16 Nisan 2025 Çarşamba

Trumpçı Tarifeler (2)

 

Trumpçı gümrük tarifeleri: Nedenleri ve azgelişmiş ekonomiler üzerindeki olası etkileri (2)

Mustafa Durmuş

17 Nisan 2025

Ana akım medyadaki baskın görüşe göre, ciddi küresel sorunlara yol açacak olan Trumpçı tarifeler, “kötü niyetli”, “beceriksiz”, “irrasyonel”, “maceracı” “halklara düşman bir aşırı sağcı” olan Trump’ın marifeti.

Trump aldığı kararların etkilerinin bilincinde

Trump’a yakıştırılan sıfatların eksiği var, fazlası yok. Ancak sadece bu kişisel özelliklerle dünyayı üçüncü bir paylaşım savaşına kadar sürükleyebilecek olan tarifeleri ve ticaret savaşlarını açıklamak yetersiz ve yanıltıcı olur. Ayrıca böyle bir yaklaşım “kapitalizmin emperyalist doğasını” da gizlemeye hizmet eder.

Bu yüzden olayları ve olguları, var oldukları tarihsel koşullar içinde ve mevcut ekonomik sistemin, üretim tarzının iç çatışmaları, dinamikleri ve sınıf mücadeleleri ve diğer toplumsal mücadelelerle açıklayan ve genel olarak toplum ve yaşama ilişkin daha kapsayıcı ve bilimsel bir bakış açısına ihtiyacımız var. Bu bakış açısı gelişmelerin doğru anlaşılmasını önleyen karartmaları ya da perdelemeleri ortadan kaldıran ve olayları daha net görmemizi sağlayan bir bakış açısıdır.

Böyle bir bakışa göre; doğadaki ya da toplumdaki olaylar gibi, büyük çapta etkilere sahip olan Trumpçı tarife politikası da derindeki ihtiyaçların bir sonucu olarak ortaya çıkar. Yani bu tarifeler ekonomideki bazı zorunlulukların ve siyasetteki sıkışıklığın ya da ertelenemez ihtiyaçların dışavurumlarıdır.

Trumpçı tarifelerin gerekçeleri

Bu bağlamda Trumpçı tarifelerin gerekçelerini ele alabiliriz. Analizlerde yer aldığı kadarıyla, “Monreo Doktrini’ne geri dönülmesi”, “dış ticaret açıklarının neden olduğu zarara son verilmesi” ve “ulusal hükümetlerden ekonomik ve siyasal tavizler kopartılması” akla gelen ilk gerekçeleri oluşturuyor. Şöyle ki:

Öncelikle, Trump ABD’nin en fazla dış ticaret açığı verdiği Çin’in, “ABD’nin ekonomik statüsünü çaldığını” ileri sürüyor.  Bu yüzden de ABD’yi “Yeniden Büyük/ Make The USA Great Again” yapacaklarını öne sürüyor. Oysa ABD’nin hegemonyası 1971’den (Nixon) ve 1985’ten (Volcker) bu yana geriliyor, dolayısıyla da başlattığı ticaret savaşları bu inişi tersine çevirmeye yetmeyebilir.

Kaldı ki Trump tehlikenin diğer ülkelerin “ABD’yi soymasından” kaynaklandığına inanıyor olsa da bu aslında bugünün değil, dünün hikayesidir. Öyle ki bugün ulus üstü sermaye şirketleri birçok ulus devletten daha fazla servete ve güce sahipler ve hiçbir ülkeye bağlılık gibi bir sorumlulukları da yok.

Ulus üstü sermayenin gücü

Bu bağlamda gümrük tarifeleri ABD ekonomisini “özgürleştirecek” bir yol sunmuyor. Bunlar, daha ziyade gerçek ortak sınıf düşmanı olan sermayeye karşı emekçilerin birleşmeleri gereken bir zamanda, ülkeleri ve emekçileri birbirine düşüren modası geçmiş, düşmanca önlemler.

Bu konuda bir uygulamadan söz etmek meseleyi daha iyi kavramamıza yardımcı olabilir. Uluslararası ticaret anlaşmalarında yer alan Yatırımcı-Devlet Anlaşmazlık Çözümü (ISDS) maddeleri, şirketlerin, insanları veya gezegeni korumaya çalışan hükümetlere dava açmasına olanak tanıyor. Şirketler Tayland’dan Almanya’ya, siyanürlü altın madenciliğinin yasaklanmasından asgari ücretlerin yükseltilmesine kadar her konuda hükümetlere "kâr kaybı" davaları açabiliyorlar ve çoğunlukla da bu davaları kazanıyorlar. Bu durum ulusal ekonomileri felce uğratırken, demokrasiyi alay konusu haline getiriyor ve küresel ekonomide kimin sözünün geçtiği konusunda hiçbir şüpheye mahal bırakmıyor. (1)

Kısaca, küreselleşmiş bağımlılık zincirlerinden kurtulmaya ve ulusal/yerel ekonomilerimizi korumaya ihtiyacımız var ama gümrük tarifeleri bizi oraya götürecek araçlar değiller.

Trump’ın temsil ettiği sermaye “ABD’yi yeniden üretim üssü yapmak” istiyor. Zira şu anda küresel imalat sanayi üretiminin yüzde 35’i Çin’de, buna karşılık yüzde 13’ü ABD’de gerçekleşiyor. (2) ABD müesses nizamı Çin’i zayıflatarak bu durumu tersine çevirmek istiyor.

● Ancak ABD’nin Çin ile baş edebilmesi için güçlü bir savunma bütçesine ihtiyacı var. Yaklaşık 1 trilyon dolarlık savunma bütçesini silah üreticileri finanse etmeyeceğinden, bu tarifelere baş vuruyor ve ilave vergi geliri yaratmak ve dünyayı kontrol etmek istiyor.

Nitekim Trump 1982 yılından bu yana toplanan en yüksek vergi gelirini sağlamayı hedefliyor: yılda 258 milyar dolar (yüzde 0,85). 10 yıllık bir sürede ise 2,9 trilyon dolar vergi geliri elde edilmesi hedefleniyor. (3)

Ancak küreselleşme son 40 yıllık neo-liberalizmin bir sonucu ve ABD küresel çapta sanayi kaydırmalarıyla bundan çok büyük nema sağladı. Düşen kâr oranlarını başka ülkelere yaptığı sermaye ihracı ile yükseltebildi, böylece krizlerini savuşturabildi. Örnek olarak ABD’nin Vietnam’da 59 Nike ayakkabı fabrikası var. Tesla otomobillerinin büyük bir kısmı Çin’de üretiliyor. Çünkü bu ülkelerde işçilik çok daha ucuz ve işgücü verimlilikleri de yüksek. Yani üretim-değer zinciri artık tersine çevrilemeyecek kadar küresel. (4)

İhracatı temel alarak büyüyen ekonomiler üzerindeki etkiler

Ticaret savaşlarında tüm taraflar zarar görebilirler. Ancak en büyük zararı iç talebi nispeten zayıf olan net ihracatçı ülkeler görür. Uluslararası ticaretin daralması (özellikle de büyümeyi sağlamak için ihracata/dış talebe bel bağlamışlarsa), dışa en açık ve ihracata bağımlı ekonomilere zarar verir. Göreli olarak “kapalı ekonomiler” de zarar görebilirler ama bu zarar göreli olarak daha küçük olur.

Bu durumda, ihracatları düşeceği için, dış ticaret açıkları artan azgelişmiş ekonomileri büyütmenin tek yolu iç talebi artırmak olur ki bu da ya milli gelirin daha adil dağıtılarak reel ücretlerin artırılmasını ve/veya talebin bireysel borçlanma ile desteklenmesini gerekli kılar.

İlk yol günümüzün otoriter rejimleri altında pek mümkün görünmediğinden, geriye emekçileri daha fazla borçlandırarak ekonomiyi büyütmek kalıyor. Ancak bunun da bir sınırı var. Ayrıca bu borçların geri ödenememesi bankacılık sistemini sıkıntıya sokabilir. Bu durumda ekonomilerin küçülmesi, işsizliğin artması ve bunları finansal, sosyal ve siyasal krizlerin takip etmesi kaçınılmaz hale gelebilir.

Ulusları sömürgeleştirmenin bir yolu

Bu tarifelerin uygulanması aslında doğrudan ve dolaylı olarak, tüm ulusal ekonomilere zarar verecektir. Ancak, ABD’ye ihracatları milli gelirlerinin önemli bir kısmını oluşturan ülkeler (Kamboçya: yüzde 36, Vietnam: yüzde 26, Çin: yüzde 13-14, Hindistan: yüzde 8 ve tüm azgelişmiş ekonomiler ortalama: yüzde 15-16) (5) bu tarifelerden en olumsuz etkilenecek ülkeler olacaklar.

“Önce Amerika/America First” ideolojisine çok bağlı olduğu bilinen Trump Yönetimi müttefikleri olan diğer kapitalist ülkeleri kasıtlı olarak düşman haline getirdi. Ötekileştirme, kutuplaştırma siyasetini uygulayan diğer aşırı sağcı-faşist liderler gibi kapitalizmin doğasında var olan çelişkilerin tetiklediği küresel ticaret dengesizliklerinin neden olduğu sorunları önemsemeden yoluna devam etmeye çalışacaktır.  

Bu yüzden de Trump Yönetimi aracılığıyla bu tarifeler, ABD sermayesinin küresel ticaret sistemini ve bununla birlikte küresel ekonomiyi bütünüyle ele geçirme çabası olarak da görülmelidir.  

Bir başka anlatımla, bu tarifeler AB ve Japonya gibi gelişkin ekonomileri kendi hegemonyası altında hizaya çekmenin yanı sıra, ihracata bel bağlamış, ekonomik ölçek ve teknolojik gelişmişlikten yoksun, devleti yönetenlere kolayca rüşvet ve/veya gözdağı verilebilen azgelişmiş ülkeleri  sömürgeleştirmek amacına hizmet ediyor.

Türkiye’nin ABD’ye ihracatı ve Trumpçı tarifeler

ABD, yüzde 5,8 ile Türkiye’nin en büyük üçüncü ihracat pazarı (sırasıyla: Almanya yüzde 8,1; Birleşik Krallık yüzde 6,0; ABD yüzde 5,8; İtalya yüzde 5,2; Irak yüzde 4,9 ve diğer ülkeler yüzde 70,0). (6)

Kamboçya ve Vietnam gibi ülkelerle kıyaslandığında, daha düşük bir orana sahip olsa da Türkiye’nin ihracatının üçüncü büyük pazarı olması ve AB’nin en büyük ekonomilerinin payına yakın bir paya sahip olması, Trumpçı tarifelerin Türkiye üzerinde etkili olabileceğini gösteriyor.  Özellikle de AB ülkelerine konulan tarifelerin bu ülkelerin ekonomilerini daraltması söz konusu olacağından, tarifelerin dolaylı etkileri söz konusu olacaktır.

Ayrıca Türkiye’ye uygulanacak olan tarifenin dünyanın büyük bir kısmına uygulanacak olan yüzde 10 ile aynı olması, “Türkiye’nin rekabetçi gücünü artıracağı için” Trumpçı tarifelerin fırsata çevrileceği” beklentisini boşa çıkartıyor. 

Yoksul ülkeler borç batağına sürükleniyor

Dünya Bankası’na göre, 2008-09 finansal krizi sırasında 3,9 trilyon dolar olan düşük ve orta gelirli ülkelerin dış borçları 2023 yılında 8,8 trilyon dolara ulaştı. Yani 15 yılda bu ülkelerin borç stokları iki kattan fazla arttı. Bu borçlar için ödedikleri faiz oranı ise 2013-23 arasında yüzde 2,6’dan yüzde 4,9’a yükseldi. (7) Bu ülkelerin borçlarının çok büyük bir kısmı ABD doları cinsinden çünkü ticari bankalar ve Dünya Bankası bunu onlara dayatıyor.

Bu ülkeler, borçlarını ve bu borçların faizlerini geri ödeyebilmek için dolar biriktirmek amacıyla ihracat faaliyetlerini yoğun bir şekilde teşvik etmek zorunda kalıyorlar.

Ayrıca, kısmen şu anda görüldüğü gibi, doların değerindeki düşüşün bir sonucu olarak ve (daha kesin olarak çok yakında belirginleşecek olan) enflasyondaki artış nedeniyle, ABD’de faiz oranlarının yükselmesi kaçınılmaz olacak ve FED faiz oranlarını artırmak zorunda kalacaktır. Bu durum, kuşkusuz, borçlarını dolar olarak ödeyen ve faizleri genellikle değişken oranlı olan bu ülkelerin ekonomileri üzerinde çok ciddi etkilere neden olacaktır.

Keza bu ülkeler artık ABD'ye yeterince ihracat yapamaz duruma gelirlerse, ister ticari bankalara isterse Dünya Bankası'na olsun, kredi borcu yükümlülüklerini yerine getiremeyecekler. Böylece, söz konusu ülkelerin kredi notları daha da düşecektir.

Özcesi (bizim gibi) dış borç stoku yüksek olan ülkelerin borçlanma maliyetleri daha da artacaktır. Ayrıca bu ülkelerin fiziki olarak dış krediye erişimleri de zorlaşacaktır. Bu durumda bu ülkelerin acilen ihtiyaç duyduğu yatırımlar da yapılamayacaktır. Böylece, ihracatları, yatırımları, istihdam ve gelirleri düşecek, daha da yoksullaşacaklar, dış borçlarını geri ödemede ciddi sorunlar yaşayacaklar. 1982 yılında Meksika’da patlak veren dış borç krizi benzeri krizlerin bu yüzyılda daha da yaygın biçimde ortaya çıkması olasılığı oldukça yüksektir.

Trumpçı tarifeler özerk kalkınma stratejileri için alan açmaz! 

Azgelişmiş ülkeler üzerindeki etkileri bağlamında bir yanılsamadan kaçınılması gerekiyor. Bazı yorumculara göre, Trumpçı tarifelerin neden olduğu küresel “ayrışma” (yani Küresel Güney Ülkeleri ile Emperyalist Merkez Ülkeler arasındaki ticaret ve sermaye akışının görece azalmasının) Küresel Güney Ülkelerinin daha ilerici ekonomik "sanayileşme stratejileri" ortaya koymasını, emperyalizmin pençesinden kurtulmasını ve "arayı kapatmaya" başlamasını sağlayacaktır. (8)

Ancak ABD emperyalizmi son birkaç on yılda zayıflasa da hala en büyük sermaye birikimine, en büyük finansal gücüne (ABD doları hala hüküm sürüyor) ve dünyanın en büyük askeri gücüne ve teknolojik birikimine, dahası hala diğer emperyalist ülkelerin (çoğunlukla) desteğine sahip. 

Diğer yandan, Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın başını çektiği (alternatif) BRICS grubu siyasi ve ekonomik olarak çeşitlilik arz etse de gerçek bir mali ya da askeri güce sahip değil. Ayrıca BRICS ülkelerinin çoğunluğunu diktatörlüklerce (Rusya, Çin, Hindistan, İran, Suudi Arabistan gibi) ya da işçi sınıfının çıkarlarını temsil etmeyen zayıf neo-liberal kapitalist rejimlerce (Güney Afrika gibi) yönetiliyor. Yani bu ülkeler aslında bir başka emperyalist kutuplaşmayı temsil ediyorlar. Bu nedenle de sırtını bir başka emperyalist gruba yaslayarak özgürleşmeyi, demokratikleşmeyi ve kalkınmayı sağlayabilmek mümkün değil.

Emperyalizmden kopmak ve bağımsız ekonomik kalkınma stratejileri izlemek bir paradigma değişikliğini yani ekonominin temel sektörlerinde kamu mülkiyetini tesis etmeyi, demokratik bir biçimde planlanmış kamusal yatırımları, işçi sınıfı demokrasisini ve enternasyonalist bir dış politikayı hayata geçirmeyi gerektirir. Oysa ne ABD-Japonya ne AB ne de BRICS ülkelerinin yönetimleri böyle bir paradigmayı savunuyor. Aksine bunlara şiddetle karşı çıkıyorlar.

Devam edecek…

Dip notlar:

(1)    “Everything a Trade Union Should Know About TTIP: Stop the TTIP, People’s Movement”, www.people.ie (3 January 2018); Park MacDougald, “Trade Agreements Rigged to Protect Capital From Democracy”, http://truth-out.org (2 March 2015).

(2)    https://thenextrecession.wordpress.com/trumps-slump (9 April 2025).

(3)    “Trump's ‘Liberation Day’ Tariffs: The Impact by the Numbers”, https://taxfoundation.org/blog (4 April 2025).

(4)    https://links.org.au/behind-trumps-spiralling-tariff-war-interview-marxist-economist-michael-roberts (6 April 2025).

(5)    https://rwer.wordpress.com/whos-afraid-of-trumps-tariffs (5 April 2025).

(6)    https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Dis-Ticaret-Istatistikleri-Subat-2025 (27 Mart 2025).

(7)    https://blogs.worldbank.org/en/opendata/international-debt-report-2024--low--and-middle-income-countries (3 December 2024).

(8)    https://links.org.au/behind-trumps-spiralling-tariff-war-interview-marxist-economist-michael-roberts (6 April 2025).

 

 

 



14 Nisan 2025 Pazartesi

Trumpçı Tarifeler

 

Trumpçı gümrük tarifeleri: Ekonomi politik etkileri (1)

Mustafa Durmuş

14 Nisan 2025


2 Nisan ‘Kurtuluş Günü’nde, Trump Yönetimi açıkladığı yüksek gümrük tarifeleri aracılığıyla dünyadaki ticaret savaşlarını hızlandırırken, küresel ekonomiyi de yeni bir türbülansa soktu.

Bu tarifeler 1930 tarihli ‘Smoot-Hawley Tarife Yasası’ndan bu yana gündeme getirilen en kapsamlı ve en yüksek tarifeler. “Komşudan komşuya karşılıklı tarife uygulanması” biçimindeki ticaret savaşlarının önünü açan bu yasanın dünya ekonomisinin kapitalizmin tarihinde görülen en büyük krize (Büyük Buhran) girmesini hızlandırdığı göz önüne alındığında, bugünün Trumpçı tarifelerinin de benzer etkilerinin ortaya çıkması ve mevcut krizi derinleştirmesi beklenmelidir.

Nitekim bu yönde endişeler ve ülkelerden gelen tepkiler üzerine 7 Nisan’da, Trump Çin dışındaki ülkelere konulan tarifeleri 90 günlüğüne erteledi. Son durum şöyle:

ABD-Çin, AB Ticaret Savaşları

▪ Çin ürünlerine konulan tarife yüzde 125’e yükseltilirken, misilleme yapmayan ülkelerde asgari yüzde 10 olarak belirlendi (çok sayıda ülke için bu oranlar yüzde 11 ile yüzde 49 arasında değişiyor). (1)

Buna Çin Hükümeti yanıt vermekte gecikmedi:

“ABD tarafı yanlış yolda ilerlemeye kararlıysa sonuna kadar mücadele edeceğini” ve Amerikan menşeli ürün ve hizmetlerdeki yüzde 34’lük tarifeyi yüzde 84’e yükselttiğini açıkladı. Hatta Hollywood filmlerinin ithalatını yasaklama olasılığını gündeme getirdi. Çin'in tepkisi, Trump'ın tarife uygulayarak kendisinden bazı ticari tavizler koparmayı başardığı 2017 yılındaki Çin ile artık aynı ülke olmadığını gösterdi. Artık Pekin, Washington’a karşılık verme konusunda daha istekli görünüyor ve Amerikan önlemlerine karşı daha proaktif davranma işaretleri veriyor”. (2)

▪ Avrupa Birliği (AB), badem ve yat dahil olmak üzere çok çeşitli ABD menşeli ürünlere 15 Nisan’dan geçerli olmak üzere, yüzde 25 tarife koyma kararı aldı. Dahası bu durum Çin ile AB ve Japonya’yı birbirlerine yakınlaştırma potansiyeli taşıyor.

“Çünkü Trump'ın geleneksel Amerikan müttefiklerine karşı uyguladığı gümrük vergileri uluslararası arenada da Çin'in işine yarayacak. Japonya, Amerikan Hazine Tahvillerini azaltmayı ve aynı zamanda Çin ile ticari bağlarını güçlendirmeyi tartışıyor. Oysa bu ülke uzun zamandır ABD’nin önemli bir müttefiki ve Çin’in bölgesel bir rakibi olduğundan, bu hamleler bir yıl önce düşünülemezdi. Benzer gelişmeler AB ülkeleri arasında da yaşanabilir. Nitekim İspanya Başbakanı P. Sanchez Brüksel’i Çin ile ilişkilerini gözden geçirmeye çağırdı. Çin'i kenara itmeyi amaçlayan hamleler ABD'yi izole etmekle sonuçlanabilir”. (3)

Kısaca, yaygın ve yüksek gümrük tarifeleri aracılığıyla derinleştirilen ticaret savaşları 21. Yüzyılda emperyalist devletler ve/veya bloklar arasındaki çelişkilerin artmakta olduğunun bir göstergesi. Bu çelişkiler (daha önceki paylaşım savaşlarına benzer) yeni bir paylaşım savaşının öncülü olarak değerlendirilebilir.

Tarifelerin finans piyasalarına olan etkileri

Kapitalizm tarihinde genelde yaşandığı gibi ilk etkiler finans piyasaları üzerinde görüldü. Dünya borsaları, ABD tahvillerinin değeri ve petrol fiyatları düştü. Tarifelerin açıklanmasının hemen ardından Brent Petrol fiyatları 2021 başından bu yana ilk kez varil başına 50 dolar civarına kadar düştü. Tarife uygulamasının (Çin dışında) 90 gün erteleneceğinin açıklanmasının ardından 65 dolar civarında kaldı (dünyada petrol fiyatları düşerken Türkiye’de petrole yapılan zamlar sorgulanmalı).

Borsalar allak bullak!

Aslında Trump'ın göreve gelmesinden bu yana ABD borsaları inişli çıkışlı bir seyir izliyor. Trump'ın seçim zaferinin ardından sermaye dostu bir rejim beklentisiyle borsalar yükselişe geçmişti ancak başkanlığının üzerinden üç ay geçmeden hisse senetleri düzeltme bölgesini (-yüzde 10) geçti. Tarife açıklamaları, dayatmaları ve geri almaları, piyasanın 19 Şubat’taki zirvesinden yüzde 21 geriye düşmesine ve 7 Nisan'daki gün içi işlemlerde kısa süreliğine “Ayı Piyasası” bölgesine ulaşmasına neden oldu.

Öyle ki fiyatlardaki hızlı düşüş sırasında hassasiyet arttı ve S&P 500’ün Volatilite Endeksi 60'a yükseldi (endeks 2024 ve 2025 yıllarının çoğunda 12 ila 22 arasında değişmişti). Bu yüksek düzey piyasa katılımcıları arasında aşırı düzeyde bir tedirginliğe işaret ediyor. Ayrıca, belirsizlik dönemlerinde genellikle güvenli bir liman olan ABD Tahvil Piyasası da bu tarife kaynaklı türbülansla sarsıldı: 10 yıllık Hazine Tahvilinin getirisi 7 Nisan’daki yüzde 3,86'lık seviyesinden yüzde 4,5’e kadar yükseldi (getirinin yükselmesi tahvilin fiyatının düştüğünü gösterir). Bu durum, hisse senetleri düştüğünde tahvillerin tam tersini yapma eğiliminde olduğu düşünüldüğünde, sert ve beklenmedik bir hareketti. (4)

Finans piyasalarının tepkisi karşısında atılan geri adım!

90 günlük erteleme öncesinde borsada iki gün süren satışlar 6 trilyon dolardan fazla değer kaybına neden oldu. Tek başına Apple hisseleri 600 milyar dolar zarar etti. Ürünlerinin büyük kısmını Güney ve Doğu Asya’da ürettiren diğer teknoloji şirketleri de eşdeğer kayıplar yaşadı. Financial Times'ın başyazısının başlığında yazıldığı gibi, “Donald Trump piyasaların gücüne boyun eğerek” (5) Çin dışında diğer ülkelere tarife uygulamasını 90 gün erteledi.

Reel ekonomi üzerindeki etkiler

Tarifelerin uluslararası ticaret hacmini daraltması doğaldır. Uluslararası Ticaret Merkezi’ne (ITC) göre, küresel ticaret yüzde 3-7, küresel gayri safi yurtiçi hasıla ise yüzde 0,7 oranında daralabilir ve bundan en çok azgelişmiş ülkeler etkilenecektir. (6)

Diğer yandan, bu gelişme hava kirliliği açısından olumlu bir sonuç doğurabilir. Zira atmosferdeki karbondioksit emisyonunun yüzde 7’den fazlası taşıma/ulaştırma faaliyetlerinden kaynaklanıyor. Böylece tıpkı Covid-19 Pandemisi sırasında olduğu gibi hava kirliliğinde bir geçici düşüş söz konusu olabilir.

Bu tarifelerin ABD milli gelirini yüzde 1,9 azaltması, üretimi düşürmesi, ekonomiyi resesyona sokması ve enflasyonun yükseltmesi (stagflasyon) bekleniyor. Karşı ülkelerin misillemeleri yüzünden ihracatın azalması da söz konusu olabilir. Ayrıca bu savaş, ağırlaştırılmış gümrük mevzuatı ve prosedürleri, gereksiz bekletmeler gibi “tarife dışı engeller” le de sürebilir.


Trump inişte!

Nitekim Çin'in tarifeye tepkisinin etkisi henüz tam olarak ortaya çıkmasa da tarifeler daha şimdiden ABD’de fiyatların artacağı korkusunu yarattı. Çünkü Amerikalıların satın aldığı giyim ve tüketici elektroniği ürünlerinin çoğu Çin’den ithal ediliyor. Bunun siyasal sonuçları da söz konusu olacaktır. Yani tarifelerin Trump'ın popülaritesini arttırmak şöyle dursun tersine çevirmesi de mümkün.

Son olarak, Dünya Ticaret Örgütü, ABD-Çin ticaret gerilimlerinin iki ülke arasındaki emtia ticaretini yüzde 80'e kadar azaltabileceğini tahmin ediyor. (7)

Dünyanın en büyük iki ekonomisi arasındaki meta ticaretindeki böyle bir daralmanın kârların realize edilememesi ve sermaye birikiminin tıkanması ve böylece kapitalist krizin derinleşmesi anlamında, küresel kapitalist sistem açısından ne denli önemli olduğunun altının  bir kez daha çizilmesi gerekiyor.

Devam edecek…

Dip notlar:

(1)    https://edition.cnn.com/business/trumps-reciprocal-tariffs-countries-list-dg (4 April 2025).

(2)    https://theconversation.com/what-the-spiralling-trade-war-means-for-relations-between-the-us-and-china (10 April 2025).

(3)    Agm.

(4)    https://www.voronoiapp.com/current-events/Charting-the-SP-500s-Post-Election-Rollercoaster-Ride (7 April 2025).

(5)    “Trump’s tariff pull-back and the class character of the capitalist state”, https://www.wsws.org (11 April 2025).

(6)    https://www.reuters.com/world/tariffs-have-catastrophic-impact-developing-countries-worse-than-foreign-aid (11 April 2025).

(7)    https://www.reuters.com/world/wto-says-trade-between-us-china-could-decrease-by-much-80 (9 April 2025).

 



8 Nisan 2025 Salı

Toplumsal Hareketler

 

Dünyada toplumsal hareketler yükselişte!

Mustafa Durmuş

8 Nisan 2025


Son iki haftadır bizler ülkemizde milyonlarca insanın katılımıyla gerçekleşen 19 Mart’taki “sivil darbe girişimini” protesto mitinglerine ve eylemlere odaklandığımızdan ve “yerli ve milli” medyamız eylemleri haber yapmadığından, dünyanın değişik yerlerinde “haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik ve aşırı sağcı otoriterliğe karşı” benzer kitlesel eylemler yapıldığının bilgisine sahip olamadık.

Oysa son 50 yıldır dünyanın birçok ülkesinde patlak veren kitlesel demokratik protestolar giderek bir devrimci güç haline geldi.  21.Yüzyılda emperyalist-kapitalist sistemin ana üssü ABD’de gerçekleşmek üzere; “Kadın Yürüyüşü” (2017), “Siyahların Hayatları Önemli” (2020) gösterileri ve bugün 50 eyaletin tamamına yayılan 1.400'den fazla etkinlik ve yüz binlerce katılımcıyla yapılan “Ellerinizi Çekin!” protesto mitingleri (2025 Nisan), modern tarihin en cüretkâr iktidar gasplarından biri olarak adlandırılan Trump-Musk oligarşik iktidarına karşı toplumun güçlü ve birleşik bir duruşu olarak tarihe geçti.

“Çekin Ellerinizi Üzerimizden!”

ABD’deki bu mitingler dolar milyarderlerinin nüfuzuna, sosyal güvenlik ve Medicaid gibi temel programlardaki kesintilere ve marjinalleştirilmiş topluluklara yönelik saldırılara son verilmesini talep etmek üzere; işçiler, aktivistler ve sıradan Amerikalılardan oluşan geniş kapsamlı bir koalisyonu bir araya getirdi. Mesajları çok net: “Amerikalılar demokrasi ve temel haklar pahasına zenginlere öncelik veren politikalardan bıktı. “İşimizden, ekmeğimizden, sağlık hizmetlerimizden, demokrasimizden elinizi çekin!”  Bugünkü katılım sadece bir protesto değil, tabandan gelen gücün dinamik ve adalet ve eşitlik için mücadele etmeye hazır olduğunun da ilanıdır. (1)

Aslında kitlesel protesto eylemleri ABD ile sınırlı değil. 2010 yılında Kuzey Afrika’da gerçekleşen “Arap Baharı” ayaklanmaları hala hafızalarımızda. Geçtiğimiz ay Gürcistan, Macaristan, Romanya, Sırbistan ve Slovakya'da ve dün İspanya’da da halk kitleleri kemer sıkma önlemleri uygulayan otoriter yöneticilere karşı sokaklara çıktılar.

Sonuçlar karışık!

“Bu protestoların sonunda ne tür değişiklikler oldu, muktedirler mesajı aldılar mı?”  

2010’daki Kuzey Afrika ve Orta Doğu'yu kasıp kavuran ve Tunus, Libya, Mısır ve Yemen'de gerçekleşen “Arap Baharı” gibi bazı ayaklanmalar halklar açısından ağır yenilgilerle sonuçlandı. Aslında tarihe bakıldığında sonu kötü biten ayaklanma örnekleri diğerlerine göre ağırlıktadır. Örneğin 1848 Avrupa sosyal devrimlerini bir sonraki yılın karşı devrimleri izledi (Bonapartizm gibi). Yıkılan rejimlerin yerini genellikle daha baskıcı başka rejimler aldı. Ancak ünlü Amerikalı tarihçi H. Zinn’in dediği gibi: “Haksızlıklara karşı isyanın kendisi bir zaferdir.”

Nitekim, başarısız kalan ayaklanmalar bile çoğu zaman daha sonraki başarıların temelini attı. Örneğin İtalya, 1848’den sonraki 15 yıl içinde liberal bir anayasa altında birleşti. Kısaca bu protestolar, insanlar kendilerini bir yurttaşlar topluluğu olarak tanımaya başladıkça, derinden dönüştürücü olabiliyorlar. (2) Keza 2013 yazında Türkiye’de patlak veren “Gezi İsyanı” da halkların ağır bir bedel ödemesiyle sonuçlansa da bugünkü kitlesel eylemlerin de tohumlarını atmadı mı?

Ayrıca yakın tarihte zaferle sonuçlanan ayaklanmalar da söz konusu. Örnek olarak, bundan birkaç yıl önce Sri Lanka’daki yoz diktatör, ayaklanmalar yüzünden ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.  Geçen yıl Bangladeş Başbakanı Şeyh Hasina’nın yoz – despotik iktidarı devrildi. En son Güney Kore halkı ve parlamentosu Devlet Başkanı Yoon Suk Yeol'un darbe girişimini püskürtüp, Başkanı görevden uzaklaştırdı.

Türkiye'deki mevcut protesto eylemlerinin kaderi konusunda ise net bir şeyler söylemek için henüz çok erken. Bu biraz da İktidar Blokunun nasıl reaksiyon göstereceğine ve toplumsal muhalefetin kararlılığına bağlı bir durum.

Geçen yıl dünyada 160 büyük çapta toplumsal eylem gerçekleşti!

Uluslararası bir izleme kuruluşu olan “Carnegie Protesto Takipçisi”, geçen yıl 160 büyük hükümet karşıtı protesto tespit etti. 2017 yılından bu yana ise 800’ün üzerinde dünya çapında önemli hükümet karşıtı protestonun patlak verdiği biliniyor. Bunların 283’ü ekonomik nedenlerden dolayı ortaya çıktı. 150'den fazla ülkede önemli protestolar yaşandı. Bu protestoların yüzde 18’inden fazlası üç aydan uzun sürdü. (3) İnternet ve sosyal medyanın varlığı bu protestolara katılan özellikle de gençlerin çok hızlı mobilize olmalarını sağladığından, eylemlere katılımcı sayısı giderek arttı.

Amerika’daki protestoların çoğunlukla hükümetin meşruiyetine meydan okumayı amaçlamadığı, örtülü ya da açık bir şekilde 'sivil itaatsizlik' olarak kendilerini gösterdiği ileri sürülüyor.

“Sivil Haklar Hareketi”nin oturma eylemlerinde olduğu gibi, yasaların kasten çiğnenmesini içeren en aşırı biçimlerinde bile, Sivil Haklar liderleri tarafından ifade edildiği gibi, amaç “Amerikan halkının ahlaki vicdanını uyandırmak ve böylece bazı reformların yapılmasını” sağlamaktı, iktidarı devirmek değildi. Bu bağlamda ABD’nin Thoreau’dan Martin L.King’e ve 20. Yüzyılın sonlarında yaşamış siyaset filozofu John Rawls’a kadar bir dizi parlak ‘yasal’ sivil itaatsizlik teorisyeni yetiştirmiş olması tesadüf değil”. (4)

Otoriter rejimin meşruiyetini sorgulatmak lazım!

Diğer yandan Doğu ve Güneydoğu Avrupa’da meydana gelen ayaklanmalar demokrasiden uzaklaşmış olan iktidarları zayıflatmayı ya da onları devirmeyi amaçlıyordu.

Bu tür ayaklanmalar genellikle sarsıcı bir anti-demokratik eylem tarafından tetikleniyor. Örnek olarak, Türkiye'deki gösteriler demokratik muhalefetin cumhurbaşkanı adayı ve İBB Başkanı İmamoğlu ve çevresine yapılan operasyonlarla başladı. Macaristan'daki gösterileri ise “Onur Yürüyüşleri”nin yasaklanmasına yönelik adımlar tetikledi.

Ancak bu gösteriler, hileli seçimler, önde gelen muhalif siyasetçilere ve özgür medyaya yönelik baskılar, yüksek mevkilerdeki yolsuzlukların ortaya çıkması ya da yürütmenin mahkemelere veya üniversitelere müdahalesine karşı çıkmak amacıyla da yapılıyor. Göstericilerin amacının, ülkeyi yönetenleri parlamenter demokrasiye geri dönüşü sağlamaya ya da iktidarı erken seçime zorlayarak iktidarı bırakmaya zorlamak olduğu söylenebilir.

Parlamenter demokrasiye geri dönüşü amaçlayan yani bir rejim değişikliğini hedefleyen bu tür gösterilerin demokratik, barışçıl ve anayasadan kaynaklanan hakların kullanılmasına dayalı olduğu, meşru olduğu ve bu yüzden de geniş yığınlarca kabul gördüğü inkâr edilemez.

Bundan sonra ne olacak?

Türkiye’de siyasal iktidarın, uzattığı bayram tatili ile özellikle de eylemlerin itici gücünü oluşturan üniversite gençliğinin evlerine dönmesini sağlayarak gösterilerin sönümlenmesini amaçladığı söylenebilir.

Ancak bayram tatili bitti. Bu hafta üniversitelerde sınav haftası. Ama 300’ün üzerinde öğrenci hala tutuklu ve büyük bir ihtimalle birçoğu sınavlara giremeyecek. Bu durumda diğer öğrenciler ya bu durumu kabullenecekler ya da sınavları boykot edecekler.

Protestoların merkezinde yer alan CHP olağanüstü kongresini tamamladı. Yapılan açıklamalar iktidarla yaptığı bilek güreşini sonuna kadar sürdüreceği yönünde. Çünkü muhalefet açısından eylemlere son vermek, kaybetmek anlamına geliyor ki onlar da bunun bilincindeler. Meclis’in işlevsiz kaldığı bir dönemde, sokakta ve diğer demokrasi ve barış güçleriyle var olmaları gerekiyor, bu yüzden de farklı eylem biçimleriyle kitleyi hedefe ulaşana kadar hareket halinde tutmak istiyorlar.

Diğer taraftan, “bundan böyle eylemler hangi biçimlerde yürütülecek ve iktidar blokunun karşı hamlelerine karşı kitleler nasıl korunacaktır” soruları hala yanıt bekleyen temel sorular olarak ortada duruyor.

Muhalefetin artık üzerinde düşünmesi gereken asıl sorular bunlar. Örneğin dünyanın başka ülkelerinde uygulandığı gibi, muhalefet vatandaşlara, bankalara olan kredi kartları borçlarını ve vergilerini ödememe ya da bankalardan mevduatları çekme gibi eylemlerine girişmeye ikna edebilecek mi? Veya bir haftalığına yakıt almayarak, alkollü içki ve sigara satın almayarak KDV ve ÖTV ödemekten kaçınmalarını sağlayabilecek mi?

Kitle çizgisini korumak gerekiyor!

Tüm toplumun duyguları, beklendiği gibi oldukça yüksek. Adeta yüksek enflasyon ve vergiler altında yoksulluk ve açlığa mahkûm edilen kitleler öfke, keder ve endişe gibi tepkiler gibi içinde bulunduğumuz ve “çok şey kaybettiğimiz ve yakında çok daha fazlasını kaybedebileceğimiz endişe verici duruma” verilen çok doğal tepkileri veriyorlar.

Ancak mücadelenin sınırları ve biçimleri değişirken, öfke başta olmak üzere, duyguların iyi yönlendirilmesi ve bu yeni aşamada nasıl harekete geçileceği konusunda dikkatli olunması gerekiyor.

Keza otoriter iktidar kendini daha agresif bir şekilde ortaya koyarken ve protestocuların karşılaşabileceği pek çok olası senaryoya tepki verirken, kitleleri daha güvende tutacak yolların da belirlenmesi gerekiyor.

Uluslararası deneyimlerden çıkartılabilecek dersler

Otoriter rejimlerle demokratik yol ve yöntemlerle mücadele etme konusunda uzman biri olarak tanınan Amerikalı S. Nakagawa, bir süredir dünyanın dört bir yanında otoriter yönetimlere karşı hayatta kalmış ve hatta onları yenmiş kitlelerin deneyimlerinden yola çıkarak bazı öneriler geliştiriyor. Nakagawa bu yöntemlerin yerel koşullara uyarlanmasını gerektiğini söylerken, iktidarın baskısı arttıkça, başkalarıyla ilişkilerimizin niteliğinin (niceliğine göre) daha önemli hale geleceğini ileri sürüyor ve topluluklar oluşturulmasını ve güvendiğimiz müttefikleri daha yakınımızda tutmayı öneriyor. Ona göre (5):

Güvenilir ve küçük ölçekli guruplar oluşturulmalı: Grup üyeliği az sayıda ve güvene dayalı olmalı, merkezi liderlikten kaçınılmalı ve otoriter rejimin gözetiminden kaçınmak için resmi olmayan iletişim kanalları ve düşük teknoloji stratejiler kullanılmalı.

Karşılıklı yardımlaşma ve topluluk desteği oluşturulmalı: Savunmasız insanlara somut destek sağlanmalı. Bunun için topluluk tarafından işletilen mutfaklar (aşevleri gibi), gıda bankaları ve ortak sebze bahçeleri oluşturulmalı. Ötekileştirilen kimlikler için evde bakım, sağlık ve ulaştırma hizmeti gibi hizmetler topluluk üyelerince ücretsiz olarak sağlanmalı.

Nakagawa, 1973’te askeri bir darbe ile iş başına gelen Pinochet’nin acımasız diktatörlüğü altındaki Şili halkının karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmanın gücü ile ayakta kaldığını ileri sürüyor:

“Devlet şiddeti ve ekonomik baskıyla harap olan topluluklar, güvenilir kurumlara yaslanarak, çabalarını yerelleştirerek (merkezsizleşerek) ve mücadelelerini küresel boyuta yükselterek hayatta kalmanın ve direnmenin yollarını buldular… Ademi merkeziyetçilik hayatta kalmanın anahtarıydı. Şilili ağlar, liderliği ve örgütlenmeyi taban düzeyinde dağıtarak büyük ölçekli baskılara karşı kendilerini korudular ve hareketlerinin bir anda yok edilmesini de önlediler...  Kadınların önderliğindeki ortak mutfaklar (Ollas Comunes) tüm mahalleleri beslediler… İnanç temelli gruplar, kültürel kuruluşlar ve güvenilir topluluk alanları ile ortaklık kuruldu zira bu kuruluşların yerleşik meşruiyetleri, karşılıklı yardım ağlarına koruma ve kaynak sağlayabiliyordu.  Bu kurumlarla birlikte çalışarak örgütlenme ve karşılıklı yardımlaşma için “sığınaklar” oluşturdu ve antifaşistler diktatörlüğe karşı korundu. (6)

Hukuki yardım hizmeti ve güvenlik ağları oluşturulmalı: Hukuki yardım ve güvenlik önlemleri savunmasız bireyleri zarardan veya tacizden korumalı.

Otoriter anlatılara meydan okumak için sanat ve kültürden yararlanılmalı: Sanatsal ve kültürel faaliyetlerle, çatışmayı kışkırtmadan demokratik direnişe ilham verilmeli. Demokratik değerleri yaymak için semboller, duvar resimleri veya küçük kamusal enstalasyonlar kullanılmalı. Yerel ağlar, dergiler veya çevrimiçi forumlar aracılığıyla direnç ve umut hikayeleri paylaşılarak yaygınlaştırılmalı.

Aşırı sağın güçlü olduğu kentlerde görünürlükten ziyade kalıcılığa öncelik verilmeli: Açık protestolar veya iktidara doğrudan meydan okumalar, aşırı sağın hâkim olduğu bölgelerde şiddetli tepkilere yol açabilir. Bu tür yerlerde kamuya açık direniş gösterileri yerine sessiz, uzun vadeli ilişki kurmaya odaklanılmalı. Gereksiz yere dikkat çekmeden, zaman içinde güç inşa eden yavaş ve stratejik kampanyalar hayata geçirilmeli. Kolluk kuvvetleri veya silahlı milislerle doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçınılmalı. Dayanıklılık ve güven inşa eden topluluk oluşturularak bu grupların baskısı göğüslenmeli.

Esnek örgütlenmelere yönelmeli: Otoriter rejimler öngörülemezler bu nedenle de sıkı katı planlar bu rejimlerce kolayca bozulabilir. Bu yüzden yeni tehditlere veya fırsatlara göre taktikleri değiştirmeye hazır olunmalıdır. Karşılıklı yardımlaşma, savunuculuk ve şiddetsiz meydan okuma birleştirilerek geniş kapsamlı demokratik direniş stratejileri oluşturulmalı. (7)

Sonuç olarak

Otoriterlik karşıtı gruplar, antifaşistler, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma, küçük ölçekli ve daha ziyade yerelleştirilmiş örgütlenme ve demokratik değerlerin geliştirilmesine odaklanarak, kendilerini veya topluluklarını gereksiz yere tehlikeye atmadan uzun vadeli değişim için bir temel oluşturabilirler.

Bu bağlamlarda toplumsal direniş, dramatik jestlerle ilgili değildir; hayatta kalma, dayanıklılık, sebat ve başkalarıyla birlikte inşa etmenin ve derin bağlantılar kurmanın verdiği güçle ilgilidir. İlişki ağları ne kadar yoğun olursa, o kadar güçlü ve daha az izole olunur ve ne kadar güçlü ve daha az izole olunursa, o kadar yaratıcı ve etkili olunabilir.

Dip notlar:

(1)      https://www.facebook.com/TheOther98 (6 April 2025).

(2)      https://blogs.lse.ac.uk/usappblog/under-trump-americans-could-turn-from-civil-protest-to-civic-revolution (3 April 2025).

(3)      https://carnegieendowment.org/features/global-protest-tracker (6 Nisan 2025).

(4)      https://blogs.lse.ac.uk/usappblog/under-trump-americans-could-turn-from-civil-protest-to-civic-revolution (3 April 2025).

(5)      https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/recommendations-for-anti-authoritarian (12 November 2024).

(6)      Lessons from Solidarity Networks in Chile for Today’s Anti-Authoritarian Organizers, https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/lessons-from-solidarity-networks (26 November 2024).

(7)      https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/recommendations-for-anti-authoritarian (12 November 2024).

 

3 Nisan 2025 Perşembe

Boykot

 Dayanışma eylemi olarak tüketici boykotu

Mustafa Durmuş

4 Nisan 2025

Bugünlerde, özellikle de gençlerin başını çektiği “hak, hukuk ve adalet” talep eden kitlesel eylemlere sırt çeviren, onları görmezden gelen (hatta suçlayan ve karalayan) bazı büyük sermaye şirketlerinin sattıkları ürünlerin ve/veya hizmetlerin satın alınmaması yoluyla boykot edilmesi, iç siyasetin ana konusu haline geldi. Böylece demokratik muhalefet, doğru bir biçimde, iktidarın gündemine takılmayıp kendi gündemini yaratmayı sürdürüyor.

Bu boykot eylemleri, İktidar Blokunu ve sermaye örgütlerini öyle rahatsız etmiş olmalı ki eylemler gecikmeksizin “yasa dışı” ilan edildi. Dahası “yerli ve milli şirketleri sabote etmeyi amaçlayan, “ekonomiye zarar vermeyi hedefleyen”, hatta iktidarı devirmeye dönük bir tür “darbe” olarak tanımlandılar.

“Yerli ve milli” olmanın ölçütü?

Bu iddiaların içleri büyük ölçüde boş!

Bir kere, anayasal hak olan bir şey “yasa dışı” değildir. Tüketmeme hakkı da bir haktır. “Yerli ve milli şirketleri sabote etme” iddiası ise son derece su götürür bir iddiadır. Bir şirketin yerli ve milli olması hissedarlarının yerli ve milli olmalarından ziyade, izlediği politikalar (satış politikaları gibi), ürettiği ürünlerin sağlıklı ve güvenilir olup olmadığı ve aşırı fiyatlama gibi kamu yararını doğrudan ilgilendiren konularla ilgilidir.

Nitekim bu ülkede yerli tarım ve hayvancılık, iktidara yakın çok uluslu tekellerle iş birliği halindeki “yerli ve milli ithalatçı şirketler” daha fazla kâr elde etsin diye yok edilme noktasına getirilmedi mi? Keza ocak ayında bizzat Cumhurbaşkanı halkı, bazı üç harfli yerli ve milli tekelleri aşırı fiyatlama yaptıkları için boykot etmeye çağırmadı mı?

“Ekonomiyi gerçekte kim ya da kimlerin sabote ettiğini” görmek içinse 19 Mart Sivil Darbe Girişimi sonrası ekonomide ortaya çıkan büyük hasara bakmak yeterli olur.

Dezenflasyon politikasına ters!

İktidarın boykota karşı hamleleri uyguladığını iddia ettiği dezenflasyon politikalarıyla da çelişiyor.

Çünkü dezenflasyon politikası yürütülürken daha az tüketim harcaması yapılması hedeflenir ki boykot eylemleri bu politikanın daha etkili olmasına yardımcı olabilir.

Buna rağmen İktidar Bloku, muhalefetin boykot çağrısının daha da genişleyip iktidarını sarsacağını düşünerek, reaksiyon olarak tabanına daha fazla tüketim yapma çağrısı yapıyor. Nitekim trajikomik bir biçimde yandaşlar, üstelik bir Ramazan günü, boykot edilen kahve zincirlerinde oluşturdukları uzun sıralarda ellerindeki içi boş kahve kartonlarıyla şov yaptılar (bu arada bir fincan kahvenin ne kadar pahalı satıldığının farkında oldular mı bilemeyiz!)

Son olarak, kapitalist bir piyasa ekonomisinde bir mal ya da hizmeti satın alıp tüketmek nasıl bir tüketici tercihi ya da hakkı ise satın almayı ve tüketmeyi reddetmek yani boykot etmek da bir tercih ya da haktır. Böyle bir temel hakkın meşruiyetinin sorgulanması, suç ile ilişkilendirilmesi abesle iştigal olduğu gibi, ekonominin kanunlarına da aykırıdır.

Dayanışma biçimi olarak boykot

Tüketici boykotunun bir boyutu daha mevcut: Dayanışma. İçinde yaşadığımız ekonominin neredeyse yüzde 65’ini oluşturan tüketim harcamalarının boykot edilmesi Türkiye toplumunu demokrasiye sahip çıkma yönünde harekete geçirebilecek bir dayanışma biçimidir.

Dayanışma ise basitçe ifade etmek gerekirse, “en az üç kişiyi kapsayan bir etkileşimdir. Yani “senden, üçüncü bir kişiye/kişilere ya da tarafa/taraflara karşı benim yanımda durmanı, benimle birlikte tavır koymanı istiyorum” çağrısına verilen olumlu yanıttır.

Başka bir deyişle dayanışma, “hak mücadelesinde birlikte hareket etmek” demektir. Kesişen ya da ortak maddi çıkarlarımızı ya da demokratik hukuk devleti ve barış gibi siyasal hedeflerimizi birlikte savunmaktır. Özetle, “Hak, Hukuk ve Adalet” için bugünlerde kitlesel olarak verilen mücadeleye aktif katılım demektir. Tüketici boykotu da bu mücadele biçimlerinden sadece biridir.

Sınıflı toplumlarda dayanışma kaçınılmaz bir olgudur

Emek, doğa ve kadın sömürüsüne dayalı kapitalist düzen ve bunun üzerinden şekillenen antidemokratik, otoriter siyasal rejim, kurduğu sömürü ve tahakküm sistemi aracılığıyla hayatlarımızı birbirine kenetlediği için istemeden de olsa dayanışmanın büyümesine yol açar. Kısaca, baskı ve sömürünün olduğu her yerde dayanışma kaçınılmaz bir insanlık hakkı olarak kendini var eder.

Diğer yandan, “dayanışma bir fiildir, eylemdir. Bu sözcük eylemsel karşılığı olan bir sözcüktür”. Öyle ki dayanışmayı örneğin sadece sosyal medyada paylaşım yaparak, tweet atarak gösteremeyiz. Ya da ihtiyaç içindeki birine maddi destek sağlamaya indirgeyemeyiz.

Aksine, tanıdık ya da tanımadık, yerel ya da uluslararası sınıf kardeşlerimizle, ezilenlerle birlikte hareket ederek, (mümkünse) fiziki olarak da onların yanında yer alarak dayanışmayı inşa ederiz.

Dayanışma birlikte hareket etmektir!

Dayanışma inşa etmek harekete geçmektir ve dayanışma içinde hareket etmek birlikte hareket etmektir. Bazen bir süpermarketin önünde tüketim boykotu ya da bir bankanın önünde kredi borcunu ödememe boykotu veya bir vergi dairesinin önünde vergi borcunu ödememe boykotu yapanların arasında /yanında olmak, bazen de grevci işçilerin grev çadırında olmak, onlara destek vermek demektir.

Dayanışma aynı zamanda karşılıklı yardımlaşma üzerine kurulu doğru bir sosyalleşme aracıdır. Farklı sosyal kesimlerin ve güçlerin, farklı stratejilerin ve taktiklerin bir araya getirilmesi, birçoklarının maddi çıkarlarının ve hedeflerinin demokratik siyasal ve sosyal hedeflerinin herkes adına kolektif eylemde birleştirilmesi anlamına gelir.

Dayanışma birlikte özgürleşmektir!



Dayanışma aynı zamanda “birlikte özgürleşme” aracıdır. Mississippi'li (ABD) siyahi kadın, sivil haklar aktivisti Lou Maer’in 1964 Demokratik Ulusal Kongresi'nde verdiği ifadedeki sözleriyle, “hepimiz özgür olana kadar kimse özgür değildir. Kendi içimdeki ötekiliğe kör kaldığım sürece nasıl özgür olabilirim? Ve ben özgür olmadan siz de özgür olamazsınız”. (1)

Ayrıca dayanışma, farklı görünen mücadeleler arasındaki çoğu zaman gizli bağlantıların farkına varmak anlamına geldiğinden, boykotlar, işgaller, iş bırakmalar, genel grevler ve şiddetsiz protestolar gibi farklı eylem biçimlerini gerektirir,

Ancak, ülkedeki konjonktürün iyi bir ekonomi politik analizinin yapılıp uygulanacak olan eylem biçimlerinin buna göre belirlenmesi gerekir. Bir ülkede ya da belli bir zamanda ortaya konulan ve başarılı sonuçlar alınan dayanışma biçiminin, diğer bir ülkede ve zamanda aynı sonuçları vermesinin garantisi olmadığı gibi, tersine sonuçlar da ortaya çıkabilir.

Bu noktada atlanmaması geren çok önemli bir husus da şudur: Siyasal iktidarın sahipleri bu tür eylemlerin yaygınlaşıp kendilerini iktidardan etme korkusu yaşarken, ekonomiye hükmedenler ancak satışlar yapıldığında kârlarının gerçekleşebileceğini iyi bildiklerinden sert sınıfsal tepkiler verirler ve boykotlara ya da iş bırakmalara karşı çıkarlar. Ayrıca tüketimin azalması demek vergi gelirlerinin de azalması demektir ki bu noktada siyasal iktidar ile ekonomik iktidarın sahiplerinin çıkarları ortaktır. Bu durum da onları kendi içlerinde dayanışmaya iter.

Sonuç olarak, boykotlar halkı bilinçlendirme ve halka güven verme konusunda önemli araçlar olsalar da sadece uzun erimli daha büyük bir mücadelenin ve stratejinin geçici bir parçası olarak etkili olabilirler.

Dip notlar:

(1)  https://academic.oup.com/mississippi-scholarship-online/book/29348 (3 Nisan 2025).

 

1 Nisan 2025 Salı

Kitlesel gösteriler

 

Karanlıktan aydınlığa, barbarlıktan insanlığa

Mustafa Durmuş

2 Nisan 2025

Yeni yüzyılın ilk çeyreğini tamamlamakta olduğumuz bu yılda da insanlık çok ciddi sorunlarla boğuşuyor. Savaşlar, aşırı sağın yükselişi, artan din ve inanç kaynaklı çatışmalar ve kaos, eşitsizlikler, açlık ve yoksulluk gibi giderek büyüyen kapitalizmin “çoklu krizleri”, çok başlı bir canavar gibi, dünyamızı istikrarsızlaştırıyor, zayıflatıyor ve ruhlarımızı karartıyor.

Sorun yaratmakta çok mahir ama çözüm bulmakta son derece beceriksiz bir siyasal ve ekonomik sistemden oluşan kapitalizm, korku, umutsuzluk ve tepkiden oluşan bir zeitgeist (bir çağın düşünce ve duygu biçimi, zamanın ruhu) yayıyor. (1)

“Kötü ve iyi” ikisi bir arada

Ancak hayat tekdüze ilerlemiyor. Öyle ki bir coğrafyada insanlık ve doğa açısından kötü şeyler olurken, bir başka coğrafyada ya da ülkede iyi şeyler yaşanabiliyor.

Nitekim çoklu krizler, yarattığı tahribatın yanı sıra, insan ve ekoloji merkezli bir uygarlığın inşası için toplumsal enerjiyi de harekete geçiriyor. Sayısız cephede aktif olan bu heterojen yükseliş, tarihsel yörüngeyi “Karanlıktan Aydınlığa” yeniden yönlendirerek muazzam bir güce dönüştürme potansiyeli taşıyor.

19 Mart Sivil Darbesine karşı toplumsal direniş

Şöyle ki;

●Türkiye’de 19 Mart sonrası ortaya çıkan gelişmeler tarihin her zaman egemenlerin istediği gibi ilerlemediğini ortaya koymuyor mu?

● 19 Mart’ta yapılan sivil darbe bardağı taşıran son damla etkisi yaratarak kitlelerin direnciyle durdurulmadı mı?

● Yönetenler hiç beklemedikleri büyüklükte bir toplumsal tepkiyle karşılaşmadılar mı? Meydanlar, caddeler, sokaklar haksızlığa, hukuksuzluğa ve adaletsizliğe karşı çıkan milyonların protestolarıyla doldurulmadı mı?

● “Sinik”, “apolitik”, “nihilist” olarak damgalanan ve umutsuz vaka olarak görülen üniversite gençliği bir anda kentleri basan su taşkınları gibi sokakları ele geçirmedi mi? Her türden barışçıl mücadele yöntemiyle, tazyikli su ve biber gazı karşısında duran on binlerce genç bu ülkeye başka ülkelerden getirilmediler. Çoğu da bu iktidar döneminde doğup büyümüş olan gençler değil mi? Buna rağmen bu gençlerin neden ayaklandığını sorgulamak gerekmiyor mu?

● Ana muhalefet partisi CHP’nin darbeye karşı kararlı direnişi normalde kendilerinden beklenen bir şey miydi? Yürütmekte oldukları strateji ile ülkenin erken seçim sürecine sokulmuş olması demokrasi açısından son derece önemli bir kazanım değil mi?

Asıl kavga yeni başlıyor!

Ancak bu mücadele, demokratik muhalefet açısından, bütünüyle kazanılmış ve bitmiş değil. İktidar Bloku meydanları bastırmak ve göz altıları genişletmek, hapishaneleri doldurmak dışında elindeki diğer araçları henüz kullanmadı. Devlet aparatının yanı sıra iktidar yanlısı sivil milis güçlerin zamanı geldiğinde devreye sokulmak yönünde hazırlıkların yapılıyor olması da ihtimal dışı değil.

19 Mart Sivil Darbe Girişimi, mevcut rejimin (demokrasi ve hukuk karşıtlığı dikkate alındığında), günümüz faşist rejimlerinin saflarına katılımını hızlandırmakta olduğunu gösteriyor. Bu faşizm, açık bir diktatörlük kurmak yerine, kendi ile muhalifleri arasındaki güç dengesine bağlı olarak gerçek siyasi özgürlükleri farklı derecelerde adım adım aşındırarak demokrasinin içeriğini boşaltan bir rejim.

İç ve dış etkenler?

İktidarın izleyeceği stratejiyi etkileyecek olan iç etkenler ve onlar kadar önemli dış etkenler de söz konusu. Özellikle de Trump Yönetiminin nasıl bir tutum izleyeceği ve Avrupa devletlerinin silah satışları ve ekonomik çıkarlarını demokrasi ve barışın önüne koyup koymayacağı, iktidarın daha da sertleşmesi ya da geri adım atması konusunda etkili olacak.

Bir başka anlatımla, bir iç etken olarak, otoriter rejimler ne zaman ciddi boyutta yükselen bir muhalefetle karşılaşsa ve demokrasi yoluyla iktidarını kaybetmekten korksa faşizme yönelimleri artıyor.  

Dışsal gibi görünse de çok önemli bir diğer faktör de Donald Trump-Elon Musk’ın sözcülüğünü yaptığı günümüz faşizminin dünyanın jandarması konumundaki ABD'de iktidarı ele geçirmesi. Bu durum, örneğin İsrail, Macaristan ve Hindistan’da açıkça görülen (ve küresel olarak giderek daha fazla tanık olacağımız gibi), günümüz faşizminin çeşitli biçimlerinin güçlenmesi için güçlü bir teşvik sağlıyor.

Bu bağlamda, Erdoğan'ın muhalefetin üzerine daha da gitmesinin, Trump'ın yakın dostu ve çeşitli müzakerelerdeki elçisi olan S. Witkoff'un geçtiğimiz cuma günü “harika” ve “gerçekten dönüşümsel” olarak nitelendirdiği Trump ile yaptığı telefon görüşmesinin ardından başlaması tesadüf değil. (2)

Heterojen bir kitle

19 Mart sonrası ortaya çıkan kitlesel tepkinin, onlarca yıllık totaliter yönetimin ardından halk hareketinin köreldiği Rusya'da Putin'in karşılaştığından ve Trump dahil günümüz faşizminin öncülerinin çoğunun karşı karşıya kaldığı tepkiden çok daha büyük olduğu bir gerçek.

Bu durum Türkiye açısından umutlandırıcı olsa da ortada hala çözülmesi gereken bir sorun var: Meydanları dolduran yüzbinlerin heterojen yapısı.

Bir bakış açısıyla bu iyi bir şey olabilir zira baskı ve zulme karşı her görüş ve yapıdan insanın bir araya gelmesini ifade ediyor. Ancak bu istikrarlı ve sürdürülebilir bir durum değil. Gerek katılımcıların siyasal pozisyonları, ideolojileri, sınıfsal konumları gerekse de iktidar blokunun özel çabalarıyla bu kitle parçalanabilir, hatta birbiri ile çarpıştırılabilir.

Daha somut konuşursak; alanlarda kozmopolit CHP kitlesinin yanı sıra, her türden Ulusalcılar, Kemalistler, Zafer Partisi gençliği, İyi Partililer, DEM’liler ve sosyalistler var.

Bu yapılar arasındaki zaman zaman ortaya çıkan gerginlikler miting yönetimlerinin başarılı müdahaleleriyle şu ana kadar büyük olaylara dönüşmedi. Ancak bu hiç olmayacak anlamına gelmiyor. Çünkü bu alanlar hegemonya savaşlarına tanık oluyor ve olacak. Yani kitleler manipüle edilmeye çalışılacak.

Sosyalistler?

Bu hegemonya mücadelesinde, kitleyi harekete geçirebilecek, bu eylemliliği bir anti-faşist cephe eylemliliğine dönüştürebilecek tecrübeye sahip esas bir aktöre ihtiyaç var: Sosyalistler.

Ancak alanlarda flamalarıyla, bayraklarıyla görünür olma çabası dışında, alanı yönlendirdikleri ya da kitlelerle kurulması gereken bağları kurdukları söylenemez. Ayrıca sosyalistler bir bütün değil, darmadağınıklar ve daha da önemlisi birçoğu geçmişten gelen travmalarının altında hareket ediyor. Rekabetçi bir biçimde birbirleriyle yarış içinde olduklarından gözleri alanlardaki on binleri göremiyor. Hatta bir kısmı, gerçek dışı açıklamalarla, DEM partilileri bu alanlardan uzaklaştıracak işler yapıyor.

Sonuç olarak

Kısaca, çok parçalı ve dağınık bir görünüm sergileyen toplumsal muhalefet, ortak vizyon ve tutarlı strateji eksikliği nedeniyle (sayısal olarak güçlü görünse de), aslında yeterince güçlü ve örgütlü değil.

Acil görev, artık ellerinde kırlangıçlarla görünür olmaya çalışan sosyalistlerin tutumlarını gözden geçirmeleri ve demokratikleşme ve barış mücadelesinin asıl aktörü olan emekçi sınıfların ve Kürtler e Aleviler de dahil olmak üzere toplumun tüm ezilenlerinin mücadelenin merkezine taşınmasıdır. Böylece İktidar Blokunun toplumsal muhalefeti küçük parçalara ayırıp etkisizleştirmesi de önlenebilir.

Özcesi, kapitalizmin “çoklu krizleri" ve bu krizleri aşamayan, bu yüzden de giderek baskıcı ve otoriter bir hale gelen siyasal rejim korku, umutsuzluk ve tepkiden oluşan bir “zeitgeist” yayıyor olsa da aynı zamanda, insan, barış, emek, ekoloji ve kadını güçlendiren bir uygarlık inşa etmek için toplumsal enerjiyi de ateşliyor.

Ülke olarak, belki de kötücül gelişmeleri durdurarak karanlığı aydınlığa dönüştürmeye, barbarlık yerine uzun erimde sosyalist bir toplum kurmayı amaçlayan “demokratik, sosyal ve laik cumhuriyeti” kurmaya her zamankinden daha yakın olduğumuz bir zaman dilimindeyiz.

Dip notlar:

(1)  Paul Raskin, https://greattransition.org/gti-forum/which-future-raskin (Kasım 2022).

(2)  Gilbert Achcar, https://links.org.au/turkey-and-neofascist-contagion (28 Mart 2025).