9 Ekim 2019 Çarşamba

MUTSUZLUĞUMUZ SÜRPRİZ DEĞİL



MUTSUZLUĞUMUZ SÜRPRİZ DEĞİL

Mustafa Durmuş

9 Ekim 2019

Cato Enstitüsü’nden S. Hank, birkaç gün önce bu yılki “Sefalet Endeksi” ya da “Mutsuzluk Endeksi” olarak da dilimize çevrilebilecek olan “Misery Index”i yayımladı (1).
Endekste yer alan ülke sayısı 95 ve endeks toplam 4 ekonomik göstergeden oluşuyor: Enflasyon, banka faiz oranları, işsizlik ve ekonomik büyüme oranı.
Yani bir ülkede işsizlik, enflasyon ve faiz oranları arttıkça; bunun yanı sıra ekonomik büyüme hızı düştükçe o ülke insanlarının mutsuzluğu artıyor (ya da mutluluğu azalıyor).
Endeksin başında yer alan ülkeler dünyanın en mutsuz insanlarının yaşadığı, sonunda yer alan ülkelerse en az mutsuz (ya da göreli olarak mutlu) insanlarının yaşadığı ülkeler olarak nitelendiriliyor.

EN MUTLU ÜLKELER: TAYLAND, MACARİSTAN, JAPONYA
Böylece 2018 verilerini esas alan bu yılki endekse göre; dünyanın en az mutsuz (ya da göreli olarak mutlu) insanlarının yaşadığı ülkeler sırasıyla: Tayland (1,7 puan ile son, 95. sırada), Macaristan (2,6 puan ile 94. sırada), Japonya (3,3 puan ile 93. sırada), Avusturya (3,2 puan ile 92.sırada) ve Çin (4,2 ile 91.sırada) yer alıyor.
Endeks’e göre, Tayland ve Macaristan’da yaşayanların göreli olarak daha az mutsuz olmasının (ya da mutlu olmalarının) nedeni bu ülkelerdeki düşük işsizlik oranları. İlkinde işsizlik binde 4 ile yüzde 1 arasında; ikincisinde ise yüzde 4’ün altında seyrediyor.
Böylece istihdamın iyi ücretli, güvenceli- kalıcı ya sağlıklı olup olmadığına bakılmaksızın işsizliğin azaltılmasının insanları mutlu ettiği ileri sürülüyor.

ENFLASYON VE İŞSİZLİK: EN FAZLA MUTSUZLUK NEDENİ
Listenin başında (yani dünyanın en mutsuz ülkeleri olarak): Venezüella, (1,746,439 puan), Arjantin (75,7 puan), İran (75,7), Brezilya (53,6) ve Türkiye (53,3) geliyor.
Bu ülkelerin hepsi ciddi ekonomik sorunlarla uğraşıyor ama ilk üç ülkede mutsuzluğun asıl kaynağı enflasyon iken, bu Brezilya ve Türkiye’de yüksek işsizlik olarak ortaya çıkıyor (elektrik, doğal gaz ve ulaştırma alanında üst üste yapılan zamlara ve tartışmalı enflasyon verilerine bakarak Türkiye’nin gerçekte daha üst sıralarda olması gerektiği ileri sürülebilir).
Enflasyon, tüketim yapabilmek için kullanılan kredilerin faizlerinin yüksekliği ve her şeyden önemlisi işsizliğin yoksulluk ve açlıkla doğrudan ilişkili olduğu çok açık. Yoksul ve aç insanların mutsuz olmaları kadar doğal bir durum söz konusu olamaz. Aksini ileri sürmek yoksulları kandırmaya çalışmaktan öte bir şey olmaz.

SINIFLI TOPLUMDA HERKES MUTLU YA DA MUTSUZ OLAMAZ
Ancak endeksin bazı zayıf noktaları var. İlk olarak, yabancılaşmanın had safhaya eriştiği, sınıflara bölünmüş, ırk-kimlik, inanç ve cinsiyete göre ayırımcılığın hâkim olduğu, çoğulculuk yerine tekçiliğin geçerli olduğu ülkelerde herkesin bir bütün olarak mutlu, ya da mutsuz olması beklenemez.
Yani toplumun büyük bir kısmının mutsuz olduğu bir ülkede, küçük bir azınlık son derece halinden memnun yaşıyor olabilir ki bu da kapitalist toplumların temel gerçekliğini yansıtır.

SADECE EKONOMİK NEDENLER Mİ?
Asıl zayıf nokta ise mutluluğun ya da mutsuzluğun sadece ekonomik nedenlerle ve göstergelerle sınırlı tutulması.
Böyle olunca da Macaristan ve Çin gibi otoriter, insan haklarına saygı gösterilmeyen, en küçük hak arama eylemi ya da gayretinin ağır bir devlet baskısıyla sonlandırıldığı, özgürlüklerin kısıtlandığı ülkeler sırf ekonomik göstergeleri iyi olduğu için, göreli olarak daha mutlu (ya da daha az mutsuz) ülkeler olarak nitelendiriliyor.
Bu bağlamda örneğin her iki ülke de İsviçre, ya da İsveç, Norveç, Finlandiya ve Danimarka gibi Kuzey’in sosyal refah olarak oldukça gelişmiş ülkelerinden daha iyi durumda gösterilebiliyor.

“DİLİM OLMAZSA EKMEĞİMİ ÇALANI NASIL TEŞHİR EDERİM?”
Oysa genel olarak özgürlüklerin varlığının ve güvence altında olmasının insanların mutluluğu anlamında önemi çok büyük. Bu nedenle de örneğin, ana dilini özgürce kullanamayan birine “işin var, ekmeğin var, kendi dilini kullanmayı ne yapacaksın” diye sorulduğunda şöyle bir yanıt alabilirsiniz: “Dilim olmazsa, ekmeğimi çalanı nasıl teşhir ederim?”
Ya da haksız yere işinden atılmış bir KHK’lı bu durumu özgürce teşhir edemiyor ve hakkını arayamıyorsa nasıl mutlu olabilir?
Ayrıca endeksin temel bileşeni konumundaki ekonomik büyüme oranı (ya da kişi başına düş(mey)en GSYH’nin (kabaca milli gelir) yüksekliği ölçütü toplumun mutluluğunu göstermekten çok uzak bir ölçüt.

GSYH ŞİDDET VE ZOR İÇERİYOR
Bu kavramın nasıl bir ortamda ortaya atıldığına bakıldığında mesele daha iyi anlaşılabilir. GSYH’nin keşfi çok eski değil. 1930’larda Kuznets ve Keynes tarafından, Büyük Depresyon’a karşı uygulanacak politikalarda kullanılmak üzere bir makroekonomik büyüklük bulma çabası içinde ortaya atıldı. Para ile ölçülebilen her türden mal ve hizmet bu kavrama dâhil edildi.
Bu konuda bu ikili arasında görüş farklılığı vardı. Örneğin Kuznets’e göre, toplumun iyi olma halinin bir göstergesi olacaksa, reklam harcamaları (ya da gelirleri) ve güvenlik harcamaları gibi harcamalar GSYH içine dâhil edilmemeliydi. Çünkü bu tür mal ya da hizmetlerin üretimleri arttığında hükümetler bunu bir ekonomik başarı ölçüsü olarak topluma sunabilirlerdi (2). (Bilindiği gibi bugün Türkiye’de devlet öncülüğündeki askeri-güvenlik sanayi yatırım harcamaları ekonomik büyüme içinde yer alıyor).
Kısaca GSYH ölçütü bir bunalım ve savaş dönemi ölçütü. Dolayısıyla da dönemin ekonomik ve politik koşullarını yansıtan ve savaş-militarizm gibi kavramları içeren bir ölçüt.

GSYH “HER TÜRLÜ ZARARLI FAALİYETİN ALTINA SÜPÜRÜLDÜĞÜ BİR HALI” GİBİ…
Bir faaliyetin faydalı olup olmadığına bakmaksızın parasal değerle ifade edilen (parasallaştırılan) her şeyi ölçmeyi amaçlıyor. Kaz Dağları örneğinde olduğu gibi, ağaçlar kesilip kereste olarak satıldığında, dağın altındaki madenler çıkartılıp satıldığında GSYH artıyor. Ama ağaçların yok edilmesinin neden olduğu iklimsel etkilerin ya da altın çıkartmada kullanılan siyanürün suya verdiği insani ve diğer canlı türleriyle ilgili zarar ya da tarımsal üretim kayıpları bu hesaba katılmıyor.
Ya da ülkede olduğu gibi haftada 50 saatin üstünde çalışıldığında ya da emeklilik yaşı uzatıldığında GSYH artıyor ama bu çok fazla çalışmanın neden olduğu sağlık tahribatları ve hastalıkların yol açtığı zararlar ölçüme dâhil edilmiyor.

BARIŞ FAYDALI DEĞİL Mİ?
Keza, barışın savunulması için sürdürülen çabalar, evde çocuk yetiştirilmesi, yaşlılara ve hastalara bakılması, ev işleri, kendi gıdasının üretimi gibi faydalı işler piyasaya çıkıp parasallaşmadığı için GSYH içine, dolayısıyla da mutluluk ya da iyi olma haline dâhil edilmiyor.
Kısaca ekonomiler küçüldükçe (işsizlik artıp -gelirler azalıp yoksulluk artacağı için) emekçilerin mutsuzluğunun artması kesin olsa da, tersi kesin değil. Yani daha yüksek büyüme beraberinde her zaman daha yüksek mutluluk getirmiyor.
Çünkü hem nitelikli istihdam yaratmıyor, hem ortaya çıkan nema eşit/adil dağılmıyor, hem de doğa ve emek daha çok tahrip ediliyor. Böylece insanlar daha fazla mutsuz olabiliyor.

MUTLULUK İÇİN İŞ – EKMEK - ÖZGÜRLÜK VE DEMOKRASİ GEREKLİ
O halde insanın gelişimini ve mutluluğunu son derece tartışmalı bir kavram olan GSYH büyümesine indirgememek gerekiyor.
Aksine bir toplumun “iyi olma halini”; güçlü demokratik hak ve özgürlüklerin (çoğulcu ve katılımcı demokrasi) varlığı, kendi kimliğine uygun özgürce yaşam, eşit yurttaşlık hakkı, toplumsal cinsiyet eşitliği, doğaya saygılı olma, nitelikli, herkesin ücretsiz erişimine açık kamusal eğitim, sağlık hizmetlerinin varlığı ve sağlıklı-uzun ömür gibi temel göstergelerle ilişkilendirmek daha doğru olur.
Örnek olarak, genelde Avrupa ülkeleri bu göstergeler açısından daha iyi durumda. Çünkü kişi başı GSYH’si ABD’den yüzde 40 düşük olsa da, gezegene bu ülkeden yüzde 60 daha az karbon dioksit gönderiyorlar. ABD’de mutluluk düzeyinin şu ana kadar görülmüş olan en yüksek olduğu yıllar olan 1950’li yıllarda kişi başı gelir sadece 15,000 dolardı (2010 fiyatlarıyla). Sonraki dönemlerde ise gelirin neredeyse 4 katına çıkmasına rağmen mutluluk düzeyi artmadı. Keza bugün gelişkin ekonomiye sahip ABD’de kişi başı gelir 53,000 dolar ve ortalama yaşam süresi 79 yıl. Buna karşılık azgelişmiş bir ekonomiye sahip Kosta Rika’da kişi başı gelir 10,000 dolar ama ortalama yaşam süresi ABD’den daha uzun (3).
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Kısaca, tek başına kişi başı gelirin yüksekliği insanları daha uzun yaşatmaya ya da mutlu etmeye yetmiyor.
Özcesi, mutluluğumuzu (ya da mutsuzluğumuzu) daha yüksek gelir, üretim ya da tüketim kadar (belki de ondan daha önemli olarak), adalet, eşitlik, özgürlük, barış, çoğulculuk ve güçlü kamusal-toplumsal güvenceler belirliyor.

DİP NOTLAR:
(1) https://www.visualcapitalist.com/the-most-miserable-countri… (4 October 2019).
(2) Jason Hickel, The Divide, A Brief Guide to Global Inequality and Its Solutions, Windmill Books, 2017, s. 282-286.
(3) Agk., s. 291-293.


Cato Enstitüsü’nden Steve Hank, birkaç gün önce bu yılki  “Sefalet Endeksi” ya da “Mutsuzluk Endeksi” olarak da dilimize çevrilebilecek olan “Misery Index”i yayımladı (1).

Endekste yer alan ülke sayısı 95 ve endeks toplam 4 ekonomik göstergeden oluşuyor: Enflasyon, banka faiz oranları, işsizlik ve ekonomik büyüme oranı.

Yani bir ülkede işsizlik, enflasyon ve faiz oranları arttıkça; bunun yanı sıra ekonomik büyüme hızı düştükçe o ülke insanlarının mutsuzluğu artıyor (ya da mutluluğu azalıyor).

Endeksin başında yer alan ülkeler dünyanın en mutsuz insanlarının yaşadığı, sonunda yer alan ülkelerse en az mutsuz (ya da göreli olarak mutlu)  insanlarının yaşadığı ülkeler olarak nitelendiriliyor.



EN MUTLU ÜLKELER: TAYLAND, MACARİSTAN, JAPONYA !….

Böylece 2018 verilerini esas alan bu yılki endekse göre; dünyanın en az mutsuz (ya da göreli olarak mutlu) insanlarının yaşadığı ülkeler sırasıyla: Tayland (1,7 puan ile son, 95.  sırada), Macaristan (2,6 puan ile 94. sırada), Japonya (3,3 puan ile 93. sırada), Avusturya (3,2 puan ile 92.sırada) ve Çin (4,2 ile 91.sırada) yer alıyor.

Endeks’e göre, Tayland ve Macaristan’da yaşayanların göreli olarak daha az mutsuz olmasının (ya da mutlu olmalarının) nedeni bu ülkelerdeki düşük işsizlik oranları. İlkinde işsizlik binde 4 ile yüzde 1 arasında; ikincisinde ise yüzde 4’ün altında seyrediyor.

Böylece istihdamın iyi ücretli, güvenceli- kalıcı ya sağlıklı olup olmadığına bakılmaksızın işsizliğin azaltılmasının insanları mutlu ettiği ileri sürülüyor.

ENFLASYON VE İŞSİZLİK: EN FAZLA MUTSUZLUK NEDENİ

Listenin başında (yani dünyanın en mutsuz ülkeleri olarak): Venezüella,  (1,746,439 puan), Arjantin (75,7 puan), İran (75,7), Brezilya (53,6) ve Türkiye (53,3) geliyor.

Bu ülkelerin hepsi ciddi ekonomik sorunlarla uğraşıyor ama ilk üç ülkede mutsuzluğun asıl kaynağı enflasyon iken, bu Brezilya ve Türkiye’de yüksek işsizlik olarak ortaya çıkıyor (elektrik, doğal gaz ve ulaştırma alanında üst üste yapılan zamlara ve tartışmalı enflasyon verilerine bakarak Türkiye’nin gerçekte daha üst sıralarda olması gerektiği ileri sürülebilir).

Enflasyon,  tüketim yapabilmek için kullanılan kredilerin faizlerinin yüksekliği ve her şeyden önemlisi işsizliğin yoksulluk ve açlıkla doğrudan ilişkili olduğu çok açık. Yoksul ve aç insanların mutsuz olmaları kadar doğal bir durum söz konusu olamaz. Aksini ileri sürmek yoksulları kandırmaya çalışmaktan öte bir şey olmaz.

SINIFLI TOPLUMDA HERKES MUTLU YA DA MUTSUZ OLAMAZ

Ancak endeksin bazı zayıf noktaları var. İlk olarak, yabancılaşmanın had safhaya eriştiği, sınıflara bölünmüş, ırk-kimlik, inanç ve cinsiyete göre ayırımcılığın hâkim olduğu, çoğulculuk yerine tekçiliğin geçerli olduğu ülkelerde herkesin bir bütün olarak mutlu, ya da mutsuz olması beklenemez.

Yani toplumun büyük bir kısmının mutsuz olduğu bir ülkede, küçük bir azınlık son derece halinden memnun yaşıyor olabilir ki bu da kapitalist toplumların temel gerçekliğini yansıtır.

SADECE EKONOMİK NEDENLER Mİ?

Asıl zayıf nokta ise mutluluğun ya da mutsuzluğun sadece ekonomik nedenlerle ve göstergelerle sınırlı tutulması.

Böyle olunca da Macaristan ve Çin gibi otoriter, insan haklarına saygı gösterilmeyen, en küçük hak arama eylemi ya da gayretinin ağır bir devlet baskısıyla sonlandırıldığı, özgürlüklerin kısıtlandığı ülkeler sırf ekonomik göstergeleri iyi olduğu için, göreli olarak daha mutlu (ya da daha az mutsuz) ülkeler olarak nitelendiriliyor.

Bu bağlamda örneğin her iki ülke de İsviçre, ya da İsveç, Norveç, Finlandiya ve Danimarka gibi Kuzey’in sosyal refah olarak oldukça gelişmiş ülkelerinden daha iyi durumda gösterilebiliyor.

“DİLİM OLMAZSA EKMEĞİMİ ÇALANI NASIL TEŞHİR EDERİM?”

Oysa genel olarak özgürlüklerin varlığının ve güvence altında olmasının insanların mutluluğu anlamında önemi çok büyük. Bu nedenle de örneğin, ana dilini özgürce kullanamayan birine “işin var, ekmeğin var, kendi dilini kullanmayı ne yapacaksın” diye sorulduğunda şöyle bir yanıt alabilirsiniz: “Dilim olmazsa, ekmeğimi çalanı nasıl teşhir ederim?”

Ya da haksız yere işinden atılmış bir KHK’lı bu durumu özgürce teşhir edemiyor ve hakkını arayamıyorsa nasıl mutlu olabilir?

Ayrıca endeksin temel bileşeni konumundaki ekonomik büyüme oranı (ya da kişi başına düş(mey)en GSYH’nin (kabaca milli gelir) yüksekliği ölçütü toplumun mutluluğunu göstermekten çok uzak bir ölçüt.

GSYH ŞİDDET VE ZOR İÇERİYOR

Bu kavramın nasıl bir ortamda ortaya atıldığına bakıldığında mesele daha iyi anlaşılabilir. GSYH’nin keşfi çok eski değil. 1930’larda Kuznets ve Keynes tarafından, Büyük Depresyon’a karşı uygulanacak politikalarda kullanılmak üzere bir makroekonomik büyüklük bulma çabası içinde ortaya atıldı.  Para ile ölçülebilen her türden mal ve hizmet bu kavrama dâhil edildi.

Bu konuda bu ikili arasında görüş farklılığı vardı. Örneğin Kuznets’e göre, toplumun iyi olma halinin bir göstergesi olacaksa, reklam harcamaları (ya da gelirleri) ve güvenlik harcamaları gibi harcamalar GSYH içine dâhil edilmemeliydi.  Çünkü bu tür mal ya da hizmetlerin üretimleri arttığında hükümetler bunu bir ekonomik başarı ölçüsü olarak topluma sunabilirlerdi (2). (Bilindiği gibi bugün Türkiye’de devlet öncülüğündeki askeri-güvenlik sanayi yatırım harcamaları ekonomik büyüme içinde yer alıyor).

Kısaca GSYH ölçütü bir bunalım ve savaş dönemi ölçütü. Dolayısıyla da dönemin ekonomik ve politik koşullarını yansıtan ve savaş-militarizm gibi kavramları içeren bir ölçüt.

GSYH “HER TÜRLÜ ZARARLI FAALİYET ALTINA SÜPÜRÜLDÜĞÜ BİR HALI” GİBİ…

Bir faaliyetin faydalı olup olmadığına bakmaksızın parasal değerle ifade edilen (parasallaştırılan) her şeyi ölçmeyi amaçlıyor.  Kaz Dağları örneğinde olduğu gibi, ağaçlar kesilip kereste olarak satıldığında, dağın altındaki madenler çıkartılıp satıldığında GSYH artıyor. Ama ağaçların yok edilmesinin neden olduğu iklimsel etkilerin ya da altın çıkartmada kullanılan siyanürün suya verdiği insani ve diğer canlı türleriyle ilgili zarar ya da tarımsal üretim kayıpları bu hesaba katılmıyor.

Ya da ülkede olduğu gibi haftada 50 saatin üstünde çalışıldığında ya da emeklilik yaşı uzatıldığında GSYH artıyor ama bu çok fazla çalışmanın neden olduğu sağlık tahribatları ve hastalıkların yol açtığı zararlar ölçüme dâhil edilmiyor. 

BARIŞ FAYDALI DEĞİL Mİ?

Keza, barışın savunulması için sürdürülen çabalar,  evde çocuk yetiştirilmesi,  yaşlılara ve hastalara bakılması, ev işleri, kendi gıdasının üretimi gibi faydalı işler piyasaya çıkıp parasallaşmadığı için GSYH içine, dolayısıyla da mutluluk ya da iyi olma haline dâhil edilmiyor.

Kısaca ekonomiler küçüldükçe (işsizlik artıp -gelirler azalıp yoksulluk artacağı için) emekçilerin mutsuzluğunun artması kesin olsa da,  tersi kesin değil. Yani daha yüksek büyüme beraberinde her zaman daha yüksek mutluluk getirmiyor.

Çünkü hem nitelikli istihdam yaratmıyor, hem ortaya çıkan nema eşit/adil dağılmıyor, hem de doğa ve emek daha çok tahrip ediliyor.  Böylece insanlar daha fazla mutsuz olabiliyor.

MUTLULUK İÇİN İŞ – EKMEK - ÖZGÜRLÜK VE  DEMOKRASİ GEREKLİ

O halde insanın gelişimini ve mutluluğunu son derece tartışmalı bir kavram olan GSYH büyümesine indirgememek gerekiyor. 
Aksine bir toplumun “iyi olma halini”;  güçlü demokratik hak ve özgürlüklerin (çoğulcu ve katılımcı demokrasi) varlığı, kendi kimliğine uygun özgürce yaşam,  eşit yurttaşlık hakkı, toplumsal cinsiyet eşitliği, doğaya saygılı olma, nitelikli, herkesin ücretsiz erişimine açık kamusal eğitim, sağlık hizmetlerinin varlığı ve sağlıklı-uzun ömür gibi temel göstergelerle ilişkilendirmek daha doğru olur.
Örnek olarak, genelde Avrupa ülkeleri bu göstergeler açısından daha iyi durumda. Çünkü kişi başı GSYH’si ABD’den yüzde 40 düşük olsa da, gezegene bu ülkeden yüzde 60 daha az karbon dioksit gönderiyorlar.  ABD’de mutluluk düzeyinin şu ana kadar görülmüş olan en yüksek olduğu yıllar olan 1950’li yıllarda kişi başı gelir sadece 15,000 dolardı (2010 fiyatlarıyla).  Sonraki dönemlerde ise gelirin neredeyse 4 katına çıkmasına rağmen mutluluk düzeyi artmadı. Keza bugün gelişkin ekonomiye sahip ABD’de kişi başı gelir 53,000 dolar ve ortalama yaşam süresi 79 yıl. Buna karşılık azgelişmiş bir ekonomiye sahip Kosta Rika’da kişi başı gelir 10,000 dolar ama ortalama yaşam süresi ABD’den daha uzun (3).
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Kısaca, tek başına kişi başı gelirin yüksekliği insanları daha uzun yaşatmaya ya da mutlu etmeye yetmiyor.
Yani mutluluğumuzu (ya da mutsuzluğumuzu) daha yüksek gelir, üretim ya da tüketim kadar (belki de ondan daha önemli olarak), adalet, eşitlik, özgürlük, barış, çoğulculuk ve  güçlü kamusal-toplumsal güvenceler belirliyor

DİP NOTLAR:
(1)  https://www.visualcapitalist.com/the-most-miserable-countries-in-the-world (4 October 2019).
(2)  Jason Hickel, The Divide, A Brief Guide to Global Inequality and Its Solutions, Windmill Books, 2017, s. 282-286.
(3)  Agk., s. 291-293.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder