28 Mart 2021 Pazar

‘Güven, istikrar’ ve ‘şahlanan’ Türkiye ekonomisinin teknoloji ve sanayi temeli

 

‘Güven, istikrar’ ve ‘şahlanan’ Türkiye ekonomisinin teknoloji ve sanayi temeli

Mustafa Durmuş

28 Mart 2021

Sloganı "Türkiye için güven ve istikrar" olan AKP'nin 7'nci Olağan Kongresi'nde Partinin Genel Başkanı konumundaki Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın yaptığı konuşma oldukça kapsamlı bir konuşma olsa da, içinde  (beklenenin aksine), ekonomi alanında bugünden itibaren nelerin yapılarak ülkenin ekonomik krizden çıkartılabileceği ve ekonominin büyüme rotasına oturtulabileceği konusunda çok az şey vardı. 

Temel bir paradigma değişikliği beklenmiyordu ama hem ülke insanını, hem de piyasaları rahatlatabilecek öneriler de yoktu. Bu yüzden de piyasaların bu konuşmaya verdiği ilk tepki dövizin ateşinin düşmemesi, hatta daha da yükselmesi biçiminde oldu ve dolar tekrar 8 TL’nin üzerine çıktı.

Konuşmada, son 18 yılda ekonomide yapılanlara, izlenen ekonomi politikalarına yapılan övgünün dışında (tıpkı Covid-19 Salgınının hemen ardından IBAN numarası verilerek halktan bağış yapmasının istenmesi gibi), halktan yastık altındaki döviz ve altınını finansal sistemin içine sokması, yani bankalara yatırması istendi.

Bir de üst üste çıkartılan Varlık Barışı Yasalarına rağmen yurt dışında tuttuğu dövizini ülkeye bir türlü getirmeyen servet zenginlerine, servetlerini ülkeye getirmeleri için, bir kez daha çağrı yapıldı.

Manifesto değil, bir tür ekonomik seferberlik çağrısı

Bu boyutuyla, yapılan açıklama ileri sürüldüğü gibi bir ‘manifesto’ olmaktan ziyade,  sanki bir ekonomik krizin ardından büyük bir enkaz devralınmış ya da büyük bir savaştan yeni çıkılmış olan bir ülkede iş başına yeni gelen bir iktidarın adeta bir ekonomik seferberlik çağrısı gibiydi.

Bunların dışında, özellikle de yabancı yatırımcılara seslenilerek, ülkenin ne kadar kârlı, iş yapmak konusunda ne kadar rekabetçi olduğu ve dahası üretim ve teknolojik yapısının ne denli sağlam olduğu anlatıldı.

‘Güven ve istikrar’ sloganı bir itiraf gibi

Kongrenin temel sloganının “güven ve istikrar” olması boşuna değil. Çünkü ülke son yıllarda her türlü politik ve ekonomik güvensizliğin ve istikrarsızlığın yaşandığı bir ülke haline geldi.

Bu slogan da aslında bu gerçeğin bir itirafı. Hani yeni yıl sözleri vardır ya, “önünüzdeki bir yıl boyunca yapmak istediğiniz en önemli şeyin” sözünü verirsiniz. Bu birileri için sigarayı bırakmak, okulu bitirmek, iş sahibi olmak ya da evlenmek hedefidir. Bu hedeflere dönük sözünüz aslında sizin en acil ihtiyacınızın da ne olduğunu anlatır.

Tam da bunun gibi, 19 yıllık iktidar ülkenin temel ihtiyacının ‘güven ve istikrar’ olduğunu bu slogan ile itiraf ediyor. Gerçi herkesin güven ve istikrardan ne anladığı farklı olabilirse de, ülkede yaşayan çok büyük bir çoğunluğun kendini hem siyasal, hem de ekonomik olarak güvensiz hissettiği ve yakın gelecekte istikrar da göremediği belli.

Şaha kalkmış bir ekonomi (!)

Erdoğan konuşmasında: “Bugüne kadar ekonomiden demokrasiye, eğitimden sağlığa, ulaşımdan tarıma, ticaretten turizme kadar her alanda hayata geçirdikleri icraatlarla Türkiye'yi şaha kaldırdıklarını” da anlattı. (1)

Diğer taraftan halk, şaha kaldırılmış bir ekonomide 10 milyonu aşan işsizin, giderek azalarak yüzde 42’ye kadar düşen istihdamın, resmi olarak yüzde 17’ye dayanan, gerçekte ise yüzde 30-40 arasında olan enflasyonun neden var olduğunu anlamakta güçlük çekiyor.

Benzer bir biçimde ekonominin temel aktörleri olan piyasalar da (şaha kalkmış bir ekonomide), neden dünyada yedinci sırada olmak üzere 37 OECD ülkesi arasında en yüksek faiz oranına sahip ülke olduğumuzu, devlet borçlanma maliyetinin gelişkin ekonomilerdekinin neredeyse 10 katı fazla olduğunu, özel şirketlerin dış borçlarının oransal yüksekliği açısından dünyada ilk üç ülke arasında yer aldığımızı, CDS’lerin tekrardan 500 puana yaklaştığını ve ülkenin kredilendirme puanının (B-)’ye kadar düşebileceğini anlayabilmiş değil. Bu nedenle de piyasalar yapılan konuşmaya pozitif tepki vermediler.

Dahası insanımız şaha kalkmış bir ekonomide yoksulluğun derin bir yoksulluğa evrilip toplumsal bir sorun haline nasıl dönüştüğünü de bir türlü anlayamıyor. Öyle ki konuşmanın bir bölümünde yoksullara yapılan yardımların boyutu anlatılırken (yoksuldan yana bir iktidar olduklarının kanıtı olarak sunularak), bu 19 yıllık süre boyunca toplumun nasıl daha da bu yardımlara muhtaç bir hale getirildiği gözler önüne seriliyor.

Nitekim “son 18 yılda ihtiyaç sahibi vatandaşlara 411 milyar lirayı aşan tutarda yardım yapıldığı” (2) gururla açıklanıyor. Öte yandan şaha kalkmış bir ekonomide bu denli büyük çaptaki yoksulluk yardımlarının neden yapıldığı sorusunun yanıtı yok. Bu durum daha ziyade ‘yoksullaştırarak yönetme’ siyasetinin hüküm sürdüğü gerçeğini gözler önüne seriyor.

Teknoloji ve sanayi alt yapısı sağlam mı?

Konuşmada Türkiye ekonomisinin sağlamlığına vurgu yapılan sözler özetle şöyle:

“Türkiye gücünü, ekonomisinin sağlam altyapısından, üretiminden, yetişmiş insan kaynağından, girişimcilerinden, ihracatçılarından, velhasıl reel ekonomisinden alan bir ülkedir…. Sanayi ve teknolojide 2002 yılında Türkiye'de 192 organize sanayi bölgesi varken, bu 133 ilaveyle 325'e çıktı, ayrıca 22 endüstri bölgesi, 79 teknopark, 1,242 ar-ge merkezi, 364 tasarım merkezi kuruldu. Gelecek dönem Türk ekonomisi yatırım, üretim, istihdam ve ihracat temelinde büyütülerek, çok daha iyi yerlere getirilecek…” (3)

Oysa son 18 yıldır ülkede, esas olarak, yabancı kaynak (dış kredi) temelli finansman ile yapılan alt yapı ve üst yapı inşaatları (havalimanları, köprüler, enerji santralleri, duble yollar, şehir hastaneleri, emlak-konut sektörü, TOKİ binaları, dev gökdelenler, plazalar gibi) yeni reel değer yaratılmasından ziyade, üretilmiş mevcut değerin yeniden paylaşılmasına ve buradan yüksek rantlar elde edilmesine dayalı bir sermaye-servet birikimi modeli hayata geçirildi.

Böyle bir birikim modelinin ekonomik ve sosyal maliyeti sanayi ve teknoloji alt yapısındaki yenilenmenin göz ardı edilmesi ve başta tarım olmak üzere üretimin zayıflatılması oldu. Şimdi küreselleşmenin tersine dönmeye başladığı, ekonomik milliyetçiliğin ve uluslararası ticaret savaşlarının giderek artmakta olduğu bir dönemde, düğmenin çevrilip, reel yatırım, üretim ve ihracat artışının nasıl sağlanabileceğini kestirebilmek çok güç.

Kaldı ki uluslararası konjonktür buna uygun olsa dahi Türkiye’nin (ileri sürüldüğü gibi) bu hedefi gerçekleştirmeye uygun bir gelişkin teknoloji ve sanayi alt yapısı var mı? Ya da “ekonominin şaha kalktığı” bu son 18 yılda teknoloji ve modern sanayi alt yapısını geliştirmeye dönük gerçek hangi adımlar atıldı?

Türkiye gelişkin sanayileşmiş bir ülke olmaktan uzak

Öncelikle Türkiye’nin güçlü bir ekonomisinin ve çeşitlendirilmiş güçlü bir sanayileşme alt yapısının olmadığını kabul edelim. Hatta ülkeyi “yarı sanayileşmiş” bir ülke olarak tanımlamak dahi güç. “Gelişmiş bir ülke” ise hiç değil.

Nitekim dünyada gelişmişlik (developed) kişi başı gelirin yüksekliği ve/veya sanayileşme ile ilişkilendirilerek tanımlanıyor. Dünya Bankası’na göre, kişi başı geliri 12,536 dolar ve üstünde olan (yani yüksek gelirli) bir ülke “gelişmiş” bir ülkedir. Bu eşiğin altında kalanlar ise (en iyimser bakışla) “gelişmekte olan ülkeler” olarak tanımlanıyor. Bunlar da “düşük gelirli ülkeler” (kişi başı geliri 1,035 doların altında olanlar); “düşük-orta gelirli ülkeler” (kişi başına geliri 1,036 dolar- 4,045 dolar olanlar) ve “üst- orta gelirli ülkeler” (kişi başına geliri 4,046 dolar- 12,535 dolar arasında olanlar) olarak alt gruplara ayrılıyorlar. (4)

Türkiye’de 2020 yılında kişi başı gelir 8,599 dolar. Üstelik bu düzey kriz yılı olan 2009 yılındaki 9,039 doların dahi altında bir düzey. Bu haliyle ülke olsa olsa üst-orta gelir grubunda bir “gelişmekte olan” (daha gerçekçi bir tanımla “azgelişmiş”) bir ülkedir denilebilir. Son 18 yılda izlenen strateji ise ülkedeki servet ve gelir dağılımını hızla daha da adaletsiz bir hale getirirken, ülkeyi bu azgelişmişlik statüsünden kurtarıp, gelişmiş bir ülke konumuna getiremedi.

Birçok iktisatçıya göre gelişkin bir ülke ya da ekonomi olabilmek için sanayileşmiş olmak gerekiyor. Yani gelişmişlik düzeyi ile sanayileşme düzeyi arasında doğrusal bir ilişki kuruluyor.

Neo-liberal kalkınma stratejisi yoksulluk ve açlığın nedeni

Bu yaklaşımın neo-liberal versiyonunda ise bir ülkenin gelişmişliği, kalkınmışlığı, emek ve sermaye faktörlerinin tarımdan sanayiye doğru kaydırılmasını gerektirir. Zira tarımda ölçeğe göre sabit ya da azalan getiri, sanayide ise artan getiri, artan verimlilikler söz konusudur. Bu bağlamda gelişkin bir ülke sanayileşmiş bir ülkedir.

500 yıllık tarihsel bir sistem olan kapitalizmin ‘sanayi kapitalizmi’ dönemi olarak da adlandırılan ve asıl olarak 19’uncu yüzyıldaki dönüşümünü anlatan bu dönemde sanayi alt yapısı gelişti ve çeşitlendi, ulusal ekonomiler yüksek hızlarla büyüdüler, istihdam ve kârlar arttı,  sermaye birikimi hızlandı, dış ticaret arttı.

Öte yandan bu dönemde gelir ve servet eşitsizlikleri ve ekolojik tahribat da hızla arttı. Kapitalizmin son 40 yılında (neo-liberalizm) ise bu durum azgelişmiş ekonomilerde tarım ve hayvancılığın giderek yok olması, yoksulluğun artması ve toplumların açlıkla karşı karşıya kalmasıyla sonuçlandı.

İşin aslı, kişi başı gelir, sanayileşme-teknoloji gibi ölçütler kadar, yeterli miktarda, nitelikli ve halka ücretsiz olarak sunulan kamusal hizmetlerin varlığı, insan hak ve özgürlükleri, sosyal güvence, doğa hakkı gibi toplumun bütününün refahını dikkate alan ölçütlere de odaklanan yeni bir tanıma ihtiyaç var.

Yani “gelişmiş bir ülke sadece bir avuç zenginin çıkarlarına hizmet eden bir ülke olmaktan ziyade, bir bütün olarak toplumun refahını önceleyen, garantileyen, ekolojiyi koruyan bir ülkedir” diye tanımlamak daha doğru olur.

Sanayileşme treni 40 yıl önce kaçtı, tarımsızlaştırma ise son 18 yıldır devam ediyor

Şu ana kadar ülkeyi yönetenlerden (AKP öncesi de dâhil) böyle bir gelişmişlik ya da kalkınmışlık tanımına inanmalarını beklemek naiflik olur. Öte yandan, Türkiye’de kâr sürümlü (emek ve doğayı tahrip etmekten kaçınmayan nitelikte de olsa) bir kapitalist sanayileşme treninin asıl olarak 1980’li yıllardan itibaren, 12 Eylül askeri diktatörlüğü ve ardından işbaşına gelen Özal Hükümetiyle birlikte,  ülkedeki hâkim sınıfların ihracata dönük büyüme modelini seçmesi ile (yani neo-liberal dönemdeki uluslararası işbirliğine uygun olarak kapitalizme yeniden eklemlenmesiyle), kaçırıldığının da altını çizmek gerekiyor.

Son 18 yılda ise ülkeyi neredeyse bir kıtlık ve açlık durumuyla karşı karşıya bırakabilecek tarımsızlaştırma ve istihdamsız bırakacak sanayisizleştirme süreçleri el ele yürütülüyor.

Ülkenin tarımsızlaştırılması çok uluslu şirketlerin çıkarlarını gözeten neo-liberal tarım politikalarının bir sonucu. Bu politikalar bilim dışı şöyle bir yaklaşıma dayanıyor: “Kalkınma küçük burjuva üretiminin giderek ortadan kaldırılması ve kapitalist sektörün büyümesi ile mümkündür. Bu gelişmenin sağlanabilmesi için bu dönüşümün önündeki engeller ortadan kaldırılmalı, sermaye birikimi desteklenmelidir.” (5)

Son 18 yıldır küçük üretimi, küçük üreticileri, çiftçiyi korumak için kapitalist sektörün bu şekilde tekeller lehine büyütülmesine karşı direnenlerse “akıl dışılık”, “gericilik”, “popülizm”, “ideolojik davranmak” gibi suçlamalar altında kaldılar.

Bu ideolojiye uygun bir biçimde, ülkede izlenen küçük üreticiyi-çiftçiyi cezalandıran vergi ve fiyat politikalarıyla köylüler üretimden kopartıldılar, topraklarından ayrılarak göç etmeye zorlandılar.

Bu zaman zaman zor yoluyla da yapıldı. Örneğin “acele kamulaştırma” kararlarıyla, barajların, hidroelektrik santrallerin ya da jeotermal enerji santrallerinin yapılacağı gerekçesiyle, köylülere ait verimli tarım arazilerine, su kaynaklarına, meralara, otlaklara el konuldu (ülkenin doğusunda bu kısmen 1990’lardaki köy boşaltmalarıyla gerçekleştirildi). Geçim ve yaşam araçları ellerinden alınan küçük üreticiler kentlerdeki düşük ve güvencesiz olarak çalışan (hatta çoğunluğu da kayıt dışı çalışan), işçi sınıfının üyeleri haline getirildiler.

Sektörel gelişmeye ilişkin resmi veriler de bu tespiti doğruluyor. Nitekim bugün ülkedeki milli hasılanın içinde tarım sektörünün payı hızla azalırken, sanayi sektörünün payının yıllardır yüzde 20’den öteye geçemediği, son 18 yılda da bu payın artmadığı gibi, sanayilerin niteliğinin çağa pek de uygun bir biçimde ilerlemediği görülüyor. Aslan payınınsa perakende, inşaat ve turizm gibi hizmetler sektörüne ait olduğu biliniyor.

Üretim ve teknoloji alt yapısı zayıf bir ülkenin ekonomisi şahlanabilir mi?

Ülkenin üretim alt yapısı ve teknoloji konusundaki durumunu uluslararası kuruluşların konu ile ilgili son raporlarından görebilmek mümkün.

Örneğin, Bloomberg her yıl 200 ekonomiyi yedi temel ölçüt temelinde hazırlanan bir endekse göre inceliyor ve dünyanın en yaratıcı 20 ekonomisini sıralıyor.  

Endeksi oluşturan ölçütler şunlar: (1).Ar-ge yoğunluğu (ar-ge harcamalarının milli gelir içindeki payı), (2). Patent yaratma faaliyeti (yıllık patent sayısı ve dünya patent üretimi içindeki payı), (3). Eğitimsel etkinlik (yükseköğretimin işgücü içindeki payı), (4). Sanayi katma değeri (ihracat sanayi üretiminin kişi başı değeri ve milli gelir içindeki payı), (5). Verimlilik, (6).Yüksek teknoloji yoğunluğu (yerli teknoloji firmalarının dünya sıralamasındaki yeri) ve (7). Araştırma yoğunluğu (doktoralılar dâhil profesyonellerin ar-ge popülasyonu içindeki payı). (6)

Bu yedi ölçütün ortalama değerleri dikkate alındığında endekste ilk sıraya Almanya oturuyor. AB ülkeleri ise bir bütün olarak sanayi katma değeri, yüksek teknoloji yoğunluğu ve patent faaliyetlerinde ilk beşte yer alıyorlar. Eğitimsel etkinlikte ilk sıra Singapur’a, ikinci sıra Almanya’ya ait. Güney Kore ar-ge faaliyetleri konusunda birinci sırada yer alıyor. Genel sıralamada ancak dokuzuncu sırada yer alan ABD ise patent faaliyetlerinde ilk sırada bulunuyor (çünkü beş büyük teknoloji devine ev sahipliği yapıyor). Çin genel sıralamada on beşinci sırada bulunuyor. Bu ülke patent faaliyetlerinde ikinci sırada yer alıyor. 2015 yılından beri 6 bin yeni patent aldı ve yapay zekâdan blockchain teknolojisine kadar geniş bir yelpazeye sahip. Genel sıralamada on altıncı sıradaki İrlanda ise sanayi katma değeri ve verimlilikte ilk sırada yer alıyor.

Sözü edilen yedi ölçütün hiç birisi açısından ilk 20’ye giremeyen Türkiye ise genel sıralamada kendisine ancak 35’nci sırada yer bulabiliyor (puanı 100 üzerinden 63,84). Ülke 2020 yılında, bir önceki yıla göre, iki sıra geriye düştü.

Kısaca Türkiye, Covid-19 öncesinde dünyanın en büyük 20 ekonomisinden 17’ncisine sahip olsa da, ekonomideki yaratıcı yenilikler, buluşlar açısından yapılan uluslararası sıralamada çok gerilerde yer alıyor.

Türkiye öncü teknolojilere hazır değil

Ülkenin yeni teknolojilere hazırlıklı olma hali ise çok daha kötü bir durumda. Bunu UNCTAD’ın hazırladığı bu yılki ‘Teknoloji ve Yenilikler Raporu’ndan görebilmek mümkün. (7)

Bu raporda ulusal ekonomilerin öncü teknolojilere hazır olup olmadıklarını (bu teknolojilere adapte olma ve kullanma kapasitesi)  gösteren kapsamlı bir endekse yer veriliyor.

Endeksin beş bileşeni var: (1). ICT (internet alt yapısının gelişmişliği ve internet kullanıcı sayısı), (2). Beceri (eğitim süreleri ve yüksek becerili istihdam oranı), (3). Araştırma ve Geliştirme (ar-ge) faaliyetleri (yayın ve patent sayısı), (4). Sınai faaliyetler (yüksek teknolojili ürün ihracatı, dijital hizmetler ihracatı) ve (5). Finansmana erişim (özel sektör firmalarına sağlanan iç krediler).

Bu beş ölçütün ortalaması alındığında yeni öncü teknolojilere en hazır ilk 10 ekonomi şöyle sıralanıyor: ABD, İsviçre, Britanya, Singapur, Hollanda, Güney Kore, İrlanda, Almanya ve Danimarka. 

Yükselen Ekonomiler olarak da adlandırılan ve Türkiye’nin de içinde yer aldığı ülkelerden Çin 25’nci, Rusya 27’nci, Brezilya 41’nci, Hindistan 43’ncü ve Güney Afrika 54’ncü sırada yer alıyor. Türkiye ise 55’nci sırada kendine yer bulabiliyor. Romanya, Sırbistan, Belarus, Hırvatistan ve Bulgaristan gibi ülkeler Türkiye’nin üzerinde sıralanıyorlar.

‘Üretken Kapasiteler Endeksi’nde 68’nci sıradayız

UNCTAD’ın bir diğer raporunda yer alan ‘Üretken Kapasiteler Endeksi’ açısından Türkiye’nin durumu çok daha sıkıntılı.

Üretken Kapasiteler Endeksi (PCI), “dünyanın dört bir yanındaki ekonomileri tahrip eden Covid-19 Salgını gibi derin şoklar karşısında gelişmekte olan ülkelerin kalkınma politikalarını iyileştirmelerine, yoksulluğu azaltmalarına ve ekonomik dayanıklılıklarını güçlendirmelerine yardımcı olmak üzere tasarlanmış bir endeks” olarak tanımlanıyor. (8)

Bir ülkedeki üretken kapasiteler sosyo-ekonomik büyümeyi ve gelişmeyi belirliyor. Bu nedenle bu endekste en iyi puanlara sahip olan ülkeler, Birleşmiş Milletler İnsani Gelişme Endeksi'nde yer verilen Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerine ulaşmak için en fazla ilerlemeyi kaydetmiş olan, dolayısıyla da en yüksek insani gelişme düzeyine sahip bulunan ülkeler olarak da tanımlanıyorlar.

Endeks, üretim kapasitelerinin sekiz bileşeninin (doğal sermaye, beşeri sermaye, enerji, kurumlar, yapısal değişiklikler, bilgi ve iletişim) performansını ölçmek için 193 ülkeden, 2000 ile 2018 yılları arasında toplanan verileri içeriyor ve toplam 46 göstergeye dayanıyor.

Asya'da en iyi performans gösteren ülkeler; küresel PCI sıralamasında 8’nci sırada yer alan Hong Kong, 11’nci sıradaki Güney Kore ve 13’ncü sıradaki Singapur. Latin Amerika'da en iyi performansa sahip ülkeler; küresel olarak 50’nci sırada yer alan Şili, 53’ncü sıradaki Uruguay ve 57’nci sıradaki Kosta Rika. Karayipler'de en iyi performans gösteren ekonomilerse;  küresel olarak 16’ncı sırada yer alan Bermuda, 40’ncı sıradaki Barbados ve 48’nci sıradaki Trinidad ve Tobago.

Türkiye’nin sıralamadaki yeri ise 2018 yılında 68. Bu sıranın 2016 yılında 66 olduğu gerçeğinden hareketle ve son üç yıldır ekonomide yaşanan olumsuz gelişmeler dikkate alındığında, Türkiye’nin sıralamadaki yerinin giderek daha da düşebileceğini öngörmek abartı olmaz.

Türkiye ekonomisinin nesnel olarak hızla gelişmekte olan teknoloji ve teknolojik yenilikler, buluşlar karşısındaki durumu, öncü teknolojilere adapte olabilme konusundaki hazırlığı ve üretken kapasiteleri dikkate alındığında sadece gelişkin ekonomilerin değil, aynı kulvarda yarıştığı Yükselen Ekonomilerin de gerisinde olduğu açık.

Bu durum hem Türkiye kapitalizminin gelişim dinamikleriyle (dışa bağımlılık gibi), hem de ülkeyi yönetenlerin ideolojileri, bilim ve teknolojiye bakışları, becerileri, yeterlilikleri, ülkenin bir bütün olarak geleceğini önemseyip önemsememeleri ve şu ana kadar uyguladıkları politikalarla ilgili bir durum.

Yeni bir hikâye yazılmalı ve yeni bir dille halka anlatılmalı

İktidar bloku ülke ekonomisi ile ilgili bu yapısal sorunların üzerini sözde reformlarla, bürokraside yaptığı ve muhtemelen Kabinede yapacağı değişikliklerle örtme yolunu seçmiş gibi görünse de, bu çabaların sonucu çok da değiştirmesi beklenmemeli.

Zira hem büyük bir çoğunlukla halk, hem de piyasalar bu göstermelik çözümlerin işe yarayacağına inanmıyor. Dövize yönelimdeki (en muhafazakâr illerde dahi) artışlar da bunun somut bir göstergesi.

Ülkenin ihtiyaç duyduğu şey ise radikal bir paradigma değişikliği. Yani sistemin görünürdeki aktörleri ile uğraşıldığı kadar, kapitalist sistemin kendisi ile de uğraşmak gerekiyor.

Bu gerçekliğe karşılık, başta ana muhalefet olmak üzere, mevcut muhalefet partileri daha çok öndeki siyasal figürlerle uğraşmayı, onları teşhir etmeyi seçiyorlar. ‘Tek Adam Rejimi’ ya da ‘Erdoğan Şahsım Hükümeti’ gibi nitelemelerle iktidar blokunu ve onun ekonomik ve politik sistemle, kısaca müesses nizam ile bağlarını görmeyen bir yerden eleştiriler yapmakla yetiniyorlar. Seçimlerle elde edilebilecek bir yönetim değişikliği ile sistemik sorunların ortadan kaldırılabileceği düşüncesine kapılmış durumdalar. Böyle olunca da mevcut muhalefet Parlamentoya sıkışmış durumda bir görünüm sergiliyor, yeterince güven vermiyor.

İktidar blokunun hızla hegemonya kaybetmekte olduğu, artık yeni bir hikâyesinin olmadığı, buna karşılık böyle bir dönemde sadece iktidarı teşhir etmenin de yeterli olmayacağı açık.

Teşhirin yanı sıra muhalefetin, hem demokrasi, hem de ekonomi konusundaki alternatiflerini daha net bir biçimde halka sunabilecek yeni bir hikâyeye sahip olması gerekiyor. Bu gerçekçi olduğu kadar umut verici bir hikâye de olmalı, yalın bir dille yazılmalı ve halka en uygun yol ve yöntemlerle anlatmalı.

Özetle, özgürlükçü bir halk demokrasisinin kurulmasını hedefleyen, toplumsal refahı büyüten ve eşit dağıtan, emekten, doğadan,  toplumsal cinsiyet eşitliğinden, farklı kimliklerin eşitliğinden yana bir sosyo-ekonomik dönüşümü öngören yeni bir paradigmaya, hikâyeye ve bunu hayata geçirecek bir siyasal irade ve örgütlenmeye ihtiyacımız var.  

 

Dip notlar:

(1)   https://www.hurriyet.com.tr/gundem/son-dakika-ak-parti-kongresi-basladi-ak-partinin-2023-kadrolari-belirlenecek (24 Mart 2021).

(2)   Agh.

(3)   Agh.

(4)  https://developingeconomics.org/2020/10/22/what-is-a-developed-country.

(5)   Prabhat Patnaik,  “Capitalism’s discourse on “development”, https://mronline.org/2018/08/02/capitalisms-discourse-on-development (2 August 2018).

(6)   Iman Ghosh, “The Most Innovative Economies in the World”, https://www.visualcapitalist.com (28 February 2020).

(7)   UNCTAD, Technology and Innovation Report 2021, Catching technological waves Innovation with equity, https://unctad.org (22 Mart 2021).

(8)   UNCTAD, Productive Capacities Index, Focus on Landlocked Developing Countries, 2020, https://unctad.org/news/productive-capacities-index-helps-countries-build-economic-resilience (22 March 2021).

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder