Devlet
büyürken, kamusallık hızla tasfiye ediliyor
Mustafa
Durmuş
12 Nisan 2021
Belediyelere kayyım atamaları, lebaleb doldurulan
iktidar partisi kongreleri, İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilme, devlet
memuru olacaklara ilişkin derinleştirilmiş yeni güvenlik soruşturması
zorunluluğu, 6 milyon yurttaşın oyunu alan HDP’nin kapatılması istemi, Ömer
Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesi, ortaokul ve liselerde yüz yüze
eğitimlerin hala başlatılamaması ve üniversitelerin kapalı tutulması, buna karşılık
Boğaziçi üniversitesinin fiilen polis tarafından abluka altına alınması, Siyasal İslamcı cemaatlerin önde gelenlerinin
çocuklarının düğünlerinin Salgınla ilgili açıklanan önlemlerden muaf bir
biçimde kısıtsız yapılması, iktidar partisine yakın olanların cenaze
törenlerindeki ürkütücü kalabalık görüntüleri, bugünlerde Meclise getirilen Turizm
Teşvik Yasa Teklifi ve dikkatimizden kaçan daha birçok şey ülkede kamusallığın
tasfiyesinin hızlanarak sürdüğünü gösteriyor.
Çünkü politik alan sadece iktidar partilerinin
faaliyetleriyle sınırlandırılıyor ve muhalefet partileri ve vekilleri fiilen bu
alanın dışına itiliyor. İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilmekle kadınlar
kamusal alanın dışına tutulup evlerine tıkılıyor. HDP kapatılarak Kürtler
kamusal alandan dışlanıyor. Yeni güvenlik soruşturması kanunu teklifi ile iktidar
blokunun muhalifi olarak değerlendirilenler, rejimin makbul görmediği gençler, artık
devlet memuru olamayacak, böylece bu alanın dışına kalacaklar.
Salgınla ilgili olarak yeterince önlem alınmadığı
için bir türlü yüz yüze öğretime açılamayan liseler ve üniversitelerdeki
gençler de kamusal alanının dışında kaldılar.
Sıradan insanlara düğün ve cenaze törenleriyle
ilgili ciddi kısıtlamalar getirilirken, Siyasal İslamcı figürlerin fiilen bu
yasaklardan muaf tutulmaları da kamusal alanın artık İslamcı figürlerle
doldurulmakta olduğunun bariz göstergeleri.
Son olarak, Turizm Teşvik Yasa Teklifi ile ülkenin
tarihsel ve kültürel değerleri yok edilebilecek, ormanları, kıyıları ranta ve
yapılaşmaya daha fazla açılabilecek, mera ve yaylaları köylünün elinden alınabilecek.
(1)
Bu gelişmelerin ışığında demokrasi güçlerinin kamu
ve kamusallık konusunu bir kez daha masaya yatırması gerekiyor. Bunun için de,
öncelikle kamu ve kamusallık olgusunun daha net bir bilince çıkartılması ve
bununla ilgili tartışmaların sürdürülmesi zorunlu.
Kamu
ve kamusallık nedir?
Siyaset bilimi kamuyu; “herkese açık, bütün topluma ait, özel ya da
kişisel olmayan, aile ya da piyasa olmayan” biçiminde tanımlıyor. Kamu aynı
zamanda; kolektivizm, kolektif mülkiyet, kolektif dayanışma, kamusal eylemlilik
alanı, halk (insan grubu), kamusal alan (mekân, yer) demek. Keza kamu denilince
akla kamusal hizmetler (ve bunu sunan kurumlar), yurttaşlık hak ve sorumluluğu
ve politik temsil alanı da geliyor.
Kamu ile özel arasındaki ayırımdaki en temel ölçüt ise “kamusal yararın
varlığı”. Kabaca, bir işte kamusal yarar söz konusu ise yapılan o iş kamusal bir
iştir denilebilir.
Kamu ve kamusallık kavramları asıl olarak ulus devlet ile ortaya çıkan
kavramlar. Öyle ki bu kavramlar geçtiğimiz yüzyılda ulus devlet ile üç düzlemde
ilişkilendiriliyor. Sırasıyla (2):
(i) Kamu, vatandaş, halk, ulus
olarak tanımlanıyor.
Kolektif kimlik ve kolektif mülkiyeti esas alan bu kavramsallaştırma
altında, kamusal mal ve hizmetlerin vergileme yoluyla finansmana dayalı olarak sunumu
meşru bir biçimde mümkün olabiliyor. Bu bağlamda kamusal mal ve hizmetlerin
kamusallığının en güzel örneği kuşkusuz Covid-19 Salgınına karşı tüm insanların
ücretsiz olarak ve ayrımcılık yapılmadan aşılanmasını sağlayabilecek
nitelikteki bir kamusal sağlık hizmetidir.
(ii) Kamu, kamu sektörü, devlet,
olarak tanımlanıyor.
Bu kavramlaştırma altında kamu sektörü ve devlet özdeşleştiriliyor ve
devlet aygıtı kolektif kamusal çıkarların bir savunucusu olarak betimleniyor.
(iii) Kamu, bireysel hak özgürlükler, yasal ve demokratik değerler, kamusal
alan olarak tanımlanıyor.
Bu tanımlamaya göre ise; kamusal alan özel inançlardan ve çıkarlardan ve
piyasanın ticarileşmiş ilişkilerinden açıkça farklılaşmış seküler bir alan
olarak görülüyor. Bunun tipik örneği devletlerin din ya da mezhebinin olmamasıdır.
Kamusallık, daha sık görülen bir biçimde, ‘kamusal alan’ olarak da
tanımlanıyor. Fiziki bir alan olarak tanımlanan kamusallığın tasfiyesinin bazı
örnekleri ise şunlar: Kamusal mekânların ticarileşmesi, metalaşması, neo-liberal
kentleşme ve yaygın tüketimcilik (AVM’ler örneğindeki gibi), ormanların,
toprakların, su kaynaklarının özelleştirilmesi, güvenlik kameralarıyla ya da
insansız hava araçlarıyla halka ait alanların sürekli olarak izlenmesi, halka
açık parkların kapatılarak ya da kolluk güçlerince işgal edilerek halkın kamusal
alandan fiilen dışlanması, toplulukların parçalanması.
Kamusallık konusundaki önemli bilimsel başvuru kaynaklarından birisi olan
J. Habermas kamusal alanın görünürlüğüne özel bir önem atfeder.(3) Ancak
kamusallık kamu/özel dikotomisine (keskin ayrıştırma) tabi kılındığında
görünürlükle ilgili sorunların doğması kaçınılmaz hale gelir.
Çünkü böyle bir dikotomi bizim kamuyu “görünürlük” ile özdeş bir biçimde
algılamamıza yol açabilir. Böylece görünür olan her şeyin kamusal olduğu gibi
bir yanılsamaya kapılabiliriz. Örnek olarak, son zamanlarda Siyasal İslamcı
figürlerin kamusal alanda daha çok görünür olması, gerçek bir kamusallığın
varlığını kanıtlamaz, tam tersine kamusal alanın bir başka şey ile ikame
edildiğini gösterir. Bu nedenle de kamu sadece görünür değil, halk tarafından gerçek
anlamda ve özgürce dokunulabilir, hissedilebilir olmalıdır.
Kamu “devlet” demek değildir
Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, Türkiye'de de kamunun, genelde devlet ile birebir aynı olduğuna
inanılıyor. Bu inanışta kuşkusuz devleti “sınıflar üstü” ya da “herkese ait” bir organ olarak sunan
ideolojilerin etkisi çok büyük.
Oysa bu iki kavram aynı değil. Devlet ile kamu kavramlarının
ayrıştırılması ise hem tekçi-devletçi düşüncenin aşılması, hem de sosyalist bir
kamusallığın kurulması bakımından çok önemli. Bu bağlamda özelleştirmelere
karşı yeniden devletleştirmeler sosyalist bir çözüm olamaz, bunların
toplumsallaştırılmasını savunmak gerçek bir ilerici yaklaşımdır.
Korporatizm tehlikesi!
Ayrıca böyle bir özdeşliğin yol açtığı ciddi bir tehlike daha söz konusudur:
Korporatizm. Çünkü kamu-devlet özdeşleştirmesi, korporatist yapılanmaların meşrulaştırılmasına
hizmet eder.
Korporatizm, Birinci Paylaşım Savaşı sonrasında, Avrupa’da işçi sınıfının
sendikal örgütlenmeye ve sosyalizme doğru büyük çapta yöneliminin söz konusu olduğu
bir dönemde, burjuvazinin bunu önleyebilmek için gündeme getirdiği bir çözüm.
Öyle ki korporatizm, özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasına gerek kalmaksızın
sosyal adaletin sağlanabileceği, işçilerin çıkarlarının böyle bir yapılanma
altında korunabileceği propagandasına dayalı olarak kitlelere benimsetildi.
Oysa uygulamada tam tersi sonuçlar ortaya çıktı. İtalya’da 1922–1945 faşist
Mussolini döneminde “Ulusal Korporatizm”, Almanya’da 1933–1945 faşist Hitler
döneminde “Nasyonal Sosyalizm”, İspanya’da 1936–1973 faşist Franco döneminde
“Ulusal Sendikalizm”, 1932–1968 faşist Salazar
döneminde Portekiz’de ve 1933–1945 faşist Vargas döneminde Brezilya’da “Yeni
Devlet” adları altında gündeme getirilen korporatist uygulamaların sonucunda emek
ile sermaye arasındaki sınıf mücadelesi, sermayeden yana sonuçlar üretmek üzere
sönümlendirildi. (4)
Korporatist devlet örgütlenmesi altında toplum ve ekonomi “korporasyon”
olarak adlandırılan çıkar gruplarının varlığına göre örgütlendi ve ortaya çıkan
her hangi bir sorun (örneğin işçi ücreti tartışmaları) bu grupların
temsilcileri arasında yapılacak müzakereler aracılığıyla çözümlendi. Böylece normalde
serbest piyasacı sistemde rekabet ile çözümlenen sorunlar bu yapılanma altında
devletin doğrudan müdahalesiyle yürütülen sözde bir toplu pazarlık yöntemi ile ortadan
kaldırıldı.
Emek ve sermaye örgütleri eşit temsil ediliyormuş görüntüsü verilse de,
uygulamada müzakereler en geniş yetkilerle donatılmış sermaye dostu liderin ya
da diktatörün isteklerine göre sonuçlandırıldı. İşçi sınıfının her türden örgütlenmesi,
sendikalar etkisiz hale getirildi, işçilerin hak mücadeleleri fiilen ortadan
kaldırıldı.
Örnek olarak, 1 Mayıs
1933 tarihinde Almanya’da Naziler 1 Mayıs’ı resmi tatil ilan ettiler, ancak sadece
11 gün sonra sendikaların mülkleri devletleştirildi, sendikaların yerini ‘Alman
Emek Cephesi’ aldı.(5) 1935 yılında
Nazi rejimi zorunlu işçi karnesi sistemine geçti. Bu karnenin bir kopyası
işverende, diğeri bakanlıkta tutuluyor ve uçak ve metal sanayi gibi askeri
sanayilerden işçilerin işlerinden ayrılması yasaklanıyordu.(6) 1936
yılında savaş üretim sanayilerinde çalışma saatleri haftalık 70 saate
çıkartıldı. 1925 yılında İtalya’da sadece faşist sendikaların müzakere
haklarının olduğu ilan edildi. Almanya’da faşizm döneminde nominal ücretler
değişmedi, hatta azaldı. 1932’de 100 olan reel ücret endeksi 1936’da 94,5’e,
1939’da 94,0’e ve 1944’te 85,5’e düştü.(7)
Burjuva
kamusallığı
Her ne kadar bugün
üzerinde konuştuğumuz kamusallık Habermas tarafından ortaya atılmış olan
burjuva kamusallığı olsa da, öncesinde de birçok düşünür tarafından bu konunun
ele alındığı biliniyor.
Örneğin, Aristo’ya için kamusal alanda yer almanın
koşulu leksis (akla dayalı konuşma) ve praksistir (eylem). Bu aynı zamanda
siyasete katılmanın da gereğidir. Kamusal alan olmaksızın sözün de eylemin de
bir anlamı yoktur.
Marx, kamusal alanı toplumsal perspektiften ele alırken, toplumsal alanın
kamusal bir nitelik kazanması gerekliliğini ifade eder: Devletin bizzat
kendisinin politik hale gelmiş bir toplum tarafından geri alınmasından söz
eder. Bu, bugünkü retorikle; “politik olan toplumsallaşması, toplumsal olan
politikleşmesi” olarak özetlenebilir.
20’inci yüzyılda Fraser, Bauman, Kluge gibi filozoflar kamusal alanın
toplumsal olarak genişletilmesi gerektiğini ileri sürerken; Foucault, Agamben
ve Arendt bu kavramı biyo politik
bağlamında tartıştılar. (8)
Habermas ise kamusallığı tarihsel ve normatif bir kategori ve rasyonel
iletişime dayalı olarak ele aldı. Burjuva kamusallığını ve onun 1960’lı
yıllardaki sosyal devlete doğru olan dönüşümünü tartıştı. Ona göre kamusallığın
öncülleri 18’inci yüzyıl sonlarında Almanya’daki okuma toplulukları, aydınlanma
cemiyetleri, eğitim birlikleri, mason örgütleri gibi burjuvaların kendileriyle
sınırlı tuttukları eşitlikçi, katılımcı ve karar almada çoğunluk kuralını ilk
kez hayat geçiren kamusal topluluklardı.
Bu anlamda kamusallık, burjuva özgürlüklerini güvence altına alan kamu
erki ile özel hukuka göre örgütlenmiş iktisadi toplum arasındaki ilişkinin
kamu/devlet hukuku tarafından tesis edilmesidir.
Ancak Habermas'ın kamusallık anlayışı;
burjuva kamusal alanını idealleştirdiği, burjuva kamusal alanının yanı
sıra, ona muhalif bir plebyen kamusal alanının eşzamanlı olarak gelişiminin
önemini ihmal ettiği, kamusal alanı devletten ve piyasadan, ekonomiden ve ev
yaşamından ayrı bir alan olarak kabul ettiği ve praksise yeterli vurguyu
yapmadığı için eleştiriliyor.
Sosyal devletin
tasfiyesi kamusallığın da tasfiyesine yol açtı
İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında Avrupa’da gündeme gelen sosyal devlet
uygulamaları kabaca üç biçimde gerçekleşmişti: Ekonomiye yapılan düzeltici
müdahaleler ve sermaye kontrolleri, yaygın
sosyal yardımlar ve güçlü-örgütlü işçi sınıfının varlığı.
Sermaye kontrolü ve ekonomiye yapılan müdahaleler kapsamında dış
ticarette korumacılık, yatırımların devlet düzenlemesine tabi tutulması,
sermaye kontrolleri, sabit döviz kuru sistemi; emek alanı ile ilgili olanlarsa
emek koruyucu mevzuat ve kapsamlı kamu sektörüne sahip olmak sayılabilir.
Bu dönemde nicelik ve niteliği iyice artan kamusal mal ya da hizmet
üretiminin, kamusal sigorta sisteminin ve kamu kolaylıklarının kapitalist piyasaların
neden olduğu başarısızlıkların ortadan kaldırılmasına yönelik olarak kullanıldığı
gerçeğinin de altını çizmek gerekiyor.
Ayrıca, sosyal refah devletleri; bir yanıyla emek – sermaye uzlaşmasının bir
ürünü iken, diğer yanıyla örgütlü emek mücadelelerinin bir sonucuydu. Yani işçi
sınıfının verdiği mücadeleler burjuva kamusallığının alanının genişletilip
emekçi sınıf ve katmanların da bu alanın içinde (geçici de olsa) yer almasını
sağladı.
Bugün kamusallığın korunması ile ilgili olarak verilen mücadeleleri de bu
kapsamda, yani kazanılmış hakları korumaya, mevzileri terk etmemeye dönük haklı
mücadeleler olarak tanımlamak çok daha doğru olur.
Neo-liberalizm
kamusallığın tasfiyesinin başlangıcı oldu
1980 sonrasında hızlanan küreselleşme, finansallaşma ve neo-liberalizm,
buna karşılık reel sosyalizmin çöküşü sermayenin hegemonyasının yeniden ve daha
güçlü bir biçimde kurulmasını sağladı. Bu gelişme kamusallığın giderek tasfiye
edilmesiyle sonuçlandı.
Bu dönemde sınıfsal güç
dengelerinde ve kapitalist devlet anlayışında önemli değişiklikler meydana
geldi. Bu gelişmeler sosyal devletlerin günümüzde içine girdikleri paradigma
değişikliğinin ve beraberindeki kamusallık anlayışındaki değişimin ve
kamusallığın tasfiyesinin arka planını oluşturuyor.
Öyle ki, 1980 öncesinde
kapitalizme damgasını vuran olgular olan Fordizm ve Keynesyenizm işçi sınıfını
ve genel olarak vatandaşları kapitalizmin aşırılıklarından koruyan bir çeşit
“Toplumsal Anlaşma” iken, neo-liberalizm dünya çapındaki politik ekonomiyi
giderek daha fazla hâkim sınıf ya da ulusların emrine sokacak şekilde
şekillendiren ideoloji ve /veya açgözlülükle güçlendirilmiş bir topyekûn
saldırının, savaşın hikâyesi olarak karşımıza çıktı.
Neo-liberal dönemin ise
en belirgin dört özelliğinin olduğunu görüyoruz: (i) Kamunun küçültülmesi ve kamusal
mal ve hizmetlerin metalaştırılması (özelleştirmeler), (ii) her türlü emtiayı bir spekülasyon
aracına dönüştüren hızlı bir finansallaşma,
(iii) her türlü doğal, sosyal ve reel felaketin ve krizin kapitalist
sınıf için ve onun tarafından manipülasyonu ve (iv) servetin üst sınıflar
lehine ve bölüştürülmesinde devletin açık ve pervasız bir biçimde bir araç
olarak kullanılması.(9)
Neo liberalizm ile
birlikte geleneksel sermaye birikimi yöntemlerine ilave olarak ayrıca, sağlık
ve eğitim gibi kamusal hizmetlere ve su, orman, toprak gibi doğal varlıklara el
koyma biçiminde çağdaş bir “ilkel birikim modeli” de yoğun bir biçimde kullanıldı.
Örnek olarak, Türkiye’de
2004’ten bu yana sayıları toplamda 1609’u bulan “acele kamulaştırma kararı” (10)
ile ilkel sermaye birikimi yöntemlerini andıran yeni “çitlemeler” ya da el
koymalar bir yandan köylülerin topraklarından atılmaları, işsiz kalmaları ve
yoksullaşmalarıyla sonuçlanırken, diğer
yandan kamusallığın tasfiyesinde en etkili yöntem oldu.
‘Yönetişim
modeli’ kamusallığı aşındırdı
1990’lardan 2010’lara kadar gündemde olan ve devlet yönetimini;
devlet dışındaki aktörleri de (sivil toplum örgütleri, şirketler, piyasalar gibi)
kapsayacak şekilde, yani “birlikte yönetme”, “hükümet olmadan yönetme”
anlamında tanımlayan neo-liberal yönetişim
anlayışı da kamusallığa büyük zarar verdi.
Çünkü ‘yönetişim’ altında kamusal hizmetlerin amaçlarında, yapılarında,
işlevlerinde, biçim ve kullanıcılarında önemli değişim ve dönüşümler sağlandı.
Bu değişim, kamusallığı, sırasıyla; kamu/özel ayrımını belirsizleştirerek,
kamunun sosyoekonomik rolünü, hizmeti kullananların bileşimini daraltarak,
hesap verilebilirliği azaltarak ve kamuya duyulan güveni sarsarak azalttı. (11)
Ayrıca kamusal hesap verilebilirliğin (bütçe hakkı ve diğer parlamenter
demokrasideki standart normlar) giderek ortadan kalkması kamusallığın
tasfiyesinin bir yolu oldu.
Piyasa İslamı- siyasal
İslam kamusallığı tasfiye ediyor
Tüm bu faktörlere ilave olarak, Türkiye’de kamusallığın tasfiye
edilmesini sağlayan bir önemli faktör de dinsel alanda ortaya çıkan gelişmeler
oldu. Öyle ki son yıllarda kamusal alandaki görünürlüğü hızla artan dinsel
pratiklerin ve simgelerin kamusallığı tasfiye ettiğine tanık oluyoruz. Bu
gelişme özellikle son 19 yıldır Türkiye’de neo-liberalizmin muhafazakârlık (ve
ardından milliyetçilik) ve din kurumu ve Siyasal İslamcı cemaatlerle yaptığı
ittifakın bir sonucu.
Böyle bir strateji altında dinsel referans geleneksel İslami bir duruştan
öte bir kamu karşıtlığından besleniyor. Dinsel lügatin zekât, sadaka, vakıf
gibi temel kavramları yeni sosyal politika araçları olarak refah devletine
alternatif olarak, bir sivil toplum projesi biçiminde sunuluyor. Böylece özel
sektörle işbirliği halinde dini cemaatler kamunun elini çektiği alanlara
yerleşiyor. Küçülen kamunun yerine “özerk ve vicdanlı-ahlaklı” sivil toplum
ikame ediliyor. Hayırseverlik, piyasa ve inanca dayalı bir ahlakçılık yeniden bölüşüm
konusunda sosyal hak kavramının yerini alıyor. (12)
2015 yılından bu yana Piyasa İslam’ı yerini Siyasal İslam’a bırakınca
kamusallık bir bütün olarak tasfiye edilirken, yerini yıllık bütçesi (ve
kadroları) çok sayıda bakanlığın bütçelerinin toplamından fazla olan Diyanet
İşleri Başkanlığı öncülüğünde ve Siyasal İslamcı tarikatlar ve cemaatlerin
devlet aygıtıyla bütünleştiği bir yeni yapı aldı. Böylece kamusallık bütünüyle
tasfiye edilirken devlet aygıtı büyütüldü, güçlendirildi.
Covid-19
salgını sonrası nekro-kapitalizm
Günümüz kapitalizmini
(özellikle de Covid-19 Salgını sonrasında) neo-liberalizm sözcüğü ile
tanımlamak yeterli değil. Çünkü kapitalizmin, daha önce eşi benzeri görülmemiş
bir biçimde ırkçı, mafyatik, yolsuzluklara bulaşmış, ahbap-çavuş-akrabacı, hak
hukuk tanımayan, militarize olmuş,
savaşçı, rövanşist, mutlak otoriter yönleri artık belirleyici bir hal almaya
başladı. Dünyanın birçok ülkesinde ortaya çıkan bazı politik liderler ise bu
kapitalizmin politik figürlerini oluşturuyor. (13)
Nekro-kapitalizm olarak
tanımlanabilecek bu yeni dönemde devlette; mutlak otoriter, büyük sermaye
dostu, emek ve doğa karşıtı, militarist, tekçi, ırkçı, cinsiyetçi (erkek
egemen), farklı uluslara ve kimliklere karşı ayrımcı ve ötekileştirici
eğilimler hâkim olmaya başladı.
Ekonomik alt yapıda
ise, her türlü kararın ve uygulamanın mutlak bir biçimde özel piyasalara ve yandaş
büyük sermayeye, onun işbirliği içinde bulunduğu uluslararası finans kapitale
bırakıldığı, askeri-sanayi karması sektörün giderek başat hale gelmeye
başladığı bir süreç yaşanıyor.
Devlet, ekonomi ve
toplumda ortaya çıkan ve insanı ve doğayı yaşatmak yerine onu yok etmeye dönük
böyle gelişmeler kamusallığın tabutuna çakılan son çivi olarak tarihe
geçecektir.
Türkiye’de
iktidar bloku vites yükseltiyor
İktidar blokunun
hegemonyasının bir süredir hızlı bir inişe geçtiği inkâr edilemez bir gerçek.
2017 yılından bu yana kurulan “tekçi rejim” ile güçler ayrılığı ortadan
kaldırılıp, yasama ve yargı yürütme organının kontrolüne sokularak yönetsel kriz
(geçici olarak) aşılmış gibi görünse de, bu durum sürdürülebilir olmadığı gibi,
iktidar bloku ideolojik olarak hegemonyasını da sağlayabilmiş değil. Toplumun
en az yüzde 60’ının iktidarın yaptıklarını onaylamaması bunun en önemli kanıtı.
Üstelik böyle bir siyasal ve ideolojik hegemonya kaybı Covid-19 Salgını ile
iyice derinleşen ekonomik krizle daha da arttı, bu da iktidar bloku açısından
kan kaybını hızlandırdı.
Bu gelişmeler
karşısında, adeta bir Amok Koşucusu gibi, iktidar bloku ve üzerine oturduğu
rejim daha da sertleşmeyi seçti. Bu yönde olmak üzere, öncelikle kendi iç
ittifakını ve tabanını tahkim etmeye dönük adımlarını sürdürüyor. Böylece,
uzunca bir süredir adeta düşmanlaştırılan muhalefetteki politik unsurların
üzerine daha da sert bir biçimde gidiyor.
Bu durum devlet
aygıtının çok daha güçlendirilirken, İstanbul Sözleşmesi ve HDP’nin kapatılması
için açılan dava örneklerinden de görüleceği üzere, kamusallığın bütünüyle
tasfiye edilmesi ve emeğin iyice zayıflatılmasıyla sonuçlanacaktır.
‘Müşterekler’
ve kamusallık
Emek, demokrasi ve
özgürlük güçleri dünyada ve ülkede yaşanan ve kamusallığın bütünüyle tasfiyesiyle
sonuçlanmasına neden olabilecek bu gelişmelere kayıtsız kalamaz. Bu nedenle de
öncelikle kamusallığın, kamusal alanların, kamusal mal ve hizmetlerin
savunulması, bu yönde mücadelenin yükseltilmesi gerekiyor.
Diğer taraftan,
devletin günümüzde dünyada ve ülkede yaşamakta olduğu dönüşümün de dikkatli bir
biçimde okunarak, kamusallığın devlet alanı dışındaki alanlarda da yaratılması
gereği üzerine kafa yorulması gerekiyor.
Bu noktada “kamusal mal
ya da hizmet” kavramlarına alternatif olarak “müşterekler” kavramını kullanmak söz
konusu olabilir. Bu kavramsallaştırma altında örneğin sağlık ve eğitim hizmeti sadece
devletin sorumluluğunda ve örgütlemesi altında olmaktan ziyade, hepimize ait
müşterek alanlar olarak tanımlanıp, yerelden örgütlemeler dâhil olmak üzere alternatif
örgütleme ve buna yönelik alternatif finansman biçimlerini tartışmaya
açabiliriz.
Dip notlar:
(1) https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kaboglu-turizm-tesvik-yasa-teklifiyle-ilgili-uyarida-bulundu
(5 Nisan 2021).
(2) Newman,
Janet ve Clarke, John Publics, Politics
and Power: Remaking the Public in Public Services, Sage: London, 2009, (Bölüm 2–8).
(3) Jürgen
Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, İletişim Yayınları 438, İstanbul,
1997.
(4)
http://www.sjsu.edu/faculty/watkins/corporatism.htm.
(5) The reaction, https://libcom.org/library/reaction (19 June 2011).
(6) James Heartfield, World war as class war. https://libcom.org (10 April 2016).
(7) Gerhard Bry (assisted by Charlotte Boschan),
Wages in Germany, 1871-1945, Princeton University Press, http://www.nber.org/books/bry_60-1, 1960, s. 262.
(8) Nazile
Kalaycı, Kamusal Alan Kavramı Üzerine
Bir İnceleme: Aristoteles-Marx-Habermas, Hacettepe Üniversitesi SBE Felsefe
Ana Bilim Dalı, Doktora Tezi, Ankara 2007.
(9)
Sherry Ortner, “Klein, Harvey, Inside
Job" and Neoliberalism, Anthropology of This Century”, May 2011, Mandel,
Harvey ve Lashand Urry’den aktaran http://brechtforum.org (11 Nisan 2016).
(10)
https://artigercek.com/haberler/acele-kamulastirma-adi-altinda-1609-el-koyma-karari-halkin-arazisi-sirketlere-bedava-veriliyor(1
Ekim 2020).
(11)
M. Shamsul Hague, “The Diminishing Publicness
of Public Service Under the Current Mode
of Governance”, Public Administration Review, (January/February 2001), Vol. 61,
No.1, profile.nus.edu.sg/fass/polhaque/par-public.pdf(11
Nisan 2016).
(12)
Patric Haenni, Piyasa İslamı- İslam Suretinde Neo liberalizm, (çeviren Levent
Ünsaldı), Özgür Üniversite Kitaplığı, 2011, s. 118-125.
(13)
Mark LeVine, “From neoliberalism to
necrocapitalism in 20 years”,https://www.aljazeera.com/indepth/opinion/neoliberalism-necrocapitalism-20-years
(15 Temmuz 2020).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder