28 Temmuz 2025 Pazartesi

Orman yangınları(1)

 

Orman yangınları (1): Sadece sabotaj mı, asıl şüpheli kim?

Mustafa Durmuş

29 Temmuz 2025


Eskişehir’deki yangına müdahale etmeye çalışan 10 emekçi hayatını kaybetti. Bu yangının ardından Bursa, Bilecek, Karabük, Ankara ve Kahramanmaraş’ta da yangınlar çıktı. Bu yangınlarda insani kaybın olmaması bir teselli olabilirse de ortaya çıkan ekolojik kayıp (orman hayvanı ve bitki zayiatı) çok büyük.

Diğer yandan, resmî açıklamaya göre, yılbaşından bu yana ormanlık alanlarda 1,728 yangın çıktı, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya da 4-22 Temmuz tarihleri arasında çıkan 61 orman yangınıyla ilgili 23 şüphelinin gözaltına alındığını ve bunlardan dördünün tutuklandığını duyurdu. (1)

Yangınlara zamanında ve etkin müdahale edilememesi, ekiplerin yangın söndürme ekipmanlarından yoksun olması ve yeterli uçak ve helikopterin bulunmaması bu yangınlarla mücadele konusunda siyasal iktidarın, en iyi niyetli söylemle, başarısız kaldığını gösteriyor.

Ormanlarımız neden yanıyor?

Bu konuda birçok neden gösterilebilir. Örnek olarak; yanlış orman işletmeciliği, ormanlık alanların bilinçsizce kullanımı, bilinçsiz bir biçimde anız yakılması ya da piknik yapanların ormanlık alanlarda bilinçsizce ateş yakması en çok dillendirilen nedenlerdir. Nitekim yanlış orman işletmeciliğinin sonucunda ormanlardaki çıra ve hızlı tutuşabilir kuru odun parçaları artabiliyor, iklim değişikliği sonucunda artan yüzey sıcaklığı da bu odunların tutuşarak yangınların çıkmasını kolaylaştırıyor.

Bu nedenlere, yangın sonrasında açılan arazilere lüks otellerin ya da lüks villaların yapılması dahil edilebilir. Nitekim yanan birçok ormanlık alanda daha sonraları mantar gibi lüks inşaatların yapılması bunun bir kanıtı. Keza yangın sonrasında geriye kalan ağaçların haraç mezat tüccarlara satılması gibi faktörler de bu nedenlere eklenebilir.

Özelleştirmeler yangın sebebi

Bir başka neden kuşkusuz yapılan özelleştirmeler sonucunda ormanlık alanların alınıp satılabilen ticari bir mala dönüştürülmesi. Nitekim 22 yıllık AKP iktidarları döneminde siyasal iktidarın ve onun desteklediği sermayenin hem emek hem de doğa ile kurduğu ilişki onları sonsuz bir kâr hırsı için tahrip etme yönünde oldu. Bu gelişme aslında, özellikle de düzenlemelerin, denetimlerin neredeyse tamamen ortadan kaldırılıp sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırılması anlamında tam serbestlik demek olan neo liberal kapitalizmin tipik bir özelliği.

Türkiye’deki sermaye kâr ve rant çıkarım alanı olarak gördüğü doğaya ait ne varsa talana varırcasına onu tahrip etmekte sakınca görmüyor. Özelleştirmeler adı altında bu talan meşrulaştırılıyor. Halka, kamuya ait ne varsa adım adım adeta yeni bir çitleme hareketiyle büyük sermayeye devrediliyor. Bunun özellikle de 20 Temmuz 2016’dan sonra ilan edilen OHAL altında ve sonrasında kurumlaşmış bir otoriter rejim altında daha da hızlanarak yapılması ise tesadüf değil.

Ormanlar imara açıldı

Böyle bir “çitleme” ya da çağdaş ilkel sermaye birikimine izin veren bir kanun 2018 yılının Nisan ayında yayımlanarak yürürlüğe girdi. Bu kanun ile orman alanları Hazine’ye takas yoluyla devredilip her türlü imara açıldı. Böylece ormanlar lüks villalarla ve malikânelere doldu taştı.

Oysa, bilim insanları yıllardır, bir bölgenin, bir kentin akciğerleri demek olan ormanların metalaştırmaya ve ticarileştirmeye konu edilmesinin ya da özelleştirilmesinin iklim değişikliklerine, aşırı ısınmaya ve ardından gelebilecek ekolojik felaketlere neden olduğunu ileri sürüyorlar.

Ayrıca tüm topluma ve bu ormanların içinde yaşayan hayvanlara ait olması gereken bu müşterek kullanım alanlarının sermayenin kâr hırsına terk edilmesi ve bunlar üzerinden bir haksız servet birikimi kabul edilebilir bir şey değil.

Orman ile köylünün kurduğu doğal ilişki bozuldu

Binlerce yıldır insanların ilk üretim ve dönüştürme faaliyeti; doğa ile kurduğu ücretsiz ilişki (karşılıksız olarak doğadan alma faaliyeti) üzerinde temelleniyor. Bu da onlara su kaynaklarını, toprağı, ormanları ve daha birçok yer altı ve yer üstü varlığını ücret ödemeden kullanmak gibi geleneksel bir hak veriyor. Aslında bu hak doğadaki diğer canlılar için de söz konusu olmalıdır.

Bu kanun ile ormanlar özelleştirilerek ve binlerce yıldır gelenek haline gelen kullanma hakları yok edilerek, insanların doğa ile kurdukları doğal ilişkisi yok edildi. Yani köylüler artık ormanın içindeki kuru odun, çalı çırpı, kuru yaprak ya da meyve toplanması gibi geleneksel olarak yüzlerce yıldır sahip oldukları haklarından faydalanamıyorlar. Köylülerin orman ile ilişkisi artık orman işçisi olmakla sınırlandırıldı. Eskişehir’de yaşandığı gibi, yeterince fiziki donanıma sahip olmadan adeta ilkel koşullarda yangına sürülen orman işçileri liyakatsiz kadrolarca yapılan orman işletmeciliği altında büyük orman yangınlarında can verdiler.

Küresel ısınma artıyor

Ormanlar yanmaya başladığında, başta siyasal iktidar ve iktidar medyası olmak üzere bazı çevreler bu yangınların sabotajlar sonucunda ortaya çıktığı algısını yaymaya çalıştılar. Ancak (bu durum kısmen doğru olabilirse de) bu yangınların gerçek faillerini gizlemeye yarıyor.

Resmin büyüğünde “küresel ısınma” ya da “aşırı hava koşulları” gibi gezegenin ikliminde meydana gelen bazı önemli değişikliklerin bu felaketlere neden olduğu gerçeği var. Bunlar da birer semptom oldukları için işin arkasında aslında kapitalizmin kendisi var.

Bir başka anlatımla, orman yangınlarının daha da kötüleşmesinin bir nedeni iklim değişikliğidir. Örneğin orman yangını mevsimi 30 yıl öncesine göre, günümüzde 40-80 gün daha uzadı. Her yıl görülen kuraklıklar artık daha sık görülüyor. Bu da ormanda yüzeydeki yanıcı kuru maddelerin daha da kurumasına ve ateş alıp hızlıca yayılmasına neden oluyor. Bu yanıcı kuru maddeler, şimşekler ve kuvvetli rüzgarlarla kendini gösteren aşırı hava koşulları yangının büyümesine katkı veriyor. (2)

Orman yangınları ve su döngüleri

Dünyanın ikliminin karmaşık (hatta kaotik) ve dinamik olduğu biliniyor. Çünkü iklim; toprak, atmosfer ve okyanus arasında enerji akımlarını ve karşılıklı etkileşimleri içeriyor. Bu nedenle örneğin sellerin tek başına aşırı yağışlardan ya da orman yangınlarının kuru odunların tutuşmasından oluştuğunu düşünmek çok doğru değil. Öyle ki yaşanan kuraklıklar aynı zamanda orman yangınlarının nedeni olabiliyor.

Bir başka anlatımla, küresel ısınmanın sonucunda ortaya çıkan aşırı sıcak hava giderek daha fazla suyun buharlaşmasına, bu da susuzluk, kuraklık ve aynı zamanda da ciddi orman yangınlarına neden oluyor. İklim krizi yüzünden Gezegen ısındıkça su döngüsü de giderek yoğunlaşıyor

Su döngüsü atmosfer, okyanuslar, kara ve donmuş su rezervleri arasında oluşan bir döngü. Buharlaşmanın ardından gelen yağış şeklinde bir döngü oluşuyor ki son yıllarda her ikisinin gerçekleşme sıklığı bir hayli artmış durumda. Aşırı hava hem aşırı yağışlar hem de aşırı kuru hava ya da kuraklık biçiminde kendini gösteriyor. Bu da orman yangınlarına neden oluyor. (3)

Okyanusların ısınması

Ayrıca artan okyanus suyu sıcaklıklarının çevre üzerinde uzun vadeli etkileri var. Buna okyanusun karbondioksit tutma kabiliyetindeki azalma da dahil. Sıcak su, en önemli sera gazı olan karbondioksit de dahil olmak üzere soğuk suya göre daha az gaz tutar. Dolayısıyla, okyanus ısındıkça havadan daha az ısı tutucu gaz uzaklaştırılır ve daha fazlası atmosferde kalır. Bu bir kısır döngüdür: okyanus ısındıkça, daha az karbondioksit emilir ve daha fazlası havada kalır, bu da gezegenin daha da ısınmasına neden olur.

Küresel ısınmanın boyutları

Uluslararası basında yer alan bir habere göre, dünyanın önde gelen yüzlerce iklim bilimcisi, küresel sıcaklıkların bu yüzyılda sanayi öncesi seviyelerin en az 2,5 °C üzerine çıkmasını, uluslararası kabul görmüş hedefleri aşmasını ve insanlık ve gezegen için yıkıcı sonuçlara yol açmasını bekliyor. Tamamı yetkili Hükümetler arası İklim Değişikliği Panelinden (IPCC) olan katılımcıların neredeyse yüzde 80’i en az 2,5 °C küresel ısınma öngörürken, neredeyse yarısı en az 3,0 °C öngörüyor. Sadece yüzde 6'sı uluslararası düzeyde kabul edilen 1,5 °C sınırına ulaşılacağını düşünüyor. (4)

Özetle, bilim insanlarının birçoğu, sıcak hava dalgaları, orman yangınları, seller ve halihazırda yaşananların çok ötesinde yoğunluk ve sıklıktaki fırtınaların yol açtığı kıtlıklar, çatışmalar ve kitlesel göçlerle dolu "yarı distopik" bir gelecek öngörüyor.

Ocak ayı hiç olmadığı kadar sıcak

Bu yılın ocak ayı kayıtlara geçen en sıcak ocak ayı oldu (sanayileşme öncesi seviyelerin 1,7°C üzerinde). Birçok iklim gözlemcisi, doğal “La Niña” olgusu sayesinde dünyanın bu yıl biraz soğumasını beklese de bu beklenti gerçekleşmedi. Çünkü endüstriyel faaliyetler havaya sera gazları püskürtmeye devam ederken, partikül kirliliğinden arındırılmış hava daha fazla güneş ışığının yere ulaşmasına neden oldu, bu artan ısıtma etkisi doğal dalgalanmaları bastırmaya başladı ve dengeyi rekor sıcaklığa ve kötüleşen sıcak, kuru ve yağışlı aşırılıklara doğru kaydırdı. (5)

Haziran 2025: Cehennem sıcaklarının fragmanı

Küresel olarak, son 12 aylık dönemde görülen hava sıcaklıklarının (Temmuz 2024- Haziran 2025) yıllık ortalaması; 1991-2020 ortalamasının 0,67°C üzerinde ve sanayi öncesi seviyeyi tanımlamak için kullanılan tahmini 1850-1900 ortalamasının 1,55°C üzerinde seyrediyor.  Yani 2015/16 ve 2019/20 dönemlerinde ulaşılan 1991-2020 döneminin 0,46°C üzerindeki önceki en yüksek 12 aylık ortalamalardan çok daha yüksek. (6)


(Kaynak: https://climate.copernicus.eu/ (27 July 2025)

Ülke olarak bizim de içinde yer aldığımız Avrupa coğrafyasında durum daha da kötü. Aşağıdaki tablo ve görselde her haziran ayı, tüm aylar ve 1979'dan 2025'e kadar 12 aylık ortalamalar için Avrupa toprakları üzerinde ortalaması alınan 1991-2020'ye göre, Avrupa-ortalama yüzey hava sıcaklığı anomalileri gösteriliyor.

Avrupa ortalama sıcaklık anomalilerinin genellikle küresel anomalilerden daha büyük ve daha değişken olduğu görülüyor. Haziran 2025 için Avrupa ortalama sıcaklığı:1991-2020 ortalamasının 1,10°C üzerinde; haziran ayı kayıtlara geçen en sıcak beşinci ay. Son 12 ay boyunca (Temmuz 2024- Haziran 2025) Avrupa'daki ortalama sıcaklık 1991-2020 yıllık ortalamasından 1,29°C daha yüksek.


Haziran 2025’te Batı ve Orta Avrupa’nın büyük bölümünde hava sıcaklıkları ortalamanın üzerinde seyretti. Avusturya, Fransa, Almanya, İtalya, Portekiz, İspanya, İsviçre ve Birleşik Krallık dahil olmak üzere birçok ülkede sıcak hava dalgası yaşandı, Portekiz ve İspanya'da bazı yerlerde sıcaklık 40°C'nin üzerine çıktı. Bu durum haziran ayı aylık ortalamasına da yansıdı ve Fransa en sıcak ikinci haziran ayını, İspanya son 64 yılın en sıcak haziran ayını ve İngiltere ise 1884 yılından bu yana en sıcak haziran ayını yaşadı. Güneydoğu Avrupa da ortalamanın üzerindeki sıcaklıklardan etkilendi. (7)

Devam edecek: Aşırı sıcaklardan ölümler, sırada kimler var?

Dip notlar:

(1)  https://www.bbc.com/turkce (25Temmuz 2025).

(2)  https://theconversation.com/how-years-of-fighting-every-wildfire-helped-fuel-the-western-megafires-of-today (July 2021).

(3)  https://theconversation.com/the-water-cycle-is-intensifying-as-the-climate-warms-ipcc-report-warns-that-means-more-intense-storms-and-flooding (9 August 2021).

(4)  https://www.theguardian.com/environment/article/world-scientists-climate-failure-survey-global-temperature (8 May 2024).

(5)  https://theconversation.com/record-january-heat-suggests-la-nina-may-be-losing-its-ability-to-keep-global-warming-in-check (7 February 2025).

(6)  https://climate.copernicus.eu/surface-air-temperature-june-2025 (27 Temmuz 2025).

(7)  Agr.

26 Temmuz 2025 Cumartesi

Sendikal çürüme

 

Orman işçilerinin çığlığı işçi sendikalarının sessizliği

Mustafa Durmuş

26 Temmuz 2025


Eskişehir’deki orman yangınını söndürme çalışmaları sırasında hayatlarını kaybeden 10 emekçinin ardından normalde işçi sendikalarının açıklama yapmaları ve sorumluları hesap vermeye çağırmaları beklenirdi. Ancak 24 Temmuz itibarıyla konfederasyonlardan (DİSK dışında), hiçbiri bu konuya ilişkin bir açıklama yapmadı.

15 Temmuz Darbe Girişiminin yıldönümünde bu darbe girişimini kınayan ve şehitleri anan HAK-İŞ ve TÜRK-İŞ acaba neden “orman şehitleri” yle ilgili benzer bir açıklama yapıp, sorumluların ortaya çıkarılarak hesap sorulması için iktidara çağrıda bulunmadılar?

Aslında orman işçiliği konusunda bir başka vahim durum daha mevcut. Ormanda ağaç kesim (üretim) işlerini yaklaşık 500 bin orman köylüsü “bahisi fiyat” (birim fiyat) yöntemiyle yürütüyor. Bu işçiler sosyal güvenceden yoksunlar. Yani sigortasız ve sendikasızlar. AKP döneminde üretim işleri “dikili satış” yöntemiyle tüccara verildiği için, bu işçiler sahada yoksullaştırıldılar. Ayrıca tüccarlar, Suriyeliler ve Afganlar gibi daha ucuz iş gücünü tercih ediyor. Böyle bir çalışma düzeni iş kazalarını artırıyor. Öyle ki bu yılın başından bu yana 276 orman işçisi yaşamını yitirdi ve bu ölenlerin sadece 12’ si isteğe bağlı sigortalı idi.

Çuvaldızı iktidara, iğneyi sendikalara

Orman işçileriyle ilgili bu durumu, siyasal iktidarın neo-liberal politikalarının yanı sıra, kısmen işçi sendikalarının bugün itibarıyla içinde bulundukları “sefil” durumla açıklayabiliriz. Yani çuvaldızı iktidara batırırken, iğneyi de sendikalara batırmak gerekiyor.

“Sefil” derken parasal anlamda sendikaların yoksulluğundan söz etmiyoruz zira bu suskun sendikalar, büyük ölçüde, nakit ve gayrimenkul zengini konumundalar. Sefilden kastımız sendikaların artık işlevsiz olmaları, ortaya çıkış amaçlarına uygun davranmamaları, hatta düzenin sürdürülmesinde adeta bir tampon görevi yapmaları.

Oysa işçi sendikaları, sosyolojik olarak, işçi sınıfı örgütleridir. Ücretli emeğe dayalı kapitalist sistem içinde var olurlar. Ücret, sosyal haklar, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve istihdamın korunması gibi konularda işçiler adına sermayedarlarla müzakere ederler.

Küçük burjuva önderlik

Ancak sendikalar genelde küçük burjuva önderliğe sahiptirler. Sendika bürokratları ise, pratikte, ücretli sistemde pazarlık yapma konusunda uzmanlaşmış bir kast olarak küçük burjuva, hatta burjuva yaşam standardına sahip olabilen sendikacı katmanları biçiminde olabiliyor. Bu konumları sendikaların suskunluğunun ve kaypaklığının önemli nedenlerinden birini oluşturuyor.

19. yüzyılda İngiltere’de sendikaları (işçi birlikleri) ortaya çıkaran temel neden, kapitalizm altında işçi sınıfının çok kötü koşullarda çalışmak ve yaşamak zorunda kalmalarıydı. İşçiler zamanla bu koşulları değiştirebilmek için birlikte mücadele etmek gereğini kavradılar. Ayrıca sermaye sınıfının işçileri bölerek birbirlerine karşı kullanmalarını önlemek için de işçiler sendikalarda örgütlendiler.

Zaman içinde sendikalar çok güçlendiler. Örneğin “kapitalizmin altın çağı” olarak da adlandırılan 1950-1980 arasında işçi sınıfı ve sendikalar bugüne kıyasla çok daha güçlüydü. Ancak neo-liberal dönem olarak da adlandırılan 1980’lerden itibaren, kapitalizm içinde sınıfsal güç dengesi sermayeden yana olmak üzere belirgin bir biçimde değiştiğinden, bugün artık eski güçlerine (hem üye hem de sınıfsal bilinç anlamında) sahip değiller.

Öyle ki neo-liberalizmle birlikte üretimden gelen gücün zayıflamasıyla artık, kolayca gözden çıkartılabilen, ikame edilebilen, “itibarsız” bir işçi sınıfı oluştu. Çünkü sermaye sınıfı ve onun işini kolaylaştıran devlet açısından; örgütsüz, güvencesiz, yarı zamanlı çalıştırılan, düşük ücretli ama daha da önemlisi uysal bir işçi sınıfının varlığı gerekli ve yeterliydi.

Sendikalaşma oranlarındaki keskin düşüş!

İstatistikler genel olarak dünyada sendikalardan kaçışın sürdüğünü gösteriyor.  Öyle ki sendikalaşma oranı (sendika yoğunluğu) bu süreçte sürekli olarak düştü. Gelişmiş 24 ülkeye ait veriler sendika yoğunluğunun son 20 yılda 24 ülkenin 21'inde, son 30 yılda ise 24 ülkenin 22'sinde azaldığını gösteriyor. Hatta “dayanışma aidatı” gibi uygulamalarla toplu iş sözleşmesinden (TİS) faydalananları da kapsayan “sendikal kapsama oranları” bile düştü. (1)

Türkiye’de de sendikalı işçi sayısı ve oranı benzer biçimde düşüyor. En son temmuz ayında yayınlanan sendika üye istatistiklerine göre; sendikalı işçi sayısı Ocak’ta 2,524,515’ten Temmuz’da (94,988 azalarak) 2,429,527’ye düştü. Oysa bu yedi ayda çalışan işçi sayısı 461,410 arttı.

Bir başka anlatımla, bu yılın Ocak-Temmuz döneminde çalışan işçi sayısında artış olmasına rağmen, ortalama sendikalaşma oranı ülke genelinde yüzde 14’te kaldı. Dahası, ayrıntılara bakıldığında bu oranı aşan sadece beş sendikanın bulunduğu görülüyor. Bunların üye sayısı ise toplam üyelerin yüzde 41’i. Böylece kalan yüzde 59’un sendikalaşma oranı yüzde 5’in altına düşüyor. 4,5 milyon civarında çalışan ile en büyük işkollarının başında gelen 10 No’lu İş Kolunda, sadece üç sendika yüzde 1’in üzerinde paya sahip iken, diğer sendikalara üye işçilerin sendikalaşma oranı yüzde 1’in çok altında kalıyor. (2)

Toplu İş Sözleşmesi (TİS) olarak adlandırılan pazarlık biçimleri de giderek farklılaştı (bu biçimler ücretlerin hangi düzeyde belirlendiğini ifade ediyor). Bu sistemler; firma düzeyinde (merkezi olmayan) pazarlıktan, ara pazarlık düzenlemelerine (endüstri çapında sendikalar ve işveren birlikleri arasında endüstri düzeyinde bir ücret tabanı oluşturan anlaşmalar) ve merkezi pazarlık prosedürlerine (ulusal ücret normlarını belirleyen işçi ve işveren konfederasyonları arasındaki müzakereler) kadar uzanıyor.

Toplu pazarlık yapısının çeşitli unsurlarını kapsayan 28 araştırmanın sonuçları ise şöyle: Merkezi bir koordinasyonla (Kamu Çerçeve Protokolü/KÇP gibi) yapılan toplu sözleşmeler enflasyonu düşürmeye yararken, işgücü verimliliğini artırıyor. (3)

Bu durum da TİS politikasının cari ekonomi politikalarına endeksli olarak tasarlanıp uygulandığını ve sermayenin kârlılığını artırarak sermaye birikimini hızlandırmayı hedeflediğini gösteriyor. Yani KÇP gibi uygulamalar işçi lehine olmaktan ziyade sermaye lehine işliyor ve iktidarın ekonomi politikalarının bir aracı olarak işletiliyor.

Sendikaları zayıflatan etkenler

Sendikaların ciddi bir düşüşte olmalarına yol açan birçok etken var. İlk olarak,  neo-liberalizmi listenin başına koymak gerekir. Çünkü neo-liberal ideoloji tarafından emeğin örgütlenmesi ve sendikaların toplu pazarlık yapması, kazananlar ve kaybedenler arasında doğal bir hiyerarşi oluşmasını engelleyen piyasa çarpıklıkları olarak tasvir edilir. Emek-sermaye eşitsizliği erdemli bir şey olarak tanımlandığından, işçi sendikalarına düşman gözüyle bakılır. Sendikalar “kapitalist piyasaların işleyişini bozan tehlikeli yapılar” olarak tanımlanır.

İkinci sıraya otomasyon, robot kullanımı ve dijitalleşmeyi koyabiliriz. Çünkü bu teknolojik gelişmelerin ortaya çıkardığı sektör ve istihdam yapısı sendikasızlaşmayı teşvik ediyor. Çağdaş istihdam yapıları, geleneksel işçi örgütlenmesi biçimlerine meydan okuyor. Yapılan bir araştırmada, endüstriyel robotların yükselişinin bu eğilime nasıl katkıda bulunduğu ve sendikal gücün temellerini zayıflatan yapısal bir değişimi nasıl tetiklediği görülüyor.

Buna göre (4), robotların daha yoğun kullanıldığı sektörlerde sendika üyeliğinde önemli düşüşler yaşanıyor. Önemli olan, bu düşüşün esas olarak otomasyona uğrayan sektörlerdeki işçilerin sendikalarından ayrılmalarından değil, istihdamdaki daha geniş bir bileşimsel değişimden kaynaklanıyor olmasıdır: Otomasyon geleneksel olarak sendikalaşmış imalat sektörlerindeki işleri azaltıyor.

Yani otomasyon sadece işleri ortadan kaldırmıyor, istihdamı sendikalar için yapısal olarak daha elverişsiz olan çalışma ortamlarına doğru kaydırıyor. Dolayısıyla sendika yoğunluğundaki düşüş; sadece örgütsel başarısızlığın, sendikaların yozlaşmasının ya da işçilerin sendikalara olan ilgisinin azalmasının bir sonucu olmayıp, teknolojik değişimin istihdamın doğasında ve yapısında meydana getirdiği daha derin değişikliklerin de bir sonucu.

Otoriter rejimler sendikal çöküşün bir nedeni

21. yüzyılla birlikte neo-liberalizmin giderek otoriter ve yeni faşist devlet biçimleri altında uygulanması sonucunda işçi hakları ve sendikal örgütlenmelerde tam bir çöküş yaşanıyor. Bu yüzden de sendikasızlaşmayı etkileyen temel nedenlerden biri olarak otoriter, işçi düşmanı rejimleri de belirlemek gerekir.

Bu bağlamda, Türkiye’de 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrası kurulan askeri diktatörlük ve ardından bu diktatörlüğün gölgesinde yeşeren neo-liberal dönemde ve son 10 yıldır ülkede uygulanan otoriter rejim altında işçi sınıfı ve işçi sendikalarının büyük kayıplara uğramasına şaşırmamak gerekiyor.

Çünkü işçilerin sendikal bilinçten yoksun oluşları, patron baskısı ve işten çıkartılma korkusu ve işçiler arasındaki sendikalara ilişkin kötü algı (bir kısmı gerçek olan) işçilerin sendikalardan uzak durmasına neden oluyor. Sendikalaşmış olanların bir kısmı ise toplu iş sözleşmesi yapamıyor.

Sorgulamayan, hakkını aramayan “uysal” bir işçi sınıfı

Neo-liberal neo-otoriter rejime uygun bir işçi sınıfı yaratılması da sendikalaşma oranlarındaki düşüşe neden olan önemli bir faktör. Çünkü bu dönemde işçi sınıfının temel karakteristiği, belli düzeye kadar eğitimli olmasının yeterli olarak kabul edilmesidir. Yani sermaye açısından, işçilerin okur yazar olması yeterlidir ve sorgulamayan, eleştirmeyen, örgütlenmeyen, hakkını aramayan atomize olmuş işçiler özellikle tercih edilir. Kendilerine verilene şükreden ve egemene itaat eden bir işçi sınıfı kapitalist üretim tarzının geldiği son aşamanın ihtiyacı olan şeydir. Yani günümüzde kapitalizmin adaletsiz bölüşüm ilişkileri kendine uygun bir üretici güç (işçi sınıfı) gelişimini de yaratmıştır.

Bu çerçevede, üretimi gerçekleştirecek olan işçiler, yukarıdaki özelliklere ilave olarak, muhafazakâr, milliyetçi, militarist, sabreden, şükreden, dünyada sınandığına inanan ve tevekkül sahibi ve sendikal örgütlenmelerden uzak duran insanlar olmalıdır. Maalesef müesses nizamın bu konuda önemli bir mesafe kat ettiğini kabul etmek durumundayız.

Sendika yönetimleri günahsız değil

Son dönemlerde, “promosyon sendikacılığı” nda ciddi bir artış var. Yeni üye almak kadar, rakip sendikaların üyelerini çalmak için de aracılara ve üyelere para dağıtmaktan ve diğer maddi teşvikleri kullanmaktan, siyasal iktidarı baskı aracı olarak kullanmaktan çekinmeyen yoz bir sendikacılık anlayışı giderek yaygınlaşıyor. Ayrıca, ABD’de 1930’lardaki Büyük Depresyon dönemlerinde görülen “Mafyatik-Gangster Sendikacılık” Türkiye’de de giderek yaygınlaşıyor. Bazı sendikalarda ise yönetimler babadan oğula geçiyor.

“Finans Sendikacılığı”

Son bir etken sendikaların para ve finans ile olan sınavıdır. Bugünün sendikal davranışını doğru anlayabilmek için sendikaların mali uygulamalarını masaya yatırmak gerekiyor. Bu, işçi sınıfının örgütlülüğünün bugün neden daha zayıf olduğunun ve sendikaların yönelimlerinin ne olduğunun daha iyi anlaşılabilmesi için son derece önemli.

Öyle ki neo-liberalizm döneminde, sendikaların üye sayısı azaldı ama mali durumları (maddi varlıkları) sıçrama yaptı. “Sendika üyeliği ve yoğunluğu” istikrarlı bir şekilde azalırken, örgütlü emeğin yani sendikaların mali bilançosunun balon gibi şişmiş olması ise garip bir paradoks oluşturuyor.

Sendikaların, on binlerce üye kaybederken varlıklarını büyütebilmeleri nasıl mümkün olabiliyor? Bu sorunun cevabı belli: İlk olarak, üyelik aidatları genellikle işçi ücretlerinin belli miktarına ya da yüzdesine bağlı olduğundan, her yeni toplu iş sözleşmesiyle işçi ücretleri arttığında sendika üyelik aidatları da artıyor, bu da azalan üyeliğin olumsuz mali etkisini rahatça telafi ediyor.

İkinci olarak, sendikalar, borsa, döviz, mevduat ve gayrimenkul gibi diğer para ve emlak piyasasındaki yatırımları sayesinde önemli yatırım ve kira geliri elde edebiliyorlar. Üçüncü olarak, sendikalar örgütlenme ve grev gibi faaliyetler için aidat ve yatırım gelirlerinden elde ettiklerinden çok daha az para harcıyor ve yıllık bütçe fazlası vererek net varlıklarını artırıyorlar.

Burada olan şey, işçi sınıfına fayda sağlayan bir gündemi ilerletmek ve yeni işçilerin sendikalarda kitlesel olarak örgütlenmesini sağlamaya odaklanmak yerine, mevcut üyelerden sağlanan aidat gelirlerinin banka, borsa ve emlak piyasalarında değerlendirilmesinin asıl amaç olarak benimsendiği ‘finans sendikacılığı’ denilen şeye dönüşmesidir”. (5)

Oysa, emeğin gücünün gerçek kaynağı sendikanın şişkin bilançosu ya da sahip olduğu otel-motel sayısı değildir. Güç, nihayetinde, örgütlülükten, işçilerin grevler ve diğer faaliyetler yoluyla üretimden gelen güçlerini uygulamak için hayata geçirdikleri kolektif eylemlerden gelir. Sendikalar kaynaklarını agresif yeni örgütlenme ve eğitim faaliyetlerine harcamadıkları sürece, çok düşük olan üye sayısını artıramazlar, üye işçileri eğitip, bilinçlendiremezler, örgütlülüğü pekiştiremezler.

Yeni bir sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışına ihtiyaç var!

Kapitalizmin, kapitalist devletin ve sermaye ideolojisinin içinden geçtiği sürecin sosyal ve politik hayat üzerinde çok önemli etkileri de söz konusudur. Bunun bilincinde olarak, işçi sendikaları öncelikle, mücadelelerini ücret sendikacılığı ile sınırlı tutmamalı, ücretleri ve çalışma koşullarını müzakere etmekten daha fazlasını yapmalıdırlar.

İşgücü piyasası kurumları üzerinde etkili olmalıdırlar, devlet bütçesini etkileyerek emekten yana yeniden bölüştürücü politikaları gündemde tutmalıdırlar, toplumsal ilerlemeyi ve katılımcı demokrasiyi ve barışı savunmalıdırlar.

Hepsinden önemlisi, sendikaların yöneticileri gündemlerini başka şeylerle meşgul etmekten vaz geçip, sınıfın ve sendikanın, örgütlenme ve eğitim gibi sorunlarının çözümüne odaklanmalıdırlar.

Sonuç

Orman yangını sırasında bir tür iş cinayetine kurban giden 10 canımız konusunda sadece rahmet ve sabır dilemek yetmiyor. Belli ki bu olayda da işçi sağlığı ve iş güvenliği kurallarına uyulmamış. Değeri 60 TL olan oksijen maskeleri ve koruyucu elbiselerden mahrum olarak bu işçilerin sahaya gönderildiği iddia ediliyor. Bu iddialara göre, ölümler boğulma biçiminde gerçekleşti. Bu da orman işçilerinin ne kadar değersizleştirildiği ve ormancılıkla ilgili işlerin ne kadar liyakatten uzak kadrolarca yürütüldüğünü gösteriyor. Aynı iddiayı yangında beş üyesini kaybeden AKUT için de ileri sürmek mümkün.

O halde işçi sendikaları sadece işçi haklarına değil, aynı zamanda doğa haklarına da sahip çıkmalı, kadını güçlendiren politikaları desteklemeli ve kuşkusuz “kaza” ya da “doğal afet” adı altında geçiştirilen, ancak devletin düzenlemelerden vazgeçmesi nedeniyle artan orman yangınları gibi felaketlere karşı da hem doğayı hem halkı hem de işçileri koruyabilmek için seslerini yükseltmelidir.

Oysa 10 emekçinin ölümü sonrasında sendikaların takındığı tutuma baktığımızda büyük bir hayal kırıklığı yaşıyoruz. Bazı sendikaları dışarıda tutarak, konfederasyonların ve sendikaların yöneticilerinin hesaplarından ya da kurumsal hesaplardan yapılan baş sağlığı ve sabır dileyen tweetlerin dışında bu ölümlerle ilgili ciddi bir tepki olmadı. Yangında yaşamını yitiren beş işçinin üyesi olduğu Öz- Orman- İş Sendikası bile kendi üyelerinin ölümünü sıradan bir başsağlığı tweetiyle geçiştirdi. Bu kabul edilemez bir tutumdur.

Dip notlar:

(1)  https://wol.iza.org/articles/the-consequences-of-trade-union-power-erosion/long (26 June 2025).

(2)  “2025 Temmuz Sendika Üye Sayıları Açıklandı”, https://www.csgb.gov.tr/cgm/haberler (24 Temmuz 2025).

(3)  T. S. Aidt and Z. Tzannatos,. "Trade unions, collective bargaining, and macroeconomic performance: A review", Industrial Relations Journal 39:4 (2008), s. 258–295.

(4)  https://wol.iza.org/opinions/robots-restructuring-and-union-retreat (24 June 2025).

(5)  https://jacobin.com/finance-unionism-union-density-decline-american-labor-movement-mass-organizing?ref=readthemaple.com (2 May 2023).

14 Temmuz 2025 Pazartesi

Barış ve Demokrasi Süreci

 

Barış Süreci’nin en büyük engeli bilinçli olarak yaratılan kafa karışıklığı

Mustafa Durmuş

15 Temmuz 2025


Örgüt’e ait bir grubun silah bırakma/yakma töreninin ardından, Erdoğan’ın Türk-Kürt-Arap İttifakına ilişkin olarak yaptığı ve “tarihi” olarak değerlendirilen açıklamalar yoğun tartışmalara neden oluyor. Çünkü Erdoğan bu açıklamasında bir üçlü kimlikten oluşan yeni bir tarihsel ittifaktan ve onun Orta Doğu coğrafyasında kuracağı yeni hegemonyadan söz ediyor.

Taraflar ya da taraf olmayanlar yeni barış sürecini nasıl değerlendiriyor?

Öncelikle, yeni barış sürecine başından bu yana bilinçli ya da bilinçsizce karşı çıkan azımsanamayacak bir kesim var. Daha ziyade Ulusalcıların, Kemalistlerin bir kesiminden ve Zafer Partisi ve İyi Parti’nin üst yönetimi ve takipçilerinden ve CHP’nin bir kısım tabanından oluştuğu gözlemlenen bu kesime göre, silah bırakma yalan olduğu gibi barış da gereksiz.

Ulusalcılar, Milliyetçiler

Aslında onlara göre “teröristlerle barış yapılmaz”. Barış süreci Büyük Orta Doğu Projesi’nin güncellenmesiyle ilgili ve arkasında ABD ve İsrail gibi dış güçler var. Bu anlamda devlet de barış sürecini başlatarak terörizme ve onun arkasındaki emperyalist güçlere ödün veriyor.

Bu bakış açısı yeni değil. Kutuplaştırmadan, milliyetçilikten, militarizmden ve savaşlardan beslenen kesimlerin kolay kolay barışı isteyebileceklerini düşünmek safdillik olur. Çünkü bu ve benzeri yaklaşımların varlık nedeni zaten Kürtleri hedef tahtasına koyan savaş çığlıkları. Ayrıca bu kesimden bazıları rasyonel düşünmeye pek de yakın olmadıklarından komplo teorilerine çok itibar ederler, bu teorilerin etkisiyle davranırlar ve adeta bir akıl tutulması içeren komplo teorilerini servis etmekten ve yaymaktan da çekinmezler.

Cumhur İttifakı

AKP-MHP İktidar Bloku (Cumhur İttifakı) ise 2015 yılından bu yana iş başında. Adım adım ülkeyi önce otoriter, ardından da totaliter bir rejime doğru sürüklüyor. Hukukun üstünlüğüne, Anayasa’ya, yasalara ve insan haklarına ve özgürlüklerine en ufak bir saygıları yok. Ülkeyi demir bir yumruk altında yönetmek ve ilelebet iktidarda kalmak istiyor.

Ancak Suriye’nin Colani Güçlerince (İktidar Blokunun desteklediği) ele geçirilmesi, buna karşılık İsrail’in ABD’nin desteğiyle Filistin ve Suriye’de ele geçirdiği yeni mevziler ve İran’ı bombalaması İktidar Blokunu düşündürmeye başladı.

Alt emperyalist hedefler

Çünkü kendisi bir süredir alt-emperyalist bir strateji izleyen ve Orta Doğu coğrafyasını buna göre yeniden şekillendirmek isteyen Devlet, son Suriye savaşından bazı yandaş Türk müteahhitlere büyük ihaleler almak dışında, somut bir kazanım elde edemedi. Oysa Türkiye sermayesinin yeni enerji kaynaklarına ve pazarlara ihtiyacı olduğu çok açık.

İktidar Bloku içinde bu durumu en iyi okuyan, aynı zamanda devletin bir kanadını da temsil eden MHP lideri Bahçeli oldu ve Kürtleri risk unsuru olmaktan çıkartan adımları attı. Erdoğan zaman zaman buna karşı çıksa da kabullenmek durumunda kaldı.

AKP’nin anlatacak yeni bir hikayesi yok!

Ayrıca AKP’nin uzun zamandır yeni bir hikâyeye ihtiyacı var. Şu ana kadar anlattığı hikayeler miadını doldurdu. Yeni hikâyeler olmadığında efsaneler çöker ve isyanlar başlar. “Terörsüz Türkiye” iktidar açısından böyle bir yeni hikâye ihtiyacını karşılamaya da dönük bir çaba olarak düşünülmeli. Bu hikâye aynı zamanda halkların olası isyanının manipüle edilebilmesini de sağlıyor.

Kürt Siyasal Hareketi

Diğer yandan, Kürt Siyasal Hareketi’nin barış sürecine sahip çıkmasının çok sayıda nedeni var. Öncelikle 40 yılı aşkın bir süredir sürdürülmekte olan silahlı mücadele ile bir sonuç alınamayacağını anladı. Gerçekten de dünyanın hiçbir yerinde bu kadar uzun süren bir silahlı mücadelenin başarıyla sonuçlandığı görülmedi. Kürt halkında ise ciddi bir yorgunluk gözlemleniyor. Tüm bunlar örgütün ve mücadelenin giderek zayıflamasına yol açmış olabilir.

Azalan Verimler Kanunu

Ana akım iktisat teorisinden bir benzetme yapalım. İktisatta, “Azalan Verimler Kanunu” olarak adlandırılan bir kanun var. “Bir üründen ne kadar fazla tüketirseniz onun son biriminin (marjinal) size sağladığı fayda o kadar azalır ya da bir üretim faktöründen ne kadar çok ve ne kadar uzun kullanırsanız onun son biriminin verimliliği azalır”. Silahlı mücadele de böyledir: Ne kadar uzarsa etkisi o kadar azalır.

Böyle bir durumla karşı karşıya olan Kürt Hareketi ikinci en iyiyi seçti ve kendisine uzatılan eli geri çevirmedi. Hedefleri içinde hem Rojava’yı korumak hem Türkiye’de tutsak tutulan binlerce Kürt siyasetçiyi serbest bıraktırmak hem de dağdaki militanları normal yaşama ve siyasete kazandırmak var. Bu hedef tutarsa, Kürt Hareketi kendi açısından bu sürecin kazananları arasında yer alacak.

‘Barış ve Demokratik Toplum Süreci’nin önündeki mayınlar

Ancak pratik hayattaki her şey bu tespitlerdeki gibi net ya da berrak değil. Pratikte çok farklı gelişmeler söz konusu. Örneğin Kürt Hareketi sürece “Barış ve Demokratik Toplum Süreci” adını verse de yani barış ve demokratikleşmenin bir arada olması gerektiği vurgusu yapsa da İktidar Bloku attığı adımlarla bunu engelliyor. Özellikle de “yeni düşman” CHP ve CHP’li belediyelere yönelttiği saldırılarla bırakın demokratikleşmeyi önlemeyi daha despotik bir rejim arzuladığını açıkça ilan ediyor.

Solcular ve sosyalistler de bu konuda rahat değiller. Çünkü bir yanda barış süreci diğer yanda otoriter rejimin daha da tahkim edilmesi söz konusu. Ancak bu kesimlerin kafa karışıklığının asıl nedeni sürece ilişkin sağlıklı ve tam bir bilgiye erişememek. Bunun nedeni de kuşkusuz sürecin şeffaf yürütülmemesi.

Doğru bilgiye erişememek büyük sorun

Ortada heyetler var ama görüşmeler sadece Devlet ile Öcalan arasında yapılıyor ve dışarı bilgi sızdırılmıyor. Bu durum İktidar Blokunun işine yarıyor olabilir zira Kürt Hareketi içindeki potansiyel muhalifleri elimine edebildiği gibi, toplumda komplo teorilerinin yaygınlaşmasına da yarıyor, bu da muhalefeti parçalama amacını güdüyor.

Buradaki somut amaçlardan biri CHP tabanının DEM tabanı ile yan yana gelmesini önlemek. Dolayısıyla sürecin şeffaf yürütülmemesi güvenlik kaygılarından ziyade devlet tarafının istediği bir şey. Normalde sürecin şeffaf yürütülmesi barışın toplumsallaştırılmasını sağlayacak olsa da Kürt Hareketi’nin bu konuda yapabileceği pek bir şey yok gibi.

Tam ve doğru bilginin önemini yine iktisat biliminden bir benzetmeyle açıklayalım. Ana akım iktisat teorisine göre, “firmaların ve tüketicilerin kârlarını ve faydalarını maksimize etmek yolunda rasyonel karar alabilmeleri için piyasadaki üretim maliyetleri, hammadde fiyatları, bunların üretim yerleri ve miktarları gibi konularda tam ve doğru bilgiye sahip olmaları gerekir. Çünkü böyle bir bilgi yoksa maliyetler ve faydalar kıyaslanamayacak, rasyonel karar da verilemeyecektir”.

Benzer bir durum barış süreci ile ilgili olarak mevcut. Sürece ilişkin bırakın tam bilgiyi, son derece eksik ve yanlış bilgi nedeniyle insanların kafası karışık ve tepkisel olarak da sürece karşı çıkıyorlar. Akılcı düşünemeyebiliyorlar.

Ne yapmalı?

İlk sözümüz iktidara: Süreci şeffaf yürütün ve insanların tam olarak bilgilenmesini sağlayın. Ayrıca hukuki ve politik düzenlemeler ve güvenceler, siyasi mahkumların serbest bırakılması gibi konularda gecikmeyin. Sürecin uzaması bu projenin başarısızlığıyla sonuçlanır ki sonrasındaki gelişmelerin altında tüm toplum kalır.

Kürt Hareketi’ne: Barışı toplumsallaştırmak istiyorsak elinizdeki bilgiyi, yaptığınız görüşmeleri, anlaşmaları halkla paylaşın. Konunun liderler arasındaki görüşmelerle sınırlandırılmasına izin vermeyin. İktidar Blokunun, içerde otoriterliği tahkim etme ve dışarıda alt emperyalist hedeflerinin bir parçası olmayacağınızı daha açık ve net olarak ilan edin. CHP’yi düşmanlaştırma politikasına karşı çıkın.

Sol ve sosyalist çevrelere: Artık “dış güçler”e dayalı komplo teorilerinin etkilerinden kurtulun ve halkların yürüttüğü mücadeleye güvenin. “Bugüne emperyalist devletler öyle istedi diye değil de 40 yıla aşkın bir zamandır verilen mücadelelerin ve ödenen bedellerin bir sonucu olarak gelindi” diye düşünmeye çalışın.

Son olarak insani bir çağrı: Fotoğrafını gördüğünüz iki HDP yöneticisi diğer yüzlercesinin yanı sıra, tutsak. Öğretmen/İktisatçı Günay Kubilay ve iktisatçı/ çevirmen Alp Altınörs. Her ikisi de Kobane Davası yüzünden haksız bir yere mahkûm edildiler.  Günay’a 18,5 yıl ve Alp’e 22,5 yıl ceza verildi. Her ikisi de 5 yıldır Sincan Cezaevinde yatıyor.

Günay’ın bir kızı, Alp’in de bir oğlu var. Günay eşini birkaç yıl önce kaybetti. Şimdi kızına yakınları bakıyor. Alp’in eşi de birkaç aydır ciddi sağlık sorunlarıyla uğraşıyor ve tek başına oğlunu yetiştirmeye çalışıyor. Yani sadece Günay’ı ve Alp’i değil, onların çocuklarını da Alp’in eşini de cezalandırmak hiç adil değil.

İktidar Bloku gerçekten bu süreçte samimi ise işte samimiyet testinin ilki: Başta hasta ve yaşlı mahpuslar olmak üzere, Günay Kubilay’ı, Alp Altınörs’ü, Selahattin Demirtaş’ı, Figen Yüksekdağ’ı, Osman Kavala’yı, Av. Can Atalay’ı, Av. Selçuk Kozağaçlı’yı ve adlarını sayamayacağımız kadar çok sayıdaki siyasi tutuklu ve hükümlüyü, tutuklu belediye başkanlarını, gazeteciyi, avukatı ve öğrenciyi yeni yasama döneminde serbest bırakın.

 


11 Temmuz 2025 Cuma

Barış Süreci

 

Silahlar sustu, şimdi kalıcı barış, adalet ve demokratikleşmenin inşasını konuşma zamanı!

Mustafa Durmuş

12 Temmuz 2025


Geçen aya damgasını vuran uluslararası gelişme kuşkusuz İsrail (ABD)-İran savaşıydı. Neyse ki savaş iki hafta kadar sürdü ve (şimdilik) silahlar sustu. Bu süreçte savaş, dünyada olup biten başka önemli şeylerin önüne geçerek konuşulmasını önledi.

Bu önemli şeylerden biri dünyadaki servet bölüşümünün ne kadar adaletsiz bir hale geldiğini ortaya koyan bir rapordu.  Dünyanın en büyük bankalarından olan UBS tarafından geçen ay yayınlanan Küresel Servet Raporuyla, (1) dünyadaki tüm yetişkinlerin sadece yüzde1,6’sının dünyadaki tüm kişisel servetin yüzde 48,1’ine sahip olduğu ortaya çıktı.

500 yıllık kapitalizmin neden olduğu devasa eşitsizlik!

Yani küresel servet piramidinin de gösterdiği gibi, sadece 60 milyon yetişkin birey (tüm dünya yetişkinlerinin yüzde 1,6’sı), 226 trilyon dolarlık net kişisel servete sahip ve bu rakam tüm dünya kişisel servetinin neredeyse yarısına eşit.

Diğer uçta ise, 1,57 milyar yetişkin (dünyadaki yetişkinlerin yaklaşık yüzde 41'i) sadece 2,7 trilyon dolar yani tüm dünyadaki kişisel servetin sadece yüzde 0,6’sına sahip. Bu piramide orta kademe servet sahipleri de eklendiğinde; 3,1 milyar yetişkinin (yani tüm yetişkinlerin yüzde 82'si) 61 trilyon dolarlık kişisel servete sahip olduğu ortaya çıkıyor. Bu rakam, küresel kişisel servetin sadece yüzde 12,7'sine denk geliyor.  Servetin kalan yüzde 87,3’ü ise sadece 680 milyon yetişkin veya dünyadaki toplam yetişkin nüfusunun (3,8 milyar) sadece yüzde 18,2'sine ait. Piramidin en tepesinde ise dünyada 2.891 dolar milyarderi bulunuyor. Servet tepede öyle birikmiş ki 31 yetişkinin toplam serveti 50 milyar doları aşıyor.

Eşitsizlik küresel çaptaki açlığın ve yoksulluğun temel nedeni 

Böyle bir eşitsizlik dünyadaki yaygın açlığın ve derin yoksulluğun temel nedenini oluşturuyor.

Öyle ki 3,7 milyardan fazla insan (dünya nüfusunun neredeyse yarısı) yoksulluk içinde yaşıyor, 700 milyondan fazla insan açlıkla karşı karşıya ve cinsiyet eşitliği 123 yıl daha sağlanamayacak. Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerinin (SKH) yalnızca yüzde 16'sı 2030 yılına kadar yerine getirilme yolunda ilerliyor. Kısaca, çok zengin bir azınlığın çıkarları ön planda tutulurken, küresel kalkınma ve gelişme umutsuzca başarısızlığa uğruyor.

Çarpıcı bir şekilde 2015 yılından bu yana, dünya nüfusunun neredeyse tamamının (yüzde 95'inin) toplamından daha fazlasına sahip olan en zengin yüzde 1'lik kesim, yıllık küresel yoksulluğu 22 kez sona erdirmeye yetecek kadar para kazandı (33,9 trilyon dolar). Milyarderler 6,5 trilyon dolar kazandılar ki bu rakam SKH'lere ulaşmanın yıllık tahmini maliyeti olan 4 trilyon dolardan daha fazla. (2)

“Ekonomik eşitsizlikler arttıkça iç savaş riski artıyor”

Ancak bölüşüm eşitsizliği sadece ülkeler ve ülke içi sosyal sınıflar arasında refah farkının ortaya çıkmasına neden olmuyor, uluslararası çatışmalara, hatta ülkelerde iç savaşlara da neden oluyor. Yani ekonomik eşitsizliğin jeopolitik ve politik sonuçları da mevcut.

Kısaca, “ekonomik eşitsizlik ülkelerde sadece yoksulluğu değil, aynı zamanda iç savaş riskini de artırıyor”. Bu bulgu, Tübingen Üniversitesi Ekonomi Tarihi Kürsüsü tarafından, 200 yıla yayılan ve toplam 193 ülkeyi kapsayan verilerin analizi sonucunda elde edildi. Çalışma Review of Income and Wealth dergisinde yayımlandı. (3)

“Ekonomik eşitsizlik” denilirken, sadece gelir eşitsizliği değil; toprak, arazi, bina gibi gayrimenkul ve borsa ve diğer finansal yatırım gelirleri gibi menkul kıymetler ve rantlar gibi servet dağılımındaki eşitsizlikler de kastediliyor.

Araştırmacılar, ekonomik eşitsizlikteki artış ile bir ülkede 10 yıl içinde yaşanan iç savaşların sayısını ilişkilendiriyor. Çalışma, savaş veya iç savaşı; bir yıl içinde savaş operasyonlarında 1.000’den fazla kişinin öldüğü çatışmalar olarak tanımlıyor. Araştırma, gelir ve servet dağılımındaki eşitsizlik ile iç savaşların patlak vermesi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir bağlantı olduğunu ortaya koyuyor.

Sosyal devrimlerin bir nedeni eşitsizlik

Sonuçlar tarihsel olaylarla da doğrulanıyor. Örneğin, 1917 Ekim Devrimi öncesinde Rusya'da toprak dağılımı son derece eşitsizdi ve bu durum devrimin doğmasına ve iç savaşın patlak vermesine önemli ölçüde katkıda bulundu. ABD'de ise gelir dağılımındaki eşitsizlik son 30 yılda keskin bir şekilde arttı. Buna bağlı olarak, ABD'de iç savaş riski yüzde 10'dan yüzde 21'e çıktı.

Büyük nüfuslu ülkeler iç savaş riskine daha açık

Araştırmanın bir diğer bulgusuna göre, bir ülkenin büyüklüğü ve nüfusu doğal olarak bu ülkede iç savaş çıkma olasılığını artırıyor. Buna göre Çin son 200 yılda dokuz iç savaşla listenin başında yer alırken, onu Meksika, Arjantin, Kolombiya, Etiyopya, Irak, Rusya ve Türkiye izliyor. Ayrıca, önceki iç savaşlar silahlı çatışmaya yeniden başvurulma olasılığını artırıyor.

Bir ülkedeki ekonomik büyümenin büyüklüğü ile iç savaş riski arasında anlamlı bir ilişki ise mevcut değil. Diğer taraftan, demokratikleşmenin hızlanması iç savaş çıkması olasılığını azaltıyor. Yani ülke demokratikleşmediği sürece ne denli yüksek hızla büyürse büyüsün iç savaş tehlikesi azalmıyor.

Sözü edilen çalışmada, gelir ve servet dağılımındaki eşitsizliği ve dolayısıyla iç savaş tehlikesini azaltabilecek ekonomik politika önlemleri de tartışılıyor. Buna göre, artan oranlı gelir vergisi ve çok zenginlere dönük servet vergisi veya nüfusun büyük bir kısmının yüksek kaliteli eğitim ve sağlık hizmetlerine erişiminin iyileştirilmesi, bir ülkedeki eşitliği artırırken, iç savaş tehlikesini de azaltıyor.

“Yeni Barış Süreci”

Bu iki çalışmanın elde ettiği bulgulardan hareketle Türkiye’deki son “çatışmasızlık” ya da “barış süreci”ni nasıl değerlendirebiliriz?  

Türkiye’de son ayların en önemli konusunun bu süreç olduğu çok açık. Çünkü diğer birçok ekonomik ve politik sorunun üzerini örtmeye yarayan bir başka işlevi olduğu inkâr edilemez olsa da ülkenin acilen çözülmesi gereken kadim sorunlarından biri olan Kürt Sorununu tekrar gündeme taşıdı.

Biraz geriye gidelim. Ülkede 1983 yılından bu yana ara ara şiddetlenen bir iç savaş yaşandı. Devlet bunun adını “terörizm ile mücadele”; Kürt Hareketi ise “özgürlük mücadelesi” olarak koydu. 40 yıldan daha uzun bir süren bu çatışmanın özünde yüzyılı aşkın bir süredir çözülemeyen “Kürt Sorunu” olduğu giderek toplumun büyük çoğunluğunca kabul edilmeye başlandı. İlk olarak 2013-2015’te denenen ve başarısızlıkla sonuçlanan Barış Süreci bu yıl yeniden gündeme geldi.

Silahlara veda

Kendi doğalarına uygun biçimde, Devlet bu süreci, “Terörsüz Türkiye” olarak, Kürt Hareketi ise “Barış Süreci” olarak niteliyor. Cuma günü PKK’nin silah bırakma/yakma töreninin ardından, önümüzdeki aylar boyunca daha somut adımlar atılması (özellikle de devlet tarafından) bekleniyor, umut ediliyor.

Ancak aynı anda İktidar Blokunun ana muhalefet partisi CHP’yi etkisiz hale getirme çabası ve bu yönde belediyelerde yaptığı operasyonlar ve partiye kayyum atama girişimleri ve mevcut adaletsizliklerin artarak sürmesi bu sürecin önüne döşenmiş mayınlar gibi duruyor. “İktidar Blokunun otoriterliği tahkim etmeye çalıştığı” iddialarını güçlendiriyor.

“Adalet olmadan barış olmaz!”

Bu söz, “adalet yoksa barış da yok!” sloganının temelini oluşturuyor. Ancak bu bir slogandan daha fazlasıdır. İnsanlar ne zaman sömürülmüş ve ezilmişlerse ne zaman kültürel hakları ve ana dillerini kullanma hakları ve kendi kendilerini yönetme hakları ellerinden alınmışsa, ne zaman haksız ve adaletsiz bir biçimde, çifte standart altında yargısız infaza uğramışlarsa buna karşı hep (değişik yollarla olsa) direndiler. Dolayısıyla “hak-hukuk- adalet” sadece slogan değil, aynı zamanda tarihtir.

Bu tarihsel dersi iyi öğrenmek, despotların “barış” olarak adlandırdıkları şeyin çoğu zaman sadece “geçici olarak bastırılmış bir direniş” olduğunun bilincinde olmak demektir. Aynı zamanda, insanların gelişmesine olanak tanıyan barış türünün, sömürü ve baskının sona erdirilmesine ve gerçekten eşitlikçi politik ve ekonomik düzenlemelerin yaratılmasına bağlı olduğunu kavramaktır.

Sonuç olarak

Ekonomik eşitsizlikler, diğer faktörlerin yanı sıra silahlı çatışmaların ve savaşların nedenlerinden birini oluşturuyor. Savaşlara son vermek ise sadece insan değil ekoloji açısından da bir zorunluluk.

Ancak bu coğrafyaya kalıcı bir barışın gelmesi kolay değil ve bu hemen olmayacak. Bunun için sabırlı bir kararlılık içinde olmak ve daha da önemlisi barışın, devleti de aşarak tüm toplumca kabul edilmesini yani toplumsallaştırılmasını sağlamak gerekiyor. Kısaca barışı herkes sahiplenmeli.

Ayrıca barış ile demokratikleşme birbirinden ayrı yürüyemeyecek kadar iç içe geçmiş iki temel olgu. Ülkedeki inşa edilecek bir “barış ve demokrasi” ortamında işçi sınıfı, ekmek ve emek mücadelesini daha rahat yapabileceğinden (daha da yoksullaşmasını önleyebileceği gibi), sosyal refahını da artırabilecektir.

Bu yüzden de başta sendikalar gibi işçi sınıfının ekonomik- demokratik örgütleri olmak üzere, siyasal partiler ve hareketler, ekoloji, kadın ve gençlik örgütleri ve tüm sivil toplum kuruluşları yani tüm örgütlü toplum, barış ve demokrasi mücadelesine aktif bir biçimde katılmalı, barışın ve demokrasinin inşasına destek olmalıdır.

Dip notlar:

(1)     UBS, Global Wealth Report 2025 (June 2025).

(2)     https://www.equals.ink/p/finance-development-not-oligarchy (3 July 2025)

(3)     https://phys.org/news/economic-inequality-civil-war (June 2025).

6 Temmuz 2025 Pazar

Yerel yönetimler ve faşizm

 

Mutlak gücün tahkimi için yerel yönetimlerin ele geçirilmesi

Mustafa Durmuş

7 Temmuz 2025


●İktidar Bloku belediyelere yönelik baskısını neden iyiden iyiye artırdı?

●Belediyelere yönelik bu saldırıların ve ardından gelen tutuklamaların sonu nereye varacak?

●Şu ana kadar pek çok belediye ile iş yapmış bir itirafçı muhbir iş insanının CHP’li belediyelerde rüşvet, yolsuzluk ve ihaleye fesat karıştırıldığına dönük iddialarını temel alarak sürdürülen bu operasyonlar toplumun büyük bir kısmı tarafından neden haklı ve meşru görülmüyor?

Son sorudan başlayalım. İstanbul, İzmir, Adana, Antalya büyük şehir belediyeleri, Türkiye’nin en büyük bütçelerine sahip belediyeler. Her birinin bütçesi birçok küçük bakanlığın ve kamu kurumunun toplam bütçesinden daha fazla.

Büyük miktarda paranın döndüğü yerde yolsuzluklar olabiliyor!

Dünyanın neresinde olursa olsun, neo-liberalizm altında, milyarlarca liralık paranın döndüğü, devasa boyutlardaki projelerin gerçekleştirildiği, alım-satım ihalelerinin yapıldığı, buna karşılık etkin denetlemelerin yapılmadığı ciddi bir ahlaki aşınmaya uğramış her kurumda bu tür yolsuzluklar, usulsüzlükler ve rüşvet gibi kamuyu zarara sokan fiiller gerçekleşebilir ve gerçekleşiyor da. Nitekim Türkiye’nin Küresel Yolsuzluk Algısı Endeksi’nde 36 puan ile en fazla yolsuzluklara bulaşmış ülkeler arasında sayılması bir tesadüf değil.

Çifte değil üçlü standart!

Belediyeler ve kamu kuruluşlarındaki yolsuzluk iddiaları 22 yıl öncesinde de vardı, bugün de var. Ancak konuyu sadece CHP’li belediyelerle sınırlandırıp, yolsuzlukları ayyuka çıkmış bazı AKP’li eski ve yeni belediye yönetimler ile ilgili olarak merkezi yönetim tarafından ya da doğrudan mahkemelerce tek bir soruşturmanın ya da davanın dahi açılmaması, bu operasyonların kamu yararını korumak adına yapıldığı iddiasını çürütüyor.

Çünkü önümüzde bir Ankara Büyükşehir eski belediye başkanı İ. Melih Gökçek örneği ve bazı bakanlar var ki bunlara ilişkin sayısız ciddi iddia söz konusu iken bunlara hala dokunulabilmiş değil. Bu da operasyonları yapanların gerçek niyetinin yolsuzlukla mücadele ya da kamu yararını korumak olmadığını göstermeye yetiyor.

Ayrıca şu ana kadar operasyon yapılarak yönetimlerine kayyum atanan çok sayıda DEM Partili (eski HDP’li) hiçbir belediyede rüşvet ya da yolsuzlukların gerekçe olarak gösterilememesi, bunun yerine genel geçer bir soyut terör ile ilişkilendirme çabaları da iktidarın argümanlarını zayıflatıyor.

Neden 1: Para ve kaynağa el koymak!

O halde bu operasyonların ilk elden amacının iktisadi olduğunu söyleyebiliriz. İktidarı kontrol eden bazı sermaye çevreleri, çıkar grupları, siyasetçiler ve devletin bir kanadı bu kaynaklara eskisi gibi el koymak istiyor ya da geri almak istiyor olabilir. Son yıllarda kesilen hortumları yeniden kendilerine bağlamak hem ekonomik hem de siyasal olarak hep arzu ettikleri bir şey olsa gerek.

Öyle ya sayıları on binleri bulan irili ufaklı müteahhide, tedarikçiye, bazı cemaatlerin üyelerine tekrar kaynak aktarıp onları çeperde tutmak gerekiyor. Aynı zamanda da iyice yoksullaştırılmış halka makarna, kömür dağıtarak al gülüm ver gülüm” siyasetini tekrar canlandırmak ve böylece iktidarlarını sürdürmek istiyor olabilirler.

Neden 2: Gücü tek elde toplamak!

İkinci neden ise en az ilki kadar tehlikeli. Çünkü ülkeyi yönetenlerin ülkeyi siyasal ve sosyoekonomik olarak nereye sürüklemek istedikleriyle ilgili bir durum: Otoriter bir rejimden mutlak bir diktatörlüğe.

Bu ikinci nedeni biraz açalım, bunun için de 100 yıl kadar önceye gidelim.

Yıl 1921 aylardan Kasım ayı. İtalya’da, meclis üyelerinin büyük çoğunluğu sosyalistlerden oluşan Bolonya Belediye Meclisine, faşist “Kara Gömlekliler” tarafından bir saldırı gerçekleştirilir. Sosyalistler ve sendikalar yeterli bir direniş gösteremeyince, faşistler hızla kırsala doğru yayılırlar ve bu kez sosyalist çiftçi birliklerine saldırırlar. Sonuç olarak, 59 halkevini (case del popola), 119 toplantı mekanını, 107 kooperatifi, 83 köylü ligini ve 141 sosyalist merkezi tahrip ederken, altı ay içinde 100’ün üstünde insanı öldürüp binlercesini yaralarlar ve sosyalist belediyelerin yönetimlerine el koyarlar. Ele geçirilen belediyeler arasında Bolonya ve Geneva gibi büyük şehirler de vardır. (1)

Faşizm sivil toplumun üzerinde devletin mutlak gücüdür!

Faşizm sözcüğü İtalyanca bir sözcük olan ‘fascio’dan geliyor. Bu, kabaca, “grup”, “birlik” demektir. Faşizmin kurucusu ve isim babası olan Mussolini bu sözcüğü daha da geliştirdi ve onu “birey ve tüm grupların üzerinde mutlak bir devlet gücü” anlamında kullandı. Böylece faşizmin İtalyan dilindeki anlamı “devletin her şeyin üstünde olması” demektir. (2)

Nitekim hem İtalya’da hem de Almanya’da faşist partilerin kitleselleştikten sonraki ilk hedefleri yerel yönetimler, işçi sınıfı, sendikalar ve siyasal partiler oldu. İktidar olduklarında ise sınıfa ve onun yanında yer alanlara en ağır zulmü uyguladılar.

Korporatizmin çağdaş örneği Kamu Çerçeve Protokolü

Faşizm altında “korporatizm”, yeni bir sözde ulusal uzlaşının ve uyumun yaratılmasının yolu olarak meşrulaştırılır. Böylece, sınıf çatışması başta olmak üzere, toplumsal bütünlüğe zarar verecek her türlü dışsal mikrop yok edilmiş olur.

Bunun günümüzdeki örneklerinden biri Türkiye’de bir süredir kamu işçilerinin toplu iş sözleşmeleriyle ilgili olarak sendikalara dayatılan Kamu Çerçeve Protokolü’dür. (KÇP) Bu protokolle sendikaların özgürce toplu iş sözleşmesi (TİS) yapma imkânı ellerinden alındı. TİS, sendikaların yerine konfederasyonları TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ ile işveren temsilcisi konumundaki TÜHİS arasında yapılmaya başlandı. İktidar da (Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı aracılığıyla) sözde bir tarafsız arabulucu olarak süreci kontrol ediyor.  Bugün ülkede gelinen nokta ise 4-d’li 600 bin işçiye yapılacak zammı belirleyecek olan bu protokolün dahi uygulanmamasıdır. Bu yüzden de sendikalar eylem ve grev kararı almak durumunda kaldılar.

Resmi olarak faşizmin 23 Mart 1919 tarihinde Milan’da doğduğu kabul ediliyor. 100’ü aşkın savaş gazisi, savaşı destekleyen sendikacı, fütürist, entelektüel, bazı gazeteciler ve bir kısım meraklı kitle Milan Sanayi ve Ticaret Birliği’nde toplanır ve milliyetçiliğe karşı olduğu gerekçesiyle sosyalizme savaş açtıklarını ilan ederler. Mussolini bu hareketi “Mücadele Kardeşliği” anlamına gelen “Fasci di Combattimento” olarak adlandırır.

Faşizm, ilerici gibi gözüken söylemlerde bulunabilir!

Mussolini’nin iki ay sonra açıkladığı programı ‘gazilerin vatanseverliği’ ve radikal sosyal deneyimlerin bileşiminden oluşan bir tür ‘nasyonal sosyalizm’dir. Milliyetçilik tarafında; Balkanlar ve Akdeniz’de yayılmacılık özlemleri, radikal tarafta ise kadın ezilmişliğine son verilmesi, 18 yaş için oy hakkı tanınması, 8 saatlik işgünü uygulaması, monarşik yeni bir anayasa yapılması, sermayenin teknik yönetimine işçilerin katılımı, sermayenin ağır vergilendirilmesi, savaşta elde edilen kârların yüzde 85’ine ve bazı kilise mallarına el konulması talep edilir. (3)

Ancak radikal taleplerin çok büyük bir kısmından faşizmin iktidarı ile birlikte vaz geçildi. Böyle bir inkâr bugün için de geçerlidir. İç cephesinin konsolide edilmesinin ardından devlet barış konusunda verdiği sözleri yerine getirmeyebilir.

İtalya 20. yüzyılın başlarında da federatif bir devletti ve eyaletlerden oluşuyordu. Faşistlerin eyaletlerdeki iktidarları (bölgesel iktidarları) ele geçirmesi ise üç aşamada gerçekleşti: (i) İşçi örgütleri dağıtıldı. (ii) Yerel sermaye örgütlerinin desteğiyle korporatif ulusal sendikalar gibi faşist ekonomik örgütler kuruldu. (iii) Eyaletlerin siyaset kurumları ele geçirildi.

Bu ele geçirmeleri ‘Ras’lar yönetti. Bunlar faşist çeteler ve onların liderleriydi. Sonuçta toplamda 18 ayda 69 yerel yönetimin 26’sı henüz Mussolini iktidar olmadan önce faşistlerin eline geçmişti. Ras’lar hızlıca kendi tiranlıklarını kurdular. (Ancak bu yerel-bölgesel faşist örgütlenme, 1925-1928 arasında Mussolini tarafından dağıtıldı). (4)

Kuzey ve Orta İtalya’daki köylüler büyük toprak sahipleri ile karşı karşıya kaldıklarında faşistler büyük toprak sahiplerinin yanında yer alarak onların gelecekteki desteklerini almayı başardılar. Böylece faşizm yerelde gücü ele geçirerek işe başladı denilebilir (1922’den önce). İç savaş parlamenter düzeni iyice zora sokunca Mussolini bunu bir fırsata çevirdi ve ‘Roma’ya Yürüyüş’ü gerçekleştirdi (Ekim 1922). Ardından da Hükümet ortağı oldu.

Mussolini bu yürüyüş sonrasında iktidarı istedi, yoksa zorla alacağını duyurdu. Sol ve sosyal demokratlar (Halk Partisi) bölünmüştü, faşizmin yükselişini durdurma konusunda herhangi bir çözüm üretemediler.

Sonuç olarak

Türkiye’de mutlak bir diktatörlüğün tahkim edilmesi süreci, faşizmin ana vatanı İtalya’da yerel yönetimlerin ele geçirilmesiyle birlikte başlayan faşizmin inşası süreciyle birebir aynı yürümüyor olabilir. Çünkü 22 yıllık AKP iktidarı yukarıdan aşağıya özellikle de kendisine bağımlı kıldığı yargıyı kullanarak belediyeleri ele geçiriyor.

Buna rağmen her ikisinin ortak yanı mutlak gücün önündeki en büyük engellerden en önemlilerinin yerel yönetimler, işçi sendikaları ve siyasal partiler olması. Nitekim geçmişte HDP’nin kapatılması için yapılan yargısal baskılara paralel bir biçimde, bugün CHP’ye kayyum atanmaya çalışılıyor.

Uzun zamandır sınıf sendikacılığından kopartılmış olan ve neo-liberalizme uygun bir biçimde promosyon sendikacılığına ve büyük paraların döndüğü bir tür nakit işletmelere döndürülen sendikalar bir süre sonra sahip oldukları çekici nakitleri ve mal varlıklarıyla rejimin ve çıkar gruplarının hedefi olabilirler.

Özcesi, yerel yönetimlerin ve sivil toplumun gücünün farkında olan iktidar ve sermaye kesimi buraları da ele geçirerek hem yeni maddi kaynaklara sahip olmak hem de gücü tek elde toplayarak dikensiz bir gül bahçesi yaratmak istiyor.

Dip notlar:

(1)  https://www.marxists.org/history/etol/writers/bambery/1993/xx/fascism (6 Temmuz 2025).

(2)  The Bourgeois Origins of Fascist Repression: On Robert Paxton’s The Anatomy of Fascism, http://sdonline.org  (8 March 2011).

(3)  http://eu.eot.su/italian-fascism-path-towards-seizure-of-power (22 October 2025).

(4)  Steven C. Hughes, The Making of Fascism: Class, State, and Counter-Revolution, Italy 1919-1922 (review), Journal of Social History, George Mason University Press, Volume 36, Number 3, Spring 2003, s.  819-821.