28 Mayıs 2025 Çarşamba

Pozitif barış

 

Barış şeffaflık, kararlılık ve sabırlı mücadeleyi gerektirir!

Mustafa Durmuş

29 Mayıs 2025


Tarih Türkiye toplumuna çok kıymetli bir barış imkânı daha sundu. Ancak ciddi belirsizlikler altında yürümekte olan bu yeni barış sürecinin önünde birçok engelin bulunduğunu da gerçekçi bir biçimde kabul etmemiz gerekiyor. Bunlardan bazıları:

●Barıştan kastedilenin ne olduğunun tam olarak anlaşılamaması ve barışın silah bırakmaya indirgenmesi,

●Ulus devletçi ve ulusalcı bakış açılarından kaynaklanan ön yargılar,

●Savaş ve çatışma ortamından beslenen ve bundan siyasal rant ve/veya ekonomik kâr devşiren kesimlerin varlığı,

●Görüşmelerin bir tarafı olan AKP iktidarının uzunca bir zamandır demokratik müzakereyi reddeden otoriter bir bakış açısına sahip olması, kutuplaştırıcı tutumu ve ilk barış sürecinin 2015 yılında hüsrana uğraması,

●Devlet Bahçeli gibi, bu sürecin tetikleyicisi ve fiilen yürütücüsü konumundaki bir liderin ve partisinin geçmişteki barış, demokrasi ve Kürtler konusundaki olumsuz tavrından dolayı demokrasi güçlerinin sürece şüpheyle yaklaşmaları,

●Süreç devam ederken siyasal iktidarın başta CHP olmak üzere muhalefet partileri üzerindeki baskılarını artırması, muhalif belediyelere kayyım atanması, 19 Mart’ta İBB’ye dönük olarak başlatılan operasyonlar ve ülkenin en güçlü cumhurbaşkanı adayının tutuklanarak cezaevine konulması.

Bunların yanı sıra altının çizilmesi gereken ciddi bir engel daha var ki asıl bu engelin üstesinden gelinmesi daha zor görünüyor:

●Müzakere sürecinin şeffaf işletilmemesi, Meclis’in, siyasal partilerin, demokratik kitle örgütlerinin ve emek örgütlerinin, halkın tam ve doğru bilgiye erişiminin engellenmesi ve tüm bu durumun neden olduğu spekülatif, manipülatif haberlerin ve dezenformasyonun süreci akamete uğratma riski. Bugünkü yazımızın konusu aslında tam da bu sorun.

Negatif barış

Öncelikle “negatif barış” ve “pozitif barış” arasındaki farkın ortaya konulmasıyla başlayalım. Bugün ilerletilmeye çalışılan şey pozitif barış görüşmelerinden ziyade, negatif barış aşaması yani silah bırakma ve çatışmaların durması ve silahların susmasıdır. Bu çerçevede, PKK kongresini toplayıp örgütü fesih etme kararı aldı, silah bırakması bekleniyor. Buna karşılık devlet işi daha yavaştan alıyor.

Pozitif barış

Pozitif barış ise, silah bırakma ve çatışmaların durmasının ardından gelecek olan ve barışı kalıcı hale getirmeyi hedefleyen başta yasal düzenlemeler olmak üzere tüm önlemlerin hayata geçirilmesini içeriyor. Bu aşamada artık “sosyal adalet”, “eşit yurttaşlık” gibi toplumsal barışın kalıcılığını sağlayan temeller atılır. (1)

Şu an pozitif barış aşamasında olmadığımız gibi, negatif barış aşamasının gerekleri de yerine getirilmiş değil. “Pozitif barış aşamasına geçilebilecek mi” ya da “ne zaman geçilebilecek” gibi sorulara net yanıtlar verebilmek oldukça zor. Çünkü süreç belirsizliklerle ve kırılganlıklarla ilerliyor.

Bu noktada unutulmaması gereken çok önemli bir husus, barışın kendiliğinden gelmeyeceği, onun ancak uğruna verilecek mücadelelerle, kararlılıkla ve sabırla sağlanabileceği hususudur.

Toplumun desteğini almak şart!

Bu sürece toplumun en geniş kesimlerinin desteğini sağlayabilmek, sadece toplumun farklı kesimlerinin inanıp güvendiği siyasal parti liderlerinin bu süreci sahiplenip savunmasıyla ya da “savunuyormuş gibi yapmasıyla” mümkün olmaz. Hatta Meclis’in sürece sahip çıkması (son derece önemli olsa da) tek başına yeterli değil.

Özellikle de ekonomik sıkıntıların tavan yaptığı, toplu işten çıkarmaların, enflasyon ve yoksulluğun arttığı ve halkın adeta yoksullukla (hatta açlıkla) boğuştuğu böyle dönemlerde, çatışmaların ve savaşın bu olguları nasıl daha da kötüleştireceği, buna karşılık barışın ve demokrasinin bu sorunların çözümünü nasıl kolaylaştırabileceği toplumun her kesimine anlatılmalı. Bu amaca yönelik olarak her türlü araç ve bilgi, toplumun barışın kaçınılmaz olduğuna inanmasına yardımcı olmasını sağlamak anlamında değerlendirilmeli.

Özellikle de DEM Parti, barış, toplumsal refah ya da savaş, ekonomik çöküş ve yoksulluk arasındaki ilişkileri Türkiye toplumuna anlatma konusunda ekstra bir çaba göstermeli. Derinleşen ekonomik yıkım karşısında enerjisini bundan böyle bu konulardaki çözümler için de kullanmalı.

Ayrıca barış ve demokrasinin tabiri caizse tahin-pekmez gibi iç içe geçtiği gerçeğinden hareketle, bu iki mücadelenin eş anlı ve el ele yürütülmesi gerektiği kabul edilmeli. Bu konuda demokratikleşmeye zarar verecek hiçbir iş birliğinin içinde olunmayacağı hususunda (bilhassa sürece kısmen haklı nedenlerle), şüphe ile bakan kesimlerin ikna olması sağlanmalı. Ki bunların içinde sadece “ulusalcılar” olarak tabir edilen kesimler değil, Türk solunun ve sosyalistlerinin azımsanamayacak bir kesimi de var.

Epistemolojinin barış ile ilişkisi

Basit bir ifadeyle, epistemoloji bilginin kendisinin incelenmesidir. Bildiklerimizi nasıl bildiğimizle ilgilidir. Epistemolojiyi şu soruların araştırılması olarak da düşünebiliriz:

Bir şeyin “doğru” ya da “yanlış” olduğuna nasıl karar veririz?

▪“Geçerli kanıt” ya da “geçerli bulgu” derken neyi kast ediyoruz?

▪“Güvenilir kaynak” (özellikle de anlık deneyimlerimizin ötesindeki haberler konusunda) ile “güvenilmez kaynak” arasındaki farkı nasıl anlayabiliriz?

▪ “Bilimsel olarak kanıtlanabilen gerçek” ile “inanç” arasındaki fark nedir?

▪ Bir şeyi gerçekten “bildiğimizi” ve “bildiğimizi düşündüğümüzü” nasıl ayırt edebiliriz? (2)

Türkiye toplumunda epistemolojik bir kriz yaşanıyor!

Epistemolojik kriz ise toplumların neyin hakikat ve güvenilir bilgi olduğunu anlama özelliğini yitirmesidir. Yani “gerçek” olanla “gerçek ötesini” ayırt edemeyerek yanılmak ya da yanlış sonuçlara varmak, diye de ifade edilebilir.

Bu kriz birbiriyle bağlantılı olarak aşağıdaki şekillerde ortaya çıkar:

▪İlk olarak, geleneksel olarak bilgiyi üreten ya da onaylayan kurumlar (devlet kurumları, üniversiteler, ana akım medya) evrensel otoritelerini kaybeder. Böyle bir durumda toplumdaki farklı kesimler tamamen farklı “hakikat” kaynaklarına dayanarak hareket ederler.

▪İkinci olarak, dijital teknoloji ve sosyal medya, çelişkili “gerçeklerin” farklı topluluklar için aynı anda hem doğru hem de yanlış olabildiği paralel bilgi evrenleri yaratır.

▪Üçüncü olarak, ortak olgusal gerçeklik aşınmış olabilir. Yani demokratik müzakerenin dayandığı temeller çökmüş olabilir. Bu da uzlaşmayı neredeyse imkânsız hale getirir. 

Bugün ülkedeki durum, barış ve demokrasi başta olmak üzere, birçok önemli konuda böyle bir epistemolojik krizin yaşanmakta olduğunu gösteriyor.

Otoriterliği güçlendiren yol

İşin kötüsü, böyle bir epistemolojik kriz, çeşitli mekanizmalar aracılığıyla mevcut otoriterliğin daha da güçlenmesine ve kalıcılaşmasına hizmet edebilir. Eğer yeni barış süreci de başarısız olursa böyle bir tehlike mevcuttur.

Çünkü gerçeklik giderek daha istikrarsız ve tartışmalı hale geldiğinde, basit, mutlak doğrular sunan otoriter liderlik psikolojik olarak daha çekici ve inandırıcı bir hale gelir. “Yatay vatandaş dayanışması” yerine, insanlar kesinlik vaat eden “güçlü liderlerle dikey hizalanma” arayışına girerler.

Bilgiyi üreten ve doğrulayan kurumlar meşruiyetlerini kaybettikçe, onlara bağlı olan demokratik süreçler de zayıflar. Otoriter, aşırı sağcı hareketler ve siyasal yapılar “Kürt Sorunu” gibi toplumsal sorunları daha önce de yaptıkları gibi günah keçisi ilan ederler ve toplumda bu sorunun çözümünün imkansızlaşması için yeni komplo teorileri servis edilmeye başlanır. Kısaca bu yapılar açıkça erişilebilir güvenilir bilginin olmadığı bir ortamdan faydalanırlar.

Üstelik bu kriz sadece politik bir kriz değil, aynı zamanda varoluşsal bir krizdir. Hakikati belirleyen ortak araçlar çöktüğünde demokratik müzakere imkânsız hale gelir. Otoriter hareketler bu çöküşü sadece istismar etmekle kalmaz, hiçbir şeyin güvenilir bir şekilde kanıtlanamadığı ortamlarda “hakikati” tek başına gücün ve iktidarın belirlediğini bilerek, bu çöküşü hızlandırırlar.

Bu yüzden de barışın da demokratikleşmenin de epistemolojik olarak topluma çok iyi anlatılması gerekiyor. Ancak iktidarın kutuplaştırıcı ve suçlayıcı dilinin devam ettiği bir ortamda bunu kitlelere anlatmanın çok zor olduğunu da kabul etmeliyiz.

Sonuç olarak

Yeni barış süreci başarıya ulaştırılmalıdır. Bu belki de bu coğrafya da barışa verilen son şanstır. Bu yüzden de tüm demokratik muhalefetin bu sürece sahip çıkması ve siyasal iktidarı bu süreci uzatmaması ve demokratik bir biçimde, gecikmeden sonuçlandırması için zorlaması gerekir.

Ayrıca başta CHP olmak üzere demokratik muhalefet barışı aktif bir biçimde desteklerken, demokratikleşme ihtiyacını da müzakerelerin taraflarına (özellikle de siyasal iktidara) sürekli olarak hatırlatmalıdır. Barışın yanında durmayanların demokratikleşme mücadelesinde barış güçlerini yanlarında görme şanslarının olmayabileceği (ya da tersi) unutulmamalıdır.

Kürt siyasal hareketinin ise bu sürecin her aşamasında şeffaf davranması, görüşmelerin İmralı ve Devletin istihbarat örgütleri ile sınırlı kalmasına karşı çıkması, sürece ait bilgiyi toplumun tüm kesimleriyle açık bir biçimde paylaşması, müzakereleri açıktan yürütmesi, Meclis, siyasal partiler ve emek örgütleri dahil olmak üzere tüm sivil güçlerin bu sürecin aktif aktörleri haline gelmesini sağlaması gerekir.

Dip notlar:

(1)    https://exhibitions.cooperhewitt.org/designing-peace (27 Mayıs 2025).

(2)    https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/what-epistemology-has-to-do-with (21 May 2025).


26 Mayıs 2025 Pazartesi

Dünya Mutluluk Endeksi 2025

 

Türkiye’de insanlar neden mutsuz?

Mustafa Durmuş

27 Mayıs 2025


Uluslararası raporlara göre, ülkelerin yüzde 51’inin İnsani Gelişme Endeks değeri düşerken, dünyanın dört bir yanındaki insanlar artık kendilerini her zamankinden daha güvensiz hissetmeye başladılar. 20. Yüzyılda yaşanan iki dünya savaşı dönemlerinde dahi geleceğe dair olumsuz beklentiler bu denli yüksek olmamıştı. (1)

Önümüzdeki on yıl, altta yatan jeopolitik ve ekonomik eğilimlerin yönlendirdiği çevresel ve toplumsal krizlerle karakterize edilecek. “Hayat pahalılığı krizi” önümüzdeki iki yılın en ciddi küresel riski olarak gösteriliyor. “Biyoçeşitlilik kaybı ve ekosistem çöküşü” ise önümüzdeki on yılda en hızlı kötüleşen küresel risklerden biri olarak görülüyor ve altı çevresel riskin tümü önümüzdeki on yıl içinde ilk on risk arasında yer alıyor. (2)

Diğer taraftan hızla kötüleşen bir dünyada yaşasak da mutluluk arayışı insanlığın birkaç değişmezinden biri olmaya devam ediyor. Ancak bu kavramın özünü yakalamak basit bir iş değil çünkü mutluluk hem ölçülebilir kriterlere hem de kişisel algılara bağlı. Keza bunların her ikisi birlikte toplumsal refahın salt ekonomik rakamların ötesinde daha derinlikli bir şekilde anlaşılmasını sağlıyor.

Dünya Mutluluk Raporu 2025

Her yıl Birleşmiş Milletler Örgütü (BM) Sürdürülebilir Kalkınma Çözümleri Ağı, Oxford Üniversitesi Refah Araştırma Merkezi ve Gallup adlı bağımsız bir araştırma kuruluşu tarafından, çok sayıda ülkede insanların mutlu ya da mutsuz olmalarına neden olan faktörler araştırılıyor ve içinde insanlarla yapılan anketlere dayanılarak düzenlenen Dünya Mutluluk Endeksi’nin yer aldığı Dünya Mutluluk Raporu (3) adlı bir rapor yayınlanıyor.

Bu yılın mart ayında yayınlanan 2025 Dünya Mutluluk Raporu, yaşam değerlendirmeleri, sosyal destek, seçim özgürlüğü, kişi başına GSYH ve ek refah göstergelerine dayalı olarak küresel memnuniyeti ölçmeye çalışıyor. Bu raporda yer alan endekste (2022-2024) yıllarını kapsayan son üç yılda dünyadaki en mutlu ve en mutsuz ülkeler toplam 147 ülke arasında sıralanıyor.

Her ülkenin Dünya Mutluluk Raporu’ndaki puanı, bu üç yıllık dönemdeki (2022-2024) yaşam kalitesine ilişkin değerlendirmelerinin ortalamasını yansıtıyor ve ülkeleri en yüksek mutluluk düzeyinden en düşüğe doğru sıralıyor.

Ekonomi, psikoloji, sosyoloji ve diğer alanlardan uzmanlar daha sonra “kişi başı GSYH”, “sağlıklı yaşam beklentisi”, “güvenilecek birisine sahip olma”, “özgürlük duygusu”, “cömertlik” ve “yolsuzluk algısı” gibi faktörleri kullanarak ülkeler arasındaki ve zaman içinde aynı ülkedeki farklılıkları analiz ediyor. Bu faktörler ülkeler arasındaki farklılıkları açıklamaya yardımcı olurken, sıralamaların kendisi yalnızca insanların kendi yaşamlarını değerlendirmeleri istendiğinde verdikleri cevaplara dayanıyor. Dünya Mutluluk Haritası bu çalışmadan türetilmiş bir harita.

İskandinav ülkeleri ilk sırada

İskandinav ülkeleri küresel mutluluk sıralamasında bir kez daha en üst sıralarda yer alıyor ve Finlandiya sekizinci yıldır birinciliğini koruyor. Hemen arkasından Danimarka, İzlanda ve İsveç geliyor ve her biri bir önceki raporda sahip oldukları konumlarını koruyor. Bu yıl en önemli değişikliklerden biri de 12. sıradan 6. sıraya yükselen Kosta Rika’dan geldi. Bu başarı, bir Latin Amerika ülkesi için şimdiye kadarki en yüksek sıralamaya işaret etmekle kalmıyor aynı zamanda onu bu yılki raporda Avrupa dışındaki en güçlü performans gösteren ülke konumuna getiriyor.

Yemeğini paylaşmak mutlu ediyor!

Bu yılki rapor bizi “sağlık” ve “zenginlik” gibi geleneksel belirleyicilerin ötesine bakmaya yönlendiriyor. Mutlu olmada yemeğini paylaşmanın ve başkalarına güvenmenin beklenenden daha da güçlü bir refah belirleyicisi olduğu ortaya çıkıyor. Raporda sosyal izolasyon ve siyasi kutuplaşmanın yaşandığı bu çağda insanları yeniden bir sofra etrafında toplamanın yollarının bulunmasının gerekliliğine işaret ediliyor.

Bu çerçevede, “yemeğini başkalarıyla paylaşmanın” tüm bölgelerde mutluluk ve refahla güçlü bir bağının olduğu görülüyor. Bu bağlamda mutluluk endeksinde diğer gelişkin ülkelere nazaran aşağılarda kalan Amerika Birleşik Devletleri’nde tek başına yemek yiyenlerin sayısının son 20 yılda %53 artması tesadüf değil. Keza “hane halkı büyüklüğünün” mutlulukla bağlantılı olduğu anlaşılıyor. Öyle ki birlikte yaşayan dört-beş kişi Meksika ve Avrupa'da en yüksek mutluluk seviyelerine sahip. Buna karşılık Avrupa'da birçok insan tek başına yaşıyor.  2023 yılında, dünya genelindeki genç yetişkinlerin %19’u sosyal destek için güvenebilecekleri kimsenin olmadığını bildiriyor. Bu oran 2006 yılına kıyasla %39’luk bir artış anlamına geliyor.  ABD'de ve Avrupa'nın bazı bölgelerinde azalan mutluluk ve sosyal güven, siyasi kutuplaşmanın ve otoriterleşmenin artışını ve yönünü açıklayabilecek bir bulgu haline geliyor.

Mutluluk sıralamasında 94. sıradayız!

Her ne kadar TÜİK’e göre, 2024 yılında Türkiye’de 18 yaş ve üzeri yaştaki bireylerin %49,6’sı mutlu (2023’te %52,7 imiş), buna karşılık %14,5’i mutsuz ise de (2023 yılında %13,7 imiş), (4) bu durum sadece TÜİK’in ülkeye hala pembe gözlüklerle baktığını göstermekten başka bir anlama gelmiyor.

Çünkü özellikle de 1990'lardan bu yana küresel ekonomiyi yöneten neo-liberal kapitalizmin temel özelliklerinden biri eşitsizlikleri derinleştirmek ve genişletmek oldu. Çoğunluğu zor durumda bırakırken küçük bir azınlığı ahlaksızca zenginleştirdi. İşçiler, emekçiler, kadınlar ve yerli halklar, farklı etnisiteler, farklı cinsel kimliklere sahip insanlar bu eşitsizliklerden olumsuz bir şekilde etkilendiler. Kıtlık ve aşırı yoksulluğun artmaya devam ettiği bir durumda, devletlerin özelleştirmeler yoluyla geri çekilmesi yoksulluk ve eşitsizlik kısır döngüsünü daha da besledi. Tüm bunların hepsi Türkiye’de çok daha keskin bir biçimde gerçekleşti. Sadece 2013 Gezi Ayaklanması değil, 19 Mart sonrasında gençlerin başını çektiği kitlesel protestolar özellikle de gençlerin mutlu olmadığını ortaya koydu.

Nitekim Dünya Mutluluk Raporuna göre, neo-liberalizmi siyasal İslamcı bir bileşenle birlikte yaşayan Türkiye bu yılki endekste (10 üzerinden 5,3 puan ile), mutluluk genel sıralamasında 147 ülke arasında ancak 94. sırada kendine yer bulabildi.

Emekçi sınıflar ve diğer ezilenler mutsuz

Kuşkusuz günümüzde herkesin mutsuz ya da herkesin mutlu olduğu bir toplum ya da bir dünya mevcut değil. Yani aynı anda bir ülkede her ikisi de mevcut. Bu kapitalizmin ürettiği bir durum. Yani mutluluk sadece göreli bir kavram değil, aynı zamanda içinde yaşadığımız düzende başta sınıfsal eşitsizlikler olmak üzere, her türden eşitsizlikler üretiliyor. Bu eşitsizlikler kendini gelir ve servet eşitsizliği, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, halklar ve kimlikler arasındaki eşitsizlikler biçiminde gösteriyor.

Türkiye’deki en alttakilerin yani en mutsuzların kimler olduğunu tahmin edebiliriz. En mutsuzların, milli gelirden ancak üçte birin altında pay alabilen ve çok büyük bir kısmı açlık sınırının altında kalan bir asgari ücret karşılığında haftada 48 saatten fazla çalışan 10 milyona yakın asgari ücretli işçi ve çok büyük bir kısmı açlık sınırının altında gelir elde edebilen 16 milyona yakın emeklinin olması sürpriz değil.

Bunlara bir de artık ekip biçemediği için iyice yoksullaşan köylüleri, küçük üreticileri, küçük esnafı, şiddete uğratılan kadınları, iş bulamayan üniversite mezunu gençleri, okulunda günde bir öğün dahi ücretsiz yemek yiyemeyen okul çocuklarını, çocuk işçileri ve ötekileştirilen diğer kimliklere ve inançlara sahip yurttaşlarımızı ekleyebiliriz. Kısaca BM’nin Mutluluk Endeksi bizim mutsuzluğumuzun tescili oldu.

Mutlu olabilmek için iki yol

Sosyal adaletin ve demokrasinin var olduğu ve tüm kurumlarıyla işlediği bir toplumda, anayasa tarafından güvence altına alınmış hak ve özgürlüklerini herhangi bir kısıtlamaya uğramadan kullanabilen, özgürce düşüncelerini açıklayabilen ve örgütlenebilen, kimliği yüzünden ötekileştirilmeyen, ırkçılığa, ayrımcılığa ve şovenizme maruz bırakılmayan barış içinde yaşayan gelişmiş bir toplumda insanların genel olarak mutlu olduklarını varsayabiliriz.

Bir başka anlatımla, otoriter rejimler altında en temel hak ve özgürlüklerini dahi kullanamayan, yoksulluk sınırının altında, hatta açlık sınırında yaşamak zorunda bırakılan, en temel sağlık, eğitim ve sosyal koruma hizmetlerinden yeterince yararlanamayan, depremler, seller, su baskınları gibi felaketler karşısında çaresiz bırakılan, devletin yeterince yardım elini uzatmadığı ülkelerde yaşayan insanların mutsuz insanlar olduklarını ileri sürmek son derece gerçekçi olur.

Barış, demokrasi, sosyal adalet, iş ve ekmek…

Kısaca, mutlu olabilmek için öncelikle barış, demokrasi ve sosyal adaletin olması, aynı zamanda da insanların maddi ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri ve ekonomik refah düzeylerini yükseltebilmeleri gerekiyor. Bunun için de adil bir gelir bölüşümü mutlu bir ülke için bir ön koşul. Çünkü adaletsiz bir düzende sadece toplam ekonomik refah düzeyinin yükselmesi emekçi halkların mutlu olmaları için yeterli olmuyor.

Demokratik bir toplumda mutlu olmak daha kolay

İnsanların ekonomik mutluluğunu ve ekonominin iyilik derecesini ölçme konusunda ekonomik büyüme kavramının ötesine geçen yeni kavramlara ve ölçme yöntemlerine ihtiyaç olduğu açık. Dünyanın her yerindeki insanların karşı karşıya kaldığı acıları hafifletmek istiyorsak, sistemin dışına çıkma cesaretinden daha fazlasını göstermeli ve mutsuzluk yaratan ekonominin yerine gerçekçi bir “mutluluk ekonomisi” inşa etmeliyiz.

Demokratik bir toplumda ve ekonomide, bu toplumdaki üretim ve bölüşüm ilişkilerinin farklılığına bağlı olarak ekonominin iyi olma halini ve insanların mutluluğunu ölçecek farklı ölçme biçimlerine ihtiyacımız olacak. Ancak bunun için mevcuttan tamamen farklı bir ekonomi örgütlenmesi şart. Öyle ki sadece piyasaların yerine devleti koymak sorunu çözmeyecek, aynı zamanda ekonomiyi, radikal bir biçimde demokratikleştirmek gerekecek.

Yerelleşme mutluluğu artırır

Bu bağlamda küreselleşmenin ve hiyerarşik bir merkezileşmenin panzehri olarak yerelleşmeyi seçebiliriz. Çünkü Türkiye’deki GSYH büyümesi tam da son 40 yılın neo-liberal küreselleşmesinin sonucunda gerçekleşti ancak, özellikle de son on yılda, bunun sürdürülemez olduğu gerçeği ortaya çıktı ve kişi başı gelir 2013 yılı seviyesinin %30 altına kadar geriledi.

İnsanların geçim kaynakları yok edildi, bu yüzden de insanlar iş bulabilmek için kalabalık, kirli şehirlere göç etmek zorunda kaldılar. Böylece beden ve ruh sağlıkları bozuldu. Yerel dükkânlar, bakkallar, küçük mağazalar yerlerini ruhsuz süpermarketlere ve zincir marketlere, marka mağazalara bırakırken insani ilişkiler ortadan kaldırıldı. Yerel diyetler yerini fast food gıda zincirlerine bıraktığında ise kanser, diyabet, obezite, kalp ve damar hastalıkları başta olmak üzere ölümcül hastalıklarda patlama yaşandı.

Ülkede son 22 yıldır uygulanmakta olan neo-liberal tarım politikası ise küçük üreticileri, küçük çiftçileri, hayvancılıkla geçinenleri, balıkçıları ve yerel gıda ekonomilerini ortadan kaldırırken, özellikle de ithalatçı kapitalist tarım işletmelerinin kârlarını en üst düzeye çıkardı.

Sözde bir “kalkınma, gelişme ve büyüme” adı altında yerel küçük üretime son verilirken, köylerin, kasabaların ve kentlerin ana caddelerinin yerelleşmiş, topluluk merkezli ekonomilerinin altı oyuldu ve yerini sürekli olarak alışveriş merkezleri, alışveriş bölgeleri ve otoyollar etrafında planlanan genişleyen banliyöler aldı.

Bu sorunların kökten çözümü üretim, tüketim, dağıtım ve mülkiyet ilişkilerini kökten değiştirmekten geçiyor. Bunun için bugünden atılacak adım demokratik, katılımcı, dayanışmacı ve barış içindeki bir ekonominin inşa edilmesidir. Böyle bir ekonomi paradigmasının en önemli unsuru ise yerelleşmedir. Çünkü ekonomik yerelleştirme, mutluluk ekonomisidir, insanlar arasındaki ve insanlarla doğa arasındaki ilişkileri yeniden dokumanın kalıcı-sistemik bir yoludur.

Dip notlar:

(1)      Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı UNDP), Belirsiz Zamanlar, Huzursuz Yaşamlar- İnsani Gelişme Raporu 2021-2022 Özet (Ekim 2022).

(2)      https://www.weforum.org/reports/global-risks-report-2023 (11 January 2023).

(3)      John F. Helliwell, Richard Layard, Jeffrey D. Sachs,

Jan-Emmanuel De Neve, Lara B. Aknin and Shun Wang, World Happiness Report 2025, University of Oxford: Wellbeing Research Centre.

(4)      TÜİK, Yaşam Memnuniyeti Araştırması, 2024 (17 Şubat 2025).

 

 

 



18 Mayıs 2025 Pazar

Dadı Devlet

 

Bir Kongre’nin hatırlattıkları

Mustafa Durmuş

17 Mayıs 2025


12-14 Mayıs tarihleri arasında Kuzey Kıbrıs’ta, Girne Amerikan Üniversitesi ile Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi iş birliği ile gerçekleştirilen, “2030’a Giden Yol: Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri Üzerindeki İlerlemeyi Hızlandırma” temalı, Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri üzerine Uluslararası RISE Kongresi’ne katıldım. “Yoksulluk” başlıklı sunumlara kolaylaştırıcı olarak dahil olurken, aynı zamanda kendi bildirimi de sundum.

“Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenmiş…”

Genel olarak verimli geçen Kongre’de dikkatimi çeken en önemli husus Sürdürülebilir Kalkınma  kavramının geçerliliğinin sorgusuz sualsiz kabul edilmesi ve bu kabul üzerinden üniversitelerin yapması gerekenlerin konuşulmasıydı.

Bu ana akım kabule karşılık, kendi sunumumda ve söz alarak yaptığım değerlendirmelerde; bu kavramın kapitalizmin neden olduğu (17 başlık altında sıralanan) sorunların üstünü örtmeye yaradığını ileri sürerek, 2030’a kadar ne bu hedeflerin yerine getirilebileceğini ne de üniversitelerin (yaşamakta oldukları kriz nedeniyle) kendi sürdürülebilirliklerini sağlayabileceğini anlatmaya çalıştım. Yani gömleğin ilk düğmesinin yanlış iliklendiğine dikkat çekmek istedim.

Buradan hareketle de ‘2030 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin, sistemik sorunları maskeleyen ve her şeyi bireyin sorumluluğuna indirgerken, sermaye şirketlerinin ve politikacıların sorumluluğunu gizleyen, “kitlelerin yeni afyonu” olarak nitelendirilmesinin daha doğru olacağını vurguladım.

Ucuz alkol ve sigaraya yoğun ilgi!

Dönüşte havaalanı yolunun üzerinde kısa süreliğine uğradığımız bir alışveriş merkezinde alkollü içeceklerin ve tütün ürünlerinin Türkiye ile kıyaslandığında ne kadar ucuz olduğuna tanık oldum. Fiyatlar Türkiye’dekilerle kıyaslandığında ortalama yarı yarıya düşüktü. Bu yüzden de Türkiye’ye seyahat edenler valizlerini bu tür ürünlerle dolduruyordu.

Bu durum elbette öncelikle son aylarda sahte içkiden hayatını kaybeden yüzlerce insanımızın yaşadığı dramı akıllara getiriyor. Türkiye’de alkollü içeceklere bu kadar vergi uygulanmasaydı muhtemelen bu ölümler söz konusu olmayacaktı. Ayrıca tütün mamulleri kaçakçılığı da bu denli artmayacaktı.

Dünyanın en yüksek oranlı “Günah Vergileri”!

Muhtemelen dünyanın en pahalı otomobilleri ve benzini, motorini kadar, en pahalı alkollü içecekleri ve tütün mamulleri de Türkiye’de satılıyor. Bunun nedeni ürünlerin fiyatlarından ziyade, ürünler üzerinden alınan Özel Tüketim Vergisinin (ÖTV)çok yüksek olması.

Öyle ki geçen yıl otomobil satışlarından devlet yaklaşık olarak 538 milyar TL, petrol ve doğal gaz ürünlerinden 398 milyar TL, alkolden 105 milyar TL, tütünden 309 milyar TL ve gazlı içeceklerden 12 milyar TL olmak üzere, son üç kalemden bir yılda 426 milyar TL Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) geliri sağlamış.

Bu yılın ilk 4 ayında ise alkolden alınan ÖTV 12,2 milyar TL, tütünden alınan ÖTV 123,2 milyar TL ve gazlı içeceklerden alınan ÖTV 4,9 milyar TL oldu. Üç kalem vergideki artış oranı yüzde 58’i buluyor. (1)

“Dadı Devlet” Endeksi 2025

Devletin bu şekilde paternalist politikalarla yani ağır vergiler ya da aşırı düzenlemelerle ürün fiyatlarına müdahale etmesi literatürde Dadı Devlet kavramı ile açıklanıyor.

Paternalist politikalar (her ne kadar toplum yararına olduğu gerekçesiyle savunulsalar da) genellikle aşağıdaki şu yollardan bir veya daha fazlasıyla bireyin yaşam kalitesini düşürüyor: Fiyatları artırmak (vergilendirme veya perakende tekelleri yoluyla), tüketicileri damgalamak ve tüketici tercihlerini kısıtlamak. Bu durumu Dadı Devlet Endeksi (Nanny State Index), adı verilen bir endeks ortaya koyuyor (endeksteki tüm veriler 1 Şubat 2025 tarihi itibarıyla geçerli). (2)

Dadı Devlet Endeksi üç ana kategoriden oluşuyor: Alkol, nikotin (tütün) ve gıda/alkolsüz (gazlı) içecekler. Üç kategorinin her biri eşit olarak yüzde 33,3 oranında ağırlıklandırılıyor. Nikotin, sigara ve daha güvenli nikotin olarak ikiye ayrılıyor ve her ikisi de eşit ağırlıklandırılıyor (yani %16,7). Her kategori bir dizi farklı kritere sahip. Her kriter için puan veriliyor ve bu puanlar birleştirilerek 100 üzerinden nihai puan elde ediliyor.

Bu endeks yalnızca tüketiciler üzerinde olumsuz etkisi olan politikalarla ilgileniyor. Bu politikalara, tüketicilerin olumsuz etkilenme derecesini yansıtacak şekilde, nispeten küçük rahatsızlıklardan ağır vergilere ve açık yasaklara kadar farklı ağırlıklar veriliyor. Bu bağlamda puanı yüksek olan ülkeler daha kısıtlayıcı, puanı düşük olan ülkeler ise daha özgürlükçü ülkeler olarak nitelendiriliyor.

Türkiye Dadı Devlet Endeksi'nde birinci sırada!

Türkiye’nin, Ekonomik İşler Enstitüsü (IEA) ve Avrupa Politika Bilgi Merkezi (EPICENTER) tarafından yayınlanan 2025 Dadı Devlet Endeksi'nde bir kez daha ilk sıraya oturduğunu görüyoruz. Yaşam Tarzı Ekonomisi Başkanı Dr. C. Snowdon tarafından hazırlanan bu endeks, 29 Avrupa ülkesine yaşam tarzı tercihlerini düzenleme şekline göre 100 puan üzerinden not veriyor. (3)


Özetle, iktidarca uygulanan ağır vergiler ve cezalandırıcı tedbirler (özellikle gıda, alkollü içecekler ve tütün konusunda) Türkiye’yi Dadı Devlet Endeksi'ni liste başı yapmış durumda. Öyle ki Türkiye, gelire göre ayarlandığında sigaraya uygulanan en yüksek vergiye, gelire göre ayarlandığında en yüksek alkol vergisine sahip bir ülke konumunda. Keza kapalı alanlarda sigara içme yasağı bağlamında tüm barlar ve restoranları kapsayan yasaklar söz konusu. Ayrıca tütün ürünleri için düz paketleme ve perakende teşhir yasağı var. (4)

Böylece endeks verileri, Türkiye’nin yüksek vergiler ve sigara içme karşıtı politikalar nedeniyle Dadı Devlet uygulamasında önemli bir sıçrama yaptığını ve Avrupa’daki en aşırı düzenleyicilerden ve en sert cezalandırıcı ülkelerinden biri haline geldiğini ortaya koyuyor.  

Dadı Devlet politikaları işe yarıyor mu?

Diğer taraftan, giderek artan kısıtlamalara rağmen endeksin yer aldığı rapor (5), aşırı düzenlemeler/yasaklar ve vergilerle ortalama yaşam süresi gibi daha iyi sağlık sonuçları ile daha düşük sigara içme oranları veya daha az alkol tüketimi arasında bir ilişki olmadığını gösteriyor.

Yani devletin “toplum sağlığını koruma” gerekçesiyle hayata geçirdiği bu yasaklar ve cezalandırmalar halkın ömrünü uzatmıyor. “Toplum sağlığı” savunucuları, politikalarının yol açtığı zararı kabul etmekle birlikte, bunun sağlığa sağladığı faydanın zararını fazlasıyla telafi ettiğini, amaçların araçları haklı çıkardığını savunsalar da daha paternalist politikalara sahip ülkelerin daha sağlıklı veya daha uzun ömürlü olduğu konusunda çok az kanıt var.

Çünkü bu tür zorlayıcı Dadı Devlet politikaları bir dizi sorun ve maliyet yaratıyor. “Günah vergileri (Sin Taxes) olarak da adlandırılan bu vergiler yaşam maliyetini artırıyor ve yoksulları çok daha fazla mağdur ediyor. Yüksek fiyatlar sahte üretimi teşvik ederek ölümlere neden olduğu gibi, karaborsayı besliyor ve gümrük kaçakçılığını ve bununla bağlantılı olarak yolsuzluk ve rüşveti körüklüyor. Sigara yasakları yeme içme ve konaklama sektörüne de zarar veriyor, aşırı düzenlemeler aşırı bürokrasi yaratırken kolluk kuvvetlerinin işlerini artırıyor. Üstelik Dadı Devlet Endeksi puanları ile yaşam beklentisi arasında hiçbir korelasyon yok. Bu durum ilk endeksin yayınlandığı 2016 yılından bu yana da değişmedi.

Öte yandan, toplum sağlığı ile gelir bölüşümü ve yoksulluk-zenginlik arasında güçlü bir ilişki var. Adil bir gelir bölüşümünün olmaması, derin bir yoksulluğun varlığı, eğitim, sağlık, barınma ve sosyal güvenlik, nitelikli ücretsiz kamusal hizmetlerin olmaması ve her şeyden önemlisi barışın, demokrasinin, insan haklarına saygının ve hukukun üstünlüğünün olmaması toplum sağlığı üzerinde alkol ve sigara tüketiminden çok daha fazla zararlı etkiye neden oluyor.

Bu tür yasaklar ve cezalandırmalar ayrıca otoriterliği güçlendiriyor ve halkın cezalara alışmasını ve antidemokratik uygulamalara ses çıkarmamasını sağlayarak ideolojik bir işlev de görüyor. Bu nedenle de konuyu toplum sağlığı kadar bireysel hak ve özgürlükler ve demokrasi bağlamında da tartışmak ve yetişkin bireylerin seçim yapma özgürlüğüne sahip çıkmak gerekiyor.

Dip notlar:

(1)    Hazine ve Maliye Bakanlığı verileri.

(2)    https://insider.iea.org.uk/p/the-nanny-state-index-2025 (15 May 2025).

(3)    Christopher Snowdon, Nany State Index’25, Epicenter, IEA, https://iea.org.uk (15 May 2025).

(4)    https://insider.iea.org.uk/p/the-nanny-state-index-2025 (15 May 2025).

(5)    Christopher Snowdon, Nany State Index’25, Epicenter, IEA, https://iea.org.uk (15 May 2025).

8 Mayıs 2025 Perşembe

Barış, Demokratik ve Sosyal Cumhuriyet

 

Barış, Demokratik ve Sosyal Cumhuriyet (2)

Mustafa Durmuş

8 Mayıs 2025


İçinde bulunduğumuz döneme yeni bir barış sürecinin işletilmesi ve buna ilişkin tartışmalar damgasını vuruyor. Ancak (başta sosyalistler ve CHP olmak üzere), hem demokratik muhalefetin hem de Kürt Siyasal Hareketi’nin (KSH) bu dönemde gündemde tutmak istedikleri bir diğer konu daha var: Demokratik bir toplumun inşası. Ya da ülkenin (başta devlet olmak üzere) demokratikleştirilmesi ihtiyacı.

Barış ve demokratikleşme: Bir madalyonun iki yüzü!

İşin gerçeği, kalıcı bir barışın sağlanması ve demokratik toplumun (ya da KSH’nin tanımlamasıyla ‘demokratik cumhuriyet’in) inşası bir madalyonun iki yüzü gibi birlikte ele alınması gereken bir iş. Biri diğerinin alternatifi değil, tam tersine tamamlayıcısı. İkisinin mücadelesinin aynı anda ve bir arada verilmesi gerekiyor.

Çünkü demokrasi en iyi barış koşullarında, barış ise gerçek bir demokrasinin varlığında kalıcı olarak inşa edilebilir. Bu bağlamda ülkenin mevcut koşullarında bile barışın inşa edilebilmesinin mümkün olduğunu ve buna ilişkin handikapları anlatan yazımıza dipnottaki linkten ulaşılabilir. (1)

Hangi cumhuriyet?

Ancak “demokrasi” derken nasıl bir demokrasiyi kastediyoruz? Ayrıca demokrasinin cumhuriyetle ilişkilenme biçimleri konusunda da net olmamız gerekiyor zira siyasal literatürde kullanılan üç farklı kavram var ve üçü de (benzerlikleri kadar) birbirinden farklı içeriklere sahip: “Demokratik Cumhuriyet”, “Sosyal Cumhuriyet” ve “Sosyalist Cumhuriyet”.

Kafa karışıklığını ortadan kaldırmak ve böylece tartışmayı doğru bir zemine oturtabilmek için başvurabileceğimiz en önemli kaynağın başında Marksist Sosyal Teorinin aşağıda özetlenen üç önemli tespiti geliyor.

Marksist Sosyal Teori: Temel başvuru kaynağı

İlk olarak, bu teoriye göre, kapitalist sistemin temel çelişkisi; üretimin sosyal karakteri ile üretim araçları üzerindeki mülkiyetin özel hali arasındaki karşıtlıktır.

Marx ve Engels’e göre, işsizlik, yoksulluk, gelir adaletsizliği ve krizler gibi pek çok olgunun ortaya çıkmasının nedeni kapitalizmin bu fay hattıdır. Böylece son tahlilde kapitalizmden kurtulmadan bu sorunlardan sonsuza kadar kurtulabilmek mümkün değildir. Bu bağlamda gerçek bir demokrasinin (sosyalist demokrasi) ancak kapitalizmin ortadan kaldırılıp yerine sosyalist bir toplumun kurulmasıyla mümkün olacağı bu tespitin kaçınılmaz sonucudur.

İkinci olarak, her sosyal sistem bünyesinde kendinden sonra gelecek olan sistemin koşullarını barındırır ve bu koşullar olgunlaştığında sosyal sistemler devrimci bir öznenin önderliğiyle değişir (devrim). Dolayısıyla da sistemi değiştirmek için dışarıdan müdahaleye gerek yoktur, değiştirici dinamikler mevcut sistemde mevcuttur.

Üçüncü olarak, toplumların gelecekleri önceden (kaderci bir biçimde) bir aşkın güç tarafından belirlenmez. Tersine örgütlü toplumlar kendi geleceklerini kendileri belirlerler ama bu verili koşulların çizdiği çerçevede gerçekleşir. Yani hedeflenen bir değişiklik ancak somut verili koşulların kısıtları altında gerçekleştirilebilir (feodal bir toplumdan sosyalist bir topluma doğrudan geçiş mümkün değildir ya da Orta Doğu coğrafyasında İsviçre tarzı bir demokratik cumhuriyeti inşa etmek, en azından kısa vadede, çok zordur).

Bu bakış açısı altında; demokratik cumhuriyet ve sosyal cumhuriyetin, kapitalist sistem içinde yönetimin ve toplumsal örgütlenmenin farklı yönlerine öncelik veren yönetim biçimleri olduğu söylenebilir.

Demokratik Cumhuriyet

Kısaca, demokratik cumhuriyet, yönetme gücünün “özgür ve adil seçimler” gibi demokratik süreçler yoluyla halka dayandırıldığı bir yönetme biçimidir. Öyle ki demokratik bir cumhuriyette eşit yurttaşlar, yasama, yürütme ve yargı gibi devlet kurumlarında kendileri adına karar almaları için temsilciler seçerler. Devlet ve hükümet yurttaşların hak ve sorumluluklarının yanı sıra hükümetin yapısı ve işlevlerini ana hatlarıyla belirleyen demokratik bir anayasa çerçevesinde faaliyet gösterir.  Fransa ve Almanya gibi ülkeler demokratik cumhuriyetlere verilebilecek tipik örneklerdir.

Sosyal Cumhuriyet

Diğer taraftan sosyal cumhuriyet, sadece demokratik ilkeleri hayata geçirmekle yetinmeyen, aynı zamanda sosyal adalet, eşitlik ve yurttaşların refahını gözeten bir yönetme şeklidir.  Bir sosyal cumhuriyette hükümet, toplumsal refahın teşvik edilmesinde, sağlık, eğitim, barınma ve sosyal güvenlik gibi temel hizmetlerin ücretsiz olarak sağlanmasında ve toplum içindeki eşitsizliklerin azaltılmasında halktan yana aktif bir rol oynar.

Böylece, sosyal cumhuriyetler yoksulluk, işsizlik, ayrımcılık ve diğer sosyal sorunları çözmeyi hedefleyen politikalar uygulayarak daha eşitlikçi bir toplum yaratmayı amaçlarlar.  Sosyal cumhuriyetlere örnek olarak özellikle de neo-liberal dönem öncesi İsveç, Norveç, Danimarka ve Finlandiya gibi sosyal demokrasiyi yönetim ideolojisi olarak benimsemiş ülkeler verilebilir.

Özetle hem demokratik cumhuriyetler hem de sosyal cumhuriyetler demokrasiye değer veren yönetme biçimleri olmakla birlikte, sosyal cumhuriyetler sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin giderilmesine ve tüm yurttaşların refahının artırılmasına, bölüşüm sorunlarına daha fazla önem verirler. “Adil bölüşüm” ve “ekonomide adalet” gibi konular sosyal cumhuriyetlerde merkezi bir yer tutar.

Tartışma 1848 Devrimlerine kadar gidiyor!

Tarihsel olarak demokratik-sosyal cumhuriyet tartışmalarının 1848 devrimlerine kadar gittiği ve genelde bu iki kavramın birbirinden ayrı değil, birlikte ele alındığı görülüyor. Nitekim 1848 yılında Gambon, Greppo, Pelletier, Deville, Brives, P-J Proudhon, Benoit (Lyon), Amédée Bruys, Doutre, P.leR. Lagrange ve  Fosseyeux gibi Halk Temsilcileri ve Demokratik Dernekler ve İşçi Şirketleri Merkez Seçim Komitesi Üyelerinin halka seslenişi aşağıdaki gibidir:

“Yurttaşlar, ortak çabalarımızın hedefi; devrimi sağlam bir şekilde inşa etmek ve demokratik cumhuriyeti tüm sosyal/toplumsal sonuçlarıyla birlikte değişmez bir şekilde kurmak olmalıdır. Bizim mücadelemiz Meclisteki mücadeledir, sizin mücadeleniz ise seçim alanındaki mücadeledir. Hepimizin görevi Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik gibi üç büyük ilkeyi gerçekleştirmektir. Yurttaş dostlar, terk edilmiş anneleriniz ve eşleriniz adına, açlık çeken çocuklarınız adına, demokratik ve sosyal cumhuriyetin temsilcilerinin direncini güçlendirin ve dünyaya Fransa halkının hakları nasıl elde edeceğini biliyorsa, onları nasıl koruyacağını da bildiğini kanıtlayın. (2)

Komünist Manifesto ve Sosyal Cumhuriyet

Marx ve Engels yazdıkları Komünist Manifesto ‘da (1848) “demokrasinin kurulması toplumsal kurtuluşun ön koşuludur” düşüncesini savundular. Bu, mutlakıyete dayalı ve sözde anayasacı rejimlerin hâkim olduğu bir kıtada devrimci bir pozisyondu. Marx ve Engels, yaşamları boyunca sürdürdükleri siyasal angajmanlarıyla da sosyalizmin demokratik bir yöne kaymasında belirleyici bir rol oynadılar. Bu cumhuriyetçi sosyalizmin yaratılması onların en önemli (ama çoğu kez göz ardı edilen) katkılarından biridir.

1871 Paris Komünü

Marx'ın “sosyal cumhuriyet” fikri, işçilerin Paris’i kısa süreliğine ele geçirdiği ve radikal bir demokratik deney başlattığı 1871 ayaklanması olan Paris Komünü tarafından şekillendirildi.

Onun gözünde Komünarlar “Cumhuriyete gerçekten demokratik kurumların temelini sunmuşlardı”. Böylece, sosyal cumhuriyet fikri, genel oy hakkı ve yurttaşlık hakları gibi bugün haklı olarak eşik olarak kabul edilen demokratik kurumların birçoğunu içerir. Ancak aynı zamanda cumhuriyetçi gelenekte tamamen standart olan ama günümüzde popülist olarak kınanan yapıları da içerir. Bunlar, temsilcileri seçmenlerine daha yakın bağlayan mekanizmalardır.

Ortalama işçi ücreti, yıllık seçimler ve geri çağırma hakkı

Örneğin Marx, yüksek maaşların komün temsilcilerini sıradan insanların yaşamlarına yabancılaştırmaya ittiğinin bilincinde olarak, temsilcilerin ortalama işçi ücretinden çok daha fazla ücret almamaları gerektiğini savunuyordu.

Dahası, seçimlerin çok daha sık, örneğin her yıl yapılması gerektiğine inanıyordu, böylece temsilciler sürekli olarak seçmenlerinin iradesiyle ilişki kurmaya zorlanacaklardı. Yurttaşlar, görevlerini ihlal eden temsilcilerini derhal geri çağırma imkanına ve temsilcilerine bağlayıcı talimatlar verme yetkisine sahip olmalıydılar.

Bu güçlü demokratik hesap verebilirlik önlemleri Marx'ın sosyal cumhuriyetinde sadece siyasi temsil için geçerli olmayacak, aynı zamanda kamu yönetimini de kapsayacaktı. Burjuva cumhuriyetinde muazzam bir güce sahip olan ama demokratik seçime tabi olmayan kamu görevlileri, sosyal cumhuriyette seçilebilir ve geri çağrılabilir olacaktı. Bu şekilde bürokrasi, polis, ordu ve mahkemeler demokratikleşecekti. Yani sosyal cumhuriyetin özünde, toplumu çalışan kitleler lehine etkili bir şekilde değiştirmek için gerçekten demokratik yapılara ihtiyaç olduğu fikri yatmaktadır. (3)

Toplumun emekten yana değişimini önleme ihtiyacı

Sosyal bir cumhuriyete olan ihtiyacın bir diğer nedeni de burjuva cumhuriyetlerin bir işlevinin de daha ileri toplumsal ve demokratik dönüşümü yavaşlatmak ve hatta engellemek olmasıdır.

Seçimle işbaşına gelen ve kendilerine karar alma yetkisi verilmiş olan temsilciler bir yandan demokratik meşruiyete, diğer yandan da emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve sömürünün azaltılması yönündeki taleplerine karşı çıkabilecek bir güce sahiptirler. Örneğin bir burjuva cumhuriyetinde demokrasi mülkiyet ilişkilerine müdahale edemez, oysa işin özünde mülkiyet ilişkileri yatar. Bu nedenle de toplumsal özgürleşmenin sağlanabilmesinde ön koşul sosyal bir cumhuriyetin kurulmasıdır.

Teori bir şey, pratik başka bir şey!

Demokrasiyle cumhuriyetin ilişkilenmesinin son biçimi olarak, ekonomik demokrasi, eşit yurttaşlık, sosyal adalet ve devrimci demokrasiyle desteklenen “Sosyalist Cumhuriyet” bugünün koşullarında (geçen yüzyılla kıyaslandığında) dünyada da az sayıda sol-sosyalist parti ya da yapı tarafından dillendiriliyor. Kuşkusuz bunda reel sosyalizmin 1989’da çöküşü ve sosyalist ideolojinin içinden bir türlü çıkamadığı krizin etkileri söz konusu.

Ancak sosyalist cumhuriyeti pratik olarak hayata geçirebilmek için bizi bugünkü konumumuzdan ona götürecek geçiş hedeflerine ve mekanizmalarına ihtiyacımız var.

Yani sosyalist bir cumhuriyet eğer varılacak son limansa, demokratik ve sosyal (ve Türkiye özgülünde laik) bir cumhuriyet bu limana gidiş için gerekli ara limanlardır/duraklardır. Çünkü Marx’ın da vurguladığı gibi toplumlar kendi kaderlerini kendi kolektif iradeleriyle belirleyebilirler ama bunu ancak verili koşulların izin verdiği ölçüde yapabilirler. (4) Bugünün verili koşulları sosyalist bir cumhuriyetin değil, ancak demokratik ve sosyal bir cumhuriyetin kurulmasına izin veriyor.

Sonuç olarak

Barışın sağlanması ve demokratikleşmenin inşası (ayrı ayrı ele alınmasından daha ziyade) bir arada son derece değerli iki mücadele alanıdır. Barışın adil ve kalıcı olabilmesi sadece silahların susması ile değil, barış kurumlarının ve ideallerinin hukuksal ve anayasal güvence altına alınması ve topyekûn bu kavrama sahip çıkılmasıyla sağlanabilir.

Demokratikleşme ise sadece demokratik cumhuriyetin kurulması ile sınırlı tutulmamalıdır. Çünkü böyle olduğunda, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde görüldüğü gibi 30 yıldır ortadan kaldırılamayan adaletsizlikler ve ekonomik eşitsizlikler yüzünden ekonomik ve sosyal refahın artırılabilmesi ve daha adil bölüştürülebilmesi mümkün olmaz.

Bu yüzden de Türkiye’de emek, barış ve demokrasi güçlerinin uğrayacakları ilk liman olan ‘Demokratik, Sosyal ve Laik Cumhuriyet’in inşa edilmesi öncelikli olmalıdır.

Hem barış hem de demokrasi ancak ekonomik eşitlik ve adaleti içeren bir ekonomik yapılanmayı amaçlayan yapısal reformlarla bütün toplum nezdinde daha rahat savunulabilir ve kitleler bu yönde bir değişime ikna edilebilir.

Sadece otoriterliğe karşı çıkmak yeterli değildir, aynı zamanda kitlelerin önüne ‘Demokratik ve Sosyal Cumhuriyet’in siyasal ve ekonomik paradigmasını ve programlarını da koymak gerekir.

Dip notlar:

(1)    https://t24.com.tr/yazarlar/mustafa-durmus/ihtiyatli-iyimserlik-iktidarin-niyetine-ragmen-barisi-ve-demokratiklesmeyi-savunmak (5 Mart 2025).

(2)    https://www.marxists.org/history/france/revolution-1848/ephemera/democratic-socialists.htm (5 Mayıs 2025).

(3)    https://enainstitute.org/en/publication/the-ghost-of-the-social-republic (5 Mayıs 2025).

(4)    https://www.marxists.org/archive/marx/works/subject/quotes/index.htm (7 Mayıs 2025).

6 Mayıs 2025 Salı

Sırrı S. Önder

 

Sırrı S. Önder, Barış, Demokratik ve Sosyal Cumhuriyet (1)

Mustafa Durmuş

6 Mayıs 2025


Barışın elçisini sonsuzluğa uğurladık!

Kutuplaştırılmış, eşitsizlikler ve adaletsizliklerle boğuşan; aynı zamanda iç savaşın, faşizmin ve Orta Doğu’da emperyalist müdahalelerin kucağına düşme sınırında olan bir ülkeyi ve o ülkenin halklarını uçurumun kenarından döndürebilmek için “yüreği elinde gezen” bir barış elçisini; demokratik ve sosyal bir cumhuriyetin inşası mücadelesinin yılmak bilmeyen, güler yüzlü, dost canlısı bir halk adamını, Sırrı Süreyya Önder’i sonsuzluğa uğurladık. Kendisini yakından tanımasam da kendisi gülümseyen ve adının geçtiği her yerde beni gülümseten, umutlandıran biri oldu.

Onu Meclis’teki başkan yardımcılığı gibi işlevleriyle değil, barış görüşmecisi olarak sarf ettiği mesai ile, Gezi direnişi sırasında iş makinasının önünde dimdik duruşuyla, halktan yana sanatçı duruşuyla, ürettiği filmleriyle ve bu topluma kattığı iyi ve güzel şeylerle hatırlayacağız. Türkiye halklarının, dostlarının, yoldaşlarının, yakınlarının, hepimizin başı sağ olsun. Uğurlar olsun Sırrı S. Önder, yüzünden eksilmeyen gülücüklerinle hep kalbimizde olacaksın…

Barışın dili ve güler yüzü”: Sırrı S. Önder!

Barış görüşmelerinin daha başlarındayken bu görüşmelerin toplumca benimsenmesi konusunda önemli bir etken konumunda olan Sırrı Süreyya Önder’in genç sayılabilecek bir yaşta aramızdan ayrılması kuşkusuz çok üzücü. Sırrı kişisel özellikleri ve uzlaştırıcı, müzakereci tavırlarıyla bu sürecin en önemli aktörlerinden biriydi. Onun mevcut İktidar Blokunun temsilcileriyle kurduğu ilişki bazılarınca (haksız yere) “teslimiyet” olarak değerlendirilse de bu değerlendirmelere katılmak mümkün değil. Ayrıca böyle bir değerlendirme Sırrı’ya da haksızlık olur çünkü savaş dili ile barış dili arasındaki fark ancak böyle dönemlerde ortaya çıkar. Sırrı da barış dilini çok iyi özümsemiş ve sağdan sola kendisine yönelik her türlü suçlama ve hakarete rağmen bu dili de kullanmaktan çekinmemiş olan biriydi.

Önder’in de savunduğu Kürt Siyasal Hareketi’ndeki paradigma değişikliğini anlayabilmek için uluslararası örneklere bakmakta yarar var.  Bu örneklerin başında, birçok açıdan Kürt Siyasal Hareketi’nin gelişimi ile ilgili benzerlikler gösteren, Nelson Mandela’nın liderliğini yaptığı Afrika Ulusal Kongresi (ANC) ve onun paradigmasındaki, strateji ve taktiklerindeki değişiklikler yer alıyor.

Nelson Mandela’nın 1964 yılında ‘Rivonia Davası’nda sanık olarak yaptığı ve Güney Afrika Cumhuriyeti Hükümeti tarafından kendisi ve diğer dokuz kişinin sabotaj eylemleri de dahil olmak üzere suçlarla itham edildiği konuşmadan başlanılabilir. Çünkü Mandela'nın, ANC’nin 50 yılı aşkın bir süre boyunca değişen strateji ve taktiklerini ayrıntılı bir şekilde anlattığı bu konuşması, baskıcı- otoriter bir rejime karşı direnişin etik ve taktikleri üzerine düşünmek isteyen herkes için önemli bir kaynak oluşturuyor.

Somut koşullara uygun paradigma değişiklikleri

Mandela, ANC’nin on yıllar boyunca “anayasal mücadeleye sıkı sıkıya bağlı kaldığını”, ancak “Beyaz Hükümetlerin kılını bile kıpırdatmadığını ve Afrikalıların haklarının artmak yerine azaldığını, bu yüzden de kuruluşundan 40 yıl sonra ANC’nin stratejisini gözden geçirmek durumunda kaldığını ve “pasif direniş ilkelerinden şiddete başvurmaya kadar geniş bir kampanya başlattığını” vurguladı. Hükümetinse barışçıl talepleri güç kullanarak karşıladığını, bunun da Afrikalı liderlerin barış ve şiddetsizlik vaazları vermeye devam etmelerinin gerçekçi ve doğru olmayacağı sonucuna varmalarına neden olduğunu” anlattı. (1)

Ancak “böyle bir sonuca da kolayca varılmadığını, tüm diğer demokratik yöntemlerin önü, tüm barışçıl protesto kanalları yüzlerine kapandığında, şiddet içeren siyasi mücadele biçimlerine girişme kararı aldıklarını” söyleyen Mandela'ya göre, “ANC şiddet kullanmaya karar verdikten sonra bile terörizme bulaşmayı reddetti çünkü terörizm “ülkedeki çeşitli ırklar arasında savaşın bile yaratamayacağı yoğunlukta bir acı ve düşmanlık yaratacaktı.”

Halkları birbirinden uzaklaştıracak eylemlerden kaçınılmalı!

Bir başka anlatımla, Mandela ve ANC’nin diğer liderlerinin terörizmi reddetmesinin nedeni; “bu tür eylemlerin ırkları birbirlerinden daha da uzaklaştıracak eylemler olmasıydı. Yani “hangi araç ve yöntemlerle ve nasıl mücadele ettiğiniz sizin kim olduğunuzu anlatır. Bu özgürleşme mücadelesi veren her kesim açısından ana ilke olmalıdır. Aksi halde, araç seçiminizin her zaman amaçları şekillendirdiği ve uğruna çabaladığınız amaçların her zaman kullandığınız araçları etkilediği gerçeğini görmezden gelirsiniz. (2) Bu karşılıklı ilişki gözden kaçırıldığında ise yenilgi kaçınılmaz hale gelir.

Bugün PKK’nın “kalıcı bir barışın tesisi ve gerekli hukuksal düzenlemelerin tamamlanması” karşılığında kendini feshetme ve silahları bırakma kararı; aşırı sağcı, aşırı milliyetçi/ulusalcı reflekslerle hareket eden bazı kesimlerce; “artık savaşacak gücü kalmadığı” için mecburen yöneldikleri bir sonuç olarak takdim edilse de, ANC’deki tespite benzer bir biçimde, bu kararın “şiddete dayalı bir silahlı mücadelenin halkları birbirinden uzaklaştırdığı ve çözümü engellediği için alındığı savı yabana atılmamalı. Nitekim PKK’nin “40 yıldır süren savaşın bir kazananı olmadığı ve hem örgüt hem de devlet açısından yenen bir tarafı ortaya çıkarmadığı” biçimindeki tespitleri bu savı destekliyor.

Kaldı ki tarih hiçbir otoriter rejimin sonsuza kadar ayakta kalamadığı gibi, hiçbir şiddete dayalı silahlı mücadeleyi esas alan örgütün de sonsuza kadar var olabildiğine tanık olmadı. Özetle yeni bir bakış açısı, yeni stratejiler ve bunu hayata geçirecek cesur taktik eylemlerle bu tür eylemlerden vazgeçilebilir ve demokratik bir toplum birlikte inşa edilebilir.

ANC’nin mücadelesinin başardıkları ve başaramadıkları

Nelson Mandela'nın ANC’si 1994 yılında ülkenin ilk demokratik seçimlerinde iktidara geldiğinde Güney Afrikalılara “Herkes İçin Daha İyi Bir Yaşam” vaat ederek Beyaz Azınlık Yönetiminin ve Apartheid'ın sonunu getirdi.

Bu mücadele bir yandan iç savaşın çok daha yıkıcı olmadan sona erdirilebileceğini, kalıcı bir barışın sağlanabileceğini, demokrasinin yeniden inşa edilebileceğini, Güney Afrika gibi en kutuplaşmış ve en eşitsiz toplumların bile uçurumun kenarından dönebileceğini kanıtlar nitelikte. Ülkede bu tarihten sonra ölümlerin, katliamların ve işkencelerin, hak ihlallerinin durdurulduğu, eşit yurttaşlık temelinde yeni hak ve özgürlüklerin sağlandığı önemli kazanımların elde edildiğine ise kuşku yok.

Diğer yandan 30 yıllık ANC iktidarının ardından, pek çok Güney Afrikalının süregelen yoksulluk ve eşitsizlikten dolayı hayal kırıklığı yaşamakta olduğu da bir gerçek. Bu durum ANC’ye verilen toplumsal desteğin aşınmasına neden oluyor.

Öyle ki 2024 yılında Güney Afrika'da yapılan ulusal meclis seçimlerinde Afrika Ulusal Kongresi (ANC) Partisi yüzde 40,2 oy aldı ama Meclis’te çoğunluğu kaybetti. Bu, 1994'te ülkenin ilk demokratik seçime girmesinden bu yana kaydedilen en düşük oy oranıydı. 2024 seçimleri, bir önceki seçim yılına göre yüzde 17 puanlık bir düşüşle ANC’nin seçmen desteğinde önemli bir azalma olduğunu gösterdi. (3)

Ekonomik ve sosyal veriler hala çok kötü!

Aşağıdaki verilerse, (4) eğitim, barınma ve sosyal yardımların toplumun daha geniş bir kesimine ulaştırılması konusunda önemli adımlar atılmış olsa da Güney Afrika'nın henüz Apartheid döneminin kötü mirasının üstesinden gelemediğini ve “herkes için daha iyi bir yaşam sunamadığını” ortaya koyuyor.

Öncelikle, 64 milyon nüfuslu Güney Afrika'nın milli geliri 2012’den bu yana yılda ortalama sadece yüzde 0,8 oranında büyütülebildi.  Bunun nedeni nüfus artışından ziyade ekonominin zayıflamasıydı.

Kişi başına milli gelirin barış ve demokratikleşmenin gelişini izleyen yıllarda istikrarlı bir şekilde artmasına rağmen, bu eğilim 2011'den bu yana tersine döndü (cari fiyatlarla 6,400 dolar ve 2011 yılı dolar SAGP hesaplarıyla kişi başı gelir 16,000 dolar civarında). Bütçe açığı yüzde 6’yı bulurken, faize yapılan ödemeler yüzde 5’i aşıyor. Kamu borcunun milli gelire oranı yüzde 50’ye yaklaşmış durumda. (5) Böyle bir ekonomik yıkım altında, cılız bir ekonomik büyümenin (özellikle de artan gelir bölüşümü adaletsizliği gerçeğinin varlığında), yüksek işsizlik ve yoksulluk düzeylerini azaltmada yetersiz kalması sürpriz değil.

Siyah işsizliği Beyaz işsizliğinin 4 katından fazla!

Güney Afrika dünyadaki en yüksek işsizlik oranlarından birine sahip bir ülke. Öyle ki ülkedeki toplam işgücünün neredeyse üçte biri işsiz. Ancak Siyah çoğunluktaki işsizlik Beyazlardaki işsizliğin katlarıyla ifade ediliyor: İşsizlik oranı Siyahlar için yüzde 36,5, Beyazlar için ise yüzde 7,7. Ne istihdamda ne eğitimde yer alan gençlerin oranı ise (2023) yüzde 40’ı aşıyor. Bu oran listenin ikinci sırasında yer alan Türkiye’de yüzde 27 civarında. (6)

Dünyanın en eşitsiz ülkelerinin başında geliyor!

Güney Afrika gelir dağılımı açısından dünyanın en eşitsiz ülkesi konumunda (özellikle de kırsal bölgelerde). Öyle ki Gini katsayısı 0.67. Bu oran Sahra Altı Afrika ülkelerinde 0.41 ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Orta-Üst Gelirli Ülkelerde 0.45. Buna bağlı olarak da günde 1,90 ABD doları olarak hesaplanan yoksulluk oranı (2011 yılı SAGP dolar hesabıyla) yüzde 20’yi buluyor.

Apartheid, sömürgecilik, eğitime erişim eşitsizliği ve emek sömürüsü

Bu eşitsizlikte geçmişteki Apartheid rejimi ve sömürgecilik mirasının çok önemli bir etken olduğu çok açık. Ayrıca gelir eşitsizliği ile ilgili göze çarpan en önemli faktörün eğitime erişimdeki eşitsizlikler olduğu görülüyor (eşitsizliğin yüzde 60’ına yakınını belirliyor). Keza işgücü piyasalarının işleyiş biçimi de önemli bir etken (yüzde 24). (7)

Bir araştırma kapitalist işverenlerin Güney Afrika’daki ücret eşitsizliğinin önemli bir nedeni olduğunu gösteriyor çünkü işverenlerin işçi ücretlerini belirlemede çok büyük bir gücü var ve bu durum son 30 yıldır değişmedi. Güney Afrika'daki yüksek işsizlik, patronlar arasında işçiler konusunda çok az rekabet olduğu anlamına geliyor. Bu nedenle patronlar çalışanlarını kaybetme korkusu olmadan ücretleri belirleyebiliyor. Bu ortamda, aynı becerilere ve eğitime sahip işçilere, çalıştıkları yere bağlı olarak, çok farklı ücretler ödenebiliyor. (8)

2008 yılında Güney Afrika’da gelir eşitsizliğinin en büyük nedeni ırksal farklılıklardı ve bu faktörün payı yüzde 38 iken, eğitim düzeyi yüzde 35 ve işgücü piyasası yüzde 15 etkiliydi. 2018 yılına gelindiğinde ırk faktörünün payı yüzde 41'e yükselirken, eğitimin payı yüzde 30’a düştü; işgücü piyasası faktörlerinin rolü ise hafifçe arttı. Irkın eşitsizlik üzerindeki etkisi, işgücü piyasaları, eğitim, hane halkı demografisi ve coğrafi konum olmak üzere dört boyutun tümü üzerinden aktarılıyor gibi görünüyor zira ırk faktörü ayrıştırmaya dahil edildiğinde bu boyutların katkıları azalıyor. En büyük düşüşler eğitim ve işgücü piyasalarında görülüyor, bu da ırksal farklılığa dayalı Apertheid’in  eşitsizliği derinleştirme açısından kilit bir rol oynadığını teyit ediyor. (9)

Cinsiyetler arası ücret farklılığı arttı

Ayrıca Güney Afrika'daki gelir verilerinin yeni bir analizi rahatsız edici bir eğilimi daha ortaya koyuyor: Cinsiyetler arası ücret farkı son 10 yılda daha da arttı. SA-TIED Çalışma Belgesi’nden elde edilen son bulgulara göre, Güney Afrika'da kadınlar, aynı işi yapan erkeklerin kazandığı her 1 rand için; 2008 yılında 0.89 rand kazanırken, 2021 yılında bu 0.78 randa geriledi. Bu keskin düşüş, toplumsal cinsiyet eşitliği açısından bu kaybın giderilmesi için acilen harekete geçilmesi gerektiğinin altını çiziyor. (10)

Servet eşitsizliği had safhada

Güney Afrika’da parasal/finansal servet ve arazi/toprak dağılımındaki eşitsizlikler sürüyor. Siyahlar toplam nüfusun yüzde 80’inden fazlasını oluşturmasına rağmen, 2022 yılında Johannesburg Menkul Kıymetler Borsası'nda (JSE) işlem gören şirketlerin yüzde 30’u Siyahlara, kalan yüzde 70’i ise Beyazlara ve yabancı uyruklulara aitti. Tahminlere göre, Beyaz çiftçiler şu anda yaklaşık 61 milyon hektarlık araziye sahipler ve bu da özel tapulu tarım arazilerinin yüzde 78'ini ve Güney Afrika'daki tüm arazilerin yüzde 50'sini temsil ediyor. (11)

Yani Beyaz çiftçiler Güney Afrika'daki tarım arazilerinin çoğunluğuna sahip olmaya devam ediyorlar. Bu da toprak reformunun çok yavaş ve etkisiz bir biçimde ilerlediğini ortaya koyuyor.

Temel hizmetler, eğitim ve sağlık

Elektrik ve içme suyuna sahip olan kamusal konutlarda yaşayan Güney Afrikalıların oranı Apartheid'ın sona ermesinden bu yana arttı.1994 yılından bu yana ANC Hükümeti, Güney Afrikalıların çoğunluğuna konut, elektrik, su ve sanitasyon dahil olmak üzere temel hizmetlerin sağlamayı başardı. Örneğin, 1996 yılında hanelerin yüzde 58'i aydınlatma için ana enerji kaynağı olarak elektriği kullanırken, bu oran bugün yaklaşık yüzde 95'e yükseldi. Ancak elektrik, su ve diğer temel hizmetlerin arzı, kritik altyapıya yeterince yatırım yapılmaması nedeniyle yıllar içinde kötüleşti ve artan taleple başa çıkamaz hale geldi. Son yıllarda sık sık yaşanan ve günde 10 saate varan elektrik kesintileri evlerden işyerlerine, hastanelerden trafik ışıklarına kadar her şeyi etkiliyor.

2019 yılında yapılan bir IMF araştırması, ülkedeki ilkokul öğrencilerinin en yoksul yüzde 75-80'inin sınırlı kaynaklara ve daha az nitelikli öğretmenlere sahip ‘işlevsiz’ devlet okullarında eğitim gördüğünü ve bu okulların yüzde 80'inin ağırlıklı olarak Siyahların yaşadığı ilçelerde ve kırsal bölgelerde olduğunu gösteriyor. (12) Nüfusun yüzde 80'inden fazlasına hizmet veren Güney Afrika'nın kamu tarafından finanse edilen sağlık sektörü ise aşırı yüklü ve köhne durumda. Ayrıcalıklı bir azınlık (büyük ölçüde Beyazlar) özel sağlık sigortası aracılığıyla daha iyi tedaviye erişebiliyor.

Özetle, Güney Afrika’daki 30 yıl sonrasında gelinen nokta itibarıyla eşit yurttaşlık temelinde hak ve özgürlükler tesis edilirken ve ülkede barış inşa edilirken neden ekonomik eşitsizliklerin artmakta olduğunun ya da en azından yeterince azalmadığı sorusunun yanıtlanması gerekiyor. Bu da bizi barış ve demokratikleşmenin yeterli olup olmayacağı bağlamında demokratik cumhuriyet ve sosyal cumhuriyet tartışmalarına götürüyor.

Devam edecek…

Dip notlar:

(1)    https://www.dissentmagazine.org/article/terror-and-the-ethics-of-resistance (Winter 2024) (5 Mayıs 2025).

(2)    Agm.

(3)    https://www.statista.com/statistics/1402238/anc-general-election-results-in-south-africa (21 June 2024).

(4)    https://www.reuters.com/graphics/SAFRICA-ELECTION/ECONOMY/egpbonzrgvq (22 May 2024).

(5)    https://www.imf.org/external/datamapper/profile/ZAF (4 Mayıs 2025).

(6)    OECD, Education at a Glance (2024).

(7)    The World Bank, Inequality in Southern Africa:  An Assessment of the Southern African Customs Union, 2022, s.10-22.

(8)    https://sa-tied.wider.unu.edu/article/high-wage-inequality-in-south-africa-are-employers-to-blame (January 2024).

(9)    The World Bank, Agr.

(10) https://sa-tied.wider.unu.edu/article/high-wage-inequality-in-south-africa-are-employers-to-blame (January 2024).

(11) https://www.reuters.com/graphics/SAFRICA-ELECTION/ECONOMY/egpbonzrgvq (22 May 2024).

(12) Agm.