Silahlar sustu, şimdi kalıcı barış, adalet
ve demokratikleşmenin inşasını konuşma zamanı!
Mustafa Durmuş
12 Temmuz 2025
Geçen aya damgasını vuran uluslararası gelişme
kuşkusuz İsrail (ABD)-İran savaşıydı. Neyse ki savaş iki hafta kadar sürdü ve (şimdilik)
silahlar sustu. Bu süreçte savaş, dünyada olup biten başka önemli şeylerin
önüne geçerek konuşulmasını önledi.
Bu önemli şeylerden biri dünyadaki servet bölüşümünün
ne kadar adaletsiz bir hale geldiğini ortaya koyan bir rapordu. Dünyanın en büyük bankalarından olan UBS
tarafından geçen ay yayınlanan Küresel Servet Raporuyla, (1) dünyadaki tüm
yetişkinlerin sadece yüzde1,6’sının dünyadaki tüm kişisel servetin yüzde 48,1’ine
sahip olduğu ortaya çıktı.
500 yıllık kapitalizmin neden olduğu
devasa eşitsizlik!
Yani küresel servet piramidinin de gösterdiği gibi,
sadece 60 milyon yetişkin birey (tüm dünya yetişkinlerinin yüzde 1,6’sı), 226
trilyon dolarlık net kişisel servete sahip ve bu rakam tüm dünya kişisel
servetinin neredeyse yarısına eşit.
Diğer uçta ise, 1,57 milyar yetişkin (dünyadaki
yetişkinlerin yaklaşık yüzde 41'i) sadece 2,7 trilyon dolar yani tüm dünyadaki
kişisel servetin sadece yüzde 0,6’sına sahip. Bu piramide orta kademe servet
sahipleri de eklendiğinde; 3,1 milyar yetişkinin (yani tüm yetişkinlerin yüzde 82'si)
61 trilyon dolarlık kişisel servete sahip olduğu ortaya çıkıyor. Bu rakam,
küresel kişisel servetin sadece yüzde 12,7'sine denk geliyor. Servetin kalan yüzde 87,3’ü ise sadece 680
milyon yetişkin veya dünyadaki toplam yetişkin nüfusunun (3,8 milyar) sadece yüzde
18,2'sine ait. Piramidin en tepesinde ise dünyada 2.891 dolar milyarderi bulunuyor.
Servet tepede öyle birikmiş ki 31 yetişkinin toplam serveti 50 milyar doları
aşıyor.
Eşitsizlik küresel çaptaki açlığın ve
yoksulluğun temel nedeni
Böyle bir eşitsizlik dünyadaki yaygın açlığın ve derin
yoksulluğun temel nedenini oluşturuyor.
Öyle ki 3,7 milyardan fazla insan (dünya nüfusunun
neredeyse yarısı) yoksulluk içinde yaşıyor, 700 milyondan fazla insan açlıkla
karşı karşıya ve cinsiyet eşitliği 123 yıl daha sağlanamayacak. Sürdürülebilir
Kalkınma Hedeflerinin (SKH) yalnızca yüzde 16'sı 2030 yılına kadar yerine
getirilme yolunda ilerliyor. Kısaca, çok zengin bir azınlığın çıkarları ön
planda tutulurken, küresel kalkınma ve gelişme umutsuzca başarısızlığa uğruyor.
Çarpıcı bir şekilde 2015 yılından bu yana, dünya
nüfusunun neredeyse tamamının (yüzde 95'inin) toplamından daha fazlasına sahip
olan en zengin yüzde 1'lik kesim, yıllık küresel yoksulluğu 22 kez sona
erdirmeye yetecek kadar para kazandı (33,9 trilyon dolar). Milyarderler 6,5
trilyon dolar kazandılar ki bu rakam SKH'lere ulaşmanın yıllık tahmini maliyeti
olan 4 trilyon dolardan daha fazla. (2)
“Ekonomik eşitsizlikler arttıkça iç savaş
riski artıyor”
Ancak bölüşüm eşitsizliği sadece ülkeler ve ülke içi
sosyal sınıflar arasında refah farkının ortaya çıkmasına neden olmuyor, uluslararası
çatışmalara, hatta ülkelerde iç savaşlara da neden oluyor. Yani ekonomik
eşitsizliğin jeopolitik ve politik sonuçları da mevcut.
Kısaca, “ekonomik eşitsizlik ülkelerde sadece
yoksulluğu değil, aynı zamanda iç savaş riskini de artırıyor”. Bu bulgu,
Tübingen Üniversitesi Ekonomi Tarihi Kürsüsü tarafından, 200 yıla yayılan ve
toplam 193 ülkeyi kapsayan verilerin analizi sonucunda elde edildi. Çalışma
Review of Income and Wealth dergisinde yayımlandı. (3)
“Ekonomik eşitsizlik” denilirken, sadece gelir
eşitsizliği değil; toprak, arazi, bina gibi gayrimenkul ve borsa ve diğer
finansal yatırım gelirleri gibi menkul kıymetler ve rantlar gibi servet
dağılımındaki eşitsizlikler de kastediliyor.
Araştırmacılar, ekonomik eşitsizlikteki artış ile bir
ülkede 10 yıl içinde yaşanan iç savaşların sayısını ilişkilendiriyor. Çalışma,
savaş veya iç savaşı; bir yıl içinde savaş operasyonlarında 1.000’den fazla
kişinin öldüğü çatışmalar olarak tanımlıyor. Araştırma, gelir ve servet dağılımındaki
eşitsizlik ile iç savaşların patlak vermesi arasında istatistiksel olarak
anlamlı bir bağlantı olduğunu ortaya koyuyor.
Sosyal devrimlerin bir nedeni eşitsizlik
Sonuçlar tarihsel olaylarla da doğrulanıyor. Örneğin,
1917 Ekim Devrimi öncesinde Rusya'da toprak dağılımı son derece eşitsizdi ve bu
durum devrimin doğmasına ve iç savaşın patlak vermesine önemli ölçüde katkıda
bulundu. ABD'de ise gelir dağılımındaki eşitsizlik son 30 yılda keskin bir
şekilde arttı. Buna bağlı olarak, ABD'de iç savaş riski yüzde 10'dan yüzde 21'e
çıktı.
Büyük nüfuslu ülkeler iç savaş riskine
daha açık
Araştırmanın bir diğer bulgusuna göre, bir ülkenin
büyüklüğü ve nüfusu doğal olarak bu ülkede iç savaş çıkma olasılığını
artırıyor. Buna göre Çin son 200 yılda dokuz iç savaşla listenin başında yer
alırken, onu Meksika, Arjantin, Kolombiya, Etiyopya, Irak, Rusya ve Türkiye
izliyor. Ayrıca, önceki iç savaşlar silahlı çatışmaya yeniden başvurulma
olasılığını artırıyor.
Bir ülkedeki ekonomik büyümenin büyüklüğü ile iç savaş
riski arasında anlamlı bir ilişki ise mevcut değil. Diğer taraftan,
demokratikleşmenin hızlanması iç savaş çıkması olasılığını azaltıyor. Yani ülke
demokratikleşmediği sürece ne denli yüksek hızla büyürse büyüsün iç savaş tehlikesi
azalmıyor.
Sözü edilen çalışmada, gelir ve servet dağılımındaki
eşitsizliği ve dolayısıyla iç savaş tehlikesini azaltabilecek ekonomik politika
önlemleri de tartışılıyor. Buna göre, artan oranlı gelir vergisi ve çok
zenginlere dönük servet vergisi veya nüfusun büyük bir kısmının yüksek kaliteli
eğitim ve sağlık hizmetlerine erişiminin iyileştirilmesi, bir ülkedeki eşitliği
artırırken, iç savaş tehlikesini de azaltıyor.
“Yeni Barış Süreci”
Bu iki çalışmanın elde ettiği bulgulardan hareketle
Türkiye’deki son “çatışmasızlık” ya da “barış süreci”ni nasıl değerlendirebiliriz?
Türkiye’de son ayların en önemli konusunun bu süreç
olduğu çok açık. Çünkü diğer birçok ekonomik ve politik sorunun üzerini örtmeye
yarayan bir başka işlevi olduğu inkâr edilemez olsa da ülkenin acilen çözülmesi
gereken kadim sorunlarından biri olan Kürt Sorununu tekrar gündeme taşıdı.
Biraz geriye gidelim. Ülkede 1983 yılından bu yana ara
ara şiddetlenen bir iç savaş yaşandı. Devlet bunun adını “terörizm ile mücadele”;
Kürt Hareketi ise “özgürlük mücadelesi” olarak koydu. 40 yıldan daha uzun bir
süren bu çatışmanın özünde yüzyılı aşkın bir süredir çözülemeyen “Kürt Sorunu”
olduğu giderek toplumun büyük çoğunluğunca kabul edilmeye başlandı. İlk olarak 2013-2015’te
denenen ve başarısızlıkla sonuçlanan Barış Süreci bu yıl yeniden gündeme geldi.
Silahlara veda
Kendi doğalarına uygun biçimde, Devlet bu süreci,
“Terörsüz Türkiye” olarak, Kürt Hareketi ise “Barış Süreci” olarak niteliyor. Cuma
günü PKK’nin silah bırakma/yakma töreninin ardından, önümüzdeki aylar boyunca
daha somut adımlar atılması (özellikle de devlet tarafından) bekleniyor, umut
ediliyor.
Ancak aynı anda İktidar Blokunun ana muhalefet partisi
CHP’yi etkisiz hale getirme çabası ve bu yönde belediyelerde yaptığı
operasyonlar ve partiye kayyum atama girişimleri ve mevcut adaletsizliklerin
artarak sürmesi bu sürecin önüne döşenmiş mayınlar gibi duruyor. “İktidar
Blokunun otoriterliği tahkim etmeye çalıştığı” iddialarını güçlendiriyor.
“Adalet olmadan barış olmaz!”
Bu söz, “adalet yoksa barış da yok!” sloganının
temelini oluşturuyor. Ancak bu bir slogandan daha fazlasıdır. İnsanlar ne zaman
sömürülmüş ve ezilmişlerse ne zaman kültürel hakları ve ana dillerini kullanma
hakları ve kendi kendilerini yönetme hakları ellerinden alınmışsa, ne zaman
haksız ve adaletsiz bir biçimde, çifte standart altında yargısız infaza
uğramışlarsa buna karşı hep (değişik yollarla olsa) direndiler. Dolayısıyla
“hak-hukuk- adalet” sadece slogan değil, aynı zamanda tarihtir.
Bu tarihsel dersi iyi öğrenmek, despotların “barış”
olarak adlandırdıkları şeyin çoğu zaman sadece “geçici olarak bastırılmış bir
direniş” olduğunun bilincinde olmak demektir. Aynı zamanda, insanların
gelişmesine olanak tanıyan barış türünün, sömürü ve baskının sona erdirilmesine
ve gerçekten eşitlikçi politik ve ekonomik düzenlemelerin yaratılmasına bağlı
olduğunu kavramaktır.
Sonuç olarak
Ekonomik eşitsizlikler, diğer faktörlerin yanı sıra
silahlı çatışmaların ve savaşların nedenlerinden birini oluşturuyor. Savaşlara
son vermek ise sadece insan değil ekoloji açısından da bir zorunluluk.
Ancak bu coğrafyaya kalıcı bir barışın gelmesi kolay değil
ve bu hemen olmayacak. Bunun için sabırlı bir kararlılık içinde olmak ve daha
da önemlisi barışın, devleti de aşarak tüm toplumca kabul edilmesini yani
toplumsallaştırılmasını sağlamak gerekiyor. Kısaca barışı herkes sahiplenmeli.
Ayrıca barış ile demokratikleşme birbirinden ayrı
yürüyemeyecek kadar iç içe geçmiş iki temel olgu. Ülkedeki inşa edilecek bir “barış
ve demokrasi” ortamında işçi sınıfı, ekmek ve emek mücadelesini daha rahat
yapabileceğinden (daha da yoksullaşmasını önleyebileceği gibi), sosyal refahını
da artırabilecektir.
Bu yüzden de başta sendikalar gibi işçi sınıfının
ekonomik- demokratik örgütleri olmak üzere, siyasal partiler ve hareketler,
ekoloji, kadın ve gençlik örgütleri ve tüm sivil toplum kuruluşları yani tüm örgütlü
toplum, barış ve demokrasi mücadelesine aktif bir biçimde katılmalı, barışın ve
demokrasinin inşasına destek olmalıdır.
Dip notlar:
(1) UBS,
Global Wealth Report 2025 (June 2025).
(2) https://www.equals.ink/p/finance-development-not-oligarchy (3
July 2025)
(3) https://phys.org/news/economic-inequality-civil-war
(June 2025).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder