EKONOMİYİ
SOĞUTMANIN YOLU SİYASETİ DEMOKRATİKLEŞTİRMEKTEN GEÇİYOR
Mustafa
Durmuş
27 Kasım 2016
Ekonomide, darbe girişimi ve OHAL sonrası ortaya
çıkan alarm verici gelişmeler sadece muhalifler tarafından dillendirilmiyor, Hükümet
de dâhil olmak üzere diğer kesimlerden de artık ekonominin durumu ve uygulanan
politikalarla ilgili yakınmalar giderek artmaya başladı.
Liranın sadece haftalar içinde ABD doları karşısında
% 15’i aşan ölçüde değer kaybetmesi ve hafta sonuna doğru kurun (Merkez Bankası’nın
0.50 puan faiz artırımına gitmesine rağmen) 3.47’ye kadar yükselmesi karşısında
bu tepkilerin verilmesi normal bir durum olarak görülmeli.
Önce Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, 21 Kasım’da, Twitter hesabından “döviz kurunun en az faiz,
enflasyon ve ücretler kadar önemli olduğunu” duyurarak yükselen döviz kurundan
duyduğu rahatsızlığını belirtti (http://www.cnnturk.com/ekonomi/turkiye/mehmet-simsek-doviz-kuru-faiz-enflasyon-ve-ucretler-kadar-onemli).
Üç gün sonra bu kez Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi
açık ve net konuştu. Lira ve ekonominin geneli üzerinde yarattığı olumsuz
etkilerden dolayı “ OHAL’in artık uzatılmasını istemediğini” açıkladı (http://www.sozcu.com.tr/2016/ekonomi/ekonomi-bakani-zeybekciden-ohal-aciklamasi-1526274/)
. Zeybekçi
dün de dolarizasyon tehlikesine dikkat çekerek, “kamu dâhil tüm ekonomide dolar
cinsinden alış veriş ya da sözleşme yapılmasından vazgeçilmesinin
gerekliliğinin” altını çizdi.
Kuşkusuz Hükümet cephesinin bu tepkileri hızlı bir
oranda artan işsizlik, yoksulluk, enflasyon ya da giderek eksiye doğru giden
büyüme hızından ziyade, asıl olarak doların kurundaki yükselişin neden olacağı ve
“borç krizi” olarak da adlandırılabilecek olan finans alanında ortaya
çıkabilecek bir krizle ilgili. Siyasal iktidar bu sıkıntılı alanlar konusunda,
ya küresel ekonomik sorunları işaret ediyor ya da örneğin “işsizliğin bu ülkeye
yakışmadığı” biçiminde açıklamalarla sorumluluğu kabul etmeyen bir yaklaşım
sergiliyor.
Diğer yandan, özellikle bizim gibi yabancı kaynak
açısından yapısal olarak dışa bağımlı olan ülkelerde ekonomik kriz öncelikle
finans sektöründe ortaya çıkıyor ve bu kriz süreç içinde ekonominin diğer
sektörlerini de sarmalına alıyor. Hele 2016 yılının ikinci çeyreğinden bu yana,
hem sanayi üretimindeki gerileme, hem de yatırım ve büyüme hızındaki düşüş
dikkate alındığında ortaya çıkacak bir borç krizi ve bunun ekonominin geri
kalanı üzerinde yaratacağı yukarıda sıraladığımız etkiler çok daha büyük
olacak.
Aşağıda bu tespitlerimizi doğrulayan iki çalışmanın
bazı bulgularını paylaşıyoruz. Bunlardan biri liranın yaşadığı değer kaybının
özel sektör firmaları üzerindeki etkileri, diğeri ise hane halkı borçlarının
geldiği düzey ile ilgili. Yani “finansallaşma” olarak da literatürde tanımlanan
bir olgu olan borç krizinin iki ayağından söz ediyoruz (devletin borçları bu
gelişme içinde henüz önemsiz kalıyor).
(i)
Deutche Bank’ın (DB) son Türkiye raporu (Market Research: Corporate Credit - TRY Cry - Impact on Turkish corporates, 24 November
2016 )
liranın değer kaybının döviz borçlusu Türk şirketlerini nasıl zora soktuğunu ortaya
koyuyor. Zira, raporda belirtildiği gibi,
Türkiye’de yerleşik şirketlerin döviz açık pozisyonu 207 milyar doları buluyor
ve bu miktar borç ülke milli gelirinin % 29’una denk düşüyor.
DB belli başlı şirketleri ve bankaları duyarlılık
testine tabi tutmuş. Böylece liranın örneğin % 10 değer kaybetmesi durumunun
hem finans dışı, hem de finans sektöründeki etkilerini şöyle öngörüyor:
Telekom, hava ulaştırması, enerji ve içecek gibi
finans dışı sektörlerde faaliyette bulunan 9 büyük şirketin toplam borçlarının
ortalama % 82’si döviz cinsindeyken, aynı şirketlerin gelirlerinin sadece %
37’si döviz cinsinden elde ediliyor. Dolayısıyla da dolar ve avro gibi paralar
karşısında liranın her değer kaybı bu şirketleri durdukları yerde zarara
sokuyor.
Örnek olarak, Türk Telekom, Türkcell, Coca-Cola İçecek
ve Anadolu Efes’in borçlarının % 79 - % 99’u döviz cinsinden iken, gelirlerinin
sadece % 0- %,5’i döviz cinsinden. Dolayısıyla da liranın değer kaybına en
fazla duyarlı olan ve bu bağlamda da en riskli konumdaki şirketler bu
şirketler.
Bunlardan Türk Telekom’un içinde düştüğü borç
temerrüdünü daha önce yazmıştık (http://siyasihaber3.org/en-buyuk-ozellestirmeden-buyuk-borc-temelludune).
Şirket ana hissedarı 290 milyon dolarlık Eylül ayı borç taksidi ödemesini
yapamamıştı. Bu şirketin borçlarının % 99’u, buna karşılık gelirlerinin sadece
% 5’i döviz cinsinden. Döviz açık pozisyonu ise 12,7 milyar gibi yüksek bir
düzeyde. Yani lira % 10 değer kaybettiğinde şirketin 1,3 milyar liralık kaybı oluyor.
Bu şirketi “babalar gibi satmakla” övünen eski Maliye Bakanı Unakıtan mezarında
rahat mıdır bilinmez, ama Türkiye’nin “en büyük ve en başarılı özelleştirmesi”
olarak 2005 yılında takdim edilen bu özelleştirmenin toplum açısından mutlak
bir zarara dönüşmekte olduğu belli.
Araştırmada Koç Holding ve Arçelik’in (keza Şişe
Cam’ın) bu şirketler arasında göreli olarak en az riskli olarak çıkması bu
grubun siyasal iktidarla ilgili aldığı tutumu da açıklar nitelikte. Zira borçlarının % 50-78’i döviz,
gelirlerinin % 43-50’si döviz cinsinden. Arçelik’in döviz açığı değil, fazlası
var. Öyle ki lira, dolar karşısında % 10
değer kaybettiğinde bu şirket kur yükselişinden bir anda 18 milyon lira kazanıyor.
Grubun bankası Yapı Kredi de % 10’luk lira değer kaybı karşısında sermaye
yeterliliği en az kayba uğrayan, dolayısıyla da tuzu kuru bankalar arasında yer
alıyor. Ayrıca Grubun özellikle de savunma sanayinde kamudan aldığı yeni işler
mevcut tutumunu açıklıyor. Yani bir zamanlar Marks’ın altını çizdiği gibi “nasıl
yaşıyorsanız, nasıl kazanıyorsanız, ona uygun düşünüyor ve ona uygun
davranıyorsunuz”.
Finans sektöründe incelenen 7 büyük bankanın,
liranın % 10’luk bir değer kaybı durumunda sermaye yeterliliği 38 baz puan
olmak üzere erozyona uğruyor. Ama bazı
bankalar açısından bu kayıp daha fazla gözüküyor. Bunlar sırasıyla Garanti, İş Bank
ve Akbank. Bunların sermaye yeterliliği 50-60 baz puan azalıyor. Kuşkusuz
liranın değer kaybı sadece sermaye yeterlilik rasyosunu kötüleştirmiyor, aynı
zamanda bu bankaların varlıklarını da eritiyor. Diğer yandan rapor bankaların
genel olarak % 15 gibi bir güçlü kapitalizasyon oranına ve borçlarında sağlam
garantilere sahip olmalarından dolayı yakın zamanda bir risk olmadığının da
altını çiziyor.
(i)
İkinci çalışma ise Hakan Özyıldız’ın hane halkı borçlarındaki hızlı yükselişle
ilgili (http://www.hakanozyildiz.com/2016/11/dolar-trmanrken-hanelerin-borc-yaps.html). 26 milyondan fazla hanenin borçlu olduğunun
altının çizildiği bu çalışmaya göre; hanelerin, AKP’nin iktidar olduğu 2003
yılında 13,4 milyar lira olan borçları bu yılın ilk çeyreğinde 441 milyar
liraya yükseldi. Bu borçların % 38’i ihtiyaç kredisi; % 36’sı konut kredisi ve
% 19’u kredi kartı borcu şeklinde. Bu borçların % 92’si bankalara yapılmış
durumda.
Yani bankalar sadece büyük çapta kredi
kullandırttıkları özel sektör firmalarının yüksek borç düzeyleri açısından
değil, aynı zamanda bireysel kredilerde ulaşılan bu borç stoklarının
yüksekliğinden ve artan işsizlik gibi nedenlerle ortaya çıkabilecek geri ödeme
güçlüklerinden dolayı da risk altındalar.
Önümüzdeki 45 gün ekonominin gidişatı ile ilgili son
derece önemli gelişmelere gebe. Aralık ortasında çok büyük ihtimalle Fed faiz
oranını artıracak. Türkiye’nin AB üyeliği müzakere sürecinin dondurulmasına
ilişkin olarak Avrupa Parlamento’sunun aldığı dondurma yönündeki tavsiye kararı
AB’de oylanacak. Avrupa Merkez Bankası, parasal sıkılaştırmaya ilişkin kararını
açıklayacak.
Bunlar hem kurun değerini hem de yabancı sermaye
çıkışlarını doğrudan etkileyecek olan dışsal dinamiklerden sadece bazıları. Bunlara
Orta Doğu’da olanları ve Türkiye’nin eksen kayması tartışmalarının yarattığı
belirsizlikleri de eklemek gerekir.
Ancak içerde ortaya çıkacak politik gelişmeler en az
dışarıdakiler kadar hatta daha önemli ölçüde ekonomik ve politik gidişat
üzerinde etkili olacaktır. Yılsonu
itibariyle iki haneli rakama çıkması muhtemel olan enflasyonun da getireceği
yoksullaştırma etkisi göz önüne alındığında bu yıl sonu karara bağlanacak olan
asgari ücret zammı çok önemli olacak. Bu yılki 300 liralık zammı şu ana kadar üstlenen
devlet,giderek artan bütçe açığı nedeniyle, artık bunu karşılamak istemiyor. Bu
durum en azından bir kısmı zor bir sürece giren işletme sahiplerinin işçiler
açısından tatmin edici bir asgari ücret zammına karşı direneceğini ortaya
koyuyor. Zaten şu ana kadarki açıklamalar da bu yönde. Bu durum işçi örgütlerinin
en azından ekonomik hakları üzerinden muhalefeti yükseltmesine neden olacaktır.
Son olarak 16 Ocak tarihinde OHAL’in bir kez daha
uzatılıp uzatılmayacağı ekonomik ve politik gidişat ile ilgili olarak
belirleyici olacaktır. Liranın özellikle dolar karşısında en hızlı değer
kaybettiği aşamanın OHAL sonrası aşama olduğu gerçeği göz önüne alındığında
bunu tahmin etmek güç değil. Zira bazılarının “politik risk algısındaki artış”, bazılarının ise “politik krizin derinleşmesi”
olarak nitelendirdiği OHAL süreci anahtar konumunu sürdürüyor.
Özcesi ekonomide normalleşmenin yolu siyasette
normalleşmeden ve demokratikleşmeden geçiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder