3 Ocak 2022 Pazartesi

Türkiye ekonomisi dünyada ilk 10’a girebilir mi, girmeli mi?

 

Türkiye ekonomisi dünyada ilk 10’a girebilir mi, girmeli mi?

Mustafa Durmuş

3 Ocak 2022


Cumhurbaşkanı Erdoğan 2022’ye girilirken yayınladığı ekonomi ağırlıklı yeni yıl mesajında, “ekonomide başlattıkları dönüşüm ve uyguladıkları yeni model ile Türkiye ekonomisini dünyanın en büyük 10 ekonomisinden birisi haline getirme” sözünü verdi. (1) Aslında Erdoğan’ın bu vaadi yeni değil, çünkü Atatürk'ün vefatının 82’nci yılı dolayısıyla, 2020 yılında Beştepe’de düzenlenen anma etkinliğinde de bu sözü vermişti. (2)

Böyle bir sözün verili dünya ve ülke ekonomisinin gerçeklerine uygunluğu ya da yerine getirilebilme olasılığı nedir? 19 yıllık tek başına iktidarlarının ardından böyle bir sözün verilmesine neden ihtiyaç duyulmaktadır?

Sorunun ikinci kısmından başlarsak; siyasal iktidarın özellikle de ekonomi alanında ortaya çıkan ciddi sorunlarla baş etmekte zorlandığı, çözüm olarak ortaya koyduklarının yeni ve daha büyük sorunlara neden olduğu ve halkın özellikle de ekonomi alanında olup bitenden dolayı memnuniyetsizliğinin giderek arttığı bir gerçek.

Bu yüzden de yakın geçmişte aya gitmek, büyük çapta doğal gaz kaynağı keşfetmek gibi haberlerde olduğu gibi, dünyanın en büyük 10 ekonomisinin arasında yer alma sözü bu kötü gidişatı unutturabilmek için verilmiş bir söz olarak değerlendirilebilir.

Sorunun birinci kısmı ise ülke ekonomisinin ve siyasetinin içinde bulunduğu durum ile doğrudan ilintili.

Dünyanın 17’nci büyük ekonomisi iken 2021’de 21’inciliğe gerileme

Öncelikle bir saptamada bulunalım. Türkiye 2020 yılına kadar G-20 adı verilen dünyanın en büyük ekonomilerine sahip 20 ülke arasında yer alıyordu (çoğu kez de 17’nci sırada). Ancak IMF’nin sunduğu 170 ülkeye ait GSYH verilerine dayanılarak yakınlarda yapılan bir çalışmaya göre (3); Türkiye ekonomisi artık bu konumda değil.  0,8 trilyon dolarlık bir GSYH ve dünya ekonomisi içinde binde 8’lik bir pay ile bu yıl 21’nci sıraya gerilemiş durumda. Buna karşılık komşumuz İran 1,1 trilyon dolarlık bir ekonomik büyüklükle 17’nci sırada yer alıyor. Meksika, Endonezya ve Brezilya gibi yükselen ekonomiler olarak da adlandırılan ülkeler de G-20 içindeki yerlerini koruyorlar.

O halde öncelikle ekonomimizi dünyanın ilk 10 büyük ekonomisi arasında sokma vaadini yenilemeden önce 21’nci sıraya gerilememizin nedenleri üzerinde düşünmemiz gerekiyor.

İlk 10’daki ekonomiler Türkiye ekonomisinin en az 2,2 katı büyüklüğünde

İkincisi, aşağıdaki tablodan da kolayca görülebileceği gibi, böyle bir hedefin gerçekleşebilmesi pek mümkün değil. Zira ilk 10’un en alt sırasında yer alan Güney Kore ekonomisinin büyüklüğü dahi 1,8 trilyon dolar. Bu ülkenin yüksek teknoloji ve nitelikli emek gücü alt yapısını bir kenara bıraksak dahi, bizim nüfusumuzun yüzde 62’si kadar bir nüfusa sahip (52 milyon) bir ülke olarak bizden 2,2 kat daha büyük bir ekonomiye sahip olduğu bir gerçek. Yani bizim ilk 10’a girebilmemiz için örneğin ilk 10’dan Güney Kore, Kanada ya da İtalya gibi ülkelerden birinin bu ligden düşmesi lazım. Bu mümkün mü?

Bir başka anlatımla, bu ülkeler yerlerinde sayarken, biz GSYH’mizi en az iki-üç kat büyüteceğiz ki onlara yetişebilelim. Bu ülke ekonomilerinin yerlerinde saymayacağı, onların da büyüyeceği gerçeği nasıl inkâr edilebilir?

Kısaca, ilk 20’deki yerini koruyamayan bir ülke, kısa bir zamanda nasıl ekonomisini iki-üç kat büyüterek, sermaye birikimi, teknoloji ve nitelikli emek gücü açısından bizden çok ilerdeki bazı ülkeleri geçerek ilk 10’a girebilecektir? 

Sıralama

Ülke

GSYH (trilyon dolar)

Dünya GSYH’si içindeki payı (%)

1

ABD

22,9

24,4

2

Çin

16,9

17,9

3

Japonya

5,1

5,4

4

Almanya

4,2

4,5

5

Birleşik Krallık

3,1

3,3

6

Hindistan

2,9

3,1

7

Fransa

2,9

3,1

8

İtalya

2,1

2,3

9

Kanada

2,0

2,1

10

Güney Kore

1,8

1,9

 Bu ekonomilerin en büyük ilk 10 arasında yer almalarını sağlayan başlıca etkenlerse şöyle sıralanabilir:  Kapitalist eşitsiz gelişim yasasına uygun olarak dünyanın diğer ülkelerinden daha önce sanayileşmiş olmaları (Çin, Hindistan ve Güney Kore hariç), sömürgecilik-emperyalizm olgusu, tarihsel olarak izledikleri gelişme-kalkınma stratejileri, yüksek sermaye birikimi, teknolojik gelişme ve nitelikli emek gücünün varlığı.

Ekonomik ve finansal istikrarın sağlanması gerekiyor

Ancak bu gelişimde, yukarıdaki faktörler kadar diğer başka faktörler de etkili oldu. Bunların başında bu ülke ekonomilerinin sahip olduğu ekonomik ve finansal istikrar geliyor. Yani öncelikle büyük ve güçlü bir ekonomiye sahip olabilmek yeterli değil, ayrıca ekonomik ve finansal istikrarın da kalıcı olarak sağlanması gerekiyor. Bunun yanı sıra ülkede politik istikrarın da (tercihan demokratik olanın) sağlanmış olması şart. Bu ülkeler istikrar konusunu büyük ölçüde çözebilmiş ülkeler.

Konuya bu açıdan yaklaştığımızda, Türkiye ekonomisinin özellikle de son yıllarda inanılmaz bir ekonomik ve politik istikrarsızlıkla boğuştuğuna tanık oluyoruz. Tartışmalı bir kurum haline gelen TÜİK’in sunduğu yüksek iktisadi büyüme verilerine rağmen, ülkede faiz, döviz kuru ve enflasyon biçiminde ciddi fiyat istikrarsızlıkları söz konusu ve bu durum giderek daha da kötüleşiyor.

Oysa doğası gereği anarşik bir üretim-tüketim örgütlenmesine sahip olan kapitalizmde finansal ya da parasal istikrarın önemi çok büyük. Yani kapitalist ekonomilerin büyümesi ancak fiyat istikrarı ile sürdürülebilir olabiliyor. Bu sağlanamadığında bu ekonomilerin krize girmesi kaçınılmaz hale geliyor.

Paranın fiyatı konumundaki faiz oranları istikrarsız

Sırasıyla bu parasal/finansal istikrarsızlıkları ele alalım. Öncelikle yeni yıla girilirken (Merkez Bankası politika faizinin düşürülmesine rağmen), piyasa faizlerinde ciddi bir artış yaşanıyor. Öyle ki TL’deki likidite sıkışıklığı, kur garantili yeni mevduat ürünüyle kızışan bankalar arası rekabet ve sık sık görülen dalgalanmalarla öngörülebilirliğin kaybedilmesi yüzünden TL mevduat faizleri yüzde 26’ya kadar çıkarken, ticari kredi faizleri yüzde 46 seviyesini gördü. (4)

Döviz cinsinden mevduatta çözülme yok

Merkez Bankası’nın haftalık verilerine göre, 20 Aralık operasyonunun ardından yurtiçi yerleşiklerin döviz mevduatı (parite etkisinden arındırılmış olarak) toplamda yaklaşık 1,5 milyar dolar arttı. Detaylandırırsak; gerçek kişilerin (bireylerin) döviz mevduatı son bir haftada 136 milyon dolar azalırken, tüzel kişilerin döviz mevduatı 1,56 milyar dolar arttı. Böylece yurt içindeki yerleşiklerin döviz cinsinden tuttukları mevduat miktarı (parite etkisinden arındırılmamış olarak) 239 milyar dolara çıktı. (5)

Özetle, kur korumalı TL mevduat uygulamasının devreye girdiği 20-24 Aralık haftasında döviz mevduatları tarihsel olarak en yüksek düzeyine çıktı. Bu konuda, aşağıdaki tablodan da görüleceği üzere, BDDK verileri çok daha ayrıntılı bilgi sunuyor. Bu süreçte TL cinsinden mevduatta yaklaşık 44 milyar dolar karşılığı bir artış olmuş. Dövizli mevduatta ise azalma olmadığı gibi, yaklaşık 1,2 milyar dolarlık bir artış gerçekleşmiş.

 

Döviz cinsinden mevduat hesapları (YP-milyar dolar)

TL cinsinden mevduat hesapları (TP- milyar dolar)

17 Aralık 2021

260,047

115,963

20 Aralık 2021

259,660

106,336

21 Aralık 2021

261,029

139,091

22 Aralık 2021

261,639

148,062

23 Aralık 2021

260,974

161,625

24 Aralık 2021

261,224

159,616

17-24 Aralık’taki değişim

1,177 milyar dolar (binde 5) artış

43,7 milyar dolar (yüzde 38) artış

Bu veriler, operasyon sonrasında kur ve sıfır vergi stopajı garantili TL hesaplarına ciddi bir yönelimin olduğunu, ancak bunun dövize yönelimi beklendiği gibi azaltmadığını gösteriyor. Bir kısım yastık altı döviz ve altının da bozdurulmasıyla ve borsadan çıkışlarla TL hesaplarda bir hafta boyunca yüzde 38’lik bir artış görülüyor. Ancak çok küçük de olsa döviz cinsinden hesaplarda da (binde 5) artış sürüyor.

Şirketler düşük kurdan döviz satın aldılar

Şirketlerin bu süreçte kamu bankalarınca düşük kurdan piyasaya sunulan yaklaşık 1,6 milyar dolar daha döviz satın almaları bir gerçeğe işaret ediyor: 20 Aralık operasyonu sonrasında Merkez Bankası tarafından kamu bankalarına verilen 9 milyar dolarlık döviz rezervinin bir kısmı sermaye şirketlerine ucuz döviz olarak satıldı. Bu durum bir yandan dış borç anapara ve faiz geri ödemesi zamanı gelen bazı şirketleri rahatlatırken, aynı zamanda da bu şirketlere değerinin altında fiyatla döviz transferi yapıldığını gösteriyor.

Kısaca, gerçek kişiler kur farkı teşvikinin etkisiyle kısmen TL’ye yönelirken, şirketler kamu bankalarının ucuz fiyattan sattıkları dövizi bir fırsat olarak görüp daha çok döviz aldılar. Böyle olunca da ülkedeki finansal istikrarsızlığın bir göstergesi olan dolarizasyon yüzde 63’teki düzeyinde kaldı.

Uluslararası net rezervler son 19 yılın en düşük düzeyinde seyrediyor

Bu gelişme Merkez Bankası’nın (MB) döviz ve altın biçimindeki rezervlerinin daha da azalmasıyla sonuçlandı. Öyle ki Bloomberg’in haberine göre; 17 Aralık’ta 116,5 milyar dolar olan brüt rezervler 24 Aralık’ta 110,8 milyar dolara; aynı tarihlerde 12,2 milyar dolar olan net rezervler 8,6 milyar dolara ve swap hariç rezervler -46,7 milyar dolardan – 55,7 milyar dolara ( 9 milyar dolar) geriledi. (6)

Bu durum kuşkusuz Merkez Bankası’nın kura müdahale etme konusunda elindeki en önemli aracın artık neredeyse bütünüyle etkisiz hale geldiğini gösterirken, kurdaki son birkaç gündür ortaya çıkan yeni yükselişin de nedenlerini açıklıyor.

Nitekim 20 Aralık tarihindeki konuşma ve ardından MB’nin 9 milyar dolarlık döviz satışı sonucunda 18 TL’den 10 TL’ye kadar düşen dolar kuru birkaç gün içinde tekrar yükselişe geçti. Öyle ki bu yazının yayına girdiği saatlerde 1 dolar 13.30 TL’nin üzerinde değerleniyordu.

Böyle yüksek bir enflasyon ile dünyanın 10 büyük ekonomisi arasına girilemez

Mal ve hizmet fiyatlarındaki istikrarsızlığın en iyi göstergesi ise enflasyon oranıdır. Bu oran dünyanın en büyük 10 ekonomisinde en fazla yüzde 7’nin altında seyrediyor. Sırasıyla: ABD’de yüzde 6,8; Çin’de yüzde 2,3; Japonya’da yüzde 1,5; Almanya’da yüzde 5,2; Birleşik Krallık’ ta yüzde 4,2; Hindistan’da yüzde 4,5; Fransa’da yüzde 3,2; İtalya’da yüzde 3; Kanada’da yüzde 4,4 ve Güney Kore’de yüzde 2,5. (7)

Her ne kadar TÜİK yıllık tüketici enflasyonunu yüzde 21’in biraz üzerinde hesaplasa da, bunun inandırıcı olmadığı artık yaygın bir biçimde kabul ediliyor. Özellikle de mutfak enflasyonu olarak da bilinen temel gıda maddelerindeki enflasyonun yüzde 35’in üzerinde olduğu, ENAG gibi bağımsız kuruluşların hesaplamasına göre ise yıllık enflasyonun yüzde 59’a yaklaştığı ileri sürülüyor. (8)

Kuşkusuz 3 Ocak 2022 tarihinde açıklanacak aylık enflasyon oranı bu konuda önemli bir gösterge olacak. Her ne kadar memurlara ve emeklilere yapılacak olan ücret zammını yüksek tutmamak için ciddi boyuttaki akaryakıt zamları yeni yıla bırakılarak Aralık ayı enflasyonu daha düşük gösterilme yoluna gidilse de, verili koşullar altında enflasyonun çift haneli olarak (yüzde 10’un üzerinde) çıkması bekleniyor. Eğer aylık enflasyon oranı beklendiği gibi gelirse, bu durum ülkedeki fiyat istikrarsızlığının en somut göstergesi olacak.

Ayrıca gerek dolar kurundaki artış ve devletin akaryakıtta sunduğu ÖTV desteğine son vermesi, gerekse de dünya petrol fiyatlarının seyri yüzünden (öyle ki 2022 yılında ortalama petrol fiyatının varil başına 73 dolardan 77 dolara, 2023 yılında ise 85 dolara kadar çıkması öngörülüyor) (9) ülkedeki akaryakıt fiyatlarına yeni yılda tekrar zamlar yapıldı.

Doğal gaza yüzde 25, benzine 0,61 kuruş, motorine 1,29 kuruş LPG’ye 0,78 kuruş ve elektriğe 1 lira 37 kuruş zam yapıldı. (10) Bu zamların maliyet yönlü olarak yeni yılda enflasyonu daha da artırması, dolayısıyla da fiyat istikrarsızlığını daha büyütmesi ve kuşkusuz halkın yoksulluğunu daha da artırması kaçınılmaz olacak. Bu durum da dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girme sözünün tutulması imkânsız olan bir sözden ibaret kalacağını ortaya koyuyor.

Sonuç: En büyükler arasına girmek gerekli değil

“İlk 10 ekonomi arasına girme” söyleminin gerçek dışılığı konusunda şu ana kadar anlattıklarımıza ilave olarak; sermaye birikimi (tasarruf/yatırımların yetersizliği) ve özellikle de toplam faktör verimliliği açısından ülkenin 1990’ların dahi gerisinde olduğu, asıl engelin de bu olduğu gerçeğinin altını bir kez daha çizelim.

Ülkede son 19 yıldır izlenen birikim stratejisi ülke ekonomisinin sanayi alt yapısını güçlendirmek yerine, inşaat sektörü üzerinden ekonomiyi büyütmeye ve buna uygun bir emlak ve finansal rant üzerinden servet biriktirmeye hizmet etti. Ekonomi bazı yıllarda potansiyelinin üzerinde büyüdü ama ülke ne ekonomik, ne de sosyal olarak kalkınabildi.

Ayrıca iklim yıkımı başta olmak üzere birçok ciddi sorunla karşı karşıya bulunduğumuz bir dönemde büyük bir ekonomiye sahip olma fikrinin geçerliliğini de sorgulamamızda yarar var.

Öyle ki en büyük 10 ekonomi arasında ilk sırada yer alan ABD, dünyada gelir ve servet bölüşümünün en adaletsiz gerçekleştiği, ırkçılığın en yaygın olduğu ülkelerin başında geliyor. Onu takip eden Çin’de her ne kadar son 40 yılda 800 milyonu aşkın insan yoksulluktan kurtarılmış olsa da, bölüşüm eşitsizlikleri hızla artarken ülke otoriter bir yönetim altında yönetiliyor, ülkedeki diğer ulusal kimlikler üzerindeki baskı devam ediyor. Bu örneklere, özellikle de farklı kimliklere karşı uyguladığı ötekileştirici- faşizan politikalarıyla Hindistan ve Brezilya örneklerini de dâhil edebiliriz.

Bu bağlamda bir ülkenin ekonomik ve sosyal gelişkinliği ile ilgili olarak, iktisadi büyümenin en önemli göstergesi olarak kabul edilen kişi başına düşen (!) ulusal gelir kadar, kişi başına düşen demokrasi, kişi başına düşen özgürlükler ve kişi başına düşen barış gibi göstergelere bakmak daha doğru olur.

Nitekim bırakın ilk 10’da yer almayı, ilk 20’ye dahi giremeyen Norveç, İsveç, Finlandiya, Danimarka, Yeni Zelanda, Küba ve Kosta Rika gibi ülkeler dünyanın göreli olarak en eşitlikçi, en barışçıl ve en demokratik ülkeleri arasında anılıyorlar.

Yani çok büyük bir ekonomiye sahip olmadan da, eşitlikçi politikalarla insanınızı daha mutlu edebilir, emekçinizi koruyabilir ve doğa ile barışık bir düzen kurabilirsiniz.

Kuşkusuz bu noktada kalıcı olarak emeği, doğayı, kadını, çocukları, engellileri korumanın ve güçlendirmenin, eşitlikçi, özgürlükçü ve barışçıl bir toplum kurmanın ve böyle bir dünyayı yaratmanın, özellikle de günümüz nekro-kapitalizminde mümkün olup olamayacağı da sorgulanmalıdır. Buradan hareketle de, uzun vadede asıl olarak sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum ve dünya kurmanın gerekliliği ve bunun nasıl gerçekleştirilebileceği konusu üzerinde odaklanılmalıdır.

Dolarizasyon, Döviz kuru, Dövizli mevduat, Enflasyon, Faiz, Finansal istikrar,  GSYH, Kur garantili mevduat, Parasal istikrar, TL mevduat.

Dip notlar:

(1)    https://artigercek.com/haberler/erdogan-in-2022-mesaji-dunyada-en-buyuk-10-ekonomisi-arasina-girecegiz (31 Aralık 2021).

(2)    https://tr.euronews.com/2020/11/10/cumhurbaskan-erdogan-ekonomide-dunyan-n-ilk-10-una-girmeyi-basaracag-(10 Kasım 2021).

(3)    https://www.visualcapitalist.com/visualizing-the-94-trillion-world-economy-in-one-chart (22 December 2021).

(4)    https://www.dunya.com/ekonomi/mevduat-ve-kredi-faizleri-ucuyor-haberi (31 Aralık 2021).

(5)    TCMB, Haftalık para ve banka istatistikleri, 24.12.2021, https://www.tcmb.gov.tr, s. 9. (1 Ocak 2022).

(6)    https://www.facebook.com/BloombergHT (1 Ocak 2022).

(7)    https://tradingeconomics.com (1 Ocak 2022).

(8)    https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye (3 Aralık 2021).

(9)    https://www.nakedcapitalism.com/2021/12/chronic-underinvestment-could-push-oil-prices-higher-in-2022veteran-finance-writer-investor-engineer-and-researcher-for-safehaven-com.html (30 December 2021).

(10)   https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye (1 Ocak 2022).

 

 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder