20 Eylül 2025 Cumartesi

Otokrasi (I)

 

Otokrasiden çıkış dersleri (I)

Mustafa Durmuş

20 Eylül 2025


Yargı eliyle CHP’yi zayıflatmaya dönük operasyonlar şimdilik geri püskürtülmüş olsa da belediye başkanlarının ve CHP’li meclis üyelerinin parti değiştirmeye zorlanması gibi yollarla bu saldırılar devam ediyor ve daha da edecek gibi görünüyor.

Zira seçmen kitlesini büyük ölçüde kaybetmiş, ekonomik sorunları çözememiş, halkın daha da yoksullaşmasına neden olmuş otoriter bir iktidarın, iktidarda kalabilmek için artık birinci parti olduğu kesin olan CHP’yi hedef almaktan başka yolu yok. Bir diğer yol kuşkusuz seçimli otokrasiye son verip, seçimlerin yapılmadığı, siyasal partilerin kapatıldığı açık bir diktatörlüğe geçiştir. Bu alternatifin de iktidarın son çare olarak başvuracağı bir alternatif olduğu unutulmamalı.

Trump ve Erdoğan’ın muhalefete ilişkin benzer politikaları

İktidar Bloku Türkiye’de muhalefeti yargı eliyle belediyelere yapılan operasyonlar ve kayyımlar üzerinden sıkıştırırken, ABD’de Trump, Chicago, Baltimore, New York gibi Demokratlar tarafından kontrol edilen eyaletlere de Ulusal Muhafızları göndermeyi planlıyor. Keza son yargı atamalarıyla Trump, daha önce terfi ettirdiği yargıçların yeterince muhafazakâr olmadığına karar verdi. Ona göre, yargıçlar, şahin MAGA destekçileri olmak zorunda. Muhafazakâr bir hukuk örgütü olan Federalist Society, Trump'ın Yüksek Mahkeme'nin mevcut muhafazakâr çoğunluğunu oluşturmasına yardımcı oldu. Ancak Trump, bu topluluğun önerdiği yargıçlar da dahil olmak üzere, gümrük vergileri ve diğer politikalarına karşı çıkan muhafazakâr yargıçları sert bir şekilde eleştiriyor. İkinci döneminde Trump, artık kendi yönetiminin politikalarına herhangi bir zorluk çıkartmayacak olan militan yargıçlara odaklandı. (1)

Otokrasiler dünyada yükselişte

Rejimin demokrasiyi yok ederek giderek daha da otoriterleşmesi sadece Türkiye ve ABD ile sınırlı bir olgu değil. V-Dem Enstitüsü'ne göre, otoriter rejimler şu anda dünya nüfusunun yüzde 70'inden fazlasını yönetiyor. Öyle ki dünyadaki her dört kişiden yaklaşık üçü (yüzde 72) şu anda otokrasi altında yaşıyor. Bu oran 1978'den bu yana en yüksek seviyeye ulaşmış durumda. (2)

Bir başka küresel demokrasi gözlemcisi olan Freedom House, dünya nüfusunun yalnızca yüzde 20'sinin “özgür” olarak değerlendirilebilecek ülkelerde yaşadığını bildiriyor.  Bu kuruluş her yıl yayınladığı “Dünyada Özgürlük Raporu” ile 200’ü aşkın ülke ve bölgede insanların siyasi haklara ve sivil özgürlüklere erişimini analiz ediyor. Çünkü seçme (oy kullanma) hakkından ifade özgürlüğüne ve kanun önünde eşitliğe kadar uzanan bireysel özgürlükler devlet veya devlet dışı aktörler tarafından etkilenebiliyor.

Kuruluşun bu yılki raporuna göre Türkiye 100 üzerinden 33 puan ile “özgür olmayan yarı otoriter rejime sahip ülke” konumunda. Ülkenin siyasi haklar kriterinde puanı 40 üzerinden 17 ve sivil özgürlüklerde 60 üzerinden 16 puan. Son 10 yılda dünyada özgürlüklerin en fazla azaldığı ilk 8 ülke arasında yer alıyor. (3)

Özetle, son 15 yıldır, küresel olarak demokraside hızlı bir düşüşe tanık oluyoruz. Macaristan'dan Hong Kong'a, Hindistan'dan Amerika Birleşik Devletleri'ne ve Rusya’dan Türkiye’ye kadar, demokratik kurumlar benzeri görülmemiş bir hızla çöküyor. Türkiye’deki İktidar Bloku dünyadaki, özellikle de ABD’deki, otoriterleşme eğiliminden de güç alıyor ve kendi otoriterliğini meşrulaştırıyor.

Tarih tekerrür mü ediyor?

Sadece Türkiye’deki aşırı sağın değil, demokrasinin beşiği Avrupa’da da aşırı sağın yükselişi söz konusu. Öyle ki Almanya'nın aşırı sağının da köktenci bir güç devşirme planı yaptığı yakınlarda ortaya çıktı. Aşırı sağcı Alternative für Deutschland Partisinden (AfD) sızan bir belge, Donald Trump'ın izlediği otoriterleşme stratejisinin Avrupa'daki sağcı partiler tarafından nasıl taklit edildiğine ışık tutuyor. Federal seçimlerde yüzde 20,6 ile ikinci olan AfD, Alman istihbarat kurumları tarafından “aşırılık yanlısı” olarak tanımlanan ve ırkçı politikalarının özgür demokratik düzenle bağdaşmadığı ilan edilen bir parti. Bu yüzden de merkez sağ CDU-CSU tarafından benimsenen "güvenlik duvarı" politikasıyla şu anda ulusal düzeyde olası bir sağ koalisyonun dışında tutuluyor. Ancak yerel düzeyde yasağa istisnalar getirilmeye başlandı ve ocak ayında Almanya Şansölyesi Friedrich Merz iç göçü kısıtlayan yeni bir yasayı geçirmek için AfD'ye güvenmek zorunda kaldı. (4)

Demokrasi yavaş yavaş yok ediliyor

Askeri darbelerde cuntacı generaller bir gecede iktidarı ele geçirirler. Sivil cumhurbaşkanları ise (2016’da OHAL’in ilan edilmesinde yaşandığı gibi), sıkıyönetim ilan ettiklerinde olağanüstü hâl yetkilerini devralır ve hemen diktatörler gibi yönetmeye başlarlar.

Ancak günümüzde demokrasiyi yok etmenin daha yaygın bir yöntemi, ona binlerce yara açarak öldürmektir. Bu yolda seçilmiş liderler demokratik kurumları yavaş yavaş zayıflatır ve daha fazla yürütme yetkisi biriktirirler ve bir gün demokrasi ölümcül bir şekilde tehlikeye girer.

Nitekim, 2000 yılında ilk kez devlet başkanı seçilen Vladimir Putin, bu şekilde Rusya'nın ömür boyu lideri haline geldi. Viktor Orban, 2010 yılında Macaristan başbakanı oldu ve Putin'in örneğini bilinçli olarak takip ederek o günden beri Macaristan'ı yönetiyor. Türkiye’deki iktidar blokunun da benzer bir beklenti içinde olduğu artık herkesin bildiği bir şey.

Bir başka anlatımla, günümüzde otokratlar, geçen yüzyılda sıklıkla yaptıkları gibi darbelerle siyasi iktidarı ele geçirmiyorlar, bunun yerine demokrasinin içsel zayıflıklarını istismar ederek seçimler yoluyla iktidarı ele geçiriyorlar. Genellikle bu otokratlar, seçimlerin hala yapıldığı, ancak otokratların iktidarda kalmasını sağlamak için büyük ölçüde manipüle edildiği seçimli otokrasileri kuruyorlar. Ancak zamanla, küresel eğilim bu seçimli otokrasilerinin çoğunun doğrudan (açık) diktatörlüklere dönüşeceğini gösteriyor.

Otoriterlik nasıl güçleniyor?

Tarih demokrasilerin bir gecede ortadan kalkmadığını, yavaşça, kasıtlı olarak, parça parça çürütüldüğünü gösteriyor. Bunu mümkün kılan etkenleri şöyle sıralamak mümkün:

İlk olarak, otoriterler açısından tüm muhalefeti birden susturmaya gerek yoktur. Yeterince yalan, yarı gerçek ve komplo teorileri ile toplumu adeta bir bombardımana tabi tutmak yeterlidir. Böylece insanlar artık neye inanacaklarını bilemezler. İnsanların devlet tarafından yönetilen medya, propaganda ağları ve sosyal medya manipülasyonu ile sürekli bir paranoya ve kızgınlık duygusuna tabi tutulmaları yeterli olur.

İkinci olarak, otoriterlerin düşmanlara ihtiyacı vardır. Milliyetçiliği körükler, toplumun değişik kesimlerini birbirine düşürür ve iktidarını pekiştirmek için ırk, din, inanç ve kimliği kullanırlar: “eğer bizimle birlikte değilseniz, bizim düşmanımızsınızdır ve bu da sizi etkisiz hale getirilecek bir hain yapar”.

Üçüncü olarak, kurumları ve yargıyı yavaşça ve sessizce ele geçirirler, basını, medyayı yozlaştırırlar, tekellerine alırlar, seçimlere hile karıştırırlar. Tıpkı kumarhanelerde günün sonunda kazanan kasa olduğu gibi, öyle seçim yasası düzenlemeleri yaparlar ki (demokratik görünse de), kazanan hep kendileri olur.

Dördüncü olarak, otoriterler insanlara sahte, geçmiş bir “altın çağ” pazarlarlar. Trump'ın “Amerika'yı Yeniden Büyük Yap/MAGA” söylemi, Putin'in “Sovyet Nostaljisi”, Orbán'ın “Beyaz Hıristiyan Milliyetçiliği” ve Erdoğan’ın “Türkiye Yüzyılı” sloganı aynı amaca sahiptir: Hayal kırıklığı içindeki kitlelere geçmişin çarpıtılmış destansı tarihiyle süslenmiş sahte bir gelecek vaat ederek yanlarında tutmak.

Beşinci olarak, otokrasilerin yükselişinin yanı sıra küresel çapta, çok daha az dikkat çeken ancak daha da istikrarsızlaştırıcı olabilen ikinci bir kriz daha yaşanıyor.  Bu kriz Hristiyanlık, Yahudilik, İslamiyet ve Hinduizm gibi tüm büyük dinlerde, iktidar/güç düşkünü, maddi çıkar peşinde olan seçkinler, kültürel yerinden edilmenin doğurduğu yalnızlık, korku ve endişeyi istismar ederek, insanları, dinsel egemenliğin düşmanları olarak algılananları toplumdan temizlemeyi, seküler kurumları ele geçirip teokrasi ile değiştirmeyi meşrulaştıran görüşlere yönlendiriyorlar. Bu yönde savaş hatları çiziliyor, şiddet içeren söylemler ve şiddet artıyor. Nitekim Türkiye’de bir süredir İslam’ın siyasallaşarak hem kamusal hem de özel alanda giderek belirleyici bir hale geldiği bir süreç yaşanıyor.

Kutsal Kanopi parçalanıyor

Diğer yandan dini sağladığı kutsal koruma kalkanı (kutsal kanopi) giderek parçalanıyor.

Sosyolojide kullanılan "kutsal kanopi" kavramı, dinin topluluklar üzerinde koruyucu bir kubbe oluşturduğu, insanlara ortak bir anlam, ortak değerler ve beşikten mezara kadar evrendeki yerleri hakkında bir güvenlik duygusu verdiği fikrini ifade eder. İnsanlık tarihinin büyük bir bölümünde bu kanopiler ayakta kaldı. Ancak bugün tüm dünyada bu kutsal kanopi yırtılıyor. Her büyük inanç geleneğinde bu durum gerçekleşiyor. İnsanlar bu kutsal koruma hissini yitirdiklerinde, hızla değişen dünyada eski kesinlikler artık geçerli olmadığında, daha tehlikeli bir şey oluyor ve aşırı sağcı bir radikalleşmeye yatkın hale geliyorlar. Çünkü otoriter hareketler, başarıya kriz içindeki, kafası karışık toplulukları sömürerek ulaşırlar. (5)

Son olarak, küreselleşme, yapay zekâ ve dijitalleşme gibi teknolojik devrimler hem seküler otoritenin hem de geleneksel inancın temellerinin sarsılmasını hızlandırıyor. Ulus devletler artık sadece küresel pazarları değil, bilgi akışını da kontrol edemiyorlar. Dini kurumlarsa, bilimsel bilgi ve kültürel değişim karşısında ahlaki otoritesini koruyamıyorlar. Hem devlet hem de Tanrı güçsüz göründüğünde, korku, yalnızlık ve endişe ile tetiklenen insanlar her ikisinin de daha radikal otoriter versiyonlarına yönelme eğilimine giriyorlar.

Yani insanlar, geleneksel dini söylemler ve uygulamalar yeterli olmadığında, radikal teolojiyi benimsiyorlar. Hem devlet hem de Tanrı vaatlerini yerine getiremediğinde, komplo teorileri ve kültler gelişiyor ve bu başarısızlıkların her biri diğerini güçlendiriyor. Bunun kaçınılmaz sonucu ise demokrasinin yok olması ve seçimli otokrasi ya da faşizm gibi açık diktatörlüklerin bu boşluğu doldurmasıdır.

Sonuç olarak

Temsili demokrasiye olan inanç ve güven zayıfladıkça, insanlar otoriter liderlere ve partilere yöneliyorlar. Otoriterlik onlara demokrasinin sunmadığı bazı şeyleri; kesinlik, güç ve kişisel avantaj elde etmeyi sunuyor. Bazıları için bu sahip olacakları nüfuzun cazibesidir. Diğerleri içinse değerlerinin kutsal kabul edilerek tartışılmadığı bir geçmişe duyulan nostaljidir. Birçoğu için de otoriterliği iktidar ve zenginliğe giden daha doğrudan bir yol olarak görmeleridir.

İnsanlık bir dönemin sonuna daha geliyor. Kapitalizm üzerinde vücut bulan liberal demokrasinin tanıdık simgeleri, nesiller boyunca siyasi manzaramızı şekillendiren kurumlar, normlar ve varsayımlar gözlerimizin önünde birer birer çöküyor.

Küresel değişimin hızı, daha yavaş ve daha istikrarlı bir dünya için tasarlanmış demokratik sistemlerin uyum sağlama kapasitesini aşıyor. Gelir ve servet eşitsizlikleri başta olmak üzere artan eşitsizlikler, yabancılaşmayı artıran, işçi sınıfını gücünü zayıflatan hızlı teknolojik dönüşüm, ekonomik krizler, savaşlar, önlenemeyen iklim krizleri ve kitlesel göçler, demokrasinin zayıflıklarını gözler önüne seriyor ve otoriter rejimlerin ve aşırı sağcı hareketlerin istismar etmesine yardımcı oluyor.

Bu gerçek de demokratik, özgürlükçü sol bir muhalefetin kendisini sadece iktidar partilerine muhalefet olarak konumlandırmasının yanlışlığını, demokratik kurum ve kültürdeki bu çaptaki bir aşınmaya kapitalizmin ve defolu temsili demokrasilerin neden olduğunun bilincinde olarak, başka bir demokrasi savunusu yapması gerektiğini ortaya koyuyor.

Devam edecek: Nasıl bir demokrasiye ihtiyacımız var?

Dipnotlar:

(1)     https://www.counterpunch.org/slow-motion-authoritarianism (9 September 2025).

(2)     V-Dem Institute, Democracy Report 2025, 25 Years of Autocratization – Democracy Trumped?, s.6, 2025.

(3)     Freedom House, Freedom in the World 2025, The Uphill Battle to Safeguard Rights, s. 9, s. 2025.

(4)     https://www.socialeurope.eu/europes-far-right-copies-trump-and-its-working (16 July 2025).

(5)     https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/calling-people-of-faith (11 September 2025).

 

18 Eylül 2025 Perşembe

Sendikalar barış ve otokrasi

 

Barışa kim daha yakın: İşçi sendikaları mı işveren örgütleri mi?

Mustafa Durmuş

17 Eylül 2025



11 ve 12 Eylül tarihlerinde Meclis’teki “Milli Dayanışma Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” sırasıyla emek örgütlerinin ve sermaye örgütlerinin temsilcilerini dinledi.

11 Eylül’deki ilk oturumda üye sayısının çokluğuna göre kamuda çalışan emekçilerin sendikalarının üst örgütlerinin (konfederasyonlar); ikinci oturumda ise özel sektörde çalışan işçilerin bağlı bulunduğu sendikaların üst örgütleri olan konfederasyonların temsilcileri süreçle ilgili görüşlerini açıkladılar. Kendilerine davet yapılmış olmasına rağmen Birleşik Kamu İş toplantıya katılıp herhangi bir görüş bildirmedi.

Sunumların, ilgili örgütlere hakim olan ideolojiler kadar, siyasal iktidara ne kadar yakın olduklarına ya da iktidarca ne kadar kontrol edildiklerine ve üye profiline göre şekillendiği görüldü. Öyle ki sağ ve aşırı sağ görüşlü, İktidar Blokuna destek veren MEMUR- SEN, T. KAMU- SEN, TÜRK- İŞ ve HAK- İŞ aşağı yukarı aynı şeyleri söylediler. Bu gruptan süreç lehinde olumlu somut öneriler içeren açıklamalar ise sadece DİSK, KESK ve TÜSİAD gibi örgütlerden geldi.

Sendikal örgütlülük

Kamuda çalışan toplam 2,319,157 emekçinin yüzde 46,5’i MEMUR-SEN’de; yüzde 24,1’i T. KAMU- SEN’de; yüzde 8,2’si BİRLEŞİK KAMU- İŞ’te ve yüzde 7,2’si KESK’te örgütlü. Böylece kâğıt üzerinde kamu da çalışanlarının yüzde 80,9’unun sendikalı olduğu anlaşılıyor. (1) Özel sektörde çalışan kayıtlı 17.326.143 işçi var ancak bunlardan sadece 2.429.527’si sendika üyesi. Bu kapsamda özel sektörde sendikalaşma oranı da sadece %14,0. İşçilerin konfederasyonlara göre dağılımı ise şöyle: TÜRK-İŞ yüzde 52,4; HAK-İŞ yüzde 34,0 ve DİSK yüzde 10,9. (2)

Kraldan çok kralcı sözde işçi ve kamu çalışanı sendikaları

Bu örgütlerin “barış ve demokratik toplum süreci”, ya da “terörsüz Türkiye”, adına ne denirse densin, konusuna yaklaşımlarında kendilerini deşifre eden en önemli husus “PKK’nin ardından PYD ve SDG’nin de silah bırakıp bırakmaması gerektiği” sorusuna verdikleri yanıtlar oldu.

MEMUR- SEN, T. KAMU- SEN, TÜRK- İŞ ve HAK- İŞ açıklamalarında en sert, en militarist ve en şoven söylemlerle; “kırmızı çizgilerinin Suriye’deki YPG ve SDG’nin de silah bırakması olduğunu” vurguladılar ve “bu konuda hiçbir taviz verilmemesi gerektiğini” ileri sürdüler.

Bazı emek örgütlerinin kırmızı çizgisi!

Oysa mevcut sürecin ilerleyebilmesini PYD ve SDG’nin silah bırakma şartına bağlamak süreci sona erdirebilir. Çünkü bu dayatma Kürtler ve ABD tarafından, Suriye’deki istikrarsızlık ortamında, kabul edilemeyecek bir zorlama olarak değerlendiriliyor, Bunu bile bile sözü edilen işçi sendikalarının temsilcilerinin PKK dışındaki örgütlerin de silah bırakması konusunda ısrarcı olmaları, bu sendikaların barışın tesisi konusunda samimi olmadıklarının ve devletin en azından bir kanadının yönlendirmesiyle hareket ettiklerinin bir göstergesi olarak değerlendiriliyor.

Diğer yandan neredeyse hiçbir işveren örgütünün PYD ve SDG’nin silah bırakması konusunu gündeme getirmemesi ve değerlendirmelerini barışın ekonomik gelişme, demokrasi, büyüme, kalkınma ve istihdamı güçlendirmesiyle sınırlı tutmaları oldukça önemli. Yani barış konusunda işveren örgütleri işçi sendikalarından çok daha istekli görünüyorlar.

Kim ne dedi? (3)

Memur Sendikaları Konfederasyonu (MEMUR-SEN) Genel Başkanı Ali Yalçın’ın konuşmasından:

“Terörü cesaretlendirecek hiçbir adım söz konusu olmamalı. Terör örgütü PKK sadece Türkiye ve Irak'ta değil, hangi adı taşırsa taşısın bütün ülkelerdeki bileşenleriyle birlikte silah bırakmalıdır. Suriye'deki yapılanma orada durduğu müddetçe terörsüz Türkiye projesi gerçekleşmemiş olacaktır. İsrail Amerikan projesinin Suriye'de hayat bulmasına müsaade edilmemelidir. Bu konu pazarlık konusu yapılamaz ve yine şehitlerimizin hatırası, gazilerimizin fedakârlığı, annelerimizin gözyaşı bu sürecin kırmızı çizgisi olmalıdır.”

Türkiye Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonu (T. KAMU-SEN) Genel Başkanı Önder Kahveci’nin konuşmasından:

“Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin attığı tarihî adım yüzyılın karanlığını aydınlatan bir kardeşlik işareti, bir umut kıvılcımı olmuştur. Cumhurbaşkanımızın bu süreçteki kararlılığı ise milletimizin tamamında bir güven duygusu yaratmıştır. Bugün geldiğimiz noktada örgüt silah bırakma noktasına gelmiş, fesih kararını açıklamıştır. Bu adımla birlikte süreç örgütün alacağı bir kararla değil, yurt içinde ve yurt dışında bütün unsurların silahlarını eksiksiz olarak teslim etmesiyle ve Türkiye Cumhuriyeti'nin değerlerine bağlı kalacağına dair tam bir taahhütle anlam bulacaktır.”

Kamu Emekçileri Sendikası Konfederasyonu (KESK) Eş Genel Başkanı Ayfer Koçak’ın konuşmasından:

“Emekçiler açısından Kürt sorununun eşitlik, özgürlük ve demokrasi zemininde barışçı çözümü elzemdir. Toplumsal birliğimizin sağlanması ancak bu ülkeyi emeğin Türkiye'si yapmakla mümkün olacaktır”.

KESK Eş Genel Başkanı Ahmet Karagöz’ün konuşmasından:

“Kürt meselesinde çözüm olanaklarının nispeten tartışılabildiği bir dönemi yaşıyoruz ancak devlet tarafında somut adımların hâlâ atılmamış olması, gerekli yasal düzenlemelerin yapılmaması ve daha önemlisi ana muhalefet partisine karşı geçmişte Fazilet Partisi, DEM, HDP'ye yönelik uygulanan baskı ve yönelimlerin sistematik bir biçimde tekrar edilmesi, kaygılarımızın arttığını öncelikle belirtmek isteriz. Sorunların barışçıl yollarla çözüleceğine dair onca söz ve girişimin ardında böylesine organize ve siyasal yönelimlerle yapılan operasyonlar sürecin iktidar blokunca bir oyalamaya mı getirilmek istendiğini de açıkça vurgulamak istiyoruz.”

 

 

Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İŞ) Genel Başkan Yardımcısı Ramazan Ağar’ın konuşmasından:

“Terör suçu işleyenlere karşı en net duruş sergilenmelidir. Terör eylemleri ve milletimizin vicdanını yaralayan saldırılar asla mazur görülemez, görülmemelidir. Şehitlerimizin, gazilerimizin ve yakınlarının aziz hatıralarını incitebilecek dil ve söylemlere dahi asla izin verilmemelidir… Sistematik dezenformasyon ve bölücü propagandaya karşı gençlere yönelik etkin çalışmalar yapılmalıdır. Atılacak adımlar şehit aileleri ve gazilerin hassasiyetlerini zedelemeyecek şekilde planlanmalı, fedakâr şehit ailelerinin ve gazilerin bilgilendirilmesine özen gösterilmelidir. Ülke sınırları dışında, özellikle Suriye'de yaşanabilecek gelişmelerin içerideki bütünlüğümüzü baltalamaması için alternatif planlar hazırlanmalıdır.”

Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu (HAK-İŞ) Genel Başkanı Mahmut Arslan’ın konuşmasından:

“Ancak PKK'nın sadece Türkiye kanadını değil; Suriye, Irak, hatta İran kanadını da içine alan bir muhataplıktır. Dolayısıyla, bu muhataplıklardan vazgeçenler veyahut da muhataplığı üzerine almayanların büyük bir sorumluluğu ve büyük bir vebali olduğunu hatırlatmak isterim. Onun için isimleri, isimlerinin başındaki harfleri ne olursa olsun PKK hedef alınarak talep edilen ve bu noktaya getirilen hususların ötelenmemesi gerekiyor. Özellikle, Suriye kanadında SDG'nin ve başka isimlerle yer alan örgütlerin bunun dışında tutulması girişimlerini şiddetle kınıyoruz ve bunu asla kabul etmiyoruz.  Türkiye'nin siyonist devlet İsrail'e komşu yapılma girişimlerine karşı uyanık olmak zorundayız. Mesele sadece SDG değil, SDG'nin arkasındaki güçlerin bu projeyi akamete uğratma konusundaki çabalarını dikkatle takip etmemiz gerekiyor”.

Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun konuşmasından:

“Biz, uzun yıllardır ülkemizin en temel sorunlarından biri olan Kürt sorununda her zaman barıştan, kardeşlikten ve eşitlikten yana olduk. Tüm sorunların demokrasi yoluyla çözülebileceğine inanıyoruz. Bu temelde, emek mücadelesi ile demokrasi mücadelesini birbirinden ayrı görmüyoruz. DİSK olarak hep söylediğimiz gibi "Demokrasi işçinin ekmeğidir. Demokrasi yoksa ekmek de yoktur." diyerek emeğin ve demokrasinin aynı mücadele sahasında birleştiğini vurguluyoruz.”

Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun konuşmasından:

“Tüm bu meseleleri tartışırken hamaseti, husumeti ve günlük siyasete malzeme yapmayı burayla karıştırmamalıyız. Nihayetinde bu bir parti siyaseti değil, bir devlet politikasıdır. Türkiye'nin en kronik sorunlarından birini çözmek için tarihî bir fırsat yakalanmıştır. Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonuyla Meclisimizin de en geniş bir katılımla sürece dâhil olması sağlanmıştır. Temennimiz, bu yapıcı atmosferin korunmasıdır. Zira, diyalog ve istişare herkesin hayrınadır. Elbette, her konuda aynı düşünmek zorunda değiliz ama terörsüz Türkiye'yi gerçeğe dönüştürmekle hepimiz mükellefiz. Türkiye'nin istikbal yürüyüşünde önemli bir dönüm noktası olacak bu hayırlı sürece katkı vermeyi bir millî duruş olarak görmeliyiz, bunun heba edilmesine de fırsat vermemeliyiz. Ezelî ve ebedî kardeşliğimiz perçinlenmeli, istikbali beraberce inşa etmeliyiz. Milletimizde ümit vardır ve beklentisi de bu yöndedir ancak elbette bu sürece yönelik kafa karışıklıkları ve muğlaklıkları da bulunmaktadır. Başta Suriye olmak üzere yurt dışındaki bazı gelişmeler de sisli bir hava oluşmasına neden olmaktadır. Tüm bunların netleşmesine, sürecin şeffaf bir şekilde ilerlemesine ihtiyaç vardır. Milletin iradesinin temsil edildiği Millet Meclisinde uzlaşmayla ve ortak zeminde buluşarak ilerleme sağlanacak ve belirsizlikler azaltılacaktır. Önemli olan, sürecin sonuna kadar uzlaşma yollarını aramak ve istişareyi korumaktır. Hepimiz biliyoruz ki terörün kökünü kurutmanın, huzuru kalıcı kılmanın ve kardeşliği güçlendirmenin yolu sadece güvenlik önlemleriyle de sınırlı değildir; demokrasi, vatandaşlarımızın kimliği, kültürü, inancı ve yaşam tarzı ne olursa olsun kendilerini özgürce ifade edebilmesinin de teminatıdır”.

Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu (TESK) Genel Başkanı Bendevi Palandöken’in konuşmasından:

“Biliyorsunuz, her tarafımız çember altında, herkes bize gıptayla bakıyor ama kıskançlıkla da hainliklerini yapmaya devam ediyor, hâlâ fitne sokmaya çalışıyorlar "Bu sürecin sonu ne olacak?" diye. Zaten başlaması demek sürecin bitmesi demek, böyle de bir karar alındı. Bütün siyasi partiler uzlaşıcı olarak bu karara imza attı, bir araya geldi, zaten bir aradaydı, bu fitneyi sokanlar dışarıda kaldı. Şimdi, dönen tekere belki de çomak sokmak isteyenler olacak. Sürenin uzamaması lazım. Bizlere vermiş olduğunuz süre ve bütün kesimlerin dinlenmesi gerçekten de çok önemli ama en önemlisi de tabii, bu ülkenin sahadaki kabullenme oranının artmasıyla ilgili de kuşkuların silinmesi lazım. Süre uzadıkça, süre uzatıldıkça, biliyorsunuz, fitne çoğalır. O bakımdan, bu süreyi kısa zamanda derleyip, toplayıp yasal zemin üzerinde, bütün hukuki prosedürleri tamamlanmış bir vaziyette halka sunulması lazım.”

Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Genel Başkanı Özgür Burak Akkol’un konuşmasından:

“Biz barış ortamı sayesinde sadece bölgeye değil ama öncelikli olarak bölgeye, akabinde de ülkemizin diğer bölgelerine yatırım, istihdam ve vergi tabanının güçlenmesi anlamında ciddi bir potansiyel görüyoruz; yüksek katma değerli üretim ve millî gelir artışı potansiyeli, daha fazla doğrudan yatırım potansiyeli, düşük ve uzun vadeli borçlanma imkânı, fiyat istikrarı -çok kritik bir konu- düşük kayıt dışı ekonomiyle adil rekabet ortamı, yine yüksek verimlilik ve inovasyon ortamı, dengeli ve istikrarlı bir yerli para birimi, beşeri sermayenin gelişimi ve etkin kullanımı yani Türk Lirasının da stabilizasyonu anlamında çok kritik bir sürecin içinde olduğumuzu düşünüyoruz. Biz burada yapılması gereken hamlelerin önemli bir kısmını yapabilirsek sadece bu jenerasyon değil ama bizden sonraki jenerasyonlara çok önemli bir miras bırakacağımızı da düşünüyoruz. Buradaki barış ortamının tesis edilmesinden en başta bölge halkı, bölgedeki vatandaşlarımız olmak üzere tüm Türkiye'deki vatandaşlarımız, işçi, işveren ve devlet kazanacaktır… Özetle, hemen hemen her göstergede barışın her anlamda istihdam, vergi, oradaki iş sağlığı güvenliği, sendikalılık, ekonomik refah, borçlanma maliyetlerinin aşağı gelmesi gibi her anlamda bölge halkına ve bireylere ciddi fayda sağlamış durumda”.

Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) Başkan Vekili Ahmet Bahadır’ın konuşmasından:

“Kalıcı barışın sağlandığı bir senaryoda bölgesel ölçekte çok güçlü fırsatlar bizi beklemektedir. Bu senaryoda yalnızca Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimiz için geçerli olmak üzere mera verimi yüzde 15-20 artabilir, yem maliyeti yüzde 20-30 azalabilir, özel sektör yatırımları yüzde 50 artabilir, dijital tarım teknolojileri verimlilik oranı yüzde 30 yükselebilir, bölgesel tarımsal gayrisafi yurt içi hasıla katkısı yıllık 5-8 arasında yüzde olarak büyüyebilir, tarım istihdamı yüzde 10-15 arasında artabilir. Bu sadece ekonomik bir sıçrama değil göçün tersine dönmesi, kırsal nüfusun güçlenmesi, toplumsal uyumun pekişmesi demektir. Kalıcı barış Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgemizde Türkiye'nin stratejik gıda üretim üssü hâline gelmesine önemli katkı sağlayacaktır. Bu hem ulusal gıda güvenliğimizi garanti altına alacak hem de ekonomik kalkınmada çarpan etkisi yaratacaktır”.

Müstakil İşadamları Derneği (MÜSİAD) Genel Başkanı Burhan Özdemir’in konuşmasından:

“MÜSİAD olarak biz terörsüz Türkiye vizyonunu sadece bir iç güvenlik meselesi olarak değil, aynı zamanda ekonomik kalkınma, toplumsal uyum, kültürel birlik ve adalet ekseninde yeni bir toplumsal sözleşme olarak değerlendiriyoruz… Koruculuk sistemi yine, bu süreçte aslında özellikle altının çizilmesi gereken konulardan bir tanesi… Bizdeki rakamlara göre yaklaşık 50 bin korucu hâlen aktif hâlde çalışmakta. Şüphesiz koruculuk sistemi Türkiye'nin zor bir döneminde önemli bir görev üstlenmiş ve güvenlik güçlerinin yüklerini de olabildiğince hafifletmiştir ancak artık terörsüz Türkiye vizyonunu konuşuyorsak kalıcı bir yapı olmaktan çıkmalı, adaletli bir tasfiye ve entegrasyon programıyla onurlu bir şekilde, bu sürecin sonunda, belki kademeli bir şekilde tarihe uğurlanmalıdır diye düşünüyoruz. Yine, Suriye'deki diğer terör örgütlerinin silah bırakma sürecine uyum sağlamaması riski bu sürecin başarıya ulaşmasının önündeki risklerin başlıcaları diye görüyoruz.”

Türk Sanayicileri ve İş insanları Derneği (TÜSİAD) Başkan Yardımcısı Bülent Ozan Diren’in konuşmasından:

“Biliyoruz ki toplumsal ilerleme refaha, refah küresel ekonominin kurallarına uymaya, bu uyum ise demokratik bir toplumsal yapıya bağlıdır. Böyle bir yapının oluşturulması ülkemizdeki tüm sivil toplum kuruluşlarının, siyasi partilerin, kurumların ve bireylerin ortak hedefi ve kültürü olmalıdır çünkü bireyler de kurumlar da kendi farklı ideallerini gerçekleştirme konusunda eşit fırsatları her türlü fikre ve gelişmeye açık, uzlaşma kültürü olan bir demokratik toplumsal yapı içinde bulabilirler… Komisyonun çalışmalarıyla somutlaşacak adımların, ülkemizin ekonomik kalkınma ve demokrasi ortamına uyumlu yansımasını temenni ediyoruz. Toplumsal kutuplaşmanın yerini toplumsal uyuma bırakmasının sorunlarımızın çözümü için elverişli bir zemin hazırlayacağını düşünüyoruz… Komisyonun terörün ülke gündeminden çıkarılması ve toplumsal bütünleşmenin sağlanması amacının kalıcı olarak hayata geçmesi, demokrasi ve hukukun üstünlüğünün tam olarak tesis edilmesine bağlıdır. Demokrasi ve hukuk devletini tartışma konusu edilemeyecek bir düzeye getirmek içeride ve dışarıda ülkemize, kurumlarımıza, demokrasimize güveni artırmak hiç şüphesiz ekonomimizi de güçlendirecektir.”

Anadolu Aslanları İş Adamları Derneği (ASKON) Genel Başkanı Orhan Aydın’ın konuşmasından:

“Şunu çok iyi biliyoruz ki huzur ve güvenin sağlanmadığı bir ortamda yatırım iklimi maalesef oluşamaz. Siyasi ve ekonomik istikrarın bulunmadığı koşullarda üretim sürdürülemez. Toplumsal birlik ve beraberliğin olmadığı yerde ise ihracatın kalıcı ve sürdürülebilir olmasını da maalesef ki konuşamıyoruz. Ve şunu net şekilde ifade edebiliriz ki dünyanın neresinde olursa olsun iş insanları her daim güvenli limanları tercih ediyor. İşletmeleri veya şirketleri bir yerde yatırım yapmaya iten temel faktörler ham madde, yarı işlenmiş mamul, enerji pazarına yakın olma, bol ve nitelikli iş gücü gibi faktörlerdir ancak bütün bu faktörlerin cazibesine ve devletimizin bu ana kadar detaylı bir şekilde vermiş oldukları teşvik paketlerine rağmen adı terörle anılan bölgelere gidilememesi yapılacak yatırımın güvenliğinin ne kadar önemli olduğunun göstergesidir ve unutmayalım ki bir fabrikanın bacasından tüten duman sadece üretimi değil, aynı zamanda huzuru da temsil ediyor.”

İşçi sendikalarının barış ve demokrasi ile olan ilişkisi  

Kapitalizmin bir ürünü olan işçi sendikaları ile liberal temsili demokrasi ve barış arasındaki ilişkiyi karakterize ettiği düşünülen birbiriyle ilişkili üç bağ mevcuttur.

İlk olarak, sendikalar demokrasinin bir ürünü olarak görülürler çünkü güçleri demokratik kurumların varlığına ve dayanıklılığına bağlıdır. Örgütlenme özgürlüğü veya grev hakkı gibi demokratik normlar, sendikalara işyerinde, işgücü piyasasında ve bir bütün olarak politik ekonomide karar alma süreçlerine katılmaları için gereken alanı sağlar. Savaş ortamı ise işçilerin demokratik haklarını hayata geçirmelerini önler.

İkinci olarak, barış ve demokrasi ortamında sendikalar işçiler ve onların sınıfsal çıkarlarına hizmet eden ekonomi politikalarını cesaretlendirme ve uygulama becerileri sayesinde demokrasiye önemli katkılarda bulunurlar.

Üçüncü olarak, sendikalar seçimlerde emekten yana duruş sergileyen siyasi partileri destekleyerek ve onların gündemlerini etkileyerek siyasette merkezi roller oynamak için üyelerini yönlendirirler.

Kısaca, işçi sendikaları barışın ve demokrasinin inşası ve güçlendirilmesinde önemli roller oynayabilirler.  Bu yöndeki mücadeleleri için üretimden gelen güçlerini, grevler ve iş durdurmalar yoluyla kullanırlar. Bu durum da onların genelde politik olarak sağ ya da aşırı sağdan ziyade sosyal demokrasi ve sosyalist partilerle birlikte hareket etmelerini sağlar.

Sendikalar sadece emek mücadelesi vermezler

Bir başka anlatımla, işçi sendikalarının ekonomik eşitliği desteklediğini ve işçilerin gücünü artırdığını, işçilerin ücret artışı, daha iyi sosyal haklar ve daha güvenli çalışma koşulları kazanmalarına yardımcı olduğunu biliyoruz. Ancak sendikaların tek yaptığı bu değildir. Sendikaların insanların iş dışındaki yaşamları üzerinde de güçlü etkileri vardır. Dayanışmayı teşvik ederler, sivil ve demokratik siyasi katılımı ve barış çabalarını desteklerler, işçi sınıfının örgütlerine ekonomi politikalarının yaşamlarını nasıl etkilediği konusunda güvenilir bilgi sağlarlar ve demokraside sermayenin gücüne karşı bir denge unsuru olarak hizmet ederler. Tarih boyunca sendikalar, demokratik olmayan iktidarlara karşı direnişin motoru olmuş; eşitsizliğe meydan okumak, insan haklarını ve barışı savunmak ve her türlü otoriterliğe karşı çıkmak için işçileri harekete geçirmişlerdir.

Nitekim 1980'lerde "üçüncü demokratikleşme dalgası" olarak adlandırılan sürecin ardından, siyaset bilimciler Rueschemeyer, Stephens ve Stephens (1992) 37 tarihsel demokratikleşme vakasını karşılaştırarak 19. ve 20. yüzyıllar boyunca demokratik hakların tam olarak genişletilmesini en çok işçi sınıfının desteklediği sonucuna varmıştır. (4)

Neo-liberalizm altında işçi sendikalarının değişen rolü

Buna karşılık son 30 yılda bazı işçi sendikalarının bu tutumlarının tersine örnekler sergilediği ve demokrasi ve barışı savunmak bir yana, otoriterliğin ve militarist politikaların destekçileri haline gelerek demokrasilerin aşınmasına neden oldukları da görülüyor.

1990 ve 1991'de Romanya'da ve 1991'de Yugoslavya'da işçi sınıfı demokrasiye karşı seferber edildi ve zamanla demokrasi aşındırıldı. Dahası, Meksika ve Arjantin'de otoriter bir geçmişe sahip olan sendikalar, neo-liberal bağlamda da neo-popülist partilerin ve yozlaşmış elitlerin siyasi müttefikleri olarak görüldü. (5)

İsrail ve Polonya örnekleri

Bu dönemdeki en çarpıcı iki örnek İsrail ve Polonya’dır. Öyle ki bu ülkelerin her ikisi de sendikaların gerçekten de demokratik gerileme süreçlerinde önemli aktörler olabileceğine tanık oldu. Her iki örnekte de büyük sendikalar önceden demokratik bir rejimin oluşumunda önemli roller oynasalar da neo-liberal uygulamaların hızla ilerlemesiyle (İsrail'de 1980-1990'larda, Polonya'da ise 1990-2000'lerde) bir kenara itildiler. Hem Histadrut (İsrail) hem de Solidarity (Polonya), kendi ülkelerinde, daha sonra sağcı popülist partilerle koalisyonlara yeniden entegre olmalarına dayanan yeni bir koalisyon gücü geliştirerek geçmişteki etkilerinin bir kısmını geri kazanmanın yollarını aradılar.

Polonya’da, sendikaların demokratik gerileme karşısındaki rolü sağcı popülist Hukuk ve Adalet Partisi (PiS) ile olan güçlü ortaklığına bakılarak da anlaşılabilir. Bu ittifak, sendikanın ekonomik hedeflerini desteklerken, sivil toplumun güçlü direnişine rağmen PiS'in güç kazanmasına ve demokratik gerilemeyi sürdürmesine yardımcı oldu. Pek çok insan Dayanışma'nın PiS'e verdiği açık desteğin partinin ezici başarısında ve PiS Hükümetinin istikrarında ve algılanan meşruiyetinde (2015-2023) önemli bir faktör olduğuna inanıyor.

Solidarity: ekonomik kazanım için demokrasiden vazgeçmek!

Öyle ki yargıçların toplu olarak görevden alınmasında PiS, seçimlerden önce sendikanın başlıca taleplerinden biri olan Polonya'daki emeklilik yaşının düşürülmesini kolaylaştırdığı için bu önlemi savunan Solidarity’nin (Dayanışma) ezici desteğini aldı. Böylece, yargıdaki dramatik reform Solidarity tarafından emek yanlısı bir önlem olarak meşrulaştırıldı ve sivil toplum örgütleri PiS'in öncülük ettiği antidemokratik önlemlere karşı harekete geçseler de Solidarity’den hiçbir destek görmediler. Dahası, sendika, özgür basının zayıflatılması veya bireysel özgürlüklerin ihlali (kürtaj haklarının kısıtlanması) gibi Polonya'nın demokratik altyapısının erozyona uğratılması anlamına gelen diğer PiS politikalarına karşı hiçbir direniş belirtisi göstermedi. (6)

Sendikaların bazılarının demokrasi saflarından demokrasi karşıtı saflara geçişinin temel nedeni neo-liberalizm ile birlikte sendikaların ciddi bir güç ve nitelik kaybına uğramaları ve bu kaybı başka biçimlerde telafi etme yoluna gitmeleridir. Öyle ki sendikalar, genellikle bu dönemin bir belirtisi olarak kademeli ve sürekli bir gerileme yaşadılar. Bu, sendikaların örgütlenme gücündeki düşüş (sendika yoğunluğu/üye sayısı); grevlerin kademeli olarak ortadan kalkmasında da görüldüğü üzere örgütsel gücün azalması; sendikaların kapsamı (toplu sözleşmeler yoluyla) ve düzenleyici kurumlara katılımlarında görüldüğü üzere yasal veya kurumsal güçlerinin azalması biçiminde kendisini gösterdi.

Kısaca, işçi sendikalarının demokrasilerde tartışmasız önemli bir siyasi rol oynamalarına rağmen, bu rolü sürdürme kabiliyetleri neo-liberal karşı devrimci güçler tarafından büyük ölçüde aşındırıldı. Geleneksel güç kaynakları azaldıkça, sendikalar doğrudan (ekonomik) çıkarlarını desteklemek için giderek daha fazla dış desteğe başvurdular ancak bu kendi özerkliklerini zayıflatma ve kendilerini ortaklarının çıkarlarına ve siyasi projelerine tabi kılma pahasına oldu.

12 Eylül Cunta Hükümetine bakan veren sendika?

Nitekim Türkiye’de de neo-liberalizmin siyasal anlamda başlangıcı olarak kabul edilen 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü döneminde bazı sendikaların demokrasiyi aşındıran rolü açıkça ortaya çıktı. DİSK kapatılıp, yöneticileri hapse atılırken, TÜRK-İŞ, açık tutulduğu gibi, bir yöneticisi cunta tarafından oluşturulan hükümete çalışma bakanı olarak atandı.

Sonuç olarak

Bugün kamuda MEMUR-SEN’in ve T. KAMU-SEN’in İktidar Blokunun birer aparatı olarak kullanılması, keza  işçi sınıfının açlık sınırında ücretlere mahkum edildiği bir dönemde asgari ücrete enflasyon kadar dahi zam yapılmasına izin vermeyen, grevlerin ertelenerek yapılmasını imkansız kılan politikalara ve emek karşıtı kemer sıkma politikalarını amaçlayan ekonomi politikalarına ses çıkarmadığı gibi, işçileri pasifize ederek bu politikaları meşrulaştıran TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ’in işbirlikçi tavrı tesadüf değildir.

Tarih emek, demokrasi ve barış mücadelesinin bir bütün olarak verilmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Gerçek bir emek mücadelesi yürütmeyen, demokrasinin otokrasiye dönüşmesine katkıda bulunanların barışı savunmalarını da beklememek gerekiyor.

Aynı şekilde barış ve demokrasiyi savunmayanların emek mücadelesi vermeleri de mümkün değildir. Yapılması gereken şeylerden birisi de barışın inşasının başarıyla sonuçlanması ve aynı zamanda ülkenin demokratikleşmesi ve işçi sınıfının   güçlendirilmesi için mücadele ederken, bunlara içerden karşı çıkan işçi aristokratlarını teşhir etmek ve onlarla da aynı kararlılıkla mücadele etmektir.

Dip notlar:

(1)      https://www.csgb.gov.tr/Media/5mdbbwjh/2025-temmuz-kamu-gorevlileri-sendikalarinin-uye-sayilari.pdf (6 Temmuz 2025).

(2)      6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu Gereğince; İşkollarındaki İşçi Sayıları ve Sendikaların Üye Sayılarına İlişkin 2025 Temmuz Ayı İstatistikleri Hakkında Tebliğ"i (24 Temmuz 2025 tarihli ve 32965 sayılı Resmî Gazete).

(3)      TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı, İncelenmemiş Tutanaklar (11-12 Eylül 2025 Tarihli Oturumlar).

(4)      Lucio Baccaro, Chiara Benassi ve Guglielmo Meardi, “Theoretical and empirical links between trade unions and democracy”, 40 (1). s. 3-19, https://journals.sagepub.com (24 August 2018).

(5)      Agm.

(6)      Assaf S. Bondy,  “Workers for democracy? Trade unions and the struggle against democratic backsliding”, https://www.tandfonline.com (23 May 2025).

 

 

 

12 Eylül 2025 Cuma

12 Aylül Askeri Darbesi

 

12 Eylül 1980 Askeri Diktatörlüğünden 12 Eylül 2025 Mutlak Otoriterliğine: Hangisi Daha Tehlikeli?

Mustafa Durmuş

12 Eylül 2025


Bugün Türkiye tarihinin en karanlık günlerinden birinin, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinin 45. yıldönümü. ABD ve CIA tarafından kontrol edilen ordu sabaha karşı gerçekleştirdiği bir darbe ile ülkedeki halihazırda iyice budanmış olan demokrasiye bütünüyle son verdi.  Yüzbinlerce insan göz altına alındı, işkence gördü, tutuklandı, yıllarca hapislerde çürütüldü, sürgün edildi, gençler idam edildi. (1)

Bugün dünün devamı mı?

Bugünkü otoriter rejimin aslında 12 Eylül’ün bir devamı olduğu ileri sürülüyor. Haklı bir görüş zira 12 Eylül uygulamalarına benzer, hatta yargı anlamında ondan çok daha kötü uygulamalarla karşı karşıyayız. Buna rağmen bugünkü rejimin ayırıcı özellikleri var: bugün, açık bir diktatörlüğe geçme hazırlığı içinde olan rejimin 12 Eylül Askeri Diktatörlüğünden farklı, hatta çok daha tehlikeli boyutları mevcut.

Öncelikle, 12 Eylül Cuntası doğrudan askeri yöntemlerle demokrasiyi askıya aldı.  1983 yılına kadar kontrollü de olsa ülkede genel seçimlere izin vermedi ama 1989 yılında demokrasiye dönüşe yol verdi.

Demokrasiyi yok etmek için ortadan kaldırmak gerekmiyor!

Oysa bugünün egemenleri çok daha bilinçliler, ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar. “Demokrasiyi öldürmek için onu ortadan kaldırmanın gerekmediğini” öğrendiler. Tek yapmaları gereken şeyin, “onu içeriden aşındırmak, demokratik kurumları itibarsızlaştırmak, tarihi yeniden yazmak, kaos yaratmak ve iktidarı korumak için halkı yeterince manipüle etmek” olduğunun bilincinde hareket ediyorlar.

İkincisi, otoriterleşme AKP iktidarlarının, özellikle de 2015 yılından sonraki döneminde zamana yayıldığı için, bizler bunu “normalleştirme eğilimine girdik”. Uzunca bir süredir otoriterleşmeyi “rasyonalize ettik”, hatta “küçümsedik” ve kendi kendimize “durumun henüz o kadar da kötü olmadığını” söyledik. Olan bitenin tam farkına vardığımızda büyük ölçüde geç kaldığımızı anladık.

Demokrasi: uğruna mücadele edilmesi gereken bir şey!

Oysa demokrasi denilen şey verili bir şey değil, bir garanti hiç değil. Kazanılması için uğruna mücadele edilmesi gereken bir şey. Böyle bir mücadeleye kararlı ve istekli olmayı gerektiriyor.

Yani mesele, “demokrasinin Türkiye’de hayatta kalıp kalamayacağı” değil, “bunun için ülke insanı olarak savaşmaya hazır olup olmadığımız”. Eğer daha sağlam bir demokrasiyi inşa etmek istiyorsak, açık ya da kapalı diktatörlük karşısında sadece savunmacı olarak kalamayız.

Çünkü aşırı sağcı otoriterler çok iyi örgütlendiler, devasa güç ağları inşa ediyorlar. Baskıyı meşrulaştırmak için tarihi yeniden yazıyorlar. Bizlerin de en az onlar kadar kararlı ve cesaretli olması gerekiyor. Demokratik altyapıya yatırım yapmalı, otoriter dezenformasyona karşı koymalı ve önümüzdeki uzun mücadeleye dayanabilecek geniş tabanlı kitle hareketleri inşa etmeliyiz.

Sonuç olarak

Mesele sağa karşı sol olmaktan ziyade, demokrasi altında mı yoksa oligarşinin kontrolünde, iktidarın asla el değiştirmediği bir otoriter sistem ya da daha kötüsü açık bir diktatörlük (faşizm) altında mı yaşayacağımızdır.

Ülkede hâlâ demokrasiye inanan onlarca milyon insan var, sokaklardaki, alanlardaki demokrasi, hukuk ve adalet mücadelesi hala sürüyor. Hatta demokrasiye inanan muhafazakârlar var ve bu mücadelede onlara da ihtiyacımız var. Otoriterlik tam olarak tahkim edilmeden, açık bir diktatörlüğe geçiş sağlamadan, onu durdurmamız gerekiyor. Bunun için de en geniş demokrasi cephesinin oluşturulmasına ihtiyaç var.

Dip notlar:

(1)     12 Eylül Darbesinin iktisadi ve siyasi nedenlerine ve sonuçlarına ilişkin bir çalışma için bakınız: Mustafa Durmuş, “12 Eylül Askeri Darbesinin Ekonomi Politiği”, Memleket Siyaset Yönetim Dergisi, 2011/15, s. 95-139.

 

9 Eylül 2025 Salı

Otoriter rejimlerin ve açık diktatörlüklerin büyük sermaye ile iş birliği

 

Otoriter rejimlerin ve açık diktatörlüklerin büyük sermaye ile iş birliği

Mustafa Durmuş

9 Eylül 2025


Bir önceki yazımda, CHP örgütüne yönelik çok yönlü saldırılarıyla ülkedeki otoriter rejimin giderek vites yükselttiğini ve açık bir diktatörlüğe dönüşmeye başladığını yazmıştım.

Tanımı itibarıyla “faşizm” kapitalizme özgü bir açık diktatörlüktür. Özetle burjuva demokrasisinin ve özgürlüklerinin bütünüyle ortadan kaldırılmasıdır. Egemen sınıf finans kapital, kapitalist sistemin tüm çelişkilerinin had safhaya ulaşması nedeniyle, demokrasiyi ve hukuku reddeder ve faşizme yönelir.  

Faşizm emekçi halkların ve ezilen kimliklerin düşmanı bir açık diktatörlüktür!

Yani faşizm kapitalist ayrışmanın bir ürünüdür, işçi sınıfına karşı bir terör, kaba bir saldırı aracıdır, işçi örgütlenmelerinin yok edilmesidir, sınıf sendikalarının dağıtılmasıdır, demokrat, sosyal demokrat, sosyalist ve komünist partilerin, muhalif medyanın yasaklanmasıdır, muhaliflerin kitleler halinde tutuklanmaları, işkencelere uğramaları ve katledilmeleri demektir. Onun bu sosyolojik özelliği onu herhangi bir polis devletinden ayıran temel özelliktir.

Faşizm, özel birtakım durumlar nedeniyle kapitalist toplumun yönetilme biçimine ciddi meydan okuma söz konusu olduğunda, buna sistemin verdiği özgün bir yanıttır. Ancak burjuvazinin basit, sıradan bir isteği değildir.

Faşizm sadece işçi sınıfının zayıflığının bir belirtisi değil, aynı zamanda burjuvazinin zayıflığının da bir sonucudur.  Burjuvazi sınıf egemenliğini güçlendirmek için bir kitle temeli oluşturmak ya da kitle temelini korumak zorundadır.  Diğer bir açık diktatörlük biçimi olan askeri diktatörlüklerden (12 Eylül Askeri Diktatörlüğü gibi) farkı da böyle bir kitle tabanına sahip olmasıdır.

Finans kapital ekonomik kriz ve yükselen işçi sınıfı mücadelesi nedeniyle faşizme yol verir

Aynı yazıda ekonomik kriz ve kemer sıkma politikalarının faşizm gibi açık diktatörlüklerin ebesi olduğunu da vurgulamıştım.

Nitekim tarih bize, demokrasi zayıfladığında büyük sermaye şirketlerinin kârlarını korumak için yeni iktidar yapısına uyum sağlayacağı gibi çok önemli bir sonuç sunar. Öyle ki büyük sermaye şirketleri Nazi Almanya’sı, Mussolini'nin İtalya'sı, Pinochet'in Şili'si ve daha birçok örnekte olduğu gibi, baskı, emek sömürüsü ve siyasi tasfiyelere aktif olarak destek verdiler.

Nitekim tarihte, 1929 Büyük Depresyonu gibi ciddi iktisadi krizlerin, (devrimcilerin, komünistlerin etkinliğinin artması ve sistemi tehdit etmesi kadar), Fransa, Almanya ve İtalya’da faşist hareketlerin ortaya çıkışları ve iktidara gelişleri üzerinde çok etkili olduğu ve faşizmin toplumda yer bulması, yeşermesi için ortam hazırladıkları görülüyor.

Büyük sermaye ve devlet iş birliği

Bu tür büyük krizlerden kapitalizmin çıkışı son tahlilde faturayı işçi sınıfına kesmek biçiminde olur (2008 finansal krizinden bu yana yapılmaya çalışılan da özünde budur). Bu bağlamda Alman kapitalistleri de Hitler’i, ülkeyi ekonomik krizden çıkartacak ve sermayeye Avrupa’da yeni imkânlar sağlayacak, sömürü düzenini pekiştirecek, örgütlü işçilerin ve komünistlerin canına okuyacak bir kurtarıcı olarak gördüler ve desteklerini esirgemediler.

Bugünkü yazımda ise otoriter rejimler ve açık diktatörlüklerle sermaye grupları arasındaki iş birliğine değineceğim. Buradan hareketle de anti faşist mücadelenin sadece sömürgeci faşist devlet aygıtına ve faşist milislere değil, aynı zamanda faşizm ile iş birliği içindeki sermaye gruplarına karşı da yürütülmesi gerektiğine vurgu yapacağım.

Çünkü büyük sermaye şirketleri tarihsel olarak, kârlarını korudukları ve büyüttükleri sürece otoriter rejimlerle ve açık diktatörlüklerle iş birliği yaptılar. Bugün de bu durumun tekrarlanmaması için hiçbir neden yok. Kapitalizmin mantığı, kâr maksimizasyonunu ve pazar genişlemesini etik kaygıların üzerinde tuttuğundan, kapitalizm bu tür sermaye şirketlerinin otoriterlikten, baskıdan ve hatta kitlesel zulümlerden faydalanmalarının önünü açıyor.

Tarihsel örnekler

Üçüncü Reich döneminde Almanya’da birçok şirket soykırım, zorla çalıştırma ve savaş vurgunculuğu da dahil olmak üzere Nazi zulmünden aktif olarak yararlandı, hatta bu zulmü kolaylaştırdı.

Örneğin; Bayer'in o dönemki ana şirketi IG Farben toplama kamplarında milyonlarca insanı öldürmek için kullanılan Zyklon B gazını geliştirdi ve tedarik etti. IBM'in Hollerith delikli kart sistemi Naziler tarafından Yahudileri, Romanları ve diğer zulüm gören grupları verimli bir şekilde takip etmek, sınıflandırmak ve toplama kamplarına göndermek için kullanıldı. Hugo Boss zorla çalıştırılan işçilerle SS, SA ve Hitler Gençliği için üniformalar üretti. BMW ve Daimler-Benz (Mercedes) Nazi savaş çabaları için hayati öneme sahip uçak motorları, askeri araçlar ve diğer makineleri üretti. Bir çelik ve silah üreticisi olan Krupp Naziler için tank, silah ve mühimmat üretti. (1)

Otoriter rejimler ve açık diktatörlükler piyasalara hâkim oldukları görüntüsünü verseler de hem sermaye ile hem de piyasalarla bütünleşirler ve ülkenin ihtiyacı olan reformları yapmak yerine ülkeyi aşırı milliyetçi sembollerle bezerler. Ekonomi ve piyasa üzerinde kontrole öncelik veriyormuş görünseler de sanayileri kamulaştırmak yerine, sermaye gücünü yönetişime entegre etmeye çalışırlar. Bu, büyük endüstrilerin ekonomik ayrıcalıklar, de regülasyon (düzenlemeden çekilme) ve kazançlı devlet ihaleleri karşılığında otoriter yöneticilerle iş birliği yapması demektir.

Çağdaş kapitalizmin iş birlikçi sektörleri

Bugünün kapitalizminde otoriterlikle ve açık diktatörlüklerle en uyumlu sektörlerin başında büyük “teknoloji ve gözetim sektörü” geliyor. Elon Musk'ın Twitter/X üzerindeki kontrolü, aşırı sağ ile uyumu ve otoriter liderlerle artan bağları, teknoloji devlerinin otoriter kontrolü nasıl kolaylaştırabileceğini gösteriyor.

“Askeri-sanayi karması sektörü” açık diktatörlüklerle uyumlu bir diğer sektördür. Savunma sanayi müteahhitleri, sürekli savaşlardan, militarize edilmiş sınırlardan ve halk ayaklanmalarını bastırma gayretlerinden faydalanırlar. ABD ve Avrupa’da Lockheed Martin, Raytheon ve Boeing gibi şirketlerin, otoriter militarizasyondan büyük kârlar sağladıkları biliniyor.

Türkiye’de mevcut otoriter iktidarın birincil öncelik verdiği sektörün savunma sanayi olduğu unutulmamalıdır. Öyle ki ihracatı geçen yıl 7 milyar doların üzerine çıkan bu sektör bu yıl 10 milyar dolarlık bir ihracat hedefliyor. (2)

İnşaat, enerji, alt yapı ve madencilik

Türkiye’deki otoriterleşmenin önemli bir iktisadi ayağı durumunda olan özellikle de büyük inşaat, enerji ve alt yapı projelerine özellikle vurgu yapmak gerekiyor. Çünkü bu projeler iktidarı ekonomik ve politik olarak güçlendirirken, “Beşli Çete” olarak da simgeleştirilen iktidara çok yakın bir seçkin sermaye grubunu yarattı.

Bu sermaye kesimleri bu yıl 3 trilyon TL’yi bulacak olan vergi indirimi, istisna ve muafiyetlerinden yararlandığı gibi yabancı kaynak ile yapılan çok büyük alt yapı ve üst yapı yatırımlarından da faydalanan bir yandaş kesim. Bu yatırımlara sadece kullandığı dış kredilerle ilgili olarak Hazine garantisi verilmiyor, aynı zamanda hizmet satın alma garantisi de veriliyor. Bu garantiler halktan kesilen vergilerle bu şirketlere ödeniyor.

Aşağıdaki tablo Kamu Özel İş birliği (KÖİ) projelerine verilen Hazine garantilerinin büyüklüğünü gösteriyor. Buna göre, 2017-2027 yıllarını kapsayan 10 yıllık dönemde KÖİ garanti ödemeleri 1 trilyon TL’yi aşacak. (3)


Son 23 yılda dış borçlara ödenen faiz ise (yüzde 45’i kamu borcu) 269 milyar doları buluyor. Özel sektörün aldığı dış borçların önemli bir kısmına da Hazine garantisi verilmiş durumda. Kısaca otoriter rejim ile belli büyük sermaye çevrelerinin organik bir ilişki içinde olduğu ekonomi politik bir sistemden söz ediyoruz.

Sonuç olarak

“Anti faşist birleşik cephe” ya da “demokrasi cephesinin” içinin doldurulması gerekir:

Otoriterlikle ve/veya açık diktatörlükle mücadelede tüm demokrasi güçlerini birlikte mücadeleye çağırırken, bu yapı ile iş birliği içinde olan sermaye şirketlerinin de deşifre edilmesi gerekiyor.

Ayrıca başta bu şirketlerde çalışan işçiler olmak üzere, tüm işçi sınıfının ve işçi sendikalarının büyük sermaye-faşizm iş birliğine karşı bir direniş örgütlemesi gerekiyor. (Emek örgütlenmesinin sermaye-faşizm iş birliğine karşı en güçlü araçlardan biri olduğu tarihsel olarak kanıtlanmıştır).

Keza otoriter rejimle bağlantılı bu sermaye şirketlerine bağımlı olmayan, işçi, çiftçi, üretici kooperatifleri gibi kooperatifler ve komünler gibi alternatif ekonomik sistemler kurulmalıdır.

Anti faşist mücadele sadece otoriter-açık diktatörlüğe direnmek değil, böyle bir otoriterliğin gelişmesine olanak tanıyan ekonomik teşvikleri ortadan kaldırmaya yönelik olmak durumundadır.

Özetle, demokratik muhalefeti bir blok olarak örgütleyerek, büyük sermaye şirketlerini hesap verebilir hale getirerek, tekelci yapıları dağıtarak, işçileri örgütleyerek, sendikaları güçlendirerek ve alternatif ekonomiler yaratarak, büyük sermaye şirketlerinin ve siyasal iktidarın demokratik muhalefet üzerindeki baskılarını göğüslemek gereklidir.

Dip notlar:

(1)     https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/keep-your-eyes-on-big-business(14 July 2025).

(2)     https://www.dw.com/tr/t%C3%BCrkiyenin-savunma-sanayisi-ihracat (18 Temmuz 2025).

(3)     Haftalık Ekonomik, Sosyal ve Finansal Göstergeler, CHP TBMM Grubu (5 Eylül 2025).

 

 

6 Eylül 2025 Cumartesi

Açık diktatörlük

 

Açık diktatörlüğün ebesi: ekonomik kriz ve kemer sıkma politikaları

Mustafa Durmuş

6 Eylül 2025


Türkiye’de bir yandan hemen her gün yargı aracılığıyla sivil darbeler yapılıyor, diğer yandan ekonomik kriz gerekçe gösterilerek ekonomi yönetimince acımasız kemer sıkma politikaları uygulanıyor.

Bu iki olgu arasında güçlü bir bağlantı var.

Şöyle ki, iktidar bloku bu yıl ülke nüfusunun en az 30 milyonunun geçim kaynağı olan asgari ücreti ikinci kez artırmayı reddettiği gibi, Kamu Çerçeve Protokolü (KÇP) çerçevesinde kamuda çalışan 600 bini aşkın işçiye enflasyon oranında dahi zam vermedi. Son olarak memurlara ve memur emeklilerine 2026 yılı için verdikleri zam da resmi enflasyon oranının altında kaldı.

Kamusal hizmetler: ya paralı ya da içi boşaltılmış!

Ayrıca eğitim ve sağlık hizmetleri başta olmak üzere, hemen hemen tüm kamusal hizmetler paralı hale getirildi ya da nitelik olarak çökertildi. İnsanlar ihtiyaç duydukları bu hizmetleri alabilmek için ceplerinden ödeme yapmak ve çoğu kez de borçlanmak zorunda kalıyorlar. Dahası bu hizmetlerin temel finansmanı biçimi olan vergilemenin yükünü de emekçiler akaryakıtta olduğu gibi ÖTV ve KDV gibi dolaylı ve Gelir Vergisi gibi dolaysız vergilerle taşıyorlar.

Yani yurttaş üzerinde çifte bir zulüm söz konusu: iktidar ücret ve maaşları yoksulluk, hatta açlık sınırının altında tutarken, özelleştirilerek paralı hale getirilen kamu hizmetlerinin bedelini de halktan topladığı vergilerle karşılıyor. Kendi lüks harcamalarındansa asla vazgeçmiyor.

Bu ve benzeri uygulamalara uluslararası literatürde “kemer sıkma” adı veriliyor ancak bizdeki uygulamayı “ümük sıkma” olarak adlandırmak daha yerinde olur.

Madalyonun diğer yüzü

İşte bu uygulamalarla, ülkenin son aylarda hızla açık bir diktatörlüğe sürüklenmesi arasında kuvvetli bir ilişki var. 19 Mart’tan bu yana, yine yargı ve yürütme iş birliği ile önce ülkenin en güçlü Cumhurbaşkanı adayı olan İmamoğlu’na ve CHP’li diğer belediyelere, ardından da Anayasa ve seçim yasaları açıkça çiğnenerek, doğrudan CHP örgütüne yönelik olarak başlatılan operasyonlar ve atanan kayyımlar iktidarın ve ardındaki sermaye çevrelerinin tercihini otoriterliği aşıp açık diktatörlüğe doğru ilerlemek biçiminde yaptığını gösteriyor.

Ülkeyi yöneten oligarşi hiçbir şekilde iktidardan gitmek istemiyor, bunun için de karşısındaki tüm güçleri parçalara ayırarak sırasıyla etkisiz hale getirmeye çalışıyor. Yani kendilerini yenebilecek bir demokratik muhalefete ve bunu sağlayacak seçimlere izin vermeyecekler gibi görünüyor. “Terörsüz Türkiye” stratejisi ile DEM Parti’nin muhalefeti pasif bir sessizliğe büründürülürken, artık ülkenin birinci partisi olduğu ortaya çıkan CHP parçalanarak etkisizleştirilmeye çalışılıyor.

“Kemer sıkma faşizmin ebesidir”

Diğer yandan Türkiye’de insanların çok büyük bir bölümü mutsuz ve öfkeli. Çünkü kamu hizmetlerinin niteliği bozuluyor ve giderek daha da paralı hale getiriliyor. Ücret ve maaşlar olduğu yerde sayıyor, hatta yüksek enflasyondan ve adaletsiz vergilerden dolayı reel olarak düşüyor. Eğitim bir bütün olarak yerlerde sürünürken, öğrencilere günde bir öğün ücretsiz yemek verilmezken, yüksek öğrenimdeki öğrenciler sığınacak yurt bulamıyorlar. Sağlık hizmetleri hem giderek paralı hale geldi hem de kötüleşti. Devasa büyüklükteki şehir hastaneleri doktor ve diğer sağlık çalışanı yetersizliği yaşıyor. Dahası hastalar uygun bir biçimde özel hastanelere yönlendiriliyor.

Bu kötüye gidişten ilk elden 23 yıldır ülkeyi yöneten aşırı sağcı iktidarlar sorumludur. Buna rağmen, iktidara karşı güçlü bir sol-sosyalist alternatif oluşturulamadığından, başta gelecekten umutlarını kesmiş olan gençler olmak üzere, insanlar demokratik çözümlere değil, güçlü gözüken aşırı sağcı otoriter-faşizan liderlere yöneliyorlar. Kısaca devlet halkı terk ettiğinde, otoriterler devreye giriyor.

Güçlü bir sol yoksa mutsuz kitleler faşizme yönelir

Aslında bu yönelim tarihte sıkça yaşanan bir durum: tarih açıkça kemer sıkmanın faşizmin geliştiği koşulları yarattığını ortaya koyuyor. Hükümetler kamu hizmetlerini ortadan kaldırdığında ya da içini boşalttığında, güvenlik ağlarını zayıflattığında ve eşitsizliği derinleştirdiğinde, insanlar demokrasiye olan umutlarını kaybediyor ve otoriter “güçlü liderlere” yöneliyor. Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki Weimar Almanya'sı, Nazilere yönelim anlamında, bunun en somut örneklerinden biridir. İngiltere’de bugün Reform UK Partisi adıyla aşırı sağcı bir partinin giderek iktidara alternatif hale gelmeye başlaması bu eğilimin zaman ötesi olduğunu gösteriyor.

Türkiye’de otoriter rejim iki otoriter, aşırı sağcı liderin temsili iktidarında yıllardır hüküm sürüyor. Ancak son aylardaki bir strateji değişikliğini gözden kaçırmamak lazım: ülke iktidar bloku eliyle açık bir diktatörlüğe sürükleniyor.

Bir diğer olasılıksa (daha uzun vadeli) açık diktatörlüğe böyle bir savruluşun, kitle desteğiyle birlikte, bugün oy oranı yüzde 5-6’lar civarında olan ve CHP’nin parçalanması halinde özellikle de ulusalcı CHP tabanını kendine çekmeye namzet olan Zafer Partisi ve veya İYİP aracılığıyla gerçekleştirilebilecek olmasıdır. Özellikle de gençler arasında popüler olan aşırı sağcı popülist Zafer Partisi’nin yükselişi demokrasi için pek hayra alamet değil.

Faşizmi besleyen kanallar

Faşizm ekonomik kriz ve kemer sıkmanın neden olduğu güvensizlikten, gelecek korkusundan ve buna karşılık aşırı sağcı-faşist partilerin yaydığı sahte umut duygusundan beslenir.

Bir başka deyişle, demokrasiyi kemer sıkma politikaları zayıflatır çünkü kamu hizmetleri demokrasinin hayata geçmiş halidir. Devlete, resmî kurumlara ve ana akım siyasal partilere olan güven ortadan kalktığında, kitleler güçlü popülist liderlere yönelirler ve faşizm bu şekilde büyür. Almanya’da Hitler’in, İtalya’da Mussolini’nin yükselişi böyle olmuştur.

Özetle, maalesef yakın gelecekle ilgili iki olası senaryo da demokrasi, barış ve özgürlükler karşıtı, otoriterliği aşan bir açık diktatörlüğün tesis edilmesini içeriyor.

Ne yapmalı?

Yapılacak şey üçüncü bir senaryoyu yazmak ve bunu derhal hayata geçirmektir. Bunun için geçmişte faşist rejimlere karşı önerilenlerin başında gelen bir “anti faşist birleşik cepheyi” inşa etmek gerekiyor.

Bu bağlamda CHP’ye yönelik bu saldırıların karşısında amasız fakatsız bir biçimde CHP’nin yanında durmak ve onu savunmak bir antifaşist görevdir. Tutumu kısa vadeli ekonomik çıkarlar ile sınırlandırılmış işçi sendikalarının örgütsüz, dağınık ve son derece zayıf hali dikkate alınarak, açık diktatörlükten zarar görecek olan tüm kesimlerini bu birleşik cepheye dahil etmek gerekiyor. Mesele bu noktada bu işlevi yerine getirecek olan bir siyasal özneyi inşa etmektir.

Bu noktada ülkenin en örgütlü halklarından biri olan Kürtlerin tutumu son derece önemlidir. Kürtler “Barış ve Demokratik Toplum Sürecini” ilerletmek için çaba sarf etmeyi sürdürürken, aynı zamanda ülkenin açık bir diktatörlüğe doğru sürüklendiğinin bilincinde olarak, böyle bir birleşik anti faşist cephenin sürükleyicisi parçası olmak zorundadır.