TRUMP
(2) : FAŞİST Mİ, IRKÇI BİR POPÜLİST Mİ?
Mustafa
Durmuş
Trump’ın başkan seçilmesinin ardından ABD’de ve
Avrupa’da yayımlanan birçok gazetede onun “faşist” ya da “neo faşist” biri
olduğundan sıklıkla söz edilmeye başlandı (aslında seçim kampanyası sırasında
da bu tür nitelemeler yapılıyordu). Örneğin Truth-out adlı internet gazetesinin
baş editörü, yazar William Pitt, Amerika’nın kendine “küstah ve ensesi kalın
bir faşisti” başkan olarak seçtiğini yazdı. Bu savına Trump’ın Klux Klan örgütü
tarafından desteklenmesini, beyaz ırkçılığı yapan faşist bir çevreye sahip
bulunmasını, militarist ve emperyalist
yayılmacı politikaları savunmasını, kullandığı nefret dilini (özellikle de
yabancı, göçmen ve İslam düşmanlığı söylemlerini) , siyahlara karşı nefretini,
intikam sözcüklerini ve şiddet savunuculuğunu seçim kampanyası sırasında
sıklıkla kullanmasını, kadın düşmanlığını, LGBTQ karşıtlığını gerekçe olarak
gösteriyor. Yazara göre, “Mussolini yaşasaydı Trump’ın faşistliğine tanıklık
ederdi. Zira Trump da, tıpkı Mussolini gibi, devlet ile sermayenin gücünü
birleştirmektedir[1]
.”
Benzer bir biçimde Naomi Klein de Guardian’daki
makalesinde[2],
neo faşistlerin, neo liberalizmin neden olduğu eşitsizlik artışı ve
güvencesizliğin getirdiği zorluklar karşısında bocalayan halkı manipüle etme
konusundaki başarısından hareketle, Trump’ı neo faşist olarak niteliyor ve
Trump gibi politikacılara olan halk desteğinin ancak gerçek anlamda emekten yana
yeniden bölüştürücü politikaları savunarak azaltılabileceğini ileri sürüyor.
Seçim kampanyası sırasında Trump ve Cumhuriyetçiler
örneğin Afro Amerikalıları “tembel”, “geri zekâlı”, “şiddet yanlısı” ve
“kriminal” ilan ederek ne denli ırkçı olduklarını göstermişlerdi.
Diğer yandan bu tür ırkçı, ayrıştırıcı söylemlerin
işe yaradığını hem seçim sonuçları, hem de dün açıklanan son anketler ortaya
koyuyor. Buna göre seçimlerde Beyazların % 58’i, Asyalıların % 29’u, Hispanik/Latinoların %
29’u ve siyahların % 8’i Trump’a oy verdi[3].
Pew Center’in açıkladığı anketin sonuçlarına göre ise, Trump’ı destekleyenlerin
% 79’u yasa dışı göçmenliği, % 74’ü terörizmi ve % 63’ü işsizliği toplumun
önündeki en ciddi sorunlar olarak görüyor[4].
“Faşist”
ve “faşizm” kavramları içi boşaltılarak kullanılıyor
Faşizmin ırkçılığı tarihsel bir olgudur. Irkçı
niteliği olmayan bir faşizmden söz etmek mümkün değildir. Diğer taraftan her
ırkçı yapı ya da devlet faşist olmak durumunda değildir. Örneğin Britanya
İmparatorluğu da ırkçıydı, ama faşist değildi. Faşizm Almanya’da Yahudi
düşmanlığıydı ama İtalya’da değildi. Faşizm tekçi ve totaliterdi ama Stalin
rejimi de totaliter bir rejim olmasına rağmen faşist bir rejim değildi.
Faşizm Nazi Almanyası sırasında görüldüğü gibi
kadını aşağılayan ve onu eve hapseden bir ideoloji oldu. Diğer yandan “
kadınları vajinalarından yakalamakla övünen” günümüzde Trump’ın kadın
düşmanlığı (ya da benzer otoriter liderlerin kadın karşıtı söylemleri) seçimler sırasında erkek seçmeni yanına
alabilmek için, onların kadın
özgürleşmesi karşısında duydukları korku ve endişeyi manipüle etmek istemesinin
bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Nitekim Trump beyaz erkeklerin
çoğunluğunun oylarını alırken, kadınlarda oy oranı % 42’de kaldı. Yani içinde yaşadığı toplumun
erkek egemen ve bir o kadar da ırkçı-şoven kültürü faşist bir topluma
evrilmeden de seçimlerde araçsallaştırılabilmektedir.
Keza militarist, emperyalist - yayılmacı
politikaları savunmasından hareketle Trump faşist olarak ilan edildiğinde, rakibi olan en az onun kadar militarist ve
emperyalist politikaları savunan Clinton nasıl tanımlanacaktır? Kaldı ki bu
politikalar yüz yıla yakın bir süredir devletin (yönetimlerinden bağımsız bir
şekilde) değişmez politikaları olmuştur.
Trump’a yapılan nitelemeler, faşizmi tanımlamada
basit ve içi boşaltılmış tanımların bir kez daha yaygın bir biçimde kullanıldığını
gösteriyor. Böyle tanımlamalar ve bunların gelişi güzel kullanımı faşizm olgusunun
yanlış anlaşılmasına ve bu kavramın yanlış kullanılmasına neden olduğu gibi
doğru politik analizlerin yapılmasını da önlüyor.
Örneğin insanlar, kendilerine “faşizm nedir?” diye
sorulduğunda, genelde “acımasız bir diktatörlük”, “Yahudi düşmanlığı”,”
kitlesel çılgınlık-histeri”, “efektif propaganda aygıtı” ya da “psikopat bir
liderin büyüleyici hitabeti” ya da
“ırkçılıktır” yanıtlarını veriyorlar.
Tekil olarak bu nitelemeler üzerinden faşizmi
anlatmak yeterli olmadığı gibi, her baskıcı rejim ya da uygulamaya faşizm, her
otoriter lidere faşist dediğimizde, bir tür ‘yalancı çoban’a döneriz ve
insanlar bir süre sonra faşizmin normal (çok da kötü olmayan) bir şey olduğuna
inanmaya başlarlar.
Sevmediğimiz her insan ya da fikri faşist olarak
nitelediğimizde faşizmin gerçek içeriğini de boşaltmış oluruz. Örneğin ABD’de,
Trump ile Hitler ya da Mussolini’yi kıyaslanırken bu çarpıtma ortaya çıkıyor. Oysa
Trump’ın (hatta Putin’in) silahlı sokak
çetelerini örgütlemediği, silahlı saldırılar düzenletmediği, sokaklarda terör
estirmediği, toplama kampları oluşturmadığı biliniyor.
Diğer yandan emek ve sol düşmanlığı, cinsiyetçilik, sanat düşmanlığı, azınlık düşmanlığı, basına
sansür, entelektüellere yapılan baskılar, aşağılamalar, ana akım dışında konuşup yazanlara
düşmanlıklar da bu liderlerin ortak özellikleri. Bu tür düşmanlıklar pusuda bekliyorlar
ve uygun bir zemin bulduğunda hortlayabiliyorlar[5].
Ama sadece bunlar bu liderleri faşist yapmaya yetmiyor. Bu bağlamda tüm polis
rejimlerini de faşizm olarak adlandırmaktan kaçınmak gerekiyor.
Böylece dikkatlice yapılmış, özgün bir tanım
altında, 1920 ve 1930’ların İtalya ve Almanya’daki örnekler faşizmi tanımlamada
bize yol gösterici olabilir.
İtalyan ve Alman faşizminin bazı temel özellikleri
faşist bir rejimin olmazsa olmazlarını, büyük ölçüde, yansıtır. Bunlar şöyle
özetlenebilir: (i) Faşizmin ideolojisi,
bazen sol retoriği kullansa da,
bütünüyle aşırı sağ ideolojilerden beslenir. (ii) Burjuva demokrasisi içinde yükselir. (iii) Yönetime gelme yöntemi seçim ve şiddet karışımı bir
yöntemdir. Seçim ve şiddet iç içe geçmiştir. (iv) En büyük destekçileri mevcut ekonomik politik kurulumda
kendilerini dışlanmış olarak hissedenlerdir. (v) Amacı sadece devlet gücünü ele geçirmek değil, aynı zamanda soldan,
sosyalistlerden, işçi sınıfından mevcut sosyal düzene gelebilecek tüm
tehditleri de ortadan kaldırmaktır[6].
Böylece bu iki örnekten hareketle faşizmin burjuva
demokrasisi içinde yeşeren özgün bir karşı devrimci biçim olduğu ileri
sürülebilir. Faşist diktatörlükler güç ve servetin, mevcut iktisadi ve politik kurulumun
dışındaki hırslı, muhteris unsurlara geçmesinin önünü açarlar ve aynı zamanda
da radikal değişim isteyenlere karşı statükonun garanti edilmesini sağlarlar[7].
Faşizm
‘polis devleti’ne indirgenmemeli
Faşizmi, seçimlere dayalı parlamenter demokrasinin
belirsizliklerini reddeden otoriter bir polis devleti ile aynılaştırmamak
gerekir. Çünkü faşizm, özel bir takım durumlar nedeniyle kapitalist toplumun
yönetilme biçimine ciddi meydan okuma söz konusu olduğunda, buna karşı sistemin
özellikli bir yanıtıdır. Tarihteki faşist hareketler daha ziyade 1930’lar-1945
döneminde görüldü. Bunların en belirgin olanları İtalya’da Mussolini,
Almanya’da Hitler, İspanya’da Franco, Portekiz’de Salazar, Romanya’da
Antonescu, Fransa’da Petain, Macaristan’da Horty ve Hırvatistan’da Pavelic’tir[8].
Faşizmin
sorumlusu kapitalizm
Diğer yandan faşizmi anlatılırken yapılan bir başka hata,
klasik Avrupa faşizminin ortaya çıkışından, yükselişinden ve yaptıklarından
büyük ölçüde Hitler ve Mussolini’yi sorumlu tutarken, bu karakterleri ‘faydalı
bir araç’ olarak ortaya çıkartan sosyo ekonomik koşulları göz ardı etmektir.
Faşizmin bu tür bir hatalı yorumu günümüzde faşizmin
tezahürlerini açıklamayı zorlaştırıyor. Zira prototip, Avrupa faşizmi, Hitler
ve Mussolini ile özdeşleştirilince onların yok oluşu ile faşizmin sonu da
gelmiş oluyor. Oysa bugünün gelişmiş ya da azgelişmiş bazı kapitalist
ülkelerindeki giderek artan faşist eğilim ve gidişat örnekleri uygun koşullar
oluştuğunda yeni Hitler ya da Mussolini’lerin doğabileceğini gösteriyor.
Böyle kötü gelişmeler, tıpkı periyodik iktisadi krizlerin kapitalizme
içkin olması gibi, faşizm mikrobunun kapitalizme içkin olduğunu ortaya koyuyor.
Böyle olunca da, kapitalizm başat bir sosyo ekonomik üretim tarzı olmayı
sürdürdükçe, koşulları oluştukça faşizm ortaya çıkıyor.
Faşizm
liberal demokrasi karşıtlığı değil
Faşizmi liberal demokrasi karşıtlığına indirgemek
bir diğer yanlışlıktır. Aslında bu yanlışlık yöntemsel bir çarpıtmanın bir
sonucu olarak doğar. Bu çarpıtmada kullanılan yöntem amprisizmdir. Yani faşizm
ve demokrasi karşılaştırılırken, her hangi somut bir çıkışı olmayan bu yöntem
altında gerçekler birbirinden dikotomik olarak ayrıştırılır, bir örnek diğerine
karşı kullanılır, entegre edilmez. Sonuçta faşizm liberal demokrasinin karşıtı
olarak tanımlanır.
Oysa parlamenter temsiliyeti, “demokrasi” ya da “özerk veya öz yönetimci demokrasi” olarak
tanımlamak yeterince açıklayıcı ya da devlet kavramının özünü yeterince
kavratıcı değildir. Nitekim demokrasinin beşiği Eski Yunan’da, demokrasi belli
bir halk kesiminin yönetimine ait kuralları anlatırdı (demos). Bu anlamda
faşizmi, kendi de bir sınıfın örtülü diktatörlüğü olan liberal demokrasinin ya
da burjuva demokrasisinin karşıtı olarak tanımlamak hatalıdır. Ancak bu hata
tarihsel nedenlerden dolayı da, sıklıkla yapılmakta ve faşizm ile demokrasi
karşı karşıya konulmaktadır.
Demokrasinin savunulması ise sadece faşizmin
geriletilmesinde bir antifaşist cephenin aracı olarak görülebilir. Yoksa
faşizmi bağrından doğuran “burjuva demokrasisi” ya da başka isimlerle
adlandırılabilecek devlet biçimlerini savunmak mevcut statükoyu savunmak
anlamına gelir ki bunun devrimci bir yanı yoktur.
Bunun yaşanmakta olan en güzel örneği 15 Temmuz 2016
Darbe Girişimi’dir. Emek, özgürlük ve demokrasi yanlıları bu darbeye askeri bir
diktatörlük ve beraberinde hızla dönüşebilecek bir faşist diktatörlük tehlikesi
nedeniyle karşı çıkarken, savundukları, mevcut iktidar bloğunun sürdürdüğü
sözde demokrasi değildi. Bu nedenle de sol ‘Demokrasi Mitingleri’ne ya da
nöbetlerine katılmadı.
Faşizm
konusundaki çarpıtmalar büyük ölçüde kasıtlı
Faşizmin anlamının böyle yaygın bir biçimde yanlış
kullanılması aslında bütünüyle tesadüfî değil. Büyük ölçüde bu kavramın faydacı
bir biçimde kullanılmasından kaynaklanıyor. Zira kapitalizmi temize
çıkartabilmek için faşizm, kafa karıştırıcı bir biçimde kullanılıyor. Böylece
kapitalizm, piyasalar aklanırken, bunların kusurları, başarısızlıkları ve
günahları faşist olarak nitelenen bireylere (Hitler, Mussolini gibi) yıkılıyor,
onların bireysel kusurları ile açıklanıyor. Bu kavram ayrıca birilerini ya da
devletleri şeytan olarak göstererek hedef yapmak için de kullanılıyor (Saddam,
Kaddafi, Esad). Bunlardan örneğin Saddam ve Kaddafi öldürülmeden önce faşist
ilan edilmişlerdi.
Faşizmin yanlış tanıtımı iki biçimde kapitalizmi
aklamaya yarıyor: İlk aşamada, Hitler örneğinde olduğu gibi faşizmin icracı
aktörü işlenen tüm suçlardan sorumlu tutuluyor. İkincisinde, sosyo ekonomik
yapının neden olduğu sorunlar göçmenlere, farklı etnisite ya da ırklara ve
dinlere yıkılıyor.
Oysa faşizm, Nazi Almanyası liderinin bireysel
suçlarına ya da Hitler aklının patolojik bozukluğuna veya emperyalist savaş
gündemi ya da militarizme itaat etmeyen düşmanca milliyetçi liderlere
indirgenemez. Hitler üzerinden faşizmin gaddarlığının sunulması başarılı
olabilse de, bu tür indirgemeci değerlendirmeler faşizmi hortlatan toplumsal
koşulların önlenmesi konusunda yeterince faydalı değildir[9].
Özcesi, bu yaklaşımların amacı faşizmi sınıflardan,
sınıf mücadelesinden ayrı tutarak tanımlamak ve her şeyden önemlisi de
kapitalizmi aklamaktır.
Bu nedenle faşizmin kapitalizm ve emperyalizm ile
olan bağlarını ve onu ortaya çıkartan alt yapı ve üst yapı dinamiklerini (ciddi
ekonomik krizler ve tekelci burjuvazinin iktidarını sarsacak bir işçi sınıfı
mücadelesi gibi), gelişim aşamalarını anlayabilmek ve onunla gerçek anlamda
mücadele edebilmek için diyalektik ve tarihsel materyalist dünya görüşü ile onu
çözümlemek gerekir.
Bu yaklaşım faşizmi, kapitalizme içkin merkezi
sosyal çatışmalardan doğan (temelde sınıf mücadelesi) bir olgu olarak ele alır.
Faşist hareketleri, bu bağlamda belli bir anda belirli bir sınıfın çıkarlarına
(kapitalist sınıf) hizmet eden bir kombinasyon olarak görür.
Trump,
Avrupa’daki benzerleri gibi ırkçı bir sağ popülisttir!
Trump’ın seçim zaferini İngiltere’deki Brexit’i
harekete geçiren dinamiklerden ayrı düşünmek hata olur. İki gelişmenin ortak
noktası olarak, neo liberal küreselleşmenin kitlelerin karşı karşıya kaldıkları
sorunları çözmekte yetersiz kalması, tersine, eşitsizlikleri ve ekonomik sorunları
daha da artırması karşısında kitlelerin mevcut ekonomik ve siyasal düzene olan
tepkileri ya da hınçları olarak belirlemek yerinde olabilir. Bu durumu mevcut
ekonomik ve politik kurulumdan umudunu kesen kitlelerin bir tür radikalleşmesi
olarak açıklamak mümkündür. Kaldı ki benzer bir tepki ve sonuç 4 Aralık’ta
İtalya ve Avusturya’da gerçekleşecek olan plebisitlerde ya da 2017’de
Türkiye’de yapılacak bir plebisitle de gündeme gelebilir.
Bu bağlamda Trump’ın zaferi anormal ya da
beklenmedik bir zafer değil, Avrupa coğrafyasında da görülen ırkçı, sağcı
popülist yükselişin meyvesidir. Bu
yükselişin ana nedeni, işçi sınıfı ve
orta sınıfların, uyguladıkları neo
liberal kemer sıkma politikalarıyla krizin faturasını yoksullara ödeten merkez
partilere ve siyasal düzene karşı olan derin hıncıdır.
Trump seçim kampanyası boyunca bilinçli olarak merkez
siyasete hiç ödün vermedi, tam tersine onun alternatifmiş gibi davrandı.
Böylece de hem ekonomik sıkıntı içindekilerin hem de dışlanmış insanların
oylarını alabildi.
Yani Trump sadece zengin beyaz Hıristiyan seçmenin
desteğini almadı, aynı zamanda yoksul işçi sınıfının sıkıntılarını ve acılarını
da manipüle edebilecek popülist bir dil kullanarak ve tutum takınarak bu
kesimlerin bazılarının onu desteklemesin sağladı.
Örneğin aşağıdaki Tablo’dan da görüleceği gibi son 3
seçimde (2008 ‘den bu yana) Demokrat’ların sınıfın en alt katmasındaki oy oranı
belirgin bir biçimde düşüyor. Örneğin 2008’de % 65 olan oy oranı 2016 yılında %
53’e geriliyor. Bu en yoksul işçilerin Demokrat Parti’den giderek koptuğunu
gösteriyor. Bu dönemde Cumhuriyetçi’ler
ise oy oranlarını yine en yoksullardan aldıkları % 32’den % 41’e çıkartıyorlar.
Tablo:
ABD’de son 4 Başkanlık Seçimlerinde İşçi Sınıfının En Yoksullarının Adaylara
Verdikleri Oy Oranları
|
30,000 $ altı /Yıl
|
30,000 $- 49,999 $ /Yıl
|
Demokrat Aday
|
|
|
2004
|
%
60
|
%
50
|
2008
|
%
65
|
%
55
|
2012
|
%
63
|
%
57
|
2016
|
%
53
|
%
51
|
Cumhuriyetçi Aday
|
|
|
2004
|
%
40
|
%
49
|
2008
|
%
32
|
%
43
|
2012
|
%
35
|
%
42
|
2016
|
%
41
|
%
42
|
(Martin Smith and Tash Shifrin, “Some thoughts on Donald Trump’s victory,
race and class”,dan oluşturduğumuz tablo, http://www.dreamdeferred.org.uk, 9 November 2016 )
Demokratlar açısından bir başka kayıp sınıfın bir
üst gelir grubunda (30,000-49,999 $) arasında yaşanmış. Demokrat’lar 2008
yılında bu kesimin % 55’inin desteğini alırken, 2016’da bu destek % 51’e
geriliyor. Cumhuriyetçi’lerde ise bu kayıp aynı dönemde sadece % 1 puan ( %
43’ten % 41’e).
Bir başka anlatımla, işçi sınıfının en yoksulları
hızla Demokrat Parti’den kopma eğilimi içine girmiş. Bunların bir kısmı
Cumhuriyet’çi Partiye yöneliyor. Seçime katılım oranının da % 50’nin biraz
üzerinde olduğu dikkate alındığında sınıfın genel olarak ikili burjuva partili
sistemine tepkili olduğu ileri sürülebilir.
2004-2008 ve 2012 başkanlık seçimlerinde Demokratlar
işçi sınıfının büyük bir kesiminin desteğini alırken, 2016’da bu seçmen kitlesi Trump’a kaydı (yıllık
30,000 doların altında gelir elde edenlerin % 53’ü Trump’a, % 41’i Clinton’a ve
30,000-49,000 dolar gelir elde edenlerin
% 51’ise Trump’a ve % 42’si Clinton’a oy verdiler)[10].
Diğer taraftan teknik olarak faşist olarak
tanımlanamayacak, gerici elitist bir
kodaman olan Trump’ın kazandığı bu zafer hem ABD’de hem de Avrupa’daki aşırı
sağcı, ırkçı ve faşist örgütlerin yükselişine yardımcı olacaktır. Nitekim
Trump’ı coşkuyla ilk kutlayan liderlerden biri olan ve Fransa’da 2017’de
yapılacak başkanlık seçimi için hazırlanan Le Pen, Trump’ın Avrupa’daki aşırı
sağ partiler için ilham kaynağı olduğunu ileri sürerek onu selamladı.
Avrupa’daki diğer popülist liderler de Trump’ın zaferini “düzen karşıtı
momentin bir delili” olarak gördüklerini açıkladılar.
Bir- iki yıldır ABD ve dünya ekonomisinin içinde
bulunduğu durum “uzun süren durgunluk, çok düşük büyüme oranları ve yüksek borç
stokları olarak” “yeni normal” olarak tanımlanmıştı. Görünen o ki bu yakınlarda
siyasi olarak dünyanın yeni normali tanımlanırken Trump’la başlayan bir ırkçı
sağ popülizmin beraberinde getireceği felaketler yeni normal olarak bize
sunulacak ve bu yeni normali kabullenmemiz istenecek.
Bu süreci durdurmanın, sağ popülist-otoriter, faşist
liderlerin ya da hükümetlerin işbaşına gelmesini önlemenin yolu ise kitleleri
hayal kırıklığına uğratan kapitalist gelişimin (neo liberalizm ve küreselleşme)
yarattığı tepkilerin bu tür sağ popüler hareketler tarafından manipüle
edilmesini önleyecek yeni bir program ve buna uygun mücadele stratejisi ve
taktikleri geliştirmektir.
[1] William Rivers Pitt, “The
Fascist in November”, http://www.truth-out.org/opinion/item/38315-the-fascist-in-november,
09 November 2016.
[2] https://www.theguardian.com/commentisfree/2016/nov/09/rise-of-the-davos-class-sealed-americas-fate.
[3] niamh@leftfootforward.org, 10 November 2016.
[4] info@pewresearch.org., Election 2016 Analysis, 10 November 2016.
[5] Ian Buruma, “Springtime
for Fascism?”, https://www.project-syndicate.org/print/are-demagogues-fascists-by-ian-buruma-2016-06, JUN 7, 2016.
[8] S. Amin, “The return of Fascism
in Contemporary Capitalism)”, Monthly
Review, Vo. 66 / 4 (Sept 2014.
[9] Ismael Hossein-Zadeh, “Distorting
Fascism to Sanitize Capitalism”, http://www.counterpunch.org, June 17, 2016.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder