18
yılda ‘ileri demokrasiden ‘tekçi’ rejime, ekonomide şahlanmadan çöküşe
Mustafa
Durmuş
11
Ekim 2020
Geçtiğimiz hafta her zamanki gibi ekonomi açısından önemli şeylerin olduğu yoğun bir hafta olarak kayıtlara geçti. Dolar tarihi bir zirve yaptı ve 8 lirayı zorladı. Piyasada ise zaten 8 liranın üzerinde işlem görüyordu. Kurdaki bu artışı durdurabilmek için Merkez Bankası döviz karşılığı TL swap piyasasında TL faiz oranını yüzde 10,25'ten yüzde 11,75'e yükseltti.(1) Bunun sonucunda kur 7,87’ye kadar geriledi. Ancak bu noktada durmayacağı belli zira hem kur artışına neden olan ekonomik ve politik faktörler, hem de güven sorunu başta olmak üzere psikolojik faktörler hala devrede.
Borçlanma
limiti 2 katına çıkartıldı
Döviz cephesinde durum böyle iken, devlet maliyesini
ilgilendiren iki önemli gelişme yaşandı. İlk olarak bir yasa teklifi ile Hazine’nin
borçlanma yetkisi bu yılın başından geçerli olmak üzere iki katına çıkartıldı.(2)
Böylece bu yılın ilk 7 ayında limiti
yüzde 50’den fazla aşılan borçlanma miktarı bu yetki ile bu yılın sonunda 307
milyar liraya çıkmış olacak.
Hatırlayalım 2020 Merkezi Yönetim Bütçesinde bu yıl
bütçe açığının yaklaşık 139 milyar lira olması öngörülmüştü. Buna uygun olarak
mevzuat gereği en fazla 154 milyar liralık borçlanma yapılabilecekti. Ancak
daha yılın ilk 8 ayında bu açığın yüzde 80’inin gerçekleşmesi, açığın
öngörülenin iki katına çıkabileceğini ortaya koydu. Hali hazırda borçlanma
limiti aşılınca da, hem bu durumu mevzuata uydurabilmek, hem de yılın geri
kalan kısmında rahatça borçlanabilmek için borçlanma limiti iki katına
çıkartıldı.
Dünyada
benzeri olmayan bir bütçeleme
İkinci olarak (aynı yasa teklifi ile), devlet
bütçesinin işleyişinde, ortaya çıkaracağı sonuçlar itibarıyla çok önemli bir
değişiklik yapıldı ve 2006 yılından bu yana uygulamada olan bütçe sistemi “Performans
Esaslı Program Bütçe” adı verilen ve dünyada bir başka örneği olmayan bir
bütçeleme sistemine dönüştürüldü.
Bu değişiklikle, Orta Vadeli Program uyarınca önümüzdeki
yıl yaklaşık 1,4 trilyon lira olarak öngörülen toplam Merkezi Yönetim Bütçesi
ödeneğinin nerelerde kullanılacağı artık sadece genel olarak görülebilecek, bu
harcamaların hangi projelerle ilişkili oldukları ise tam olarak bilinemeyecek.
Çünkü ödeneklerin “fonksiyonel sınıflandırma” adı
altındaki sınıflandırılmasından vazgeçiliyor, böylece ödeneklerle onların
bağlandığı işlevlerin ilişkisi kesiliyor, yani bu ödeneklerin hangi işlevler
için kullanıldığının görülmesi zorlaştırılıyor.
Ödeneklerin
hangi işlevler için kullanıldığı görülemeyecek
5018 Sayılı Kanunun 15. Maddesi son değişiklikten önce aşağıdaki gibiydi:
“(Ek fıkra: 29/6/2012-6338/10 md.):
Merkezî yönetim bütçe kanununun gider cetvelinin bölümleri, analitik bütçe
sınıflandırmasına uygun olarak fonksiyonlar şeklinde düzenlenir. Fonksiyonlar
birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü düzeyde alt fonksiyonlara ayrılır.
(Ek fıkra: 29/6/2012-6338/10 md.) İlgili mevzuatta giderlere ilişkin
olarak yer alan “Fasıl ve bölüm” deyimleri fonksiyonel sınıflandırmanın birinci
düzeyini, “Kesim” deyimi fonksiyonel sınıflandırmanın ikinci düzeyini, “Madde”
deyimi fonksiyonel sınıflandırmanın üçüncü düzeyini, “Tertip” deyimi kurumsal,
fonksiyonel ve finansman tipi kodların bütün düzeyleri ile ekonomik
sınıflandırmanın ilk iki düzeyini, borç ödemeleri yönünden “ilgili hizmet
tertibi” deyimi borç konusu hizmetlerin yürütüldüğü ilgili tertipleri ifade
eder”.(3)
Yeni düzenleme ile (Madde 3) bu maddedeki; “sınıflandırmasına uygun
olarak fonksiyonlar şeklinde, Fonksiyonlar birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü
düzeyde alt fonksiyonlara ayrılır, “Fasıl ve bölüm” deyimleri fonksiyonel
sınıflandırmanın birinci düzeyini, “Kesim” deyimi fonksiyonel sınıflandırmanın
ikinci düzeyini, “Madde” deyimi fonksiyonel sınıflandırmanın üçüncü düzeyini,
fonksiyonel, kodların” ifadeler çıkartıldı.
Aynı şekilde Kanunun 9. Maddesindeki (Ek fıkra: 24.7.2008-5793/30 md) yapılan değişiklikle (yeni düzenlemede 1.
Madde), daha önce kamu idareleri, program bütçeye uygun olarak yürütecekleri
faaliyetler ve projeler ile bunların kaynak ihtiyacını, amaç, hedef ve
performans göstergelerini içeren performans programı hazırlar” şeklindeki
metinde “projeler” terimi çıkartıldı.
Ödenek
tahsisine karartma
Bu değişiklikler, her ne kadar kanun teklifinin
gerekçesinde “şeffaflık ve saydamlığın” sağlanması olarak savunulsa da, tam tersi sonuçları ortaya çıkartacak. Bu
değişikliğin neden olacağı karartma yüzünden onlarca milyar liralık ödeneğin hangi
projelere yapıldığı bilinemeyecek.
Somut bir örnek verirsek; bu yeni uygulama altında,
Salgın süresince dahi ödemeleri hiç aksatılmayan Şehir Hastanelerinin ya da
köprü ve hava limanı işletmelerinin müteahhit firmalarına bundan böyle ne kadar
ödeme yapıldığını, ya da yapılacağını görebilmek mümkün olmayacak.
Bütçe
hakkının ruhuna fatiha
Bu durum ayrıca devlete ait tüm ödeneklerin ve
gelirlerin Meclis adına denetiminden sorumlu Sayıştay’ın da fiilen denetim yapmasını
imkânsız kılacak. Böylece kamu idarelerine ait Sayıştay denetim ve
değerlendirme raporlarında yer alan ve son günlerde çok ses getiren ciddi usulsüzlük
tespitlerine(4) bundan böyle rastlamak pek mümkün olamayacak. Kısaca, Partili
Cumhurbaşkanlığı Sistemi ile iyice daraltılmış olan ‘Bütçe Hakkı’nın ruhuna da Fatiha
okunmuş olacak.
Oysa özellikle de Korona Salgını sonrasında,
yolsuzluklarla mücadele etmenin hemen tüm dünyada öncelikli görevler arasında
kabul edildiği bir anda, dünyada 13.Yüzyıldan bu yana mevcut olan bütçe
hakkının bir gereği olarak; böyle 1,4 trilyon liralık bir kamusal kaynağın
nasıl kullanılacağına ilişkin olarak toplumun bütününün rızasının alınması ve
bu kaynağın her aşamada sıkı bir biçimde denetlenmesi, üretenlerin, değeri
yaratanların, vergi mükelleflerinin, özcesi ülkede yaşayan herkesin, doğrudan
ya da dolaylı mekanizmalar aracılığıyla ödedikleri vergilerin nerelere
harcandığını ya da harcanmadığını denetleyebilmeleri en başta gelen yurttaşlık
hakkıdır.
Diğer yandan Türkiye, özellikle de son yıllarda
olmak üzere, uluslararası bir örgüt
tarafından düzenlenen ve dünyada bütçe hakkının kullanımını gösteren çalışmada
100 üzerinden sıfır puan alan (bütçe
kararlarına halkın katılımı anlamında) bir ülke olarak tarihe geçiyor.(5)
Yani yönetsel, yasa/mevzuat hazırlama ve etkin
denetleme düzeyinde halkın doğrudan ya da etkin dolaylı katılımından söz
edilemiyor. Yukarıdan aşağıya aşırı merkeziyetçi ve bürokratik bir biçimde
örgütlenmiş olan bütçe süreci söz konusu olduğundan halk bu kararlara
katılamıyor.
Raporda, Türkiye’de 2012 yılından bu yana bütçe
öncesi hazırlanması/paylaşılması gereken belge ya da dokümanların ya hiç
hazırlanmadığı ya da geç hazırlandığı bilgisi de mevcut.
Bütçe
dışı fonlar, ‘diğer bütçe giderleri’ uygulaması denetimsiz transferin yolu
Kısaca halktan toplanan vergiler ve diğer kamu
gelirleri bir süredir başta Savunma Sanayi Destekleme Fonu, Başbakanlık Tanıtma Fonu, Başbakanlık Sosyal
Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu, Özelleştirme Fonu, Destekleme ve Fiyat
İstikrar Fonu gibi bütçe dışı fonlar ve İşsizlik Sigortası Fonu aracılığıyla
gerçek bir denetimden uzak bir biçimde kullanılıyor.
Ayrıca “Diğer Bütçe Giderleri” adı verilen ve
tanımlanması zor hesaplara kaydedilen giderler giderek genel bir uygulamaya
dönüştü. Örnek vermek gerekirse 2016 yılı bütçe giderlerinin toplam 55,1 milyar
lirası ve 2017 yılında 65 milyar lirası “diğer giderler” kaleminden yapıldı. Bu
kadar büyük bir kamu kaynağının nereye harcandığı ise bilinmiyor. Oysa bu
boyutta bir harcamanın tahsis edildiği alanlara ilişkin daha ayrıntılı ve
doyurucu bilgilerin vatandaşlara sunulması, özellikle mali saydamlık açısından,
büyük önem arz ediyor. (6)
Rakamsal olarak ele alındığında bu gider kalemine
kaydedilen harcamalar toplam harcamaların yüzde 10’una karşılık geliyor (1
trilyon liralık bir bütçede 100 milyar lira demek oluyor).
Detaylandırırsak, 2017 Bütçesinde: Cari Mal ve
Hizmet Alımları Giderleri içindeki “Üretime Yönelik Mal ve Hizmetlerin” yüzde 30’u,
Yasal Giderlerin yüzde 44’ü, Müşavir Firma ve Kişilere Yapılan Ödemelerin yüzde
59’u, Diğer Hizmet Alımlarının Diğer
Kategorisinin (diğerin diğeri) yüzde 87’si, Sosyal Amaçlı Transferlerin yüzde
99,8’i, Sermaye Giderleri (Yatırım) kategorisindeki “Müşavir Firma ve Kişilere
Yapılan Ödemelerin” yaklaşık yüzde 20’si, Müteahhitlik Giderlerinin ise yüzde
34’ü bu kategori altında muhasebeleştirildi.
Böyle bir karartma altında, örneğin üretime yönelik
mal ve hizmetlere ilişkin harcamaların önemli bir kısmının hangi mal ve
hizmetler için yapıldığının bilinmesi çok zor.
Cari Transferler içinde milyarlarca liralık bir
büyüklüğü temsil eden “Sosyal Amaçlı Transferler” kaleminden yapılan ödemeler
için de benzer bir durum söz konusu. Çünkü bu kategorideki harcamaların
tamamına yakın kısmı “Diğer Sosyal Amaçlı Transferler” olarak hesaplara alınıyor
ve böylelikle bu harcamaların hangi gelir gruplarına tahsis edildiği konusunda
da bilgi edinmek mümkün bulunmuyor.
‘Kâr
amacı gütmeyen kuruluşlar’a yapılan aktarmalar denetlenemiyor
Bir diğer yaygın kaynak aktarma ya da harcama
gizleme yöntemi ise Genel Bütçeli Kuruluşlardan “Kâr Amacı Gütmeyen Kuruluşlara”
yapılan transferlerde kendini gösteriyor. Sayıştay, 2019 yılı Genel Faaliyet Raporunda,
bu duruma ilişkin itirazını şöyle belirtiyor:
“Bu kapsamda yardım yapılan kurum ve kuruluşların
faaliyetlerine ilişkin herhangi bir bilgiye yer verilmeksizin sadece yardım
yapılan idareler açıklanmaktadır”.(7)
Çoğunluğu tarikat örgütlenmesi ya da iktidar yanlısı
düşünce kuruluşu niteliğindeki bu kuruluşlara 2019 yılında, 92 kamu kurumundan
toplamda 6,2 milyar liranın üzerinde bir karşılıksız transfer yapıldı (8):
“Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Sayıştay
raporlarına yansıyan mali tablolarında bazı kurumlara, "Kâr Amacı Gütmeyen
Kurumlara Yapılan Transferler" adı altında 2, 441 milyar lira; Dışişleri
Bakanlığı bünyesindeki Avrupa Birliği Başkanlığı’ndan aynı yolla 896 milyon lira;
Gençlik ve Spor Bakanlığı’ndan 195,8 milyon lira; Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’ndan
393 milyon lira; Hazine ve Maliye Bakanlığı’ndan 800 milyon lira; Kültür ve
Turizm Bakanlığı’ndan 176,9 milyon lira; Sağlık Bakanlığı’ndan 139 milyon lira
aktarıldı”.
Yasal
kılıf
5018 Sayılı Kanunda yapılan yukarıda yer verdiğimiz son
değişiklikle; artık detaylarının görülebilmesi imkânsız hale geleceğinden,
harcamaların denetlenebilmesi imkânı ortadan kalkarken, yasallığı son derece tartışmalı
olan bu tür harcamalar yasal bir kılıfa da kavuşturulmuş olacak.
Aslında kamu harcamalarının giderek denetlenemez bir
hale dönüştürülmesi olgusu, özellikle 2015 yılından bu yana yaşanan politik sürecin
bir sonucu. Bu bağlamda 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından acilen T. Varlık Fonu’nun
kurulması ve ardından hepimize ait olması gereken varlıkların bu fona
devredilmesi tesadüf değil. Çünkü bu fon kurulan “yeni” rejimin tahkimindeki en önemli
finansman kaynaklarından birini oluşturuyor.(9)
Hiçbir kamu kurumu ya da otoritesi tarafından
denetlenemeyen ve bünyesinde kamu bankaları dâhil 20 kamu şirketini bulunduran
bu fonun net kârının, 2019'da bir önceki yıla göre yüzde 48,3 düşüşle 8,8 milyar
liraya, buna karşılık finans sektörü dışı toplam borcunun yüzde 46 artışla
284,2 milyar liraya yükselmiş olması (10) bu iddiayı kuvvetlendiriyor.
Politik
konsolidasyon ve mali konsolidasyon el ele
Keza T. Varlık Fonu’nun, altın başta olmak
üzere, 20’ye yakın madenin çıkartılması
ve işlenmesi ve tüm madencilik faaliyetlerini tekeline almak için Maden Holding
adı altında bir holding kuracak olması, bu bağlamda yılda 100 ton altın
çıkartmayı hedeflemesi(11) bu kurumun mevcut rejim için yeni kaynak yaratmak ve
bunu istediği gibi tahsis etmek anlamında çok önemli bir kurum olduğunu
gösteriyor.
Bir kez daha bu kurumun denetlenemez nitelikte olduğu
hatırlandığında, böyle bir denetim dışı bırakılma ile rejimin oligarşik karakteri
arasındaki güçlü bağ ortaya çıkıyor.
Aynı şekilde şu ana kadar 375 milyar liralık bir krediye
kefalet veren Kredi Garanti Fonu’nda (KGF) yapılan bir operasyonla yönetimde
ağırlığın Hazine temsilcilerine geçmiş olması da (12) son derece çarpıcıdır.
Son olarak, TÜİK gibi ülke ekonomisi ile ilgili
zaruri sosyal ve ekonomik verileri üretmekten sorumlu konumdaki bir kamu
kurumun güvenirliğini iyice yitirmesi ve Merkez Bankası gibi ülkede başta
faizler olmak üzere para politikasını belirlemek ve yürütmekten sorumlu
kuruluşun bütünüyle siyasal iktidarın yönlendirmesiyle kararlar alır bir duruma
geldiği gerçeği de dikkate alındığında 5018 Sayılı Kanunda yapılan bu
değişikliğin sıradan bir değişiklik olmadığını ve 2016 yılından bu yana tesis
edilen otokratik rejimin bir gereği olduğunu gösteriyor.
Tekçi
rejim
Kısaca artık, 18 yıl önce neo-liberal ve yeni neo-muhafazakâr
söylemlerle iktidar olan ancak bugün rejimi siyasal İslamcı ve mutlak otoriter
bir yapıya dönüştüren AKP hükümetlerinin o dönem en çok başvurdukları kavramlar
olan “Yönetişim” ve İleri Demokrasi kavramları da rafa kaldırılıyor. Rejim
fiili bir tek adam rejimine dönüşüyor.
Yönetişim, neo-liberal iktidarların özellikle de ilk
dönemlerinde sıkı sıkıya sarıldıkları ve çeşitli mekanizmalar aracılığıyla
başta işçi sınıfı olmak üzere diğer emekçi kesim ve kategorileri bölüşüm ve yeniden
bölüşüm ilişkilerinde etkisiz kılarak, bir bütün olarak toplumun geleceğini
sermaye sınıfının egemenliğine mutlak olarak teslim eden bir siyasal iktidar
modeli demek.
Bu kavram söylemde, yönetimi; devlet dışındaki
aktörleri de (sivil toplum örgütleri, şirketler, piyasalar vb) kapsayacak
şekilde, yani “birlikte yönetme”, “hükümet olmadan yönetme” anlamında tanımlıyor
ve demokrasi ile bağını katılımcılık, açıklık, şeffaflık gibi tamamlayıcı özellikler
ile kuruyor. Buna göre devlet “ kürek çekmeyen, dümen tutan” bir devlettir.(13)
Bugün artık bu içi boş, ancak kulağa da hoş gelen Yönetişim
kavramının dahi çok gerisinde bir yerdeyiz. Mevcut rejim, üzerindeki yönetişim ya
da söz de sivil ve çoğulcu örtüsünü arttı ve tekçi, tam merkeziyetçi ve mutlak
otoriter bir yapıya dönüştü.
Değişiklikler
devlet mali krizinin belirtileri
Diğer taraftan gerek borçlanma limitinin
artırılması, gerekse de bütçe yasasındaki son değişiklik bir süredir dillendirdiğimiz
“devletin mali krizinin” derinleşmekte olduğunu da gösteriyor.
Çünkü yılın ilk 7 ayında borçlanma limitini
tamamlamış olan siyasal iktidar, yakın geleceği de öngörerek, bu limiti iki katına çıkartmak zorunda kaldı.
Uluslararası finans kapitalin ve onun sözcüsü konumundaki IMF ve Dünya Bankası
gibi örgütlerin savundukları “mali kural”, “faiz dışı fazla”, “mali saydamlık”
gibi Yönetişimin alt kavramlarına bağlılığın hiçbir öneminin kalmadığı,
derindeki ihtiyaçların ve çatışmaların siyasal iktidarlara yön verdiği bir
dönemden geçiyoruz. Bundan böyle iktidarların davranışlarını pragmatizm ve
oportünizm gibi kavramlarla açıklamak daha doğru olacaktır.
Ancak pragmatizm ve sınıfsal çıkarlarını kollamak
anlamında fırsatçılık da çare olamayacak. Zira bu korku filminin henüz son
bölümüne gelmiş değiliz. Borç batağına sürüklenmekte olan Hazine’nin bunu nasıl
aşacağı bir sorun iken, bu durumun bir bütün olarak finansal sistem üzerinde ne
tür etkiler yaratacağı en az ilki kadar önemli bir diğer sorun.
Finansal
krize sürükleniyoruz
Henüz finansal krizi ve bunun biçimlerini
konuşmuyoruz. Oysa 2018 yılında ilki yaşanan döviz krizi bu yıl tekrar ortaya
çıktı. Bu süreçte Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin eritilmesi pahasına
atılan adımlar dövizin ateşini söndüremedi, liranın hızlı diğer kaybını
önleyemedi.
Bir de yükselen döviz kurunun iyice derinleştirdiği
dış borç krizi söz konusu. Bu krizin patlaması şimdilik, özellikle de enerji ve
inşaat alanında devletin yaptığı şirket kurtarmalarıyla ve bankaların
bilançolarında yapılan makyajlarla önlenmiş gibi görünüyor. Devletin dış borç
düzeyi ise henüz kırmızı çizgide değil.
Ancak özel sektörde kârların ve kârlılığın giderek
azaldığı, bu nedenle de özellikle döviz cinsinden borçların iyice artmasının
neden olacağı büyük iflaslar bankalar için çok büyük bir risk oluşturuyor.
Ayrıca yeniden artışa geçen faiz oranları,
Hazine’nin bir süre sonra piyasa yapıcı bankalara olan borçlarını geri ödemede
karşılaşabileceği sorunlar bu riski ciddi bir batış tehlikesiyle
sonuçlandırabilir. Çünkü eldeki devlet borçlanma senetlerinin değerlerinin
iyice düşmesi bankaların varlıklarının kötüleşmesine, bu da bilançolarının bozulmasına
ve giderek öz sermayelerinin erimesine neden olabilir.
Mevduat sahiplerinin ani biçimde bankalardan
paralarını çekmek istemeleri durumunda likidite sorunu da yaşayabilecek olan
bankaların bu durumu sistemik bir bankacılık kriziyle sonuçlanabilir. Böyle bir
durumda bankalar hem mevduat sahiplerine, hem de diğer alacaklılara ödeme
yapamaz duruma düşebilirler.
Distopya değil gerçek
Distopya gibi algılanacak bu öngörülerin yabana
atılmaması gerekiyor. Çünkü kapitalizm tarihinde özellikle geçtiğimiz yüzyılda
bunları yaşadık. 1970 yılından bu yana “İkiz Krizler” ve “Üçüz Krizler” adı
verilen çok sayıda finansal kriz yaşandı. Türkiye’deki en çarpıcı örnek ise
2001 krizi sonrasında 25 bankanın batmasıydı.
Bir IMF çalışmasına göre (14); dünyada 1970 - 2011 yılları
arasında toplam 147 bankacılık krizi yaşandı. Ülkelerin birçoğu birden fazla
kriz gördüler. Bu bankacılık krizleri döviz krizleri ve dış borç krizleriyle
birlikte yaşandı.
Bu bağlamda literatürde İkiz Kriz dendiğinde örneğin
bankacılık krizi ve döviz krizinin; döviz krizi ve dış borç krizinin ya da
bankacılık krizi ve dış borç krizinin bir arada görülmesi anlaşılıyor. Döviz
krizi, dış borç krizi ve bankacılık krizinin bir arada yaşandığı krizlere ise Üçüz
Kriz adı veriliyor. Üçüz Kriz şu ana kadar sadece 8 ülkede görülmüş olsa da, Korona
Salgını ile birlikte yeniden ortaya çıkması olasılığı çok yüksek
Sistemik bir bankacılık krizinin, döviz krizinin
patlak vermesinden sonraki 3 yıl içinde ortaya çıktığı da aynı çalışmanın bulguları
arasında yer alıyor. Döviz krizi ise bir ülkenin ulusal parasının ABD doları
karşısında yüzde 30 değer kaybetmesi ve önceki yıla göre bu değer kaybının 10
puandan fazla olması halinde ortaya çıkan bir kriz olarak tanımlanıyor.
Teknik
olarak ‘döviz krizi’ yaşıyoruz
Bu ölçüte göre Türkiye’deki durum şu: 1 Ocak 2019
tarihinde dolar 5,3 lira; 1 Ocak 2020’de 5,95 lira ve 10 Ekim 2020’de 7,87 lira
idi. Yani geçen yıl liranın dolar karşısındaki değer kaybı yüzde 13’e yakın, bu
yıl ise yüzde 32’nin üzerinde.
Özetle, Türkiye teknik olarak döviz krizi durumu
yaşıyor. Bunun dış borç krizi ve sistemik bir bankacılık krizine hangi
koşullarda dönüşebileceği, bu krizin diğer nedenlerinin neler olduğu, siyasal
iktidarın ve bankacılık sektörünün buna karşı hazırlıklı olup olmadığı gibi
hususlarsa daha sonraki yazıların konusu olacak.
Dip notlar:
(1) “Dolar:
Merkez Bankası TL'nin swap faizini artırdı, rekor kıran kur düşüşe geçti”, https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye
(9 Ekim 2020).
(2) 2/3113
Esas Numaralı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu ile Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi (9 Ekim 2020).
(3) 5018 Sayılı Kamu Mali Yönetimi ve
Kontrolü Kanunu (24 Aralık 2003).
(4) https://www.evrensel.net/haber/415606/sayistay-saptadi-devleti-soyuyor-borcunu-odemiyor
(4 Ekim 2020).
(5) https://www.internationalbudget.org/open-budget-survey
(2017).
(6)
KOÇ,
EAF, TÜSİAD, Merkezi Yönetim Bütçesi Takip Raporu III- 2018/I Bütçe Uygulama
Sonuçları.
(7) T.C. Sayıştay Başkanlığı, 2019 Yılı Faaliyet Genel Değerlendirme
Raporu (Eylül 2020), s. 16.
(8) Murat Ağırel, “Milyarlar havada uçuşuyor...
Altı milyar iki yüz on altı milyon TL”, https://www.yenicaggazetesi.com.tr
(10 Ekim 2020).
(9) “Yeni
Rejimin Siyasi ve Mali Ayağı Bağlamında Varlık Fonu Paneli”, KESK, (14
Nisan 2018), s. 80-81.
(10) https://www.sozcu.com.tr/2020/ekonomi/varlik-fonunun-kari-2019da-yuzde-483-dustu
(8 Ekim 2020).
(11) Hazal Ateş, “Maden Holding geliyor”, https://www.sabah.com.tr (5 Ekim 2020).
(12) https://www.dunya.com/finans/haberler/kgf-yonetimine-hazine-damgasi-haberi
(11 Eylül 2020).
(13) Sonay Bayramoğlu, Yönetişim Zihniyeti, İletişim Yayınları, 2005, s. 29.
(14) Luc
Laeven and Fabián Valencia, “Systemic Banking Crises Database: An Update”, IMF Working Paper 12/163 (June 2012).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder