İMKÂNLI
ÜÇLEME (*): DÖNER KAPI, TRUVA ATI, PARAVAN VAKIF
Mustafa
Durmuş
1
Şubat 2020
17 Ağustos 1999’da yaşanan büyük depremin ardından
çıkartılan 4481 Sayılı Kanun ile deprem vergileri olarak da bilinen yeni
vergiler getirilmişti. Bunların arasında, bir sefer alınması planlanan ve 2004
yılından itibaren kalıcı hale getirilen, “Özel İletişim Vergisi” başta olmak
üzere 2003-2019 arasında (2019 yılı fiyatlarıyla) 147 milyar lira toplam deprem
vergisi toplandığı resmi olarak açıklandı. (1)
“DEPREM
VERGİLERİ NE OLDU” TARTIŞMASI
Toplanan bunca gelire rağmen, son Elazığ depreminde yaşandığı
gibi, hala yaygın bir biçimde var olan çürük binaların yıkılması nedeniyle
onlarca insan hayatını kaybetti. Üstelik aynı günlerde şiddeti 7,0’ın üzerinde
olmak üzere Japonya ve Küba’da ortaya çıkan depremde tek bir kişi bile hayatını
kaybetmedi.
Toplanan bu vergilerin özgün olarak depremin neden
olabileceği zararı önlemek ya da azaltmak için kullanılmadığı ortada. Bu durum bütçe
sistemimizde vergilerin bir havuzda toplanması ve ayrımsız olarak bütün
vergilerin bütün kamu harcamalarının finansmanında kullanılmasıyla açıklanıyor.
Yani bizde, “ear-marking” adı verilen ve belli vergilerin
belli hizmetlerin sunumunda kullanılması (2) uygulaması söz konusu değil. Batıda bazı
ülkelerde örneğin petrol üzerinden alınan vergilerin petrol kullanımının neden
olduğu zararlarla mücadelede ya da karayollarının bakımında kullanıldığı
biliniyor.
Bu nedenle de “deprem gerekçe gösterilerek toplanan
onlarca milyar liralık verginin neden depremle ilgili iyileştirmeler için
kullanılmadığı” sorusuna yanıt verilemiyor.
İşin aslı ise şu: Vergi deprem gerekçesiyle alınmış olsa da
başka amaçlar için kullanılıyor. Böyle bir sistem hükümetlere vergi gelirlerini
istediği gibi harcama anlamında ciddi bir kolaylık sağlıyor.
Bu bağlamda “gerektiği yerlere harcadık” şeklindeki resmi
açıklamalar tatmin edici değil. Çünkü herkesin “gereken yerden” anladığı şey
farklı. Siyasal iktidar bunu örneğin duble yolların yapımı için gerekli görüp
harcamış olabilir ama bu halkın acil ihtiyacını karşılamıyor. Bu vergiler (alınış
amacına uygun olarak) deprem fay hatları üzerindeki yerleşim bölgelerinin
depreme karşı iyileştirilmesinde (alt yapı ve depreme dayanıklı binalar yapmak
şeklinde) kullanılmalıydı.
Vergilerin nereye harcandığı sorularına iktidarın
verdiği sert tepki ise her şeyden önce halkın bütçe hakkını ortadan kaldıran bir
tutum. Çünkü demokrasilerde halkın vergilerinin nerelere harcandığını bilmesi
en doğal hakkı.
Buradan çıkartılacak bir ders halkın vergilerine sahip
çıkması ve böyle korkutucu bir deprem haritasına sahip bir ülkede Kanal
İstanbul gibi sonu kötü bitecek maceralara atılmamak gerektiği. Elde kaynak
varsa, bu yeni rantlar yaratırken daha
büyük depremleri de tetikleyecek projelerde değil, yeni depremlerin zararlarını
azaltmakta kullanılmalı. Elazığ depremi ve ardından yaşanan bir dizi deprem bu
gerçeği bir kez daha önümüze koymuş olmalı.
KIZILAY
VERGİ KAYBININ ARACISI OLDU
Halkın doğru bir biçimde bilgilendirilmesinin gerekli
olduğu bir diğer konu deprem vergileri tartışmasının hemen ardından gündeme
geldi: 2017 yılında Torunlar Gıda’ya bağlı Başkent Gaz’ın, Ensar Vakfı’na
aktarılmak üzere yaklaşık 8 milyon dolar (yaklaşık 48 milyon lira) tutarında Kızılay’a
bağış yaptığı ve bu bağışı da kurumlar vergisi matrahından düşerek bugünün
parasıyla 10 milyon liraya yakın bir vergiyi ödemekten kurtulduğu ortaya çıktı.
Bu bağışın akıbetine ilişkin son bilgi ise bizzat
Ensar Vakfı tarafından iki gün önce paylaşıldı. Buna bilgiye göre, bu para Türgev’e
bağlı ve ABD’de faaliyet gösteren Türken Vakfına gönderildi. (3)
Bu bağış kuşkusuz en hafif deyimle iktidara yakın bir
tekel konumundaki özel bir şirket ile bir vakıf ve Kızılay gibi devlete ait bir
kurum arasındaki para trafiği ya da para aklama şeklinde özetlenebilecek ve
yine demokrasilerde pek görülmeyen türden tuhaf ilişkileri gün ışığına çıkardı.
“EN
AZ SUSURLUK KAZASI KADAR CİDDİ…”
Bu konuyu Bahadır Özgür, köşesinde: “…Kızılay vakası,
en az Susurluk kazası kadar ciddi bir skandaldır. Görünen ip çekilebilirse,
ardından 17 yılın karanlığı gelir…” sözleriyle çok net özetledi. (4)
Torunlar/Başkent Gaz-Kızılay ilişkisini savunan
Kızılay’ın Genel Başkanı Kerem Kınık ise meseleyi sadece vergi boyutuna
indirgeyip bu bağışı savundu. Bu işlemin vergi kaçırma değil, vergiden kaçınma
olduğunu ve bunun da normal olduğunu ileri sürdü. (5)
Evlerimize gönderdiği fahiş gaz faturaları ile halktan
sürekli hayır dua aldığına şüphe duymadığımız bir kurum, “böyle bir bağış
yerine faturalarında biraz indirim yapamaz mıydı” sorusu ya da “bir doğal gaz
dağıtım şirketi, üstelik de adı çocuk tacizleriyle anılan bir vakfa neden 8
milyon dolarlık bir bağışta bulunur ve bunun için de Kızılay’ı bir komisyoncu
gibi kullanır” sorularını sormak da
insan ve yurttaş olmanın gereği.
ORTADA
ETİK DIŞI BİR DURUM VE CİDDİ BİR KAMU GELİRİ KAYBI VAR
Kızılay Başkanının açıklamasına geri dönelim. Bu
açıklamada bilinçli ya da bilinçsizce yapılan bir yanlış var. Mali hukukta
vergi kaçırma yasalara aykırı, dolayısıyla da hem para, hem de hapis cezası
gerektiren bir eylem olarak tanımlanır. Vergiden kaçınma ise yasaların boşluklarından
yararlanarak mükelleflerin vergi yükümlülüğünü ortadan kaldırması eylemidir.
Dolayısıyla da ikincisinin yasalara aykırı olmadığı yani suç olmadığı kabul
edilir. (6)
Ancak aynı maliye literatürü vergiden kaçınmanın etik-ahlaki
olmadığı ve vergi kaybına neden olduğu konusunda da hem fikirdir. (7) Bu
çerçevede vergi cenneti konumundaki bir adada şirket kurup faaliyetlerini
oradan yürütüyormuş gibi yaparak hiç vergi ödememenin yol açtığı vergi kaybı ne
kadar etik dışı bir iş ise, Kızılay Başkanının yasal diye savunduğu bir
vergiden kaçınma eylemi de o kadar etik dışıdır.
YAPILAN
İŞ VERGİDEN KAÇINMA DEĞİL, PEÇELEME
Kaldı ki Başkent Gaz’ın yaptığı şey vergiden kaçınma
değil. Çünkü vergiden kaçınma vergi yükümlülüğü doğuracak bir iş yapmaktan
kaçınıp, vergisiz alanda faaliyette bulunmak anlamına geliyor. Başkent Gaz ise
gaz dağıtım işinden sağladığı geliri üzerinden ödemek zorunda olduğu vergiyi (vergi
matrahını düşürerek) ödemiyor.
Yani vergi matrahından Kızılay gibi tam bir vergi
muafiyetine sahip imtiyazlı bir kamu kurumuna bağış yapıyor ve vergi kanununa
uygun olarak bu bağış tutarının tamamını ödeyeceği verginin matrahından indiriyor.
Başkent Gaz’ın yaptığı iş kısaca; yaptığı bağışı ödeyeceği
vergiden bütünüyle mahsup etmek. Bu bağışı doğrudan Ensar Vakfına yapmış
olsaydı ancak o yılki kazancının maksimum yüzde 5’ini gider olarak gösterip
matrahtan düşebilecekti. Kızılay’ı araya sokarak vergisinin tamamını ödemekten
kurtuldu. Bu, vergi peçelemesi (8) olarak da adlandırılan durum (belki yasaya uygun
ama) ahlaka ve kamu vicdanına aykırı bir durum.
Sonuçta şirket muhtemelen kendine şu ana kadar yapılan
iyiliklerin karşılığını verirken, (9) Hazineyi 10 milyon lira dolayında zarara
soktu. Hazine (doğallıkla) bu vergi açığını ya halktan topladığı KDV ve ÖTV
gibi vergilerle ya da borçlanmayla kapatmak durumda kalacak ve halka dönük kamu
harcamalarını kısacak.
Bu nedenden dolayı da şirketin yaptığı iş sadece etik
dışı bir iş değil, vergi kaybına yol açan yasaya aykırı bir iş, bir tür vergi
kaçırmak. Bunun beyan edilmesi gereken gelirden daha az gelir beyan ederek
vergi kaçakçılığı suçu işlemekten özde bir farkı yok. Üstelik şirketin bu
bağışı şarta bağlayarak yapması da son derece düşündürücü (paranın sadece 75
bin dolarının Kızılay’da kalması ve kalanın Vakfa aktarılması şartı).
GELENEK
DEVAM EDİYOR
Depremin ilk günü herkese gönderdiği mesajla para
bağışı yapılmasını talep eden bir kamu kurumunun kendini böyle bir işin aracısı
konumuna düşürmesi ise (bu kurumun kuruluş amacıyla ilişkilendirildiğinde) çok kötü.
Belli ki söz konusu vakfın siyasetteki ve nema dağıtımı işindeki ağırlığı
oldukça fazla.
Bu davranışın izlerini çok eskiye gidip takip etmek
gerekiyor. Çünkü eski alışkanlıklar kolay kolay terk edilmiyor. Nitekim vakıfların
toplumsal yapıdaki ağırlığının Osmanlı’nın bir mirası olduğunu kabul etmek
gerekiyor. Bugün iktidarda olan ve Neo-liberalizm ile stratejik ittifak
içindeki Siyasal İslam’ın da bu mirası aynen sahiplendiği açıkça görülüyor.
Yeni Osmanlıcılık adı altında geçmişteki bazı kurumlar bugün de geçerli.
VAKIFLAR
ÖZEL MÜLKİYETE GEÇİŞİN ARACI OLDULAR
Osmanlı’dan bu yana bu ülkenin tarihine baktığımızda
başta vergi gelirleri olmak üzere kamu gelirlerinin ve bu gelirlerle yaratılmış
olan ve müştereklerimiz sayılması gereken kamuya ait mülklerin yağmalanarak
özel mülkiyete geçirilmesinde vakıfların çok önemli bir rolü olduğunu görürüz.
Osmanlı’da yöneticilerin bireysel olarak toprakların özel
mülkiyetine sahip olmaları yasaktı. Bu kısıtlayıcı mülkiyet ilişkilerinden
kurtulabilmek ve mülk sahibi olabilmek için padişahın dışındaki yönetici sınıfın
temsilcilerinin seçtiği yol ise vakıflardı. Çünkü “dini hayır işleri” ve “sosyal yardımlaşma”
için kurulan vakıflara toprak tahsis edilebiliyor ve toprakların işletme hakkı bu
vakıflara veriliyordu. “Hayri vakıf” görüntüsü altında kurulan bu vakıflarda
bir çeşit özel mülkiyet yaratılmış oluyor ve böylece, gayrimenkul gelirinin
kolaylıkla varislere geçmesi sağlanıyordu. (10)
Bir başka anlatımla, (11) Osmanlı’da kuru mülkiyeti sadece
padişaha ait olan miri arazinin bir kısmı
“toprak, zaviye ve köy” olarak tarikat şeyhlerine hayri, bazen de aile
vakıfları üzerinden geçirildi. Kuruluş yıllarında genellikle vakıf yoluyla mülk
sahibi olmaya başlayan şeyh ve dervişler 1. Beyazıt Devrinden itibaren
şehirlerde ulema zümresi olarak anılmaya başladılar ve Osmanlı’daki yönetici
sınıfın bir parçasını oluşturdular.
HEM
ULEMA, HEM ASKER
Sadece ulema değil, askeri zümre de topraklar üzerinde
malikâne ve vakıflar tesis ettiler. Özellikle Akıncı Beylerinin Trakya’daki
malikâneleri çok genişti. Ayrıca devleti yöneten sınıfın içinde yer alan vezir,
paşa, vali gibi yüksek yöneticiler, arazileri
vakıflar yoluyla ele geçirdiler. Böylece, devlet toprakları, taşradaki
derebeylerin ve ağaların yanı sıra, yüksek devlet bürokrasisi tarafından da
yağmalandı (bu daha ziyade 17. Yüzyılın başlarında gerçekleşmeye başladı).
Kısaca Osmanlı’da miri arazinin tek sahibinin padişah
olması ve diğer yönetici sınıfların (ulema-din adamları ve askerler gibi) normal
koşullarda mülk sahibi olmalarının yasak olması bunun ilk nedeniydi. Özel mülkiyete geçişin önündeki engelin aşılabilmesinin
tek yolu vakıf oluşturmaktı.
İkincisi ise, Osmanlı toplumunda kamusal hizmet
sunumunun önemli bir kısmı vakıflar yoluyla yapılırdı. Böyle vakıflar yoluyla
elde edilen gelirler sözü edilen bu hizmetlerin karşılanmasında kullanılmak
üzere tahsis edilirdi. Bu nedenle de vakıflar toplum nezdinde kabul görmüş, meşru
kuruluşlardı. Bu kuruluşlar aracılığıyla özel mülk ve gelir elde etmek en
güvenilir yoldu.
İşin ilginç yanı bu vakıfların farklı görüntüler
altında Cumhuriyet döneminde de devam etmiş olmasıdır. Osmanlı’da daha ziyade
dini ve hayri nitelikte ortaya çıkan bu vakıflar Cumhuriyet ile birlikte
kurulan burjuva devletine geçtiler ve devletin kanatları altında on milyarlarca
liralık mal varlığına ve yüzlerce işletmeye sahip bir biçimde varlıklarını
sürdürdüler.
YENİ
DÖNEM VAKIFLARI: SERMAYE BİRİKİMİ VE TOPLUMU BİÇİMLENDİRME ARAÇLARI
Son 17 yılda ise vakıflar devletin kontrolü dışındaki dini
ve cemaatçi yapılar halinde varlıklarını sürdürüyorlar. Sözde sivil toplum
alanında yer alan ve sahip oldukları servetleriyle büyük kapitalist işletmeleri
dahi kıskandıran bu tür vakıfların bazıları bir yandan yeni tür bir sermaye
birikiminin aracı, diğer yandan kamusal kaynakların bazı güç odaklarına aktarılmasının
paravanı işlevi görüyorlar.
Kuşkusuz bu vakıflar Neo-liberalizm –Siyasal İslam
ittifakının önemli bir aracı olarak bu düzen için rıza üretme görevini de
üstlenmiş durumdalar. Bu nedenle de siyasal iktidar tarafından korunuyorlar,
belediyelerden bunlara devasa kaynak aktarılıyor, her türlü vergi muafiyetinden
yararlanıyorlar ve piyasaya dönük akçalı işlerde her zaman öncelik sahibi
oluyorlar.
İMKÂNLI
ÜÇLEME UYGULAMADA
1980’li yıllarda sermayenin devletle iş yapması daha
ziyade “döner kapı” denilen bir yöntemle yürütüldü. Bu yolla büyük sermaye
grupları kendilerine bağlı birilerini siyasette ve bürokraside etkin konuma
getirdiler. Hizmetlerinin karşılığında bu şahıslar emekliliklerinde (ya da belli
bir süre sonra) bu sermaye gruplarının şirketlerinde yüksek maaş ve çok iyi imkânlarla
üst düzey yönetici olarak çalıştırıldılar.
Bunu 1990’lardan itibaren Truva Atı yöntemi izledi.
Sermaye grupları Kamu Özel Ortaklığı projeleriyle devlete sızmaya başladılar ve
milyar dolarlık ihaleleri aldılar. 2000’li yılların sonlarından itibaren, neo-liberal otoriterliğin artmasıyla birlikte,
sermaye grupları giderek seçilmiş politikacılardan ziyade seçilmemişleri bakan
ya da bakan yardımcılığı görevlerine getirttiler. Turizmden, sanayiye, eğitimden,
tarıma ve sağlığa kadar çok önemli sektörlerde artık seçilmiş bakanlar değil,
atanmış bakanlar hizmet vermeye başladı.
Bu zincirin (bize özgü biçimde olmak üzere) bir diğer halkasını
ise Torunlar/Başkent Gaz-Kızılay-Ensar ilişkisi oluşturuyor. Artık bu modelin
olmazsa olmazı bizzat merkezdeki ve yereldeki egemenlerce yönetilen dinci
vakıflar. Bunlar devletin de dâhil olduğu her türden para ve ticaretin merkezinde
yer alıyorlar.
Bu gidişata karşı mücadele kuşkusuz kârı (ve rantı) kendine
amaç edinmiş, diğer bütün amaçların bu ana amaca tabi kılındığı kapitalizme
karşı çıkmadan yürütülemez.
YENİ
BİR HİKÂYE GEREKLİ
Bu da, bugünden ilerici alternatifleri hayata
geçirmekle sağlanabilir. Yani artık sadece egemenlerin çürümüş hikâyesini
teşhir etmek yetmiyor, ona karşı yeni bir hikâye ile çıkmak ve bu hikâyeyi
kitlelerle buluşturmak, değişim ve dönüşümü gerçekleştirmek gerekiyor (12).
Bu amaçla egemenlerin “imkânlı üçlemeleri” olan büyük
sermaye şirketlerine, Truva Atı’na dönüştürülmüş sözde kamu derneklerine ya da
Siyasal İslam’ın araçları haline gelmiş dinci vakıflara karşı hayatın ve
ekonominin tüm alanlarında demokratik kooperatifleri, halk, kadın ve gençlik
meclislerini ve komünleri örgütlemek gerekiyor.
Yeni hikâyemiz bu olmalı.
DİP
NOTLAR:
(*)
İmkânsız Üçleme ya da Üçlü Açmaz (impossible trinity/ trilemma) kavramı ekonomi alanında kullanılan bir
hipoteze verilen ad. Bu hipoteze göre; bir ekonomide aynı anda hem sermaye
hareketlerinin serbestliği, hem sabit döviz kuru uygulaması, hem de bağımsız
bir para politikası uygulaması mümkün olamaz
(1) https://www.ensonhaber.com/erdogandan-kilicdarogluna-deprem-vergisi-yaniti.html (31
Ocak 20120).
(2) Michael
Howard, Public Sector Economics for Developing
Countries, University of West Indies Press, 2001, s. 158.
(3) https://gazetemanifesto.com/2020/ensar-vakfi-kizilaydan-gelen-parayi-abdye-gondermiş
(31 Ocak 2020). Bir habere göre bu bağış ABD’deki Hazine Bakanlığı’nın
listesinde yer almıyor. Haberde paranın kayıp olduğu ileri sürülüyor. Aynı
haberde, 2014 yılından bu yana Ensar ve Türgev’in Türken’e yolladığı bağışın
tutarının 54 milyon doları bulduğu iddiası da yer alıyor. Bkz: https://www.siyasetcafe.com/kizilayin-8-milyon-dolari-buhar-olduensarin-abdye-gonderdik-dedigi-bagis-kayip (31 Ocak 2020).
(4) Bahadır
Özgür, “Torunlar-Kızılay-Ensar: Bir hokus pokus hikâyesi”, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/01/30/torunlar-kizilay-ensar-bir-hokus-pokus-hikayesi(
30 Ocak 2020).
(5) https://www.birgun.net/haber/kizilay-baskani-ndan-8-milyon-dolarlik-bagis-aciklamasi-vergi-kacirmak-baska-vergiden-kacinmak-baska
(29
Ocak 2020).
(6) Abdurrahman
Akdoğan, Kamu Maliyesi,
Genişletilmiş 11. Baskı, Gazi Kitabevi, 2006, s. 165-167.
(7) John
Christensen, “Taxing transnational corporations”, Tax Justice ( edts. Matti Kohonen and Francine Mestrum) içinde,
Pluto Press, 2009, s. 115-116.
(8) Murat
Batı, “Kızılay üzerinden Ensar Vakfı'na bağış: Vergi kaçırmak mı, vergiden
kaçınmak mı, peçeleme mi, kanuna karşı hile mi?”, https://t24.com.tr (31 Ocak 2020).
(9) Özgür,
agm; Ensar Vakfı’na, Kızılay üzerinden 8 milyon dolar bağışlayan Başkentgaz’ın
TÜRGEV’e bağışladığı işyerlerinin 30 milyon TL değerinde olduğu ileri
sürülüyor. Bkz: http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/1717428/goz-yasartan-hayirseverlik
(31 Ocak 2020).
(10) Mustafa
Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi,
Cilt 2, Cem Yayınevi, 1974, s. 322.
(11) Sencer
Divitçioğlu, Osmanlı Üretim Tarzı ve
Osmanlı Toplumu, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 2010, s. 31-32.
(12) George
Mobiot, Out of the Wreckage- a new
politics for an age of crises, Verso, 2017, s. 1.
GERÇEK BİR KREDİ ŞİRKETİNDEN KREDİMİ NASIL ALDIM.
YanıtlaSilÇevrimiçi birçok sahte kredi verenin bir aldatmaca kurbanı oldum, yaratıcıma o kadar çok teşekkür ediyorum ki, nihayet bana bu yıl yüzüme bir gülümseme koyan bu yeni borç verene yönlendirerek beni gülümsedi ve ayrıca aldatmadı ancak aldatarak ya da yalan söylememekle birlikte, adı STEVE WILSON olan bu borç veren bana% 2 kredi verdi, bu miktar şirket şart ve koşullarını kabul ettiğimden sonra 350.000 dolarlık ABD doları ve bu kredi şirketi hakkında sevdiğim önemli bir şey çok hızlılar
Kredi veren ile iletişime geçebilirsiniz
EMAIL: stevewilsonloanfirm@gmail.com veya whatsapp: +16673078785