’nin önerileri ise şu ana kadar denenmiş olanlardan fazlasını içermemektedir: Talebi destekleyecek, deflasyona gidiş sürecini durduracak para politikalarının sürdürülmesi ve bunlara yeni araçların dâhil edilerek genişletilmesi, büyümeyi destekleyen maliye politikaları ve yapısal reformların hızlandırılarak sürdürülmesi. Örgüt büyümenin yüzde 35’inin istihdam artırıcı politikalardan, yüzde 31’inin yatırım teşvik edici politikalardan ve alt yapı yatırımlarından, yüzde 19’unun rekabetin artırılmasından ve yüzde 15’inin ticaretten geleceğine ve eğer tüm bu tedbirler alınırsa 2018 yılında G 20 GSYH’sinin yüzde 2 büyüyeceğine inanmaktadır[48].
Geriye,  krizi azgelişmişlere aktarmak, krizi işçi sınıfına ödetmek (mikro yapısal reformlar bu anlama geliyor), tıpkı daha önceki krizlerde olduğu gibi, bunu sağlayabilmek için de asker-polis rejimi olarak adlandırılabilecek daha otoriter rejimlere yönelmek ve dünyayı bir diğer büyük emperyalist savaşa sokmak gibi çözümler kalmaktadır. Uluslar arası planda ve ekonomi alanının dışında kalan alanlarda ortaya çıkan gelişmeler uluslar arası sermayenin ve büyük emperyalist devletlerin giderek bu mekanik çözümlere kayıtsız kalmadıklarını göstermektedir.
Krizler sistem açısından işlevseldir ancak…
Kapitalist krizlerin tarihsel gelişimi, bizlere, bunların kapitalist sistem açısından işlevsel olduğunu göstermektedir. Öyle ki krizler sermayeye dengesizliklerini ve ayarsızlıklarını yeniden düzenlemede yardımcı olmakta ve sermayenin genişlemesinin yeni bir dönemi için temel oluşturmaktadırlar. Yani düzenli iş-döngüsü krizleri sisteme yardımcı olmaktadır.
Ancak bu döngülere ilaveten kapitalist ekonomilerde uzun dönemli trendler de mevcuttur. Örneğin 1960’ların sonlarından bu yana onlarca yıldır kapitalist ekonomilerin büyüme trendi yavaşlamaktadır. Bu sorun en çok da ABD, Japonya ve Avrupa gibi gelişmiş ekonomilerde yaşanmaktadır. Öyle ki bu ülkelerde büyüme oranları yüzde 1’lere kadar doğru geriledi. Bu durum bu ülkelerin ekonomilerinin bu büyüme hızlarıyla ancak yetmiş yılda iki katına çıkabileceğini gösterir. Pastanın yeterince büyütülememesi biçimindeki bu durumu yeterli bulmayan uluslar arası sermayenin geriye kalan tek çözümü pastayı yeniden bölüştürmek olacaktır.
Bu bağlamda yeniden paylaşım savaşı niteliğinde emperyalist bir dünya savaşı öngörüsü afakî değildir. Bu arada son otuz yıldır çözüm olarak denenen küçük bölgesel savaşlar (Afganistan, Libya, Irak ve Suriye) krizin bu derinliğini çözmeye yetecek sayıda ve güçte olmamıştır.  Ekonomileri yeniden finansallaştırmak ise, bugün yaşanmakta olduğu gibi, daima yeni finansal balonlar ve krizlerin oluşumu ile sonuçlanmaktadır. 
Ayrıca emperyalist savaşların sadece yeniden paylaşım ve kriz çözücü etkileri yoktur. Bu savaşlar aynı zamanda emekçilere ve sistem muhaliflerine de bir gözdağı niteliğindedir. Zira savaş dönemleri olağanüstü hal dönemleridir.  Savaş dönemlerinde demokratik hak ve özgürlükler, her türlü muhalif örgütlenme, grevler, gösteriler, mitingler ya tamamen yasaklanır ya da askıya alınır. Aynı zamanda milliyetçilik, şovenizm ve ırkçılık azdırılarak faşizm dalgası da yükseltilir ve emek örgütleri, azınlıklar, düzen muhalifleri ve sosyalistler ciddi hedef haline getirilirler.
Durgunluk ve resesyonun kalıcı hale gelmesiyle militarizmin küresel olarak yükselişe geçmesinin tesadüf olmadığının altının çizilmesi gerekir.
Bugün Türkiye, otuz yıldır devam eden ve çözüm süreçleri gibi yollarla askıya alınan bir iç savaşın yanı sıra hemen sınırında Orta Doğu’da şimdilik bir bölgesel savaş görünümüne sahip bir dünya savaşının eşiğindedir.
ABD ve emperyalist blok IŞİD’i olduğundan çok daha büyük bir canavar gibi göstererek bölgenin yeniden işgaline ön hazırlık yapmaktadır.  Obama Yönetimi, aynı zamanda, önümüzdeki on yıl boyunca nükleer silah kapasitesini yenilemek için yaklaşık yarım trilyon dolara yakın bir kaynak ayırmayı planlamaktadır[49]. Keza kasım başında Pentagon tarafından yapılan bir açıklamaya göre ABD, Irak’a yeni bin beş yüz asker göndererek oradaki asker sayısını iki katına çıkarmayı hedeflemektedir[50]. Ayrıca Afganistan’daki askerlerinin geri çekilmesi planını ertelemeyi planlamaktadır[51].
Kısaca kapitalist krizin derinleşmesi büyük kapitalist güçler arasındaki gerilimin ve militarizmin yükselişe geçmesinin sürükleyici gücünü oluşturmaktadır.
Uluslararası düzeydeki bölünme giderek derinleşiyor!
ABD finans sektörü, ECB’nin miktarsal kolaylaştırma programını daha da genişleterek sürdürmesini istemektedir.  Almanya miktarsal kolaylaştırma politikalarının daha fazla sürdürülmesine karşıdır. Alman sermayesi ise bunun kendi pozisyonunu zayıflatacağını düşünerek buna karşı çıkmaktadır. Bu çekişme geçmişte Ekim 1987’deki borsa çöküşünün nedenlerinden biriydi. ABD faizleri yükseltip, ECB ve Japon merkez bankaları düşürdüğünde ‘carry trade’in koşulları oluşmakta ve yatırımcılar uluslar arası piyasalarda düşük faizle borçlanıp ABD’deki varlıklara yatırım yapmaktadırlar.  L. Summers Almanya’yı suçlarken, Alman maliye bakanı krizin nedeninin ABD olduğunu ileri sürmektedir.  ABD ve Alman finans kapitali arasındaki gerilim giderek artmaktadır.
Hali hazırda ticaret alanında yürüyen savaş bir süre sonra askeri biçimler almaya başlayabilir. Bu konuda Asya Pasifik’teki gelişmeler giderek önem kazanmaktadır. “Pasifik Ötesi Ticaret Anlaşması” (TPP) , Obama Yönetimi’nce Asya-Pasifik’te rakipsiz bir ekonomik hegemonya aracı olarak gündeme getirilmişti. Ancak bu yılın Ekim ayında imzalanması beklenen anlaşma Japonya’nın karşı çıkması nedeniyle imzalanamadı ve Kasım’da Obama’nın Japonya’ya bu amaçla yapacağı ziyarette de imzalanması beklenmemektedir.
On iki bölge ülkesini (örneğin Avustralya, Kanada) içeren ama Çin’i dışarıda bırakan bu Anlaşma, sadece bu geniş bölge pazarlarına ABD’nin ticaret ve yatırımcı olarak girişinin önündeki engelleri kaldırmakla kalmamakta,  bu tür gümrük ve tarife engellerini kaldırmanın ötesinde bölgedeki Amerikan yatırımlarının önündeki tüm yasal engelleri de kaldırmayı hedeflemektedir.  Öyle ki Japonya’nın yüksek tarifelerle korunmakta olan tarım ürünleri- pirinç, et, domuz eti ve süt, şeker gibi- bundan çok ciddi etkileneceği gibi ABD, Japonya’nın diğer önemli sektörleri olan posta, finansal hizmetler, sigorta, iletişim, eğitim, askeri işler, havayolları, limanlar, alt yapı, sağlık, ilaç ve kozmetik gibi sektörlerine de göz dikmiş durumdadır[52].
Bu konuya Japon Hükümeti’nin gösterdiği direnç ABD ve müttefiklerinin Asya-Pasifik’te sadece Rusya ve Çin ile değil Japonya ile de karşı karşıya geldiğini göstermektedir[53].
Uluslar arası gerilimlerin arka planında yer alan iktisadi gelişmeler ve çıkar çatışmaları konusundaki tarih bilinci, geleceğin öngörülebilmesi açısından öğreticidir. Zira gelecek belli evrimci kanunlar çerçevesinde geçmişte ortaya çıkan olaylar tarafından şekillenmektedir. Bu, geleceğin bugünkü koşullara bakılarak tam olarak tahmin edebileceği anlamına gelmez. Daha ziyade, tarihteki her hangi bir andaki bir toplumsal gelişmenin en doğru anlaşılabilmesinin yolunun, geçmişteki koşulları iyi analiz etmekten geçtiği, zira bu koşulların mevcut yapıların gelişimini şekillendiren koşullar olduğu anlamına gelir. Yani geleceğin koşulları bugünden belirlenmektedir. Bu bağlamda üretim tarzındaki gelişmeler (alt yapı) son tahlilde, uzun vadede gelişmelerin yönünün belirleyicisi olmaktadır.
1. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde 1910’lı yıllardaki ekonomik büyümenin sonlanması sistemik krizin mekanik araçlarla çözüme kavuşturulmasını, yani rakiplerin birbirlerine karşı askeri araçlara başvurmasını da beraberinde getirmişti. Bugün de bu koşullar geçerlidir, dolayısıyla savaş gibi mekanik araçlar için hazırlıklar yapılmaktadır. Almanya ve Japonya 20yyın ilk yarısındaki saldırgan tutumlarına geri dönmektedirler.
100.Yılında 1. Dünya Savaşı koşulları yeniden üretiliyor…
1.Dünya Savaşı’ndan yüz ve 2. Dünya Savaşı’ndan yaklaşık yetmiş beş yıl sonra Alman siyasal seçkinleri tekrar savaşı kaşımaya başladılar.  Almanya’nın Avrupa ve dünyadaki liderliğini ön plana çıkartan propaganda faaliyetlerine hız verdiler. Bu yıl Alman Cumhurbaşkanı, şu ana kadar süren askeri kısıtlamalara artık son vereceklerini açıkladı.  Alman Hükümeti Ukrayna’da sağcı bir darbeyi desteklerken, Rusya’ya karşı ekonomik savaşı da başlattı. Orta Doğu’da IŞİD’in neden olduğu durumu kullanarak ekonomik ve politik çıkarlarını askeri araçlarla korumaya başladı. K. Irak’ta Peşmerge’yi silahlandırdı, aynı zamanda Suriye’ye karşı yapılan hava saldırısına destek verdi. Bu arada Almanya’nın kendi içinde şu ana kadar görülmemiş bir askeri propaganda tüm medyaya hâkim oldu.
ABD emperyalizmi Orta Doğu’da savaşı körüklemekte ve aynı zamanda Rusya’ya ve Çin’e karşı Asya’da yığınak yapmaktadır. Ekonomik gerilim giderek açığa çıkmaktadır. Avustralya, ABD’nin Çin ve Rusya karşıtı politikalarının pivot uygulayıcısı olarak harekete geçti ve Orta Doğu’daki müdahaleye katılacağını açıkladı.  Avustralya’nın yıllardır Çin’e yaptığı demir cevheri ve diğer sınaî hammadde ihracatının getirileri sona ermeye başlamıştı, böylece Avustralya ABD’ye daha da yaklaşmtı.
Ekonomik ve politik süreçler arasındaki ilişki kolay görülemeyen,  karmaşık bir nitelikte olmasına rağmen, gelişimin yönü netleşmektedir: Küresel ekonomik büyümedeki yavaşlama 3. Dünya Savaşı’nın koşullarını oluşturmaktadır.
Tarih tekerrür etmez ama 1914 ve 2008 öncesi dönemlerin benzerliği de ihmal edilemez. 1913-14 yıllarına gelindiğinde kapitalist dünya ekonomisi büyümesinin sınırlarına ulaşmıştı.  1890’lardan itibaren ekonomik gelişimin yönü yukarı doğru idi, ama bu durum kendi zıttını yaratmış ve iktisadi çöküşün koşullarını da oluşturmuştu. Patlak veren kriz sadece periyodik bir çalkantının işareti değil, uzun sürecek olan bir ekonomik durgunluğun da başlangıcıydı. Emperyalist savaş ise bu zor durumdan bir kurtulma girişimiydi. Bir önceki dönemin yolundan ekonomik gelişimi sürdürmek çok zordu, zira burjuvazi piyasaların sınırlarını zorlamaktan korkuyordu. Bu bir sınıf gerilimi yarattı, siyaset bu gerilimi daha da artırdı ve bu da Ağustos’ta savaşa neden oldu.
Yine 2006’ya kadar “Büyük Ilımlılık”[54] yaşanmış ve 1970 ve 1980’lerin sorunlarının çözüldüğüne inanılmıştı. Çin yükselen bir ekonomi olarak dünya ekonomisine yeni sağlam bir temel oluşturmakta hatta Afrika bile küresel kapitalist genişleme için yeni bir çıkış alanı gibi değerlendirilmekteydi. Aslında genişlemenin temellendiği yapı finansal spekülasyon ve asalaklığa dayalı kumdan bir kale gibiydi.
Türkiye’de iktisadi durum ve giderek artan otoriterleşme eğilimi
2013 yılı ortalarından bu yana küresel düzeyde ortaya çıkan bazı gelişmeler kapitalist ekonomilerdeki ekonomik durgunluğun, sarsıntı benzeri geçici bir şey değil, artık kalıcı bir durum olduğunu, Avro bölgesi ve Japon ekonomilerinin fiilen resesyona girdiklerini, gelişmiş kapitalist ülkelerde yeni fakat 2008’dekinden şiddetli bir finansal krizin gelmekte olduğunu ortaya koydu.  Ayrıca “yükselen ekonomiler” olarak tabir edilen ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bazı azgelişmiş ülke ekonomilerinin diğerlerinden ayrışmadıkları ve özellikle de son iki yılda iniş-çıkışlar gösteren uluslar arası sermaye hareketlerinden olumsuz etkilenerek büyümelerinin yavaşladığı ve kırılganlıklarının arttığı gözlemlenmektedir.
Bu gelişmelerden hareketle başta ABD olmak üzere küresel aktörler bu durumdan, krizi Fed kararları ve sermaye hareketleri aracılığıyla azgelişmiş ülkelere aktarmak ve son tahlilde bölgesel savaşları yoğunlaştırmak ve yeni bir paylaşım savaşını hazırlamak ve otoriter-polis devletlerine yönelerek krizin bedelini emekçilere ödettirmek yollarıyla çıkmayı denemektedirler.
Uluslararası düzeydeki bu gelişmelerden en çok etkilenen ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. Öyle ki 2013 Mayıs ayında  Fed’in piyasalardan tahvil ve bono alımını aylık 10 milyar dolar azaltacağını ve en geç bir yıl içinde bu alımı sıfırlayacağını açıklaması bile BİST Endeksinin ani düşüşüne, Hazine bonosu alımlarının azalmasına, gecelik faiz oranlarının artmasına,  doların değerinin 2 TL’nin üzerine çıkmasına, kur üzerindeki baskıyı yavaşlatmak için Hükümetin döviz satış ihalelerine başvurmasına, bunun da net döviz rezervlerinin yüzde 15 azalmasına,  10 yıllık Hazine bonolarının faizinin 19 ayda ilk kez yüzde 10’un üzerine çıkmasına[55] ve Türkiye’den Mayıs-Haziran aylarında 11 milyar doların üzerinde bir kaynak çıkışına neden oldu[56].  
Sadece bir açıklamanın bile piyasaları sarsması, bir yandan Türkiye ekonomisinin küresel finans kapitale ne denli bağımlı ve krizlere ne denli yatkın olduğunu,  diğer yandan da hızlı büyüme, sağlam kamu maliyesi/ bütçe ve düşük borç stoku düzeyleri gibi övünç kaynağı olarak gösterilen unsurların sistemik sorunlar karşısında ne denli yetersiz kaldığını ortaya koymaktadır. Keza bu gelişmeler, para politikaları ile ilgili olarak asıl söz sahibinin T.C. Merkez Bankası’ndan ziyade, Fed olduğunu göstererek, Türkiye’nin hem siyasal hem de ekonomik yönden emperyalizme olan bağımlılığının derecesini sergilemektedir.
Türkiye ekonomisinin bu hale nasıl geldiği sorusunun yanıtı izlenen birikim stratejisi ile yakından ilgilidir. Özellikle son on yıldır Türkiye’de uygulanmakta olan neo liberal birikim-büyüme stratejisi, 24 Ocak 1980 Kararları ile başlatılan emperyalist - kapitalist sisteme yeniden eklemlenme sürecinin son halkasıdır. Bu süreçte Türkiye ekonomisi her açıdan, ama özellikle de kaynak temini açısından, uluslararası finans kapitale daha da bağımlı hale getirildi. Bu dönemde büyüme, yerli tasarrufların yüzde  13’ler gibi (bu oran 2002 yılında yüzde  18,6 idi[57]) çok yetersiz bir durumda olmasından ötürü, yabancı kaynak kullanımı ile mümkün olabildi. Buna, bu dönemdeki dışsal dinamik olarak uluslararası likide bolluğunun yüksek getirili ülkelere yönelme ihtiyacı da eklenince, dış kaynağa bağımlı büyüme stratejisi hem mümkün olabilmiş, hem de uluslararası kapitalist sistem nezdinde meşruiyet kazandı. Öyle ki tarihsel olarak 2005 yılına kadar yılda ortalama 20 milyar dolarlık dış kaynak kullanan Türkiye’nin bu tarihten sonraki dış kaynak kullanımı 50 milyar doların üzerine çıktı. Bu kaynağın önemli bir kısmı kısa vadeli kaynak niteliğinde oldu.
Bir başka anlatımla, Türkiye’de ekonomik konjonktür büyük ölçüde dışsal olarak belirlenmekte ve dış dünya ile Türkiye arasındaki dış kaynak hareketleri bu bakımdan ön planda olmaktadır.
Bu bağlamda Türkiye ekonomisinde 2009 yılından bu yana gerçekleşen üç dalgalanmadan birincisi (yukarı doğru) 2009’un son iki ayı ile Temmuz 2011 arasında gerçekleşti. Batı merkez bankaları, finans kapitali krizden kurtarmak için bol likidite pompaladılar ve bu fonların önemli bir bölümü çevre ekonomilerine girdi. Türkiye de bu furyadan bol kepçe pay almış, bu konjonktürün geçerli olduğu yirmi bir ay boyunca Türkiye’ye giren yabancı sermaye toplamı 103 milyar dolara ( aylık ortalama 5 milyar dolara) ulaştı. İkinci yukarı dalgalanma Temmuz 2012-Nisan 2013 dönemi olmak üzere on ay sürdü,  Avrupa Merkez Bankası’nın ve Fed’in açılan para muslukları, Türkiye’ye de akmış ve aylık ortalama 7,5 milyar doları aşan bir yabancı sermaye girişi gerçekleşti. Bu akımların sonucunda, ilkinde 2010 ve 2011’de ekonomi % 9 büyüdü ama 75 milyar dolarlık bir dış açık bu konjonktürün bir armağanı olarak kaldı.  Mayıs-Haziran 2013’e gelindiğinde dış kaynak akımları hâlâ pozitif değerlerde seyretmeyi, ama bu bir önceki iniş konjonktüründen çok daha hızla daralarak, sürdürdü.Yani Türkiye ekonomisi, net sermaye çıkışı olmadan da, sadece dış kaynak girişi azaldığı için küçülme ivmesine geçebilecek kırılganlıkta bir ekonomidir[58].
2012 yılına değin AKP iktidarları döneminde,  ortalama yüzde 5-6 büyüme sağlayan ve bol sıcak para, düşük kur ve yüksek faiz ve yüksek ithalat ve yüksek cari açık mekanizmasına dayalı olarak temelde bankacılık sistemi üzerinden gelen paralarla, başta bankacılık, borsa,  gayrimenkul-inşaat, perakendecilik ve ithalata dayalı tüketim sektörlerinde balonlar şişirerek yürüyen, böylece hem ekonomik canlılık yaratırken, hem de özellikle de, kentsel rant projeleri üzerinden sermaye ve servet birikimi sağlayan, böylece kitlelerin borçluluğunu ve yoksulluğunu artırırken, onlarca yeni dolar milyarderi üreten büyüme stratejisi artık sürdürülemez bir hale geldi.
İlk olarak, Türkiye ekonomisinin büyüme hızı keskin bir biçimde yavaşlamaktadır. 2010 yılında yüzde 9,2 ve 2011 yılında yüzde 8,8 büyüyen Türkiye ekonomisinin,  2015-17 Orta Vadeli Plan’a göre bu yılki büyüme hızının ancak yüzde 3,3 ve 2015 yılının yüzde 4 olabileceği tahmin edilmektedir.
Bu yılın ilk iki çeyreğindeki büyüme hızının detaylarına bakıldığında büyümenin asıl olarak kamu harcamalarındaki artıştan ve ihracattan (dış talep) kaynaklandığı, asıl büyümeyi sağlayacak olan özel yatırımların, dolayısıyla da sermaye birikiminin, büyümeye katkı vermediği gibi gerilediği[59] ortaya çıkmaktadır. Örneğin geçen yılın ilk çeyreğine göre ekonomi beklenenin üstünde yani yüzde 4,3 oranında büyüdü, mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış büyüme oranı ise yüzde 1,7 olarak gerçekleşti. Mal ve hizmet ihracatı sabit fiyatlarla yüzde 11,4 ve devletin nihai tüketim harcaması sabit fiyatlarla yüzde 8,6 artarken, özel tüketim harcamaları yine sabit fiyatlarla sadece yüzde 2,9 arttı. Buna karşılık gayri safi sabit sermaye oluşumu sabit fiyatlarla yüzde 0,5 azaldı. 2013 yılında bunun yüzde 4,2 artış biçiminde olduğu dikkate alındığımda yatırımlarla büyüme arasındaki bağın giderek koptuğu görülmektedir[60].
Geçen yılın ilk çeyreğine göre aslında özel tüketim harcamaları yüzde 0,5 puan (yüzde 3,6’dan yüzde 2,9’a) ve özel yatırım harcamaları yüzde 2,0 puan (yüzde1,5’ten, yüzde - 0,5’e) geriledi. 2013 yılında ise özel tüketim harcamaları % 5,1 oranında bir artış göstermişti. 2014 ilk çeyrek verileri geçen yılın ilk çeyreği değil de son çeyreği ile kıyasladığında ise özel tüketim harcamalarındaki düşüş yüzde 2,4 puan ve özel yatırım harcamalarındaki düşüş yüzde 6,9 puana yükselmektedir. Yani özel kesimin iç talebinde önemli bir azalma mevcuttur. Özel sektörün harcamalarındaki bu daralmanın kamu harcamalarındaki yüzde 4,8 puanlık ve ihracattaki yüzde 7 puanlık artış ile telafi edildiği göze çarpmaktadır.

İkinci çeyrekte ise büyüme hızı daha da keskin bir biçimde yüzde 2,1’e geriledi. Mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış sabit fiyatlarla GSYH bir önceki çeyreğe göre yüzde 0,5 azaldı. Özel tüketim (yüzde 0,4 artabildi) ve özel yatırım harcamaları (yüzde 3,5 azaldı) düşmesini sürdürürken, mevcut cılız büyümeyi yine kamu harcamaları artışı (yüzde 2,4)  ve ihracat artışları (yüzde 5,5)[61] sağladı.

Son on yıldır izlenmekte olan büyüme stratejisinin temelini yabancı kaynağa bağlı inşaat sektöründe gerçekleşen alt yapı ve üst yapı inşaatları oluşturmaktadır. Nitekim hali hazırda toplamda milli gelirin yüzde 20- 21’ini bulan toplam yatırımların yüzde 45’i inşaat sektörüne gitmektedir.  Para dönüşünün sınai yatırımlara göre iki-üç kat daha hızlı olduğu ve imar değişiklikleri ile ilave rant gelirlerinin sağlandığı bu tür yatırımların büyümeye katkısı ise yüzde 5-6 civarındadır (sanayininki bunun yaklaşık üç katıdır). Bu sektörde yaratılan servet çok daha hızlı ve fazla, ama yarattığı istihdam geçici ve niteliksiz, gelir etkisi ise çok zayıftır. Bu sektör diğer sektörlere göre yolsuzluklara çok daha açıktır. Nitekim son yolsuzluk tapelerindeki şirketlerin ağırlığını büyük inşaat şirketlerinin oluşturması tesadüf değildir.
Ancak 2013 yılından bu yana inşaat sektöründe ciddi bir yavaşlama göze çarpmaktadır. Örneğin 2013 yılının ilk altı ayında sektör bir önceki yıla göre ortalama yüzde 6,7 oranında büyümüştü. 2014 yılının ilk ayında ise bir önceki yıla göre büyüme oranı neredeyse yarı yarıya düşerek yüzde 3,8 oldu[62]. Bu gerilemede en önemli faktörler, yükselen faizler ve döviz kurları nedeniyle özellikle ipotekli konut satışlarında görülen belirgin azalma (zira bir önceki yılın aynı ayına göre üçte bire yakın azaldı) ve konut stoklarındaki hızlı artışlardır.

Bu veriler kapitalist ekonomilerin büyümesinde asıl faktör olan sermaye birikiminin tıkanmakta olduğunu, zira yatırımların kârlılığının azalmakta olduğunu ortaya koymakta ve sistem açısından birikim rejiminin tıkanıklığını açacak olan önlemlere olan ihtiyacı da göstermektedir. Diğer taraftan büyümeyi sağlayan iki unsur olan ihracat pazarlarındaki daralmalar ve kamu harcamaları önümüzdeki dönemde büyümenin önünde engel teşkil edecektir.

Türkiye’nin temel ihracat pazarı olan ‘avro bölgesi’ hali hazırda bir deflasyon öncesi durumu yaşarken üçüncü kez resesyona girme tehlikesi ile de karşı karşıyadır. Bu durum da sistemin büyük aktörleri olan bankalar ve şirketlerin bir borç deflasyonuna[63] sürüklenmesinin önünü açmaktadır. Bu nedenle de ECB hem bu yıl hem de gelecek yıla ilişkin büyüme tahminlerini aşağıya doğru olmak üzere revize etti. IMF ve diğer kuruluşlar da şu anda büyüme açısından en sorunlu iki bölgenin avro bölgesi ve Japonya olduğu konusunda hem fikirler. ECB’nin miktarsal kolaylaştırmayı genişleterek sürdürme kararı bir yanıyla, avronun değerini düşürmeye, böylece de ihracatları artırmaya dönüktür. Bu nedenle de temel ihracat pazarındaki bu gelişmelerin Türkiye’nin ihracatına katkı sağlaması beklenmemelidir.

Kamu harcamalarındaki artış büyümeyi sağlayan diğer önemli etkendir. AKP Hükümetinin mali disipline olan inancının sürdüğü kesin olduğundan,  sanayileşme ya da kalkınmaya dönük yatırım harcamalarında bir artış gözlemlenmediği gibi, halka dönük sağlık, eğitim, sosyal güvenlik gibi sosyal harcamalarda reel azalma mevcuttur.

Harcamalardaki artışın kaynağı ise sırasıyla, neo liberal birikim stratejisinin temelini oluşturan inşaat - alt yapı ve üst yapı harcamaları (Marmaray, 3. Köprü, 3. Hava limanı, duble yollar ve TOKi), HES’ler ve güvenlik adı altında yapılan harcamalardır.  ‘Gezi Direnişi’nin ardından Lice’de ortaya çıkan gelişmeler aslında son yıllardaki bütçe kaynaklarının önemli bir kısmının da nerelere harcanmakta olduğu gerçeğinin üstündeki örtünün kalkmasını sağladı. Öyle ki, geri çekilmeden bu yana geçen bir yıl boyunca resmi açıklamalara ve gazete haberlerine göre sayıları 314 ila 402 arasında yeni “kalekol / karakol” inşaat ihalesi yapıldı. Bunlardan 102’si tamamlandı, 143’ünün yapımı sürmekte ve kalanı da ihale aşamasındadır.  Bunların 21’i Dersim’de, 36’sı Diyarbakır’da ve 36’sı Bingöl’de yapıldı. Keza sınırda Şırnak hattında 11 ve Munzur / Dersim’de 4 “Güvenlik Barajı” yapılmaktadır. Bunlardan 7’si için hali hazırda 103,5 milyon TL harcanırken toplam maliyetin 207 milyon lirayı bulması beklenmektedir. Ayrıca 820 km’lik bir güvenlik yolu yapılmaktadır.  2000 civarında yeni korucu kadrosu açıldı. Bunların 600’ü Bitlis, 960’ı Van ve 600’ü Batman’a verilmiş durumdadır.

Bunlara özellikle Gezi direnişi sırasında ortaya çıkan muhalefetin bastırılmasına dönük polisiye harcamaları ve IŞİD başta olmak üzere Suriye’deki rejim karşıtı bazı İslamcı örgütlere verildiği iddia edilen desteklerin maliyeti de eklendiğinde büyümenin ardındaki önemli faktörlerden birinin neo liberal- neo muhafazakâr otoriteryan bir yönelimin güvenliğini ve bölgedeki yayılmacılığını sağlamaya dönük harcamalar olduğu söylenebilir

Diğer taraftan ekonomik büyüme ya da kişi başına GSYH artışı, tek başına bir toplumun bütün olarak refahının artmasını anlatan iyi bir gösterge değildir. GSYH büyümesi öncelikle insana ait maliyetleri ve faydaları, emek ve emekçilerin çalışma koşullarını göz ardı ederken ticari işlem değerleri üzerinde yoğunlaşır. Sadece belirli piyasa işlemlerinin değerini ölçer. Üretimi ya da örneğin özgün bir biçimde faydalı mal üretimini göstermez. Öyle ki, örneğin bugün “barış çabaları” silah üretmekten çok daha değerli olmasına rağmen GSYH içinde, dolayısıyla da ticari işlemler arasında yer almaz.

Keza günümüzde kapitalist büyüme bir yanılsamadır. Bu yönüyle de toplumdaki sömürü ilişkilerini ve ekonomideki büyümenin ve zenginliklerin ne pahasına ve kimler tarafından yaratıldığını gizlemeye hizmet etmektedir.

Ayrıca azgelişmişler için büyümeden daha önemli bir sorun kalkınma ve sanayileşmedir. Çünkü bu ülkeler genelde gelişmişlerden daha hızlı büyüseler de (örneğin Türkiye) kapitalist bir üretim tarzı içinde kalkınamamakta ya da sanayileşememektedir.

İktisadi büyüme kavramı pratikte toplumdaki sınıfsal eşitsizlikleri açıklayamadığı gibi bu tür eşitsizlikleri gizlemek, perdelemek için kullanılmaktadır. Örneğin birkaç banka ya da sınaî tekel kâr ettiğinde ortalama, kişi başına düşen gelir de büyümekte, iktisadi büyüme de hızlanmaktadır. Nitekim son on yıldır on milyon aileyi yoksulluk yardımlarıyla yaşamaya mahkûm eden büyüme stratejisi dolar milyarderi sayısını kırkın üzerine çıkartabilmiştir. Bu anlamda İktisadi büyüme gerçekte, sermayenin, servetin büyümesidir. Ancak bu servet de adil dağılmamakta küçük bir azınlığın elinde birikmeye devam etmektedir.  Son ILO raporuna göre Türkiye’de ücret gelirlerinin milli gelir içindeki payı ise 1999’da yüzde 50 iken günümüzde yüzde 30’a kadar gerilemiştir[64]. TÜİK verilerine göre Ağustos 2014’te toplam olarak istihdam edilen 26,5 milyon insanın 17,4’ milyonunun (yüzde 66,5’i) ücretli ve yevmiyeli çalışan işçiler olduğu[65] dikkate alınırsa milli gelirin ne denli adaletsiz bölüşüldüğü ve bunu yaratan emeğin bundan sadece üçte bir oranında pay alabildiği ve bu durumun özellikle de son 15 yıldır hızla daha da kötüleştiği görülmektedir.

Kapitalist büyüme sırasında hem emek hem de çevre daha fazla sömürülmekte, daha fazla tahrip edilmektedir.  Türkiye’de nükleer santrallere ilave olarak, hali hazırda, Trabzon’dan Rize’ye, Artvin’den Bingöl’e kadar çok sayıda HES yapılması planlanmış durumdadır ve bunların bazılarının inşaatı yöre halkının muhalefetine ve aleyhteki mahkeme kararlarına rağmen sürdürülmektedir. Son döneme damgasını vuran ve bir kentsel talana dönüşen TOKİ - özel sektör işbirliği ile gerçekleştirilen konut ve AVM inşaatları ise bir yandan rant üzerinden servet birikimini hızlandırırken diğer yandan da kent ve çevre felaketlerine neden olmaktadır.
Son olarak, günümüzde iktisadi büyüme yeterli düzeyde ve güvenceli istihdam yaratmayan bir büyümedir. Kapitalizm, geldiği nokta itibariyle, sadece kriz dönemlerinde değil, krizde olmadığı dönemlerde de yeterince iş ya da istihdam yaratan bir sistem olmadığını ortaya koymuştur. Son dönemlerde görüldüğü gibi yarattığı istihdam istikrarsız-geçici, düşük ücretli, yarı zamanlı ve güvencesiz istihdam niteliğindedir (prekarya). Bu anlamda kapitalizm bir yandan vahşi bir emek sömürüsü sürdürürken, diğer yandan milyonlarca insanı işsiz bırakmakta ve potansiyel emeği israf etmekte ve iş kazaları adı altında bu insanların ölümüne neden olmaktadır. Soma madenlerindeki iş cinayeti sırasında ölen 301 işçi, sonrasındaki Şırnak’ta bir madende ölen 3 işçi, İstanbul Torunlar Plaza inşaatında ölen 10 işçi ve Ermenek’te madende ölen 18 işçi birlikte yılda ortalama 1300-1400 işçinin iş cinayetine kurban gittiği gerçeği kapitalizmin emek üzerinde yarattığı tahribatın en yakıcı, en çarpıcı örneğidir. Büyüme ise asıl olarak mevcut emek gücünün daha verimli ve yoğun çalıştırılmasıyla sağlanmaktadır.
Büyüme verilerinin ardından işsizlik verileri de yaklaşan bir krizin belirtileri niteliğindedir. TÜİK’e göre sırasıyla Mart 2104 itibariyle,  işsizlik oranı, yüzde 9,7 (erkeklerde yüzde 9,1, kadınlarda ise yüzde 11, 0), tarım dışında yüzde 11,6 ve 15-24 yaş grubundaki gençler arasında yüzde 16,7 olmuştur[66]. Resmi verilere göre işsiz sayısı 2 milyon 747 bindir. Ağustos 2014 verilerine göre ise işsizlikte belirgin bir artış söz konusudur. Buna göre işsizlik oranı ise yüzde 10,1 ( 0,4 puan artış) seviyesinde gerçekleşmiş (erkeklerde yüzde 8,9 kadınlarda ise yüzde 12,7) ve tarım dışında yüzde 12,3 ve 15-24 yaş grubundaki gençler arasında yüzde 18,9 olmuştur. Yine resmi verilere göre 2014 yılı Ağustos ayı itibariyle işsiz sayısı 2 milyon 944 bin kişidir[67] (işsizlik oranı 2012’de yüzde 9,2 ve 2013’te yüzde 9,7 olarak açıklanmıştı).
Yıllardır, resmi hesaplamayla dahi, yüzde 10’un üzerindeki bir işsizlik oranı, bugün resesyon içindeki bazı Avrupa ekonomilerindeki orana yakın olduğundan hareketle,  hafife alınacak bir oran değildir. Ana akım iktisat ideolojisine göre, ideal kapitalist bir ekonomideki ideal işsizlik oranının yüzde 1-3 arasında olması gerektiğinden hareketle, bunun üç dört katı bir işsizlik oranına sahip bir ülkedeki hem sistemi hem de ekonomi yönetimini sorgulamak gereklidir. Yıllardır bu yükseklikteki ve kalıcı hale gelmiş bir işsizlik oranı, geleceğin emekçilerine işsizlikten ya da en iyisinden, çok niteliksiz ve güvencesiz, kısmi zamanlı istihdamdan başka bir imkân vaat etmemektedir. Maliye Bakanlığı’nın verilerine göre, 2014 yılı üçüncü çeyreğinde toplam kamu istihdamı 2013 yılının aynı dönemine göre yüzde 3,7 oranında artarak 3 milyon 420 bin kişi olarak gerçekleşti. Son dönemde daha çok polis ve maliye memurları gibi memurların alınması bu istihdamın da üretimden çok güvenlik ve mali denetimi artırmaya dönük olduğunu göstermektedir.
Diğer taraftan resmi işsizlik rakamları gerçeği tam olarak yansıtmamaktadır. Zira başta umutsuzluk olmak üzere çeşitli nedenlerle iş arama kanallarını kullanmayanlar, çaresizlik nedeniyle yeterli gelir sağlamayan işlerde çalışmak zorunda kalanlar,  niteliklerine uygun olarak iş bulamadıkları için başka işleri kabul etmeyenler (örneğin atama yapılmasını bekleyen on binlerce öğretmen) ve haftada iki saat bile olsa iş bulabilenler TÜİK’in işsiz tanımı içinde yer almamaktadırlar. Bu geniş kesim de gerçek işsizliğin içine dâhil edildiğinde işsizlik oranı yüzde 20’yi, işsiz sayısı ise 6 milyonu aşmaktadır[68].
Halkın geçim durumunun bir diğer temel ekonomik göstergesi enflasyon ve hayat pahalılığıdır. TÜİK’e göre, 2015 yılı Ekim ayı tüketici fiyatları, Eylül ayına göre yüzde 1,90 puan arttı, geçen yılın Aralık ayına göre fiyat artışı yüzde 8,45 ve on iki aylık ortalamalara göre enflasyon yüzde 8,65 oldu[69].

Ana akım iktisat ideolojisi fiyat hareketleri ile ilgili değerlendirmelerini onun ekonomik istikrar ve kaynak tahsisi üzerindeki etkileri ile sınırlandırmaktadır. Oysaki emekçilerin ve genel olarak halkın iyilik durumunun asıl göstergesi enflasyondan ziyade hayat pahalılığıdır. Çünkü fiyat artışları hayat pahalılığı ile ilgili iki temel değişkenden sadece biridir. Yani mal ve hizmet fiyatlarındaki değişmeler kadar, hatta ondan daha önemli olarak, emekçilerin ücret, maaş ve gelirlerindeki değişmeler hayatın onlar açısından ne kadar pahalı ya da ucuz olduğunun bir göstergesidir. Türkiye’de işçi ücretleri ve maaşların ancak resmi enflasyon oranlarının yarısı kadar artırıldığı ise bir gerçektir.
Resmi enflasyon verileri bu anlamda halkın refahının gerçek durumunu tam olarak yansıtmamaktadır, zira hesaplanma şekli nedeniyle halkın fiyat artışları karşısında ne denli ezildiği gerçeğinin üstünü örtmektedir. Nitekim detaylara bakıldığında enflasyon sepetinde yer alan 432 maddeden 255 maddenin ortalama fiyatlarında artış olduğu görülmektedir. Ancak burada bir başka detay daha vardır ki asıl etki burada ortaya çıkmaktadır. Bu dönemde gıda fiyatları yüzde 13 civarında artmış durumdadır. Gıda harcamalarının emekçilerin aylık bütçeleri içindeki payı ise en az yüzde 20’dir. Sağlık, eğitim ve ulaşım masraflarının her biri ise yüzde 10’a yakın bir artış göstermektedir. Enerji ve konut (kira) gibi harcamalar da bunlara dâhil edildiğinde bu beş-altı kalem aslında emekçilerin bütçesinin yüzde 80’inden fazlasını götürmektedir. Bu nedenle de yüzlerce ilgisiz kalemden oluşan sepetteki ortalama fiyat değişiminden ziyade emekçilerin en çok muhatap oldukları kalemlerdeki fiyat artışlarına ve onların ücretlerindeki değişime bakmak yeterlidir.
Türkiye ekonomisinin büyüme, işsizlik, enflasyon gibi temel yapısal sorunlarının yanı sıra krizlere karşı duyarlılığını artıran başka faktörler de söz konusudur. Kendilerini daha çok parasal göstergeler biçiminde ortaya koyan bu verilerde son dönem hızlı bir kötüleşme görülmekte, bu da Türkiye’nin özellikle de dışarıda patlak vermesi beklenen finansal krizin sonucunda bankacılık başta olmak üzere inşaat ve reel üretim sektöründe krize girebileceğini ortaya koymaktadır.
The Economist Dergisi’nin bir çalışmasına göre[70], ani bir biçimde sermaye girişi durması ile belirecek risk kriterine bağlı olarak, 26 ülke içinde 2012 yılı itibariyle yüzde 6,3’lük bir cari açık payı açısından Türkiye en riskli üçüncü ülkedir. 2015-17 dönemini kapsayan Orta Vadeli Programa göre bu açık 2014 yılında en iyi ihtimalle yüzde 5,7 ve 2015 için yüzde 5,2 olacaktır.  2014 yılının ilk dokuz ayında cari açık bir önceki yıla göre yüzde 37 azaldı ve yaklaşık 31 milyar dolara geriledi[71]. Böyle göreli bir gerilemenin nedeni ihracat ya da turizm gelirlerindeki ciddi artıştan ziyade ithalat artışındaki yavaşlamadır. Bu da ithalata bağımlı olarak büyüyen bir ekonomideki daralmanın göstergesidir. Ayrıca 2013 yılında ithalat içinde ciddi bir pay sahibi bulunan hurda altın ithalatının 2014 yılında dörtte bir oranında azalması da açığı azalttı. Buna rağmen açığı kapatacak düzeyde bir yabancı sermaye girişi olmadı ve ilk dokuz aydaki giriş 26 milyar dolar ile sınırlı kaldı. Bir önceki yılın aynı dönemine göre bu yabancı sermaye girişinde yüzde 53’lük bir azalma anlamına gelmektedir. Yabancı kaynak girişindeki bu azalma 2014 yılındaki dış kaynaklı yatırım ve büyüme yavaşlamasını da açıklar niteliktedir. Yabancı sermaye açığı ise 7,5 milyar dolara yaklaşan kaynağı belirsiz para (net hata noksan)[72] girişi ile telafi edildi.
Türkiye ekonomisi son on yıldır hiç olmadığı miktarda ve hızda finansallaştı. Sanayi sektöründeki yaşanan kâr sıkışması, dış kaynak kullanımındaki artışla beraber başta bankacılık, sigortacılık ve yatırım fonları olmak üzere inşaat-rant, gayrimenkul sektörlerinden oluşan finansal sektörde yapılan yatırımlarla aşıldı. Nitekim 2014 yılının üçüncü çeyreğinde özel sektörün yurt dışından sağladığı uzun vadeli 163 milyar doları aşan borcun[73] asıl olarak bankacılık, inşaat-gayrimenkul gibi finans sektörü ve ulaştırma ve enerji gibi alt yapı sektörlerindeki büyük projelerin finansmanında kullanıldığı göze çarpmaktadır. İmalat sanayi firmalarının dışarıdan borçlanmalardaki payı ise yüzde 15’i bulmamaktadır.
Bu da ekonomide hızla bir spekülatif finans sermayesi büyümesine, gelir ve servet dağılımının çok daha adaletsiz ve eşitsiz bir hale gelmesine neden olduğu gibi, kullanılan tüketici kredilerinin (yatırım kredisinden ziyade) çok büyük boyutlara erişmesine ve de iç ve dış borç stoklarının (kamu ve özel) hızla artmasına, döviz kurunun hızlı bir biçimde yükselmesine neden olmaktadır. Kuşkusuz böyle bir gelişim var olan durgunluğun aşılmasında bir çözüm gibi gözükürken aynı zamanda yeni finansal krizlerin de tetikleyicisi olmaktadır.
The Economist’in kredi kullanımındaki artışın neden olduğu risk bağlamında birinci sıraya oturttuğu Türkiye’de toplam kredi stoku 2010 yılında 532 milyar lira iken, bu rakam sürekli yükselerek 2011’de 690 milyar lira, 2012’de 802 milyar lira, 2013’te 1,058 trilyon lira ve nihayet 2014 yılının üçüncü çeyreğinde 1,200 trilyon liraya ulaşmıştır[74].
Böyle bir finansallaşmanın diğer yüzünde kuşkusuz borçlar bulunmaktadır. Buna göre, 2002 yılında kullanılan ihtiyaç kredisi tutarı 3,3 milyar lira iken, bu 2013 yılında 182 milyar liraya fırladı. Yani 11 yılda ihtiyaç kredisi kullanımı 55 kat arttı. İhtiyaç kredisi kullanan sayısı da 1,3 milyon kişiden 11,2 milyon kişiye çıktı[75]. Bu da dokuz kat artış anlamına gelmektedir. Yani AKP iktidarları döneminde ilave 9,9 milyon kişi borçlular arasında yer aldı. Bu borçluların yaklaşık yarısı (4,8 milyon) ücretli emekçilerdir.
Borçları en hızlı artanlar ise aylık 1000 lira gelir elde eden en düşük gelir grubudur.  Bu dönemde bu kesimin ihtiyaç kredisi borcu yirmi bir kat artarak 1,8 milyar liradan 38,4 milyar liraya ulaştı.  Vade dilimleri açısından ele alındığında bu dönemde en hızlı artan borçların üç yüz yirmi sekiz kat ile 66 milyon liradan 21,7 milyar liraya çıkan 37-48 ay vadeli krediler olduğu görülmektedir.  Kanuni takipteki borçlar ise bu dönemde beklendiği gibi otuz dokuz kat artış gösterdi.
T. Bankalar Birliği’nin verilerine göre, Haziran 2014’te 360 milyar liraya ulaşan tüketici kredilerinden (üçte ikisi ihtiyaç kredilerinden ve kredi kartlarından oluşuyor) 12 milyar liralık kısmı batık kredidir. İhtiyaç kredisi olarak kullanılan kredi kartların ile borçlananların sayısı 20 milyon kişiye yaklaşmaktadır[76]
Bir başka anlatımla, Türkiye’de hane halkı borç stoku / GSYH oranı 2003 yılında yüzde 7,5 iken, 2013 yılında  yüzde 55,2’ye kadar yükseldi. Borçlanma oranı ekonominin büyüme oranının çok üstüne çıktığında ise borç-deflasyon ilişkisi devreye girmektedir. Özellikle 2005 yılından bu yana bu iki değişkenin arasındaki makas, özellikle de 2010’dan itibaren, açılmaya başladı. Bireysel tüketici kredilerindeki artışın sürmesi halinde, yükselen döviz kuru ve faiz oranı ile birlikte, bu gelişme ekonominin borç-deflasyon tuzağına girmesi ve bunun da bankacılık sektörü kaynaklı bir krizle sonuçlanabilecektir. Böyle bir krizde, Türkiye’de borçlu bireylerin yanı sıra, bankacılık sektörü ve bireysel krediden beslenen inşaat ve otomotiv sektörü de krize girecektir[77].    
Krize doğru kırılganlığın arttığının bir diğer göstergesi kısa vadeli dış borçlardır. Toplam dış borç stoku 2002 yılında yaklaşık 100 milyar dolardan 2014 yılının ikinci çeyreği itibariyle 402 milyar dolara çıkarak dört kat artış gösterdi. Bu borçların yaklaşık yüzde 70’i özel sektör borcu, yüzde 33’ü bir yıl içinde ödenmesi gereken kısa vadeli borçtur[78].  Son olarak dolar kuru 2010 yılında 1.55 TL’den 2014’te (OVP) 2,22 TL’ye fırladı.
Bu veriler ekonominin uluslar arası finansal sistemle bütünleşmesinin artması ölçüsünde kırılganlığının da arttığını gösterirken,  aynı zamanda da ekonomik istikrar söyleminin neden geniş borçlu kitlelerde karşılık bulduğunu da açıklamaktadır.
Tüm bu gelişmelere rağmen, 62. Davutoğlu Hükümeti’nin açıkladığı program[79] şu ana kadar sürdürülmüş olandan temelde farklılıklar göstermemekte, dolayısıyla da önümüzdeki dönemde ciddi bir kriz riski ortada iken buna dönük sosyal ve ekonomik önlemleri kapsamamaktadır. Çünkü programda, yer yer daha fazla üretim, ar-ge, rekabetçi piyasalar sözleri edilse de son on yıldır izlenmekte olan stratejiye esas olarak sadık kalınacağı anlaşılmaktadır. Öyle ki 2014-2018 döneminde kamu yatırımlarının 350 milyar doları aşacağı, büyük projelerin tamamlanacağı ve yeni projelere başlanacağı ileri sürülmektedir. Yürütülmekte olan  kentsel  dönüşüm çalışmalarının yanı sıra, toplu  konut uygulamalarının kapsamının genişletileceği. TOKİ'nin öncelikle nüfus artışının hızlı ve konut fiyatlarının yük­sek olduğu şehirlerde ve alt ve orta gelir grubunun temel konut ihtiyacına yoğunlaşmasını temin  edeceği ve kalkınmada öncelikli bölgelerde sosyal konut üretimine ağırlık verileceği ve kentsel  dönüşüm kapsamında 6,5 milyon birim konutun 2023 yılına kadar dönüştürülmesi he­defi doğrultusunda çalışmalara devam edileceği açıklanmaktadır. HES yapımlarının kararlılıkla sürdürüleceği ve kamu-özel ortaklığı modelinin yaygınlaştırılarak özellikle sağlık alanında büyük projelerin hayata geçirileceği görülmektedir. Bu durum hem üç yıllık OVP’ye hem de 2015 MY Bütçesi’ne ana hatlarıyla yansımıştır. Ana muhalefet partisi ise son on iki yıldır uygulanan politikaların mimarı olan Kemal Derviş’i ve onun neo liberal politikalarını yeniden keşfetme ve sunma gayreti içindedir.
Yani şu ana kadar uygulanmış olan birikim stratejisinin bundan sonra da sürdürüleceği anlaşılmaktadır. Bu da Türkiye ekonomisinin yine başta konut ve inşaat balonları ve finansallaşma ile krizlere gebe halinin süreceğini ortaya koymaktadır. Ancak bu kez dış konjonktür yaklaşık on yıl devam eden ve 2012 yılına kadar Türkiye ekonomisini rahatlatıp, büyümesini sağlayan konjonktürden hızla farklılaşmaya başlamıştır.
Öncelikle küresel ekonomik durgunluğun kalıcı hale gelmesiyle emperyalist kapitalist ülkelerin kendi aralarındaki rekabet kızışmakta ve her devlet öncelikle kendi sermayesini koruma güdüsü ile korumacı ticari önlemlere başvurmaktadır. Fed para musluklarını sıkarken, ECB ve BoJ daha da gevşetmekte, faiz ve kur savaşları yürütülmekte ve Asya Pasifik Ticaret Anlaşması gibi anlaşmalarla örneğin Çin’in yükselişi önlenmeye çalışılmaktadır. Diğer yandan da bu önlemlerin yetmeyeceği öngörüldüğünden başta Orta Doğu olmak üzere dünyanın muhtelif bölgelerini kapsayan bir genel paylaşım savaşının ön hazırlıkları yapılmaktadır. Böyle bir konjonktür özellikle güvensiz bölgelere, yani azgelişmiş ülkelere doğru olan yabancı sermaye akımlarının azalmasına, hatta çıkışların hızlanmasına neden olacaktır.
Türkiye ise şu ana kadar yatırımlarının yüzde 40’ını kısa vadeli yabancı kaynak ile finanse eden bir ülke oldu. Son döneme kadar büyük kısmı sıcak para olmak üzere yılda ekonomiye giren yabancı kaynak miktarı yılda ortalama 50 milyar doları aştı, bunu da uyguladığı yüksek faiz, düşük döviz kuru, göreli ekonomik ve siyasal istikrar gibi faktörlerle sağladı. 2013 yılından bu yana bu durum hızla değişmeye başladı.
Kısacası, Türkiye ekonomisi çok kritik bir kavşaktadır ve devlet bu krizi kapitalist sınıflar lehine yönetmek için her türlü ekonomik ve politik aracı kullanmaktadır.
Otoriterleşme artıyor: Kapitalist krize çözüm bulamayan egemen güçler tüm dünyada işçi sınıfına ve tüm dünya halklarına yönelik saldırılarını artırıyor, en küçük direnişleri dahi askeri araçlarla bastırmaya çalışıyorlar.

Savaşa yönelimi artıran bir faktör, kriz nedeniyle içerde yükselen sosyal muhalefeti bastırmak için bir asker-polis devleti oluştururken[80] dikkatleri dışarıya çekerek bu durumu meşrulaştırmak ihtiyacıdır. Çünkü sistemin egemenleri bütün bu askeri çözümleri elde tutarken, yapısal reformlara hız verelim çağrısında bulunmaktadırlar.  ‘Mikro yapısal reformlar’ olarak adlandırılan ve IMF ve DB tarafından yıllardır önerilen bu politikalarla kriz öncesinde işçilerin ellerinde kalan sosyal koruma da yok edilmek istenmektedir. Buna karşı direnç ise daha otoriter bir siyaset ve devlet örgütlenmesi ile bastırılmaktadır. Türkiye’de olduğu gibi, yeni güvenlik yasalarının çıkarılış nedeni yükselmekte olan muhalefeti ve sınıf hareketini baskılamak ihtiyacıdır.
İşçi sınıfının önünde çok önemli gelişmeler mevcuttur ve bunlar örgütlenme ve mücadele konusundaki düşünceleri gözden geçirmeyi gerektirmektedir. Sınıf uzlaşması fikri sermayenin gözünden iyice düşmüş görünmektedir. Bir dönemin sosyal devletlerine denk düşen ‘Toplumsal Sözleşme’ fikri ise artık giderek sönümlenmektedir.  Bugün durum itibariyle sosyal devlet çağının sonuna gelmiş bulunuyoruz.
“Dünyada hiçbir ülkede sosyal demokrat partiler gerçek anlamda önde değildir. Danimarka, İsveç, Almanya ve Fransa’da kendi sağındaki diğer partilerle yaptıkları koalisyonların parçası olarak kendilerini hükümette bulabilirler ama ya bu tesadüfen oluşmuş bir durumdur ya da Sağ’ın başarısızlığının bir sonucudur. Hükümet olduklarında ise kemer sıkma politikalarını aynen uygulama eğiliminde oldular.  Şu an hiçbir sosyal demokrat partinin gerçek anlamda alternatif entelektüel ve örgütsel fikri mevcut değildir. Bu nedenle de sosyal demokrasinin geleceği parlak değildir. Bunun nedenleri ise çok açıktır. Sosyal demokrasi 19.yüz yılda inşa edilmiş ve 20. yüz yılda bazı başarılar elde etmiş olsa da 21.yüz yıl için sosyal demokrasi ümitsiz bir durumdur. Çünkü bir zamanlar sosyal demokratları güçlü kılan tüm faktörler ortadan kaybolmuştur. Savaşın neden olduğu toplumsal muhalefet ve bilinç artışı, birleşik ve örgütlü ve güçlü bir sınıf hareketinin varlığı ve serbest piyasaları tehdit eden bir Sovyetler Birliği’nin etkileri tüm bunlar Batıda benzer devrimlerin olması korkusuyla sermaye sınıfının büyük tavizler vermesine neden olmuştur.  Yani tüm bu faktörler kapitalizmin tarihin belli bir momentinde sosyal demokrasiye ödün vermesine neden olmuştur. Bugün bu faktörler artık mevcut değildir”[81].
Elbette mücadelelerle elde edilen kazanımlar sonuna kadar savunulmalıdır. Ancak, mücadele sosyal devleti korumak ya da sosyal hakları savunmak ile sınırlı da tutulmamalıdır. Özellikle son kriz sonrası uygulanan kemer sıkma politikalarının sonuçları,  mücadelesini eldekileri tutmakla sınırlandırmış bir işçi hareketinin başarısızlığa uğramaya ve bu hakları da kaybetmeye mahkûm olduğunu ortaya koymuştur. 
Uluslar arası bir savaşın eşiğinde olduğumuz gibi, bir sınıf savaşının da tam ortasındayız. Zaman zaman ara verilmiş olsa da kapitalizmde sınıf savaşı her zaman sürmüştür. Bugün sınıf savaşı kapitalist krizden dolayı yoğunlaşmakta ve mevcut kriz de sermaye sınıfı emekçi sınıflara karşı sınıf savaşını yükseltmektedir.
Özelleştirmeler, taşeronlaştırma, kemer sıkma, kısıntılar,  bütçede mali disiplin, ücretlerin baskılanması, petrol, elektrik, doğal gaz zamları, yüksek enflasyon, ağır vergi yükü, sağlıksız çalışma koşulları, artık süreklilik kazanan toplu iş cinayetleri ve yoksullaşma gibi işçilerden ve emekçilerden beklenen fedakârlıklar işçilere, emekçilere bedel ödetme yollarıdır. 
Bu savaş sermaye ve kapitalist devletler tarafından işçilere karşı yürütülen açık bir savaştır ve hedefinde öncelikle işçilerin ve emekçi kitlelerin geçmişte elde ettiği kazanımları da geri almak vardır. İşçi sınıfı ve tüm ezilenler derinleşmekte olan ve yeni bir paylaşım savaşının da önünü açan kapitalist kriz ve beraberinde gelen otoriter-polis devleti koşullarında örgütlenmelerini gözden geçirmeli ve bütünleşik bir ekonomik-demokratik-politik ve ideolojik mücadele perspektifiyle, dönemin bu yeni koşullarına yanıt verebilecek örgütlenme, mücadele yol ve yöntemlerini bulmak ve hayata geçirmek zorundadır.

KAYNAKÇA
Abiad, Abdul,  Almansour, Aseel, Furceri, Davide,  Granados, Carlos Mulas, Topalova, Petia, “Press point for Chapter 3: Is it time for an infrastructure push? The macroeconomic effects of public investment”, IMF World Economic Outlook, October 2014.

“Autumn forecast 2014: Slow recovery with very low inflation”, http://ec.europa.eu/economy_finance/eu/forecasts/2014_autumn_forecast_en.htm,  Brussels, 4 November 2014.


Bank for International Settlements (BIS), 84th Annual Report, 1 April 2013–31 March 2014.

Beams, Nick (b),  “Turmoil rips through global financial markets”, http://www.wsws.org, 16 October 2014.
Beams, Nick (a), “Storm clouds gather over world economy”, http://www.wsws.org, 14 October 2014.
BirGün Gazetesi, 22 Kasım 2014.


Boratav, Korkut,  “Ekonomide iniş devam ediyor”, Sol Gazetesi, 20 Ağustos 2013.

Brown, Ellen,  “Building an Ark: How to Protect Public Revenues From the Next Meltdown”, http://www.truth-out.org, 14 October 2014.
Chang, Ha-Joon,  “Another financial crisis looms if rich countries can't kick their addiction to cash injection”, The Guardian, 30 August 2013. 

Cogan, James, “US general suggests delaying troop withdrawals from Afghanistan”, http://www.wsws.org, 8 November 2014


Credit Swiss, Global Wealth Report, October, 2014.

ÇOLAK, Ömer Faruk,  “Hanehalkı borçlanması sınıra yaklaşıyor”, dunya@dunyagazetesi.com.tr, 14.02.2014.
Denning, Steve,  “Big Banks and Derivatives: Why Another Financial Crisis Is Inevitable”, http://www.forbes.com/sites/stevedenning, 1 August 2013.
Durmuş, Mustafa,  Kapitalizmin Krizi, 4. Baskı, 2013, Gazi Kitabevi.

Durmuş, Mustafa,  “Avrupa Merkez Bankası (ECB) borç deflasyonuna gidişi durdurmaya çalışıyor!”  www. siyasihaber.org.
Elliott, Larry , “World leaders play war games as the next financial crisis looms”, The Guardian, http://www.theguardian.com, 12 October 2014.

 Enders, Caty , “Nuclear weapons expansion pushed in Congress despite accidents at lab”, theguardian.com, 29 September 2014.


Eurostat news release, “euroindicators” 152/2014, 14 October 2014.
Grey, Barry, “Europe threatened with deflationary spiral”, http://www.wsws.org, October 2014.

Gurría,  Angel , OECD Secretary-General, Pre-G20 Summit Economic Outlook Launch,  http://www.oecd.org/about/secretary-general/pre-g20-summit-economic-outlook-launch.htm,  Press Conference, Paris, 6 November 2014.

Head, Mike,  “US-Japan conflicts stall Obama’s Trans-Pacific economic pact”, http://www.wsws.org, 28 October 2014.

Durmuş, Mustafa,  “Büyük Moderasyon”dan “Büyük Resesyon”a Avrupa Ekonomisi”,  http://cerideimulkiye.com, 14 Ocak 2013.


Hesse, Martin, Seith, Anne,  “Feeding the Bubble Is the Next Crash Brewing?”, http://www.spiegel.de, 12 March 2013.

http://www.basbakanlik.gov.tr/Forms/_Global/_Government/pg_GovernmentProgram.aspx


International Labour Organisation (ILO), Global Wage Report 2014/15- Wages and income inequality, December 2014.

IMF, Global Financial Stability Report, October 08 2014, http://www.imf.org.

Inman, Phillip,  “Record world debt could trigger new financial crisis, Geneva report warns”,

International Economic Reporthttps://www.pnc.com, 3 November 2014.

Kaya, Yasin,  “Turkey: Crisis at home, crisis in the world”, The Bullet, Socialist Project, E Bulletin No. 871, 6 September 2013.

Kozanoğlu, Hayri,  “Deniz Bitti”, BirGün, 25 Haziran 2013.
Kishore, Joseph,  “US Federal Reserve ends “quantitative easing” program after funneling trillions to financial markets”, http://www.wsws.org/en/articles/2014/10/30/quan-o30.html, 30 October  2014.
Lawson, Neal, Surfers Without Waves – Is Social Democracy Dead In The Water?, http://www.social-europe.eu/2014/12/social-democracy-2 /04.12.2014. 
Mann,  Catherine L., “Getting the world economy into higher gear”, Advance G20 Release of Outlook, Paris 6 November, Advance G20 Release of Outlook.

Martin, Patrick , “Obama doubles, US troop strength in Iraq”, http://www.wsws.org,  November 2014.

Öngel, Serkan, “Sen öyle sansan da işsiz değilsin!”, BirGün Gazetesi, 18 Haziran 2014.


Polychroniou, C. J.,  “The European Conundrum: Stagnation, Massive Unemployment and Rising Debt - Despite  Austerity”, , http://truth-out.org,  4 November 2014.

Rasmus,  Jack (a), “U.S. GDP Drops -2,9 %”, 27June 2014, Z Net.

Rasmus,  Jack (b),  “Is the Center of the Global Economic Crisis Shifting to Emerging Markets?”,  http://zcomm.org.7 July 2014.
Roberts, Michael (a),  “The story of QE and the recovery”,
Roberts, Michael (b),  “The world economy in low gear”, http://thenextrecession.wordpress.com, 8.November,2014.
Roos,  Jerome “The next financial crisis may be just around the corner”,  http://roarmag.org, 20 October 2014.

Snyder, Michael,  “5 U.S. Banks Each Have More Than 40 Trillion Dollars In Exposure To Derivatives”, http://theeconomiccollapseblog.com,  24 September  2014.  


The Economist,  “Which emerging markets are most vulnerable to a freeze in capital inflows?, The capital-freeze index”, http://www.economist.com,  Sep 7th 2013.
TÜİK, Düzeltilmiş Haber Bülteni, Sayı: 16192, 10 Haziran 2014.
TÜİK Bülteni,  Gayri Safi Yurtiçi Hasıla, II. Çeyrek: Nisan - Haziran, 2014, Sayı: 16193, 10 Eylül 2014.

TÜİK, İktisadi Faaliyet Kollarına Göre Sabit Fiyatlarla Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (Değer, Pay, Büyüme Hızı) (1998 Fiyatlarıyla), http://www.tuik.gov.tr.

TÜİK,  Hanehalkı İşgücü İstatistikleri, Mart 2014, Sayı 16008, 16 Haziran 2014.

TÜİK,  Hanehalkı İşgücü İstatistikleri, Ağustos 2014, 17 Kasım 2014, Sayı: 16013.
TÜİK, Tüketici Fiyat Endeksi, Ekim 2014, Sayı: 16135, 03 Kasım 2014.
Woronczuk,  Anton,  “Why Did Economy Shrink So Dramatically During the First Quarter of 2014?”, Interview with Robert Pollin,  http://truth-out.org, 27 June 2014.
www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TCMB+TR/TCMB+TR/Main+Menu/Istatistikler/Odemeler+Dengesi+ve+Ilgili+Istatistikler/Ozel+Sektorun+Yurtdisindan+Sagladigi+Kredi+Borcu

www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/tcmb+tr/tcmb+tr/main+menu/istatistikler/parasal+ve+finansal+istatistikler/haftalik+para+ve+banka+istatistikleri

ZEW,  “Indicator of Economic Sentiment - Further Economic Slowdown Expected”,  Press Release, 14.10.2014 – ZEW (jrr/jpr), http://www.zew.de.

Hazine Müsteşarlığı, Türkiye Brüt Borç Stoku Borçlu Dağılımı, http://www.hazine.gov.tr.











[1] Bu yazı, güncellemeler dışında, daha önce aynı başlıkla 10,13 ve 28 Kasım 2014 tarihlerinde üç parça olarak http://siyasihaber.org’da yayınlanmıştır.
[2] C.J. Polychroniou, “The European Conundrum: Stagnation, Massive Unemployment and Rising Debt - Despite Austerity”, 4 November 2014, http://truth-out.org.
[3] http://www.slideshare.net/fullscreen/oecdeconomy/advance-g20-release-of-oecd-economic-outlook/2.
[4] Angel Gurría, OECD Secretary-General, Pre-G20 Summit Economic Outlook Launch,  http://www.oecd.org/about/secretary-general/pre-g20-summit-economic-outlook-launch.htm,  Press Conference, Paris, 6 November 2014.
[5] Catherine L. Mann, “Getting the world economy into higher gear”, Advance G20 Release of Outlook, Paris 6 November, Advance G20 Release of Outlook.
[6] http://www.slideshare.net/fullscreen/oecdeconomy/advance-g20-release-of-oecd-economic-outlook/8
[7]Anton Woronczuk, “Why Did Economy Shrink So Dramatically During the First Quarter of 2014?”, Interview with Robert Pollin,  http://truth-out.org, 27 June 2014.
[8] Michael Roberts (a), “The story of QE and the recovery”, http://thenextrecession.wordpress.com/2014/11/02/the-story-of-qe-and-the-recovery.
[9] Michael Roberts (b), “The world economy in low gear”, http://thenextrecession.wordpress.com, 8 November,2014.
[10] Jack Rasmus (a), “U.S. GDP Drops -2,9 %”, 27June 2014, Z Net.

[11] Eurostat newsrelease euroindicators 152/2014, 14 October 2014.

[13]Autumn forecast 2014: Slow recovery with very low inflation”, http://ec.europa.eu/economy_finance/eu/forecasts/2014_autumn_forecast_en.htm, Brussels, 04 November 2014.

[14] Nitekim ECB aylık toplantısında (4 Aralık) büyüme beklentilerini bir kez daha aşağıya doğru düzeltti. Üç ay öncesinde 2015 yılı için büyüme tahmini olan yüzde 1,6’yı yüzde 1’e, enflasyon oranını yüzde 1,1’den yüzde 0,7’ye çekti. Bu yeni tahminlerin dahi çok yüksek olduğu konuşuluyor.
[15] Nick Beams (b), “Turmoil rips through global financial markets”, http://www.wsws.org, 16 October 2014,
[17] http://www.slideshare.net/fullscreen/oecdeconomy/advance-g20-release-of-oecd-economic-outlook/8.
[18] Nick Beams (a), “Storm clouds gather over world economy”, http://www.wsws.org, 14 October 2014.

[20] ZEW Indicator of Economic Sentiment - Further Economic Slowdown Expected,  Press Release, 14.10.2014 – ZEW (jrr/jpr), http://www.zew.de.

[21] Barry Grey, “Europe threatened with deflationary spiral”, http://www.wsws.org, October 2014.
[22] Beams (a), agm.
[23] http://www.slideshare.net/fullscreen/oecdeconomy/advance-g20-release-of-oecd-economic-outlook/8.

[24] IMF, Global Financial Stability Report, October 08 2014, http://www.imf.org.

[25] Abdul Abiad, Aseel Almansour, Davide Furceri,Carlos Mulas Granados and Petia Topalova, “Press point for Chapter 3: Is it time for an infrastructure push? The macroeconomic effects of public investment”, IMF World Economic Outlook, October 2014.

[26] Bank for International Settlements (BIS), 84th Annual Report, 1 April 2013–31 March 2014.
[27]Martin Hesse and Anne Seith, “Feeding the Bubble Is the Next Crash Brewing?”, http://www.spiegel.de, 12 March 2013.
[28] Jerome Roos, “The next financial crisis may be just around the corner”,  http://roarmag.org, 20 October 2014.
[29] Jerome Roos, agm.

[30] Michael Snyder, “5 U.S. Banks Each Have More Than 40 Trillion Dollars In Exposure To Derivatives”, http://theeconomiccollapseblog.com,  24 September  2014.  


[31] Steve Denning, Big Banks and Derivatives: Why Another Financial Crisis Is Inevitable”, http://www.forbes.com/sites/stevedenning, 1 August 2013.
[32] Ellen Brown, “Building an Ark: How to Protect Public Revenues From the Next Meltdown”, http://www.truth-out.org, 14 October 2014.

[33] http://www.slideshare.net/fullscreen/oecdeconomy/advance-g20-release-of-oecd-economic-outlook

[34]Jack Rasmus (b), “Is the Center of the Global Economic Crisis Shifting to Emerging Markets?” ,
http://zcomm.org, 7 July 2014.
[36] Joseph Kishore, “US Federal Reserve ends “quantitative easing” program after funneling trillions to financial markets, http://www.wsws.org/en/articles/2014/10/30/quan-o30.html,  30 October 2014.
[37]Ha-Joon Chang, “Another financial crisis looms if rich countries can't kick their addiction to cash injection”, The Guardian, 30 August 2013. 
[38] Joseph Kishore, agm.
[39] International Economic Reporthttps://www.pnc.com, 3 November 2014.
[40] http://thenextrecession.wordpress.com/2014/10/13/japan-the-failure-of-abenomics. Nitekim Aralık başında Japon ekonomisi resesyona girdi.
[42] agm.
[43] Credit Swiss, Global Wealth Report, October, 2014, s. 24-32.

[44] Mustafa Durmuş, ECB borç deflasyonuna gidişi durdurmaya çalışıyor!,

http://siyasihaber.org, 7 Haziran 2014.

[45] Mustafa Durmuş, Kapitalizmin Krizi, 4. Baskı, Gazi Kitabevi, s. 148.

[46] Phillip Inman,  “Record world debt could trigger new financial crisis, Geneva report warns”,

[47] Larry Elliott,World leaders play war games as the next financial crisis looms”, The Guardian, http://www.theguardian.com, 12 October 2014.
[48] http://www.slideshare.net/fullscreen/oecdeconomy/advance-g20-release-of-oecd-economic-outlook/8.

[49] Caty Enders, “Nuclear weapons expansion pushed in Congress despite accidents at lab”, theguardian.com, 29 September 2014.

[50] Patrick Martin, “Obama doubles, US troop strength in Iraq”, http://www.wsws.org/en/articles/2014/11/08/iraq-n08.html, 8 November 2014.

[51] James Cogan, “US general suggests delaying troop withdrawals from Afghanistan”, http://www.wsws.org/en/articles/2014/11/08/afgh-n08.html, 8 November 2014.


[52] Mike Head, “US-Japan conflicts stall Obama’s Trans-Pacific economic pact”, http://www.wsws.org,  28 October 2014.

[53] ABD’nin Japonya ile karşı karşıya gelmesi yeni değildir. 2.Dünya Savaşı öncesinde de, 1853 yılında, Amerikalı amiral Perry donanmasıyla Japonya’ya kuşatma altına almış ve dönemin feodal egemeni olan Togukawa’yı iktidardan indirmişti. Perry’nin görevi ABD kapitalizmi için imtiyazlar elde etmekti. Perry, yönetimi anlaşmaya zorlayarak bu imtiyazları sağladı. Bu anlaşma ile Japon ekonomisi ithalata açılırken, Japonya’nın ihracatına kısıtlamalar getirildi. Yabancılar Japon otoritelerine bağlı olmayacaklardı. Diğer Avrupalı uluslar da benzer imtiyazlar talep ettiler ve bunları elde ettiler. Bu durum Osmanlı’nın son dönemlerinde başta İngiliz ve Fransız’lar olmak üzere emperyalist güçlere sağladığı kapitülasyonlara benzer bir durumdur.

[54] Mustafa Durmuş,  “Büyük Moderasyon”dan “Büyük Resesyon”a Avrupa Ekonomisi”,  http://cerideimulkiye.com, 14 Ocak 2013.


[55] Emre Peker, “Stagflation fears stalk Turkey”, Money Beat 26 August 2013’ten aktaran  Yasin Kaya, “Turkey: Crisis at home, crisis in the world”, The Bullet, Socialist Project, E Bulletin No. 871, 6 September 2013.
[56] Hayri Kozanoğlu, “Deniz Bitti”, BirGün Gazetesi, 25 Haziran 2013.
[57] Mustafa Durmuş, Kapitalizmin Krizi, 4. Baskı, 2013, Gazi Kitabevi, s. 23.
[58] Korkut Boratav, “Ekonomide iniş devam ediyor”, Sol Gazetesi, 20 Ağustos 2013.
[59] TÜİK, Düzeltilmiş Haber Bülteni, Sayı: 16192, 10 Haziran 2014.
[60] agb.
[61] TÜİK Bülteni,  Gayri Safi Yurtiçi Hasıla, II. Çeyrek: Nisan - Haziran, 2014, Sayı: 16193, 10 Eylül 2014.

[62] TÜİK, İktisadi Faaliyet Kollarına Göre Sabit Fiyatlarla Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (Değer, Pay, Büyüme Hızı) (1998 Fiyatlarıyla), http://www.tuik.gov.tr.
[63] Mustafa Durmuş, “Avrupa Merkez Bankası (ECB) borç deflasyonuna gidişi durdurmaya çalışıyor!”  www. siyasihaber.org.,

[64] International Labour Organisation (ILO), Global Wage Report 2014/15- Wages and income inequality, December 2014, s. 16.

[65] TÜİK, Hanehalkı İşgücü İstatistikleri, Mayıs 2014, Sayı: 16010, 15 Ağustos 2014, http://www.tuik.gov.tr.

[66] TÜİK,  Hanehalkı İşgücü İstatistikleri, Mart 2014, Sayı 16008, 16 Haziran 2014.

[67] TÜİK,  Hanehalkı İşgücü İstatistikleri, Ağustos 2014, 17 Kasım 2014, Sayı: 16013.
[68] Serkan Öngel “Sen öyle sansan da işsiz değilsin!”, Bir Gün Gazetesi, 18 Haziran 2014.

[69] TÜİK, Tüketici Fiyat Endeksi, Ekim 2014, Sayı: 16135, 03 Kasım 2014.

[70] The Economist, “Which emerging markets are most vulnarable  to freze in capital flows?, The Capital-freeze Index,” www. Economist.com, 7 September 2013.
[71] TCMB Eylül ayı cari açık verileri
[72] agr.
[73] www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TCMB+TR/TCMB+TR/Main+Menu/Istatistikler/Odemeler+Dengesi+ve+Ilgili+Istatistikler/Ozel+Sektorun+Yurtdisindan+Sagladigi+Kredi+Borcu

[74] http://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/tcmb+tr/tcmb+tr/main+menu/istatistikler/parasal+ve+finansal+istatistikler/haftalik+para+ve+banka+istatistikleri
[75] agb.
[76] BirGün Gazetesi, 22 Kasım 2014.
[77] Ömer Faruk ÇOLAK, “Hanehalkı borçlanması sınıra yaklaşıyor”, dunya@dunyagazetesi.com.tr, 14.02.2014.
[78] Hazine Müsteşarlığı, Türkiye Brüt Borç Stoku Borçlu Dağılımı, http://www.hazine.gov.tr.

[79] http://www.basbakanlik.gov.tr/Forms/_Global/_Government/pg_GovernmentProgram.aspx

[80] Parlamenter demokrasinin belirsizliklerini reddeden ‘otoriter bir polis devleti’ ile ‘faşizm’ aynı şey değildir. Bu nedenle de tüm gerici polis rejimlerini faşizm olarak adlandırmaktan kaçınmak gerekir.   En küçük bir baskı olgusunu faşizm ile anlatmak faşizmin gerçek özünü kavramayı zorlaştırır.  Faşizm, özel bir takım durumlar nedeniyle kapitalist toplumun yönetilme biçimine ciddi bir meydan okuma söz konusu olduğunda, buna karşı sistemin özellikli bir yanıtıdır. Faşizm burjuvazinin basit, sıradan bir isteği de değildir. Faşizm sadece işçi sınıfının zayıflığının bir belirtisi değil, aynı zamanda burjuvazinin zayıflığının da bir sonucudur.  Burjuvazi sınıf egemenliğini güçlendirmek için bir kitle temeli oluşturmak ya da korumak zorundadır.  Burjuvazi kapitalist sistemin tüm çelişkilerinin had safhaya ulaşması nedeniyle faşist yöntemlere başvurur. Faşizm, kapitalist ayrışmanın bir ürünü, işçi sınıfına karşı bir terör, kaba bir saldırı aracı, işçi örgütlenmelerinin yok edilmesi, sınıf sendikalarının dağıtılması, sosyalist, komünist partilerin yasaklanması, işçi ve devrimci militanların kitleler halinde tutuklanmaları, işkencelere uğraması ve katledilmesi, burjuva demokrasisinin ve özgürlüklerinin ortadan kaldırılması demektir. Tarihte, 1929 Büyük Depresyon’u gibi ciddi iktisadi krizlerin, devrimcilerin-komünistlerin etkinliğinin artması ve sistemi tehdit etmesi kadar- Fransa, Almanya ve İtalya’da faşist hareketlerin ortaya çıkışları ve iktidara gelişleri üzerinde etkili olduğu ve faşizmin toplumda yer bulması, yeşermesi için ortam hazırladıkları görülmüştür. Zira iki dünya savaşı arasında sürüp giden iktisadi kriz emekçilerin yaşam koşullarını daha da çekilmez hale getirmiş,  bu nedenle de emekçi kitlelerin ayaklanmasını önlemek ve kırmak ve savaşı hazırlamak için burjuvazi uluslar arası ölçüde faşizme gereksinim duymuştur. Almanya’da faşizmin (Nazizm) iktidar oluşuna hizmet eden çok sayıda faktör sayılabilir ama en etkili olanlardan biri Büyük Depresyon’dur. Bir yandan Almanya’daki sermaye grupları kriz koşullarında sermayesini büyütme ya da koruma sıkıntısı yaşarken, diğer yandan Alman işçi sınıfının hem güçlü sendikal hem de politik örgütlülüğü, ücretlerinin düşürülmesine ya da daha fazla çalıştırılmalarına, dolayısıyla da daha fazla sömürülmesine izin vermiyordu. Oysa bu tür büyük krizlerden kapitalizmin çıkışı son tahlilde faturayı işçi sınıfına kesmek biçiminde olmuştur (2008 krizinden bu yana yapılmaya çalışılan özünde budur). Bu bağlamda Alman kapitalistleri de Hitler’i, ülkeyi ekonomik krizden çıkartacak ve sermayeye Avrupa’da yeni imkânlar sağlayacak, sömürü düzenini pekiştirecek, örgütlü işçilerin ve komünistlerin canına okuyacak bir kurtarıcı olarak gördüler ve desteklerini esirgemediler.



[81] Neal, Lawson, Surfers Without Waves – Is Social Democracy Dead In The Water?, http://www.social-europe.eu/2014/12/social-democracy-2 /04.12.2014. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder