İşçi sendikaları neden otokrasiye karşı çıkmalıdır?
Otokrasiden çıkış dersleri (iv)
Mustafa Durmuş
26 Eylül 2025
(İtalya | Fotoğraf: Riccardo De Luca / AA)
10 yılı aşkın bir süredir, dünyada olduğu gibi
Türkiye’de de demokrasi ve işçi sendikaları ciddi bir gerileme yaşıyor. İşçiler
seçimlerde tercihlerini sosyal demokrat, sosyalist ve merkez sağ partilerden milliyetçi,
ırkçı ve şovenist gündemlere sahip sağcı partilere kaydırdıkça, sendikalar
örgütsel anlamda geriliyor ve etkileri giderek zayıflıyor. Bu da demokrasideki
gerilemeyi hızlandırıyor.
Sağ düşünce ve politikaların etkili olduğu işçi
sendikalarıysa muhalefete uygulanan baskılar, kayyumlar, haksız gözaltı ve
tutuklamalar karşısında genelde sessiz kaldığı gibi, bazıları iktidarla arayı
bozmamak ya da sağ tandanslı kitle tabanlarını karşılarına almamak için
anti-demokratik uygulamalara destek veriyor, barış çabalarına karşı çıkıyor.
Çelişkili bir durum
Aslında bu durum sendikaların tarihsel rolleriyle
ciddi bir çelişki oluşturuyor. Çünkü yapılan araştırmalar, işçi sendikalarının
tarihsel olarak (özellikle de 1945-1990 arasında) hem işçiler hem de toplumun
bütünü için pozitif sonuçların elde edilmesinde kritik bir rol oynadığını
gösteriyor. Sendikalar güçlü olduğunda, işçiler daha fazla pazarlık gücüne ve
siyasi güce sahip oluyor ve toplum da buna paralel olarak daha ileri gidiyor. Yani
işçi sendikalarının sadece işçi sınıfının ekonomik ve sosyal kazanımlarının
değil, bir bütün olarak toplumsal gelişimin, demokrasinin ve barışın
gelişiminin de ana sürükleyicisi olduğu tarihsel bir gerçek. (1)
“İşçiler kapitalizmin mezar kazıcısıdır!”
Kapitalist toplumda işçiler kapitalistler tarafından
sömürülürler ve kapitalistler işçileri daha verimli çalıştırabilmek, böylece emek
sömürüsünü daha da artırmak için birbirleriyle rekabet ederler. Kârlılık ise yeni
teknolojilere yatırım yaparak artırılabildiği gibi işçi ücretleri kısılarak ve
çalışma saatleri artırılarak da sağlanır. Bu nedenle kapitalizmde işçiler genellikle
kendi aralarında dibe doğru bir yarış içine sokulurlar.
Diğer yandan bu sömürü işçilerin memnuniyetsizliğini
ve dolayısıyla direnişini körükler. Bu koşullarda sınıf çatışması kaçınılmaz
olur yani kapitalizm sınıf mücadelesini doğurur. Marx ve Engels'in Komünist
Manifesto’da yazdıkları gibi, “kapitalizm kendi mezar kazıcısını (işçi sınıfı)
yaratır”.
İşte bu mücadelenin temel araçlarından biri işçi
sendikalarıdır. Sendikalar işçilerle ilgili olarak; daha yüksek ücretler ve
daha iyi sosyal haklar elde etmek için mücadele ederler. Tabandan gelen desteği
harekete geçirerek ve inşa ederek artan sermaye gücüne karşı önemli bir karşı
güç olarak davranarak, mevcut ekonomik kazanımlarını koruyabildikleri gibi
yenilerini de elde ederler.
İşçi sendikaları sadece işçiler için değil
tüm toplum için faydalıdır
Sendikalar, demokratik katılımı güçlendirmek ve
anti-demokratik güçlerin karşı saldırılarını savuşturmaya yardımcı olmak da
dahil olmak üzere, aktif oldukları toplumlarda olumlu ekonomik, sağlık, eğitim
ve demokratik sonuçların alınmasına da yardımcı olurlar.
Öyle ki sendikalar uzun zaman seçme ve seçilme hakkını
savunma çabalarının ön saflarında yer aldılar; üyelerini iktidarların seçmenleri
baskılama uygulamalarına karşı harekete geçirdiler, diğer toplulukları sosyal hakları
konusunda eğittiler ve demokratik hak ve özgürlükleri korumak için üye işçileri
yönlendirdiler. Otoriter siyasal gericileşmeye karşı koyabilmek için ihtiyaç
duyulan demokratik kas hafızasının oluşturulmasına yardımcı oldular.
Kısaca demokrasi ve sendikalar tarihsel olarak, her
zaman olmasa da büyük ölçüde paralel çizgide gelişti. Bu süreçte sendikal
demokrasi kimi zaman demokratikleşmenin vazgeçilmez bir önkoşulu olarak görüldü.
Demokrasilerden otokrasilere doğru geçişin hızlandığı çağımızda ise
sendikaların bu rolleri çok daha fazla önem kazandı.
21. yüzyılda roller değişti mi?
Diğer taraftan, yazının başında vurgulandığı üzere, dünyanın
dört bir yanında sendikal hareketlerin varlığı, sağcı popülist ve yeni faşist
kitle hareketlerinin yükselişiyle birlikte sarsılıyor. Bu durumu özellikle
tehlikeli kılan şeyse, sadece aşırı sağcı faşist iktidarlar veya askeri
cuntalar değil, aynı zamanda bu iktidarların ve aşırı sağcı toplumsal
hareketlerin sermaye sınıfı ile olan siyasal ittifakının giderek güçlenmesidir.
Bir başka anlatımla, işçi sendikaları belki de tarihinin
en kötü dönemlerinden birini yaşıyor. Bu rakamlara da yansıyor: Örneğin ABD’de
sendikalaşma oranı yüzde 6’ya kadar düşmüş durumda. Türkiye’de de durum çok
farklı değil: işçilerin (özel ve kamu birlikte) sadece yüzde 14’ü sendikalarda
örgütlü.
Yoksulluğun, eşitsizliklerin çok arttığı, buna
karşılık asgari ücretin açlık sınırının dahi altında belirlendiği ve yüksek
enflasyona rağmen yılda sadece bir kez artırıldığı ve emeklilerin açlığa mahkum
edildiği bir dönemde, sendikalara yönelimin artması beklenirdi ancak öyle
olmuyor.
Sendikal gerilemenin bazı nedenleri
Bu olumsuz gelişmenin arka planında sermaye sınıfının,
patronların baskısı, emek karşıtı yasalar ve düzenlemeler, sermaye lehine karar
veren yargı, yozlaşmış sendikacılık ve yetersiz sendika önderliği gibi nedenler
var kuşkusuz.
Ancak bu nedenlerin içinde sermaye birikimini
etkileyen ekonomik, politik ve teknolojik faktörler belirgin bir biçimde ön
plana çıkıyor. Öyle ki emekten tasarruf etmeye imkân sağlayan teknolojik
gelişmeler orta sınıfın bir kısmını işsiz bıraktı, böylece mevcut işsizlik daha
da arttı. Hizmetler sektöründe, taşeronlaştırma ve güvencesiz çalıştırmanın
yanı sıra, “franchising” gibi özelleştirme uygulamaları işçilerin
örgütlenmesini neredeyse imkânsız hale getirdi. Küreselleşme, küresel piyasalar
yaratarak pahalı ama kalifiye olmayan işçilerle ucuz kalifiye olmayan işçileri
karşı karşıya getirdi, bu durum da işçi sendikalarını daha da etkisizleştirdi,
zayıflattı. Politik alanda temsili demokrasinin giderek daha da aşınması ve
karar alma mekanizmalarına sadece çok küçük bir azınlık grubun egemen olması
sendikaları zayıflatan bir diğer önemli faktör oldu.
“Oligarşinin Demir Yasası” sendikalarda da
etkili
Kuşkusuz neo-liberalizmin sendikal hareketi
yozlaştırması ve bir sendikal bürokrasinin oluşturulmasına neden olması da
sendikaları zayıflatan bir faktör oldu. Öyle ki sendikalar kurumsal olarak
ekonomik ve siyasi sisteme gömülü hale geldikçe, 'Oligarşinin Demir Yasası'na,
yani resmi demokratik prosedürler mevcut olsa bile, tabandan giderek kopan
otokratik bir liderlik geliştirmeye ve işçi sınıfı çıkarlarından ziyade
örgütsel olarak hayatta kalma hedefine odaklandılar. (2)
Böyle bir sendika oligarşisinin kilidini açmak ve
örneğin temsil kotaları getirerek siyasi olarak sınıfın sorunlarıyla daha
ilgili bir sendika liderliğine sahip olabilmek için (böylece kapsayıcı bir temsili
uzun vadede sürdürebilmek) için yeni üyelere ulaşmak yeterli değil. Bu üyelerin
sendikanın karar alma süreçlerine doğrudan katılabilmeleri de gerekiyor, yani
sendika içi demokrasinin ve kolektif liderliğin de hayata geçirilebilmesi
gerekiyor.
Mücadele yerine küçük tavizlerle yetinmek!
Dünya işçi hareketi, sistemin doğasını doğru
kavrayamadığı için neo-liberal saldırılar karşısında hazırlıksız yakalandı. Sendika
yönetimleri ve işçi hareketinin birçok lideri işçi sınıfını, sosyal devlet
sayesinde kazanılan başarıları savunmak ve sosyal mücadeleyi ilerletmek için
harekete geçirmek yerine, savunmaya çekildi. Sosyal diyaloğa ve müzakere
yoluyla elde edilen tavizlere sarıldı, grev ve iş bırakma gibi asıl eylemlerden
uzak durdu ve neo-liberal projenin bir parçası oldu. (3)
Demokratik gerileme sendikaları vuruyor
Son olarak, dünyada yaşanmakta olan demokratik
gerileme süreçleri ekonomik anlamda kararlara katılma kabiliyetlerini azaltarak
sendikaları ciddi şekilde etkiliyor.
Sosyolojik çalışmalar, otoriter veya faşist yönetimler
altında sendikaların marjinalleştiklerini ve çoğu zaman doğrudan baskıya maruz
kaldıklarını gösteriyor. Bunun somut örnekleri
geçtiğimiz yüzyılda faşist İtalya ve Almanya'dan, Macaristan (2010'dan beri) ve
Rusya'ya (2000'lerin sonlarından beri) ve 2015 yılından bu yana Türkiye’ye kadar
uzanıyor.
Sendikal liderliğin aymazlıkları
Buna karşılık sendika yönetimleri aşırı sağ
otoriterlik ve yeni faşizm tehlikesini ya görmediler ya da hafife aldılar. Son
yıllara kadar, gelişmiş kapitalist dünyadaki sendikal hareketler, yükselen
sağcı popülist ve yeni-faşist hareketlerin önemini büyük ölçüde küçümsedi. Bu
hareketlerin varlığı kabul edildiğinde bile, aşırı sağcı otoriterlik meselesinin
marjinal bir hareket olarak ele alınma eğilimi ağırlıktaydı. Çoğu sendika liderliği,
faşist tehdidi veya aşırı sağcı otoriterliğin oluşturduğu daha geniş tehdidi
açıkça dile getirmekte büyük bir isteksizlik gösterdi.
Hatta yeni-faşistler küreselleşmeye karşı olduklarını
iddia ederken, sendikaların çoğu (neo-liberalizmin belirli unsurlarını
eleştirmelerine rağmen), neo-liberal küreselleşmeye uyum sağladılar. Aslında
hem kamu hem de özel sektördeki sendikalar şu anda sadece sermayenin politik
olarak daha gerici kesimleri tarafından değil, kendi yozlaşmış sağcı
liderlikleri tarafından yok ediliyor. Böylece sendikal hareket, kapitalizmin
sınırlarını zorlamak yerine, büyük ölçüde yenilgiye uyum gösteriyor.
Kısaca neo-liberalizmin körüklediği aşırı sağcı
otoriterlik ve onun son aşaması olan açık diktatörlükten (faşizm) kurtulmanın
ve neo-liberalizm ve sermayenin artan gücüyle yüzleşmenin zamanı geldi.
Otokrasiler meşruiyet sorunu yaşıyor
Bugün, giderek daha fazla insan neo-liberal modelin ve
otokrasilerin sadece sermayenin saldırısını değil, aynı zamanda zayıflıklarını,
kırılganlığını, bayağılığını ve iç çelişkilerini de temsil ettiğinin farkında. Yani
kapitalizm ve küresel kurumları, uzun bir süredir bir meşruiyet krizi yaşıyor.
İşte umudu mümkün kılabilmenin temellerinden biri bu
meşruiyet krizidir. Bu krizden tüm toplumu
demokrasi adına çıkartacak olan güçlerin başını da sosyolojik ve tarihsel rolü
gereği işçi sınıfı çekmek durumundadır. Üretimden gelen gücünü ve kitleselliğini
kullanarak, birleşik bir demokrasi cephesi altında, bunu yapmaya en yakın sınıf
işçi sınıfıdır.
Çağdaş sendikal hareket, İkinci Dünya Savaşı'ndan
sonra çoğu ülkede egemen sermaye kesimleriyle bir uzlaşma noktasına gelmiş olsa
da bu, sınıf mücadelesinin ortadan kalktığı veya terk edildiği anlamına gelmez,
daha çok sınıf mücadelesinin biçim değiştirdiği anlamına gelir. Çoğu durumda,
sendika dışındaki işçi sınıfı örgütlerine kaydı veya işçi sınıfının çeşitli
kesimlerinin – kadınlar, göçmenler, farklı etnisitelerden işçiler, çeşitli
biçimlerdeki sistematik ekonomik ve ekonomik olmayan baskıya direnme
mücadeleleri biçimini aldı.(4)
Türkiye’de otokrasi ve açık diktatörlükle mücadele
konusunda işçi sınıfının doğal müttefikleri; yoksul köylüler, küçük esnaf,
küçük ve orta ölçekli şirketler, gelecekten umudunu yitirmiş gençler, kadınlar,
Kürtler gibi ezilen kimlikler ve mültecilerdir.
Otokrasi ile uzlaşma ya da iş birliği
değil, mücadele
Sol politikalar doğası gereği toplumdaki güç
dengesinde temel bir değişimi öngörür. Bu bağlamda günümüz işçi hareketinin
kısa vadeli ana hedefi, sermayenin gücünü sınırlamak ve ekonomiyi demokratik
kontrole tabi tutmak olmalıdır. Bu, sosyal diyalog, ortaklık, anlaşmalar,
uzlaşma veya iş birliği yoluyla değil, sınıf mücadelesi yoluyla başarılabilir. Sosyal
devletlerin tarihi bize, sermayenin iktidarı asla isteyerek bırakmadığını
gösteriyor. Sermayeye uyum sağlamak değil, onu geri püskürtmek gerekiyor.
Ayrıca tüm bu yaşananlar sendikalara temsil, katılım
ve meşruiyet alanlarındaki genişleyen boşlukları doldurarak kendilerini yeniden
inşa etme fırsatı da sunuyor. Yani otoriter yönetimlerin yükselişi bilinçli bir
liderlik altında sendikaları, demokrasiyi ve demokratik kurumları korumak için
harekete geçmeye de itebilir.
Sonuç olarak
İşçi hareketinin otokrasilere karşı küresel çapta direniş
oluşturması gereken kritik bir dönemdeyiz. Orta vadede üç temel ilke, işçi
hareketinin ve sendikaların aşırı sağcı otoriter iktidarlara karşı yürüteceği
mücadelede rehberlik edebilir:
İlk olarak,
otoriterliğe karşı mümkün olduğunca geniş bir cephe oluşturmak; bu cephe
içinde, neo-liberalizme açıkça karşı çıkarken, çok kimlikli, çoğulcu, katılımcı
demokrasinin de inşası için etkileşimde bulunmadığımız milyonlarca insanı bu cepheye
dahil etmek.
İkinci olarak,
günümüzün aşırı sağcı otoriterliği, açıkça faşist özellikleriyle korkutucudur.
Ancak bu aşırı sağcı otoriterlik ironik bir biçimde neo-liberal politikaların neden
olduğu hasarı kullanıyor.
Bu yüzden de aynı zamanda neo-liberal kapitalizmle ve (Türkiye’de
olduğu gibi) onun üzerinden yükselen siyasal İslamcılıkla mücadele etmeden
(örneğin doğa talanına, emek sömürüsüne ve dinselleştirmeye karşı çıkmadan)
otokrasiyi geriletmek ya da bunun açık bir diktatörlük aşamasına geçmesini
önlemek mümkün değildir. Kısaca gerçek bir sınıf sendikacılığı otokrasiye ve
faşizme karşı olduğu kadar, onun döl yatağı olan kapitalizme de karşı
olmalıdır.
Son olarak, sendikalarda
özellikle de bu dönemde (diğer eğitimlerin yanı sıra), ırkçılık, şovenizm,
militarizm, otokrasi ve faşizmi teşhir eden; özgürlük, barış, demokrasi ve
laikliği savunan işçi eğitimlerine ağırlık verilmeli, bu konularda işçilere
yönelik eğitsel malzemeler hazırlanmalıdır. Otokrasiyi ve faşizmi fiziksel
olarak yenmek kadar, ideolojik ve politik olarak yenmenin de çok önemli olduğu akıldan
çıkarılmamalıdır.
Dip notlar:
(1) https://www.epi.org/publication/unions-arent-just-good-for-workers-they-also-benefit-communities-and-democracy
(20 August 2025).
(2) https://www.britannica.com/topic/iron-law-of-oligarchy
(26 Eylül 2025).
(3) https://jacobin.com/welfare-state-class-struggle-confrontation-compromise-labor-union-movement
(May 2021).
(4) https://mronline.org/labor-movement-in-fight-for-its-life-against-neofascist-threat
(15 September 2025).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder