SİYASAL
İKTİDARIN OTORİTERLEŞMESİ İLE EKONOMİNİN DURUMUNUN KÖTÜLEŞMESİ ARASINDA BİR
İLİŞKİ VAR MI? (1)
Mustafa
Durmuş
23 Mayıs 2016
2001 ekonomik krizi Türkiye ekonomisinin yakın
tarihinde karşı karşıya kaldığı en derin krizlerden biriydi. Fon’a devredilerek
kurtarılan ticari bankalar ve bu kurtarmaların toplumsal maliyetlerinin yanı
sıra, bu krizi asıl önemli kılan şey,
krizin ardından kurulan AKP Hükümetinin kayıtsız şartsız neo liberal
ekonomik ajandayı uygulama konusundaki kararlılığı oldu.
K. Derviş’in hazırladığı ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş
Programı’nı esas alan bu tek partili Hükümetler, uluslar arası finans kapitalin
de desteğini alarak, son 13 yıldır hem Türkiye ekonomisini yerli ve
uluslararası sermayenin talepleri doğrultusunda yeniden tasarlıyor ve
dönüştürüyorlar, hem de buna uygun, bunu
meşrulaştıracak bir devlet, siyaset, kültür ve yaşam anlayışını adım adım hayat
geçiriyorlar.
2008 krizine kadar daha ziyade neo liberal-neo
muhafazakâr-ılımlı İslamcı yanı ağır basan AKP iktidarları, özellikle 2011
yılından bu yana ekonomide tavizsiz bir neo liberal program uygularken, iç ve
dış siyasette savaşçı- otoriter bir çizgide ve toplumu siyasal İslam çizgisinde
dönüştürme yolunda hızla ilerliyorlar.
Ekonomide ve siyasette olanların birbirleriyle
diyalektik bağlarının olduğu bir gerçek. Bu bağlamda, bugün başta
dokunulmazlıklar meselesi ve içerde ve dışarıda süren savaş gündemi meşgul etse
de, ekonomi ve emek alanında ortaya çıkan gelişmeler orta ve uzun vadede
geleceğimizi belirleyecek gibi gözüküyor.
Bu nedenle gözümüzü ekonomi ve emek alanında
olanlara çevirdiğimizde, Türkiye ekonomisinin durgunluğunun kalıcılaşmakta ve
finansal bir krize doğru evrilmekte olduğunu, aynı zamanda da işçi sınıfına
karşı çok ciddi bir sınıf savaşımının yürütülmekte olduğunu görmemiz gerekiyor.
Emek alanında, kuralsız ve güvencesiz, esnek bir
çalışma rejimi ilmek ilmek örülüyor. Bu
yeni rejimin bazı taşıyıcı ayakları bu 13 yıl boyunca inşa edildi. İlk olarak,
2003 yılında 4857 Sayılı İş Yasası” ile taşeron işçilik uygulaması özel
sektörde yaygınlaştırılırdı ve taşeronluk sistemi kamu kesiminde de uygulanmaya
başladı. Öyle ki son 10 yılda taşeron işçi sayısı yaklaşık 1,5 milyonu aştı.
Kamuda ise, örneğin Sağlık Bakanlığı’nda her 4 işçiden 1’i taşeron işçi
konumunda çalıştırılıyor. KİT’lerde sözleşmeli personel ve geçici işçilerin
oranı % 50’ye ulaştı.
İkinci ayakta ‘Ulusal İstihdam Stratejisi Belgesi’
yer alıyor. 2023 yılına kadar çalışma rejiminde yapılması hedeflenen
değişiklikleri esas alan bu stratejinin temel hedefi kamu dâhil ekonomide
güvenceli istihdamı ortadan kaldırmak ve güvencesiz, esnek ve bir o kadar da
kuralsız, örgütsüz ve düşük maliyetli bir emek gücü piyasası yaratmak.
Bu strateji ile artık, asıl işlerde de taşeron işçi
kullanılacak, geçici işçilik daha da yaygınlaştırılacak, özel istihdam
bürolarının işçi kiralama faaliyetlerine izin verilecek ve kıdem tazminatları
oluşturulacak bir fona devredilmek suretiyle işverenler için bir maliyet unsuru
olmaktan çıkartılacak.
Sendikalar ve TİS kanunundaki değişiklik (6356 sk)
ve kamu emekçilerinin sendikaları (4688 sk) ile ilgili yasalarda yapılan
değişikliklerle özel sektör işçilerinin yarısından fazlasının sendikalaşma
hakkı ve imkânı ve kamu emekçilerinin grev hakkı ellerinden alındı.
Bu düzenlemeler siyasal iktidar ve sermaye
örgütlerince ‘güvenceli esneklik’ sağlamak ve böylece de işsizliği azaltacak
esnek emek gücü piyasaları oluşturmak gibi, gerçekle ilgisi olmayan neo liberal
söylemlerle pazarlanıyor ve sunuluyorlar.
Oysa örneğin en son değişiklik olan “Özel İstihdam
Büroları” düzenlemesi, işçi sınıfının bir kesimini, taşeron işçilerin dahi
altında bir konuma getiren, onları adeta çağdaş kölelere dönüştüren, her türlü
sosyal hak ve özgürlüklerini yok eden; sermayedarlar içinse ucuz, güvencesiz,
her an işten çıkartılabilecekleri, böylece de emek gücü maliyetlerini asgariye
indirebilecekleri ve işçi kaynaklı sorunları dışarıya havale edebilecekleri bir
düzenleme.
Bu yolla işçi sınıfını içerden bir kez daha bölen,
daha da örgütsüzleştirip güçsüzleştiren ve en altta yer alan bir prekarya
katmanı daha oluşturuluyor.
Aslında çalışma rejimindeki bu köklü değişim neo
liberal ajandanın bir gereği olduğu kadar, son yıllarda Türkiye kapitalizminin
içinde bulunduğu sıkıntılı durumun ve sermaye sınıfının bazı zaruri
ihtiyaçlarının da dayattığı bir gelişme.
Anayasa değişikliği- Başkanlık sistemine geçiş,
parlamentonun etkisizleştirilmesi, kuvvetler ayrılığına son verilmek
istenmesi, Merkez Bankası’nı tam olarak
kontrol etmeye yönelik operasyonlar, bir anlamda, ekonominin ve büyük
sermayenin ihtiyaçlarını karşılayabilmek ve işçi sınıfına karşı
derinleştirilerek yürütülen sınıf savaşını başarıyla sürdürebilmek için politik
gücün kalıcı bir şekilde merkezileştirilmesinin adımları olarak da
düşünülmelidir. Çünkü ekonomide işler, uzunca bir süredir, yandaş medyanın
ileri sürdüğünü aksine, iyi değil (devamı gelecek)…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder