Orman işçilerinin çığlığı işçi sendikalarının
sessizliği
Mustafa Durmuş
26 Temmuz 2025
Eskişehir’deki orman yangınını söndürme çalışmaları
sırasında hayatlarını kaybeden 10 emekçinin ardından normalde işçi
sendikalarının açıklama yapmaları ve sorumluları hesap vermeye çağırmaları beklenirdi.
Ancak 24 Temmuz itibarıyla konfederasyonlardan (DİSK dışında), hiçbiri bu
konuya ilişkin bir açıklama yapmadı.
15 Temmuz Darbe Girişiminin yıldönümünde bu darbe
girişimini kınayan ve şehitleri anan HAK-İŞ ve TÜRK-İŞ acaba neden “orman
şehitleri” yle ilgili benzer bir açıklama yapıp, sorumluların ortaya çıkarılarak
hesap sorulması için iktidara çağrıda bulunmadılar?
Aslında orman işçiliği konusunda bir başka vahim durum
daha mevcut. Ormanda ağaç kesim (üretim) işlerini yaklaşık 500 bin orman
köylüsü “bahisi fiyat” (birim fiyat) yöntemiyle yürütüyor. Bu işçiler sosyal
güvenceden yoksunlar. Yani sigortasız ve sendikasızlar. AKP döneminde üretim
işleri “dikili satış” yöntemiyle tüccara verildiği için, bu işçiler sahada
yoksullaştırıldılar. Ayrıca tüccarlar, Suriyeliler ve Afganlar gibi daha ucuz
iş gücünü tercih ediyor. Böyle bir çalışma düzeni iş kazalarını artırıyor. Öyle
ki bu yılın başından bu yana 276 orman işçisi yaşamını yitirdi ve bu ölenlerin
sadece 12’ si isteğe bağlı sigortalı idi.
Çuvaldızı iktidara, iğneyi sendikalara
Orman işçileriyle ilgili bu durumu, siyasal iktidarın
neo-liberal politikalarının yanı sıra, kısmen işçi sendikalarının bugün
itibarıyla içinde bulundukları “sefil” durumla açıklayabiliriz. Yani çuvaldızı
iktidara batırırken, iğneyi de sendikalara batırmak gerekiyor.
“Sefil” derken parasal anlamda sendikaların
yoksulluğundan söz etmiyoruz zira bu suskun sendikalar, büyük ölçüde, nakit ve
gayrimenkul zengini konumundalar. Sefilden kastımız sendikaların artık işlevsiz
olmaları, ortaya çıkış amaçlarına uygun davranmamaları, hatta düzenin
sürdürülmesinde adeta bir tampon görevi yapmaları.
Oysa işçi sendikaları, sosyolojik olarak, işçi sınıfı
örgütleridir. Ücretli emeğe dayalı kapitalist sistem içinde var olurlar. Ücret,
sosyal haklar, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve istihdamın korunması
gibi konularda işçiler adına sermayedarlarla müzakere ederler.
Küçük burjuva önderlik
Ancak sendikalar genelde küçük burjuva önderliğe
sahiptirler. Sendika bürokratları ise, pratikte, ücretli sistemde pazarlık
yapma konusunda uzmanlaşmış bir kast olarak küçük burjuva, hatta burjuva yaşam
standardına sahip olabilen sendikacı katmanları biçiminde olabiliyor. Bu konumları
sendikaların suskunluğunun ve kaypaklığının önemli nedenlerinden birini
oluşturuyor.
19. yüzyılda İngiltere’de sendikaları (işçi birlikleri)
ortaya çıkaran temel neden, kapitalizm altında işçi sınıfının çok kötü
koşullarda çalışmak ve yaşamak zorunda kalmalarıydı. İşçiler zamanla bu
koşulları değiştirebilmek için birlikte mücadele etmek gereğini kavradılar.
Ayrıca sermaye sınıfının işçileri bölerek birbirlerine karşı kullanmalarını
önlemek için de işçiler sendikalarda örgütlendiler.
Zaman içinde sendikalar çok güçlendiler. Örneğin
“kapitalizmin altın çağı” olarak da adlandırılan 1950-1980 arasında işçi sınıfı
ve sendikalar bugüne kıyasla çok daha güçlüydü. Ancak neo-liberal dönem olarak
da adlandırılan 1980’lerden itibaren, kapitalizm içinde sınıfsal güç dengesi
sermayeden yana olmak üzere belirgin bir biçimde değiştiğinden, bugün artık
eski güçlerine (hem üye hem de sınıfsal bilinç anlamında) sahip değiller.
Öyle ki neo-liberalizmle birlikte üretimden gelen gücün
zayıflamasıyla artık, kolayca gözden çıkartılabilen, ikame edilebilen,
“itibarsız” bir işçi sınıfı oluştu. Çünkü sermaye sınıfı ve onun işini
kolaylaştıran devlet açısından; örgütsüz, güvencesiz, yarı zamanlı
çalıştırılan, düşük ücretli ama daha da önemlisi uysal bir işçi sınıfının
varlığı gerekli ve yeterliydi.
Sendikalaşma oranlarındaki keskin düşüş!
İstatistikler genel olarak dünyada sendikalardan
kaçışın sürdüğünü gösteriyor. Öyle ki
sendikalaşma oranı (sendika yoğunluğu) bu süreçte sürekli olarak düştü.
Gelişmiş 24 ülkeye ait veriler sendika yoğunluğunun son 20 yılda 24 ülkenin
21'inde, son 30 yılda ise 24 ülkenin 22'sinde azaldığını gösteriyor. Hatta “dayanışma
aidatı” gibi uygulamalarla toplu iş sözleşmesinden (TİS) faydalananları da
kapsayan “sendikal kapsama oranları” bile düştü. (1)
Türkiye’de de sendikalı işçi sayısı ve oranı benzer
biçimde düşüyor. En son temmuz ayında yayınlanan sendika üye istatistiklerine
göre; sendikalı işçi sayısı Ocak’ta 2,524,515’ten Temmuz’da (94,988 azalarak)
2,429,527’ye düştü. Oysa bu yedi ayda çalışan işçi sayısı 461,410 arttı.
Bir başka anlatımla, bu yılın Ocak-Temmuz döneminde
çalışan işçi sayısında artış olmasına rağmen, ortalama sendikalaşma oranı ülke
genelinde yüzde 14’te kaldı. Dahası, ayrıntılara bakıldığında bu oranı aşan
sadece beş sendikanın bulunduğu görülüyor. Bunların üye sayısı ise toplam
üyelerin yüzde 41’i. Böylece kalan yüzde 59’un sendikalaşma oranı yüzde 5’in
altına düşüyor. 4,5 milyon civarında çalışan ile en büyük işkollarının başında
gelen 10 No’lu İş Kolunda, sadece üç sendika yüzde 1’in üzerinde paya sahip iken,
diğer sendikalara üye işçilerin sendikalaşma oranı yüzde 1’in çok altında
kalıyor. (2)
Toplu İş Sözleşmesi (TİS) olarak adlandırılan pazarlık
biçimleri de giderek farklılaştı (bu biçimler ücretlerin hangi düzeyde
belirlendiğini ifade ediyor). Bu sistemler; firma düzeyinde (merkezi olmayan)
pazarlıktan, ara pazarlık düzenlemelerine (endüstri çapında sendikalar ve
işveren birlikleri arasında endüstri düzeyinde bir ücret tabanı oluşturan
anlaşmalar) ve merkezi pazarlık prosedürlerine (ulusal ücret normlarını
belirleyen işçi ve işveren konfederasyonları arasındaki müzakereler) kadar
uzanıyor.
Toplu pazarlık yapısının çeşitli unsurlarını kapsayan
28 araştırmanın sonuçları ise şöyle: Merkezi bir koordinasyonla (Kamu Çerçeve
Protokolü/KÇP gibi) yapılan toplu sözleşmeler enflasyonu düşürmeye yararken,
işgücü verimliliğini artırıyor. (3)
Bu durum da TİS politikasının cari ekonomi
politikalarına endeksli olarak tasarlanıp uygulandığını ve sermayenin
kârlılığını artırarak sermaye birikimini hızlandırmayı hedeflediğini
gösteriyor. Yani KÇP gibi uygulamalar işçi lehine olmaktan ziyade sermaye
lehine işliyor ve iktidarın ekonomi politikalarının bir aracı olarak
işletiliyor.
Sendikaları zayıflatan etkenler
Sendikaların ciddi bir düşüşte olmalarına yol açan birçok
etken var. İlk olarak, neo-liberalizmi
listenin başına koymak gerekir. Çünkü neo-liberal ideoloji tarafından emeğin
örgütlenmesi ve sendikaların toplu pazarlık yapması, kazananlar ve kaybedenler
arasında doğal bir hiyerarşi oluşmasını engelleyen piyasa çarpıklıkları olarak
tasvir edilir. Emek-sermaye eşitsizliği erdemli bir şey olarak
tanımlandığından, işçi sendikalarına düşman gözüyle bakılır. Sendikalar “kapitalist
piyasaların işleyişini bozan tehlikeli yapılar” olarak tanımlanır.
İkinci sıraya
otomasyon, robot kullanımı ve dijitalleşmeyi koyabiliriz. Çünkü bu teknolojik
gelişmelerin ortaya çıkardığı sektör ve istihdam yapısı sendikasızlaşmayı
teşvik ediyor. Çağdaş istihdam yapıları, geleneksel işçi örgütlenmesi
biçimlerine meydan okuyor. Yapılan bir araştırmada, endüstriyel robotların
yükselişinin bu eğilime nasıl katkıda bulunduğu ve sendikal gücün temellerini
zayıflatan yapısal bir değişimi nasıl tetiklediği görülüyor.
Buna göre (4), robotların daha yoğun kullanıldığı sektörlerde
sendika üyeliğinde önemli düşüşler yaşanıyor. Önemli olan, bu düşüşün esas
olarak otomasyona uğrayan sektörlerdeki işçilerin sendikalarından
ayrılmalarından değil, istihdamdaki daha geniş bir bileşimsel değişimden
kaynaklanıyor olmasıdır: Otomasyon geleneksel olarak sendikalaşmış imalat
sektörlerindeki işleri azaltıyor.
Yani otomasyon sadece işleri ortadan kaldırmıyor, istihdamı
sendikalar için yapısal olarak daha elverişsiz olan çalışma ortamlarına doğru
kaydırıyor. Dolayısıyla sendika yoğunluğundaki düşüş; sadece örgütsel
başarısızlığın, sendikaların yozlaşmasının ya da işçilerin sendikalara olan
ilgisinin azalmasının bir sonucu olmayıp, teknolojik değişimin istihdamın
doğasında ve yapısında meydana getirdiği daha derin değişikliklerin de bir
sonucu.
Otoriter rejimler sendikal çöküşün bir
nedeni
21. yüzyılla birlikte neo-liberalizmin giderek
otoriter ve yeni faşist devlet biçimleri altında uygulanması sonucunda işçi
hakları ve sendikal örgütlenmelerde tam bir çöküş yaşanıyor. Bu yüzden de
sendikasızlaşmayı etkileyen temel nedenlerden biri olarak otoriter, işçi
düşmanı rejimleri de belirlemek gerekir.
Bu bağlamda, Türkiye’de 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi
sonrası kurulan askeri diktatörlük ve ardından bu diktatörlüğün gölgesinde
yeşeren neo-liberal dönemde ve son 10 yıldır ülkede uygulanan otoriter rejim
altında işçi sınıfı ve işçi sendikalarının büyük kayıplara uğramasına
şaşırmamak gerekiyor.
Çünkü işçilerin sendikal bilinçten yoksun oluşları,
patron baskısı ve işten çıkartılma korkusu ve işçiler arasındaki sendikalara
ilişkin kötü algı (bir kısmı gerçek olan) işçilerin sendikalardan uzak
durmasına neden oluyor. Sendikalaşmış olanların bir kısmı ise toplu iş
sözleşmesi yapamıyor.
Sorgulamayan, hakkını aramayan “uysal” bir
işçi sınıfı
Neo-liberal neo-otoriter rejime uygun bir işçi sınıfı
yaratılması da sendikalaşma oranlarındaki düşüşe neden olan önemli bir faktör. Çünkü
bu dönemde işçi sınıfının temel karakteristiği, belli düzeye kadar eğitimli
olmasının yeterli olarak kabul edilmesidir. Yani sermaye açısından, işçilerin okur
yazar olması yeterlidir ve sorgulamayan, eleştirmeyen, örgütlenmeyen, hakkını
aramayan atomize olmuş işçiler özellikle tercih edilir. Kendilerine verilene
şükreden ve egemene itaat eden bir işçi sınıfı kapitalist üretim tarzının
geldiği son aşamanın ihtiyacı olan şeydir. Yani günümüzde kapitalizmin
adaletsiz bölüşüm ilişkileri kendine uygun bir üretici güç (işçi sınıfı) gelişimini
de yaratmıştır.
Bu çerçevede, üretimi gerçekleştirecek olan işçiler, yukarıdaki
özelliklere ilave olarak, muhafazakâr, milliyetçi, militarist, sabreden,
şükreden, dünyada sınandığına inanan ve tevekkül sahibi ve sendikal
örgütlenmelerden uzak duran insanlar olmalıdır. Maalesef müesses nizamın bu
konuda önemli bir mesafe kat ettiğini kabul etmek durumundayız.
Sendika yönetimleri günahsız değil
Son dönemlerde, “promosyon sendikacılığı” nda ciddi
bir artış var. Yeni üye almak kadar, rakip sendikaların üyelerini çalmak için
de aracılara ve üyelere para dağıtmaktan ve diğer maddi teşvikleri
kullanmaktan, siyasal iktidarı baskı aracı olarak kullanmaktan çekinmeyen yoz
bir sendikacılık anlayışı giderek yaygınlaşıyor. Ayrıca, ABD’de 1930’lardaki
Büyük Depresyon dönemlerinde görülen “Mafyatik-Gangster Sendikacılık” Türkiye’de
de giderek yaygınlaşıyor. Bazı sendikalarda ise yönetimler babadan oğula
geçiyor.
“Finans Sendikacılığı”
Son bir etken sendikaların para ve finans ile olan
sınavıdır. Bugünün sendikal davranışını doğru anlayabilmek için sendikaların
mali uygulamalarını masaya yatırmak gerekiyor. Bu, işçi sınıfının
örgütlülüğünün bugün neden daha zayıf olduğunun ve sendikaların yönelimlerinin
ne olduğunun daha iyi anlaşılabilmesi için son derece önemli.
Öyle ki neo-liberalizm döneminde, sendikaların üye
sayısı azaldı ama mali durumları (maddi varlıkları) sıçrama yaptı. “Sendika
üyeliği ve yoğunluğu” istikrarlı bir şekilde azalırken, örgütlü emeğin yani
sendikaların mali bilançosunun balon gibi şişmiş olması ise garip bir paradoks
oluşturuyor.
Sendikaların, on binlerce üye kaybederken varlıklarını
büyütebilmeleri nasıl mümkün olabiliyor? Bu sorunun cevabı belli: İlk
olarak, üyelik aidatları genellikle işçi ücretlerinin belli miktarına ya da
yüzdesine bağlı olduğundan, her yeni toplu iş sözleşmesiyle işçi ücretleri
arttığında sendika üyelik aidatları da artıyor, bu da azalan üyeliğin olumsuz mali
etkisini rahatça telafi ediyor.
İkinci olarak,
sendikalar, borsa, döviz, mevduat ve gayrimenkul gibi diğer para ve emlak piyasasındaki
yatırımları sayesinde önemli yatırım ve kira geliri elde edebiliyorlar. Üçüncü
olarak, sendikalar örgütlenme ve grev gibi faaliyetler için aidat ve
yatırım gelirlerinden elde ettiklerinden çok daha az para harcıyor ve yıllık
bütçe fazlası vererek net varlıklarını artırıyorlar.
“Burada olan şey, işçi sınıfına fayda sağlayan bir
gündemi ilerletmek ve yeni işçilerin sendikalarda kitlesel olarak örgütlenmesini
sağlamaya odaklanmak yerine, mevcut üyelerden sağlanan aidat gelirlerinin banka,
borsa ve emlak piyasalarında değerlendirilmesinin asıl amaç olarak benimsendiği
‘finans sendikacılığı’ denilen şeye dönüşmesidir”. (5)
Oysa, emeğin gücünün gerçek kaynağı sendikanın şişkin bilançosu
ya da sahip olduğu otel-motel sayısı değildir. Güç, nihayetinde, örgütlülükten,
işçilerin grevler ve diğer faaliyetler yoluyla üretimden gelen güçlerini
uygulamak için hayata geçirdikleri kolektif eylemlerden gelir. Sendikalar
kaynaklarını agresif yeni örgütlenme ve eğitim faaliyetlerine harcamadıkları
sürece, çok düşük olan üye sayısını artıramazlar, üye işçileri eğitip,
bilinçlendiremezler, örgütlülüğü pekiştiremezler.
Yeni bir sınıf ve kitle sendikacılığı
anlayışına ihtiyaç var!
Kapitalizmin, kapitalist devletin ve sermaye ideolojisinin
içinden geçtiği sürecin sosyal ve politik hayat üzerinde çok önemli etkileri de
söz konusudur. Bunun bilincinde olarak, işçi sendikaları öncelikle, mücadelelerini
ücret sendikacılığı ile sınırlı tutmamalı, ücretleri ve çalışma koşullarını
müzakere etmekten daha fazlasını yapmalıdırlar.
İşgücü piyasası kurumları üzerinde etkili olmalıdırlar,
devlet bütçesini etkileyerek emekten yana yeniden bölüştürücü politikaları gündemde
tutmalıdırlar, toplumsal ilerlemeyi ve katılımcı demokrasiyi ve barışı savunmalıdırlar.
Hepsinden önemlisi, sendikaların yöneticileri
gündemlerini başka şeylerle meşgul etmekten vaz geçip, sınıfın ve sendikanın,
örgütlenme ve eğitim gibi sorunlarının çözümüne odaklanmalıdırlar.
Sonuç
Orman yangını sırasında bir tür iş cinayetine kurban
giden 10 canımız konusunda sadece rahmet ve sabır dilemek yetmiyor. Belli ki bu
olayda da işçi sağlığı ve iş güvenliği kurallarına uyulmamış. Değeri 60 TL olan
oksijen maskeleri ve koruyucu elbiselerden mahrum olarak bu işçilerin sahaya
gönderildiği iddia ediliyor. Bu iddialara göre, ölümler boğulma biçiminde
gerçekleşti. Bu da orman işçilerinin ne kadar değersizleştirildiği ve
ormancılıkla ilgili işlerin ne kadar liyakatten uzak kadrolarca yürütüldüğünü
gösteriyor. Aynı iddiayı yangında beş üyesini kaybeden AKUT için de ileri
sürmek mümkün.
O halde işçi sendikaları sadece işçi haklarına değil,
aynı zamanda doğa haklarına da sahip çıkmalı, kadını güçlendiren politikaları desteklemeli
ve kuşkusuz “kaza” ya da “doğal afet” adı altında geçiştirilen, ancak devletin
düzenlemelerden vazgeçmesi nedeniyle artan orman yangınları gibi felaketlere
karşı da hem doğayı hem halkı hem de işçileri koruyabilmek için seslerini
yükseltmelidir.
Oysa 10 emekçinin ölümü sonrasında sendikaların takındığı
tutuma baktığımızda büyük bir hayal kırıklığı yaşıyoruz. Bazı sendikaları
dışarıda tutarak, konfederasyonların ve sendikaların yöneticilerinin hesaplarından
ya da kurumsal hesaplardan yapılan baş sağlığı ve sabır dileyen tweetlerin
dışında bu ölümlerle ilgili ciddi bir tepki olmadı. Yangında yaşamını yitiren beş
işçinin üyesi olduğu Öz- Orman- İş Sendikası bile kendi üyelerinin ölümünü
sıradan bir başsağlığı tweetiyle geçiştirdi. Bu kabul edilemez bir tutumdur.
Dip notlar:
(1) https://wol.iza.org/articles/the-consequences-of-trade-union-power-erosion/long
(26 June 2025).
(2) “2025
Temmuz Sendika Üye Sayıları Açıklandı”, https://www.csgb.gov.tr/cgm/haberler
(24 Temmuz 2025).
(3) T.
S. Aidt and Z. Tzannatos,. "Trade unions, collective bargaining, and
macroeconomic performance: A review", Industrial Relations Journal 39:4
(2008), s. 258–295.
(4) https://wol.iza.org/opinions/robots-restructuring-and-union-retreat (24
June 2025).
(5) https://jacobin.com/finance-unionism-union-density-decline-american-labor-movement-mass-organizing?ref=readthemaple.com
(2 May 2023).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder