“Yıldızın parladığı an”
Mustafa Durmuş
14 Kasım 2020
Yeni yayımlanan bir IMF çalışması (1) küresel çapta
olmak üzere, Korona Salgını sonrasında devletlerce gündeme getirilen fiziksel
mesafelenme kurallarına uyumun ve Salgın ile mücadele konusunda devletlere olan
güvenin giderek azaldığını gösteriyor.
Bu uyumsuzluk erkeklerde kadınlara nazaran daha
fazla görülüyor. Öyle ki, Haziran - Eylül ayları arasında; fiziksel mesafeye
uyum kadınlarda yüzde 75’ten yüzde 68’e, erkeklerde yüzde 67’den yüzde 62’ye
geriledi.
Erken
açılmanın sonuçları
Bu gelişmede kuşkusuz Haziran ayından bu yana
yaratılmış olan “normalleşiyoruz” algısının ve ‘erken açılma’nın payı çok
yüksek. Öyle ki insanlar hayatlarını sürdürebilmek için işlerine geri dönerken
fiziksel mesafe kuralları ile aralarında bir denge kurmaya çalışıyorlar.
Ancak bu dengede ibre fiziksel mesafenin giderek
kaybolmasıyla sonuçlanıyor. Zira özellikle de işçiler, kalabalık fabrikalarda,
işyerlerinde çalışmak ve işlerine gidip gelirken toplu taşım araçlarını ya da
kalabalık servis araçlarını kullanmak zorundalar.
Araştırma ayrıca Korona Salgını ile ilgili olarak,
özellikle de salgının çok hızlı ilerlediği ülkelerde, devletlere olan güvenin
giderek azaldığını gösteriyor. Kuşkusuz, bir yandan devlete olan güvendeki
azalma, diğer yandan fiziksel mesafelenme kurallarına uyumun azalması
önümüzdeki sürecin salgın anlamında çok daha ağır geçeceğinin bir işareti.
Araştırmanın bulgularını şöyle yorumlamak mümkün:
Sürü
bağışıklığı stratejisi uyumu ve güveni aşındırıyor
İlk olarak, siyasal iktidarların açık ya da örtülü
bir biçimde uygulamakta oldukları ‘sürü bağışıklığı stratejisi’nin bir sonucu
olarak fiziksel mesafe kuralına uyum azalıyor.
Yani kurallara uymamayı sadece insanların özensiz,
dikkatsiz, umursamaz tutum ve davranışlarında değil, asıl olarak da
hükümetlerin uyguladıkları bu stratejide aramak daha doğru olur. Zira bu
strateji altında insanlar sokağa daha fazla çıkıyor, mobilizasyon ve fiziksel yakınlaşma
artıyor.
Salgın
kötüye kullanılıyor
İkinci olarak insanlar, haklı olarak, salgın
yüzünden uygulanan kısıtlamalardan sıkılmaya, bıkmaya başladılar, özgür olmak
istiyorlar. Üstelik iktidarlar bu durumu fırsata çevirip insanları evde tutarak
otoriterleşme adımlarını sıklaştırıyorlar.
Üçüncü olarak, yaratılan bilgi kirliliği ve bilim
dışı fikirler yüzünden insanlar Salgının ne kadar tehlikeli olduğunu tam olarak
kavrayamıyorlar.
Dördüncü olarak, iktidarlar Salgınla mücadelede, bir
iki ülke örneği istisnası dışında (Yeni Zelanda gibi), genelde başarısız kaldıkları
gibi, eşitlikçi olmayan ve fırsatçı tutumları nedeniyle de toplum nezdinde
güvenlerini iyice yitirmeye başladılar. Bu yüzden de insanlar iktidarların
aldıkları önlemler doğru dahi olsa uygulamak istemiyorlar.
Bu sonuçlar hatırı sayılır bir süre daha Salgının
hayatlarımızı belirlemeye devam edeceğini gösteriyor. Çünkü bir yandan, sağlık
alt yapısı çok zayıf, diğer yandan devletlerin Salgına ve onun derinleştirdiği
ekonomik ve sosyal krize karşı yanıtları, çözümleri yetersiz, üstelik bu çözümler
adil de değil. Bu durum sorunları daha da ağırlaştırıyor.
Toplumsal dayanışma ağları hakiki seçenek
Bu araştırmanın önümüze koyduğu en önemli sonuçsa (bizce)
şu:
Halkın ister liberal demokratik, isterse daha
otoriter devletlere ve hükümetlere olan güveni giderek aşınıyor. Derinleşen ekonomik sorunlar da eklendiğinde,
bu durum, başka bir seçenek ortaya konulmadığında, insanların bir süre sonra
faşizm gibi çok daha sert ve otoriter, totaliter devlet biçimlerine olan
desteğinin artmasıyla sonuçlanabilir. Böyle olası bir gelişmenin tüm insanlık
için 20.Yüzyıldaki örneklerinden çok daha ağır sonuçlar doğuracağı açık.
Diğer yandan umutsuzluğa kapılmaya da gerek yok. Çünkü
bu Salgın halkların, toplumun kendi iç dayanışmasını oluşturabileceğini, var olanı
daha güçlendirebileceğini, yeni dayanışma yöntemleri ve yolları
yaratabileceğini de gösterdi.
Umudu; halkların sorunlarına ilgisiz kalan, sırt
çeviren, fırsatçı davranan iktidarlara, yönetimlere karşı, hem Salgınla, hem de
beraberinde getirdiği ekonomik ve sosyal sorunlarla baş edebilecek nitelikteki toplumsal
dayanışma ağlarını kurarak yükseltebiliriz.
Umutlu
olmamız için geçerli nedenlerimiz var
Korona Salgınının da
daha net bir biçimde gösterdiği gibi “toplum diye bir şey var”. Farklı
oranlarda ve biçimlerde etkilenmiş olsak da, Salgın hepimizin ortak sorunu.
Bu bağlamda, “bencil
birey” ve “rekabet” gibi kavramların sadece sermayenin düzenine hizmet eden
ideolojik kavramlar olduğunu emekçiler başta olmak üzere tüm toplum nezdinde
teşhir edebilir ve bunun karşısında toplumsal dayanışmayı koyabiliriz.
Ayrıca neo-liberalizm
sadece maddi kurumlarıyla değil, ekonomi politik ideolojisiyle de iflas etmiş, kapitalist
ekonomiler Salgın ile birlikte çöküşün eşiğine gelmiş durumda. Bu da insanların
en az 300 yıldır var olan bir sistemi en azından ciddi olarak sorgulaması ile
sonuçlanabilir ki antikapitalist mücadele bunun üzerinden daha da yükseltilebilir.
Keza bu Salgınla
birlikte devletlerin, hükümetlerin böyle büyük salgınlar altında dahi, toplumun
ihtiyaçlarına sırt çevirip belli sınıf ve yapılara hizmet ettiği, aşırı merkeziyetçi-otoriter
yönetimlerin olduğu kadar, liberal temsili demokrasilerin de salgınları iyi
yönetemediği gerçeği ile yüzleşiyoruz. Bu da toplumun devlete ilişkin bakışını sorgulamasıyla
sonuçlanabilir.
Bu gerçek de
bizlere; normal zamanlarda olduğu kadar, böyle olağanüstü zamanlarda da,
yerinden yönetim ve doğrudan- yerelleşmiş demokrasi anlayışının ve buna uygun
toplumsal örgütlenme biçimlerinin hem ekonomik olarak etkin, hem de sosyal adaletçi
olabildiğini kanıtlamak ve bu fikriyatı en geniş kitlelerle tanıştırmak
imkânını sunuyor.
Ne abartılmış kötümserlik, ne de abartılmış
iyimserlik
Ne abartılmış
kötümserlik, ne de abartılmış iyimserlik içine düşmeyelim. Aşırı kötümser analizler
bizi pasifizme, aşırı iyimser analizlerse maceracılığa götürür ki bu da uzun
vadede hayal kırıklığı ve ardından da pasifizm ile sonuçlanır.
Özcesi, Salgın “yeni
bir ekonomi”, “yeni bir toplum”, “yeni bir demokrasi” anlayışını ve bu
fikriyatı toplumsallaştırıp, politikleştirecek olan kolektif özneyi ve siyasal
iradeyi gerçek anlamda var etme, canlandırma sorumluluğunu önümüze koyuyor. Geç
olmadan gereğini yapalım. Bunu yaptığımızda bu bizim yıldızımızın parladığı an
(2) olacaktır.
Dip notlar:
(1 (1) https://blogs.imf.org/2020/11/12/together-again-physical-distancing-on-the-decline.
(2 (2) Stefan
Zweig, Yıldızın Parladığı Anlar, Everest Yayınevi, 2014: Zweig kitabını
tanıtırken şunları yazar: “Çağları aşan bir kararın bir tek takvime, bir tek
saate, çoğu kez de yalnızca bir tek dakikaya sıkıştırıldığı trajik ve yazgıyı
belirleyici anlara, bireylerin yaşamında ve tarihin akışı içinde çok ender
rastlanır. Ben böyle anları İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar diye
adlandırdım; çünkü onlar, tıpkı yıldızlar gibi, hiç değişmeden geçmişin
karanlığına ışık tutmaktadırlar. İşte bu kitabımla, değişik zamanlara, değişik
bölgelere ait kimi önemli anları, İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar’ı
anımsatmaya çalıştım”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder