14 Temmuz 2025 Pazartesi

Barış ve Demokrasi Süreci

 

Barış Süreci’nin en büyük engeli bilinçli olarak yaratılan kafa karışıklığı

Mustafa Durmuş

15 Temmuz 2025


Örgüt’e ait bir grubun silah bırakma/yakma töreninin ardından, Erdoğan’ın Türk-Kürt-Arap İttifakına ilişkin olarak yaptığı ve “tarihi” olarak değerlendirilen açıklamalar yoğun tartışmalara neden oluyor. Çünkü Erdoğan bu açıklamasında bir üçlü kimlikten oluşan yeni bir tarihsel ittifaktan ve onun Orta Doğu coğrafyasında kuracağı yeni hegemonyadan söz ediyor.

Taraflar ya da taraf olmayanlar yeni barış sürecini nasıl değerlendiriyor?

Öncelikle, yeni barış sürecine başından bu yana bilinçli ya da bilinçsizce karşı çıkan azımsanamayacak bir kesim var. Daha ziyade Ulusalcıların, Kemalistlerin bir kesiminden ve Zafer Partisi ve İyi Parti’nin üst yönetimi ve takipçilerinden ve CHP’nin bir kısım tabanından oluştuğu gözlemlenen bu kesime göre, silah bırakma yalan olduğu gibi barış da gereksiz.

Ulusalcılar, Milliyetçiler

Aslında onlara göre “teröristlerle barış yapılmaz”. Barış süreci Büyük Orta Doğu Projesi’nin güncellenmesiyle ilgili ve arkasında ABD ve İsrail gibi dış güçler var. Bu anlamda devlet de barış sürecini başlatarak terörizme ve onun arkasındaki emperyalist güçlere ödün veriyor.

Bu bakış açısı yeni değil. Kutuplaştırmadan, milliyetçilikten, militarizmden ve savaşlardan beslenen kesimlerin kolay kolay barışı isteyebileceklerini düşünmek safdillik olur. Çünkü bu ve benzeri yaklaşımların varlık nedeni zaten Kürtleri hedef tahtasına koyan savaş çığlıkları. Ayrıca bu kesimden bazıları rasyonel düşünmeye pek de yakın olmadıklarından komplo teorilerine çok itibar ederler, bu teorilerin etkisiyle davranırlar ve adeta bir akıl tutulması içeren komplo teorilerini servis etmekten ve yaymaktan da çekinmezler.

Cumhur İttifakı

AKP-MHP İktidar Bloku (Cumhur İttifakı) ise 2015 yılından bu yana iş başında. Adım adım ülkeyi önce otoriter, ardından da totaliter bir rejime doğru sürüklüyor. Hukukun üstünlüğüne, Anayasa’ya, yasalara ve insan haklarına ve özgürlüklerine en ufak bir saygıları yok. Ülkeyi demir bir yumruk altında yönetmek ve ilelebet iktidarda kalmak istiyor.

Ancak Suriye’nin Colani Güçlerince (İktidar Blokunun desteklediği) ele geçirilmesi, buna karşılık İsrail’in ABD’nin desteğiyle Filistin ve Suriye’de ele geçirdiği yeni mevziler ve İran’ı bombalaması İktidar Blokunu düşündürmeye başladı.

Alt emperyalist hedefler

Çünkü kendisi bir süredir alt-emperyalist bir strateji izleyen ve Orta Doğu coğrafyasını buna göre yeniden şekillendirmek isteyen Devlet, son Suriye savaşından bazı yandaş Türk müteahhitlere büyük ihaleler almak dışında, somut bir kazanım elde edemedi. Oysa Türkiye sermayesinin yeni enerji kaynaklarına ve pazarlara ihtiyacı olduğu çok açık.

İktidar Bloku içinde bu durumu en iyi okuyan, aynı zamanda devletin bir kanadını da temsil eden MHP lideri Bahçeli oldu ve Kürtleri risk unsuru olmaktan çıkartan adımları attı. Erdoğan zaman zaman buna karşı çıksa da kabullenmek durumunda kaldı.

AKP’nin anlatacak yeni bir hikayesi yok!

Ayrıca AKP’nin uzun zamandır yeni bir hikâyeye ihtiyacı var. Şu ana kadar anlattığı hikayeler miadını doldurdu. Yeni hikâyeler olmadığında efsaneler çöker ve isyanlar başlar. “Terörsüz Türkiye” iktidar açısından böyle bir yeni hikâye ihtiyacını karşılamaya da dönük bir çaba olarak düşünülmeli. Bu hikâye aynı zamanda halkların olası isyanının manipüle edilebilmesini de sağlıyor.

Kürt Siyasal Hareketi

Diğer yandan, Kürt Siyasal Hareketi’nin barış sürecine sahip çıkmasının çok sayıda nedeni var. Öncelikle 40 yılı aşkın bir süredir sürdürülmekte olan silahlı mücadele ile bir sonuç alınamayacağını anladı. Gerçekten de dünyanın hiçbir yerinde bu kadar uzun süren bir silahlı mücadelenin başarıyla sonuçlandığı görülmedi. Kürt halkında ise ciddi bir yorgunluk gözlemleniyor. Tüm bunlar örgütün ve mücadelenin giderek zayıflamasına yol açmış olabilir.

Azalan Verimler Kanunu

Ana akım iktisat teorisinden bir benzetme yapalım. İktisatta, “Azalan Verimler Kanunu” olarak adlandırılan bir kanun var. “Bir üründen ne kadar fazla tüketirseniz onun son biriminin (marjinal) size sağladığı fayda o kadar azalır ya da bir üretim faktöründen ne kadar çok ve ne kadar uzun kullanırsanız onun son biriminin verimliliği azalır”. Silahlı mücadele de böyledir: Ne kadar uzarsa etkisi o kadar azalır.

Böyle bir durumla karşı karşıya olan Kürt Hareketi ikinci en iyiyi seçti ve kendisine uzatılan eli geri çevirmedi. Hedefleri içinde hem Rojava’yı korumak hem Türkiye’de tutsak tutulan binlerce Kürt siyasetçiyi serbest bıraktırmak hem de dağdaki militanları normal yaşama ve siyasete kazandırmak var. Bu hedef tutarsa, Kürt Hareketi kendi açısından bu sürecin kazananları arasında yer alacak.

‘Barış ve Demokratik Toplum Süreci’nin önündeki mayınlar

Ancak pratik hayattaki her şey bu tespitlerdeki gibi net ya da berrak değil. Pratikte çok farklı gelişmeler söz konusu. Örneğin Kürt Hareketi sürece “Barış ve Demokratik Toplum Süreci” adını verse de yani barış ve demokratikleşmenin bir arada olması gerektiği vurgusu yapsa da İktidar Bloku attığı adımlarla bunu engelliyor. Özellikle de “yeni düşman” CHP ve CHP’li belediyelere yönelttiği saldırılarla bırakın demokratikleşmeyi önlemeyi daha despotik bir rejim arzuladığını açıkça ilan ediyor.

Solcular ve sosyalistler de bu konuda rahat değiller. Çünkü bir yanda barış süreci diğer yanda otoriter rejimin daha da tahkim edilmesi söz konusu. Ancak bu kesimlerin kafa karışıklığının asıl nedeni sürece ilişkin sağlıklı ve tam bir bilgiye erişememek. Bunun nedeni de kuşkusuz sürecin şeffaf yürütülmemesi.

Doğru bilgiye erişememek büyük sorun

Ortada heyetler var ama görüşmeler sadece Devlet ile Öcalan arasında yapılıyor ve dışarı bilgi sızdırılmıyor. Bu durum İktidar Blokunun işine yarıyor olabilir zira Kürt Hareketi içindeki potansiyel muhalifleri elimine edebildiği gibi, toplumda komplo teorilerinin yaygınlaşmasına da yarıyor, bu da muhalefeti parçalama amacını güdüyor.

Buradaki somut amaçlardan biri CHP tabanının DEM tabanı ile yan yana gelmesini önlemek. Dolayısıyla sürecin şeffaf yürütülmemesi güvenlik kaygılarından ziyade devlet tarafının istediği bir şey. Normalde sürecin şeffaf yürütülmesi barışın toplumsallaştırılmasını sağlayacak olsa da Kürt Hareketi’nin bu konuda yapabileceği pek bir şey yok gibi.

Tam ve doğru bilginin önemini yine iktisat biliminden bir benzetmeyle açıklayalım. Ana akım iktisat teorisine göre, “firmaların ve tüketicilerin kârlarını ve faydalarını maksimize etmek yolunda rasyonel karar alabilmeleri için piyasadaki üretim maliyetleri, hammadde fiyatları, bunların üretim yerleri ve miktarları gibi konularda tam ve doğru bilgiye sahip olmaları gerekir. Çünkü böyle bir bilgi yoksa maliyetler ve faydalar kıyaslanamayacak, rasyonel karar da verilemeyecektir”.

Benzer bir durum barış süreci ile ilgili olarak mevcut. Sürece ilişkin bırakın tam bilgiyi, son derece eksik ve yanlış bilgi nedeniyle insanların kafası karışık ve tepkisel olarak da sürece karşı çıkıyorlar. Akılcı düşünemeyebiliyorlar.

Ne yapmalı?

İlk sözümüz iktidara: Süreci şeffaf yürütün ve insanların tam olarak bilgilenmesini sağlayın. Ayrıca hukuki ve politik düzenlemeler ve güvenceler, siyasi mahkumların serbest bırakılması gibi konularda gecikmeyin. Sürecin uzaması bu projenin başarısızlığıyla sonuçlanır ki sonrasındaki gelişmelerin altında tüm toplum kalır.

Kürt Hareketi’ne: Barışı toplumsallaştırmak istiyorsak elinizdeki bilgiyi, yaptığınız görüşmeleri, anlaşmaları halkla paylaşın. Konunun liderler arasındaki görüşmelerle sınırlandırılmasına izin vermeyin. İktidar Blokunun, içerde otoriterliği tahkim etme ve dışarıda alt emperyalist hedeflerinin bir parçası olmayacağınızı daha açık ve net olarak ilan edin. CHP’yi düşmanlaştırma politikasına karşı çıkın.

Sol ve sosyalist çevrelere: Artık “dış güçler”e dayalı komplo teorilerinin etkilerinden kurtulun ve halkların yürüttüğü mücadeleye güvenin. “Bugüne emperyalist devletler öyle istedi diye değil de 40 yıla aşkın bir zamandır verilen mücadelelerin ve ödenen bedellerin bir sonucu olarak gelindi” diye düşünmeye çalışın.

Son olarak insani bir çağrı: Fotoğrafını gördüğünüz iki HDP yöneticisi diğer yüzlercesinin yanı sıra, tutsak. Öğretmen/İktisatçı Günay Kubilay ve iktisatçı/ çevirmen Alp Altınörs. Her ikisi de Kobane Davası yüzünden haksız bir yere mahkûm edildiler.  Günay’a 18,5 yıl ve Alp’e 22,5 yıl ceza verildi. Her ikisi de 5 yıldır Sincan Cezaevinde yatıyor.

Günay’ın bir kızı, Alp’in de bir oğlu var. Günay eşini birkaç yıl önce kaybetti. Şimdi kızına yakınları bakıyor. Alp’in eşi de birkaç aydır ciddi sağlık sorunlarıyla uğraşıyor ve tek başına oğlunu yetiştirmeye çalışıyor. Yani sadece Günay’ı ve Alp’i değil, onların çocuklarını da Alp’in eşini de cezalandırmak hiç adil değil.

İktidar Bloku gerçekten bu süreçte samimi ise işte samimiyet testinin ilki: Başta hasta ve yaşlı mahpuslar olmak üzere, Günay Kubilay’ı, Alp Altınörs’ü, Selahattin Demirtaş’ı, Figen Yüksekdağ’ı, Osman Kavala’yı, Av. Can Atalay’ı, Av. Selçuk Kozağaçlı’yı ve adlarını sayamayacağımız kadar çok sayıdaki siyasi tutuklu ve hükümlüyü, tutuklu belediye başkanlarını, gazeteciyi, avukatı ve öğrenciyi yeni yasama döneminde serbest bırakın.

 


11 Temmuz 2025 Cuma

Barış Süreci

 

Silahlar sustu, şimdi kalıcı barış, adalet ve demokratikleşmenin inşasını konuşma zamanı!

Mustafa Durmuş

12 Temmuz 2025


Geçen aya damgasını vuran uluslararası gelişme kuşkusuz İsrail (ABD)-İran savaşıydı. Neyse ki savaş iki hafta kadar sürdü ve (şimdilik) silahlar sustu. Bu süreçte savaş, dünyada olup biten başka önemli şeylerin önüne geçerek konuşulmasını önledi.

Bu önemli şeylerden biri dünyadaki servet bölüşümünün ne kadar adaletsiz bir hale geldiğini ortaya koyan bir rapordu.  Dünyanın en büyük bankalarından olan UBS tarafından geçen ay yayınlanan Küresel Servet Raporuyla, (1) dünyadaki tüm yetişkinlerin sadece yüzde1,6’sının dünyadaki tüm kişisel servetin yüzde 48,1’ine sahip olduğu ortaya çıktı.

500 yıllık kapitalizmin neden olduğu devasa eşitsizlik!

Yani küresel servet piramidinin de gösterdiği gibi, sadece 60 milyon yetişkin birey (tüm dünya yetişkinlerinin yüzde 1,6’sı), 226 trilyon dolarlık net kişisel servete sahip ve bu rakam tüm dünya kişisel servetinin neredeyse yarısına eşit.

Diğer uçta ise, 1,57 milyar yetişkin (dünyadaki yetişkinlerin yaklaşık yüzde 41'i) sadece 2,7 trilyon dolar yani tüm dünyadaki kişisel servetin sadece yüzde 0,6’sına sahip. Bu piramide orta kademe servet sahipleri de eklendiğinde; 3,1 milyar yetişkinin (yani tüm yetişkinlerin yüzde 82'si) 61 trilyon dolarlık kişisel servete sahip olduğu ortaya çıkıyor. Bu rakam, küresel kişisel servetin sadece yüzde 12,7'sine denk geliyor.  Servetin kalan yüzde 87,3’ü ise sadece 680 milyon yetişkin veya dünyadaki toplam yetişkin nüfusunun (3,8 milyar) sadece yüzde 18,2'sine ait. Piramidin en tepesinde ise dünyada 2.891 dolar milyarderi bulunuyor. Servet tepede öyle birikmiş ki 31 yetişkinin toplam serveti 50 milyar doları aşıyor.

Eşitsizlik küresel çaptaki açlığın ve yoksulluğun temel nedeni 

Böyle bir eşitsizlik dünyadaki yaygın açlığın ve derin yoksulluğun temel nedenini oluşturuyor.

Öyle ki 3,7 milyardan fazla insan (dünya nüfusunun neredeyse yarısı) yoksulluk içinde yaşıyor, 700 milyondan fazla insan açlıkla karşı karşıya ve cinsiyet eşitliği 123 yıl daha sağlanamayacak. Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerinin (SKH) yalnızca yüzde 16'sı 2030 yılına kadar yerine getirilme yolunda ilerliyor. Kısaca, çok zengin bir azınlığın çıkarları ön planda tutulurken, küresel kalkınma ve gelişme umutsuzca başarısızlığa uğruyor.

Çarpıcı bir şekilde 2015 yılından bu yana, dünya nüfusunun neredeyse tamamının (yüzde 95'inin) toplamından daha fazlasına sahip olan en zengin yüzde 1'lik kesim, yıllık küresel yoksulluğu 22 kez sona erdirmeye yetecek kadar para kazandı (33,9 trilyon dolar). Milyarderler 6,5 trilyon dolar kazandılar ki bu rakam SKH'lere ulaşmanın yıllık tahmini maliyeti olan 4 trilyon dolardan daha fazla. (2)

“Ekonomik eşitsizlikler arttıkça iç savaş riski artıyor”

Ancak bölüşüm eşitsizliği sadece ülkeler ve ülke içi sosyal sınıflar arasında refah farkının ortaya çıkmasına neden olmuyor, uluslararası çatışmalara, hatta ülkelerde iç savaşlara da neden oluyor. Yani ekonomik eşitsizliğin jeopolitik ve politik sonuçları da mevcut.

Kısaca, “ekonomik eşitsizlik ülkelerde sadece yoksulluğu değil, aynı zamanda iç savaş riskini de artırıyor”. Bu bulgu, Tübingen Üniversitesi Ekonomi Tarihi Kürsüsü tarafından, 200 yıla yayılan ve toplam 193 ülkeyi kapsayan verilerin analizi sonucunda elde edildi. Çalışma Review of Income and Wealth dergisinde yayımlandı. (3)

“Ekonomik eşitsizlik” denilirken, sadece gelir eşitsizliği değil; toprak, arazi, bina gibi gayrimenkul ve borsa ve diğer finansal yatırım gelirleri gibi menkul kıymetler ve rantlar gibi servet dağılımındaki eşitsizlikler de kastediliyor.

Araştırmacılar, ekonomik eşitsizlikteki artış ile bir ülkede 10 yıl içinde yaşanan iç savaşların sayısını ilişkilendiriyor. Çalışma, savaş veya iç savaşı; bir yıl içinde savaş operasyonlarında 1.000’den fazla kişinin öldüğü çatışmalar olarak tanımlıyor. Araştırma, gelir ve servet dağılımındaki eşitsizlik ile iç savaşların patlak vermesi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir bağlantı olduğunu ortaya koyuyor.

Sosyal devrimlerin bir nedeni eşitsizlik

Sonuçlar tarihsel olaylarla da doğrulanıyor. Örneğin, 1917 Ekim Devrimi öncesinde Rusya'da toprak dağılımı son derece eşitsizdi ve bu durum devrimin doğmasına ve iç savaşın patlak vermesine önemli ölçüde katkıda bulundu. ABD'de ise gelir dağılımındaki eşitsizlik son 30 yılda keskin bir şekilde arttı. Buna bağlı olarak, ABD'de iç savaş riski yüzde 10'dan yüzde 21'e çıktı.

Büyük nüfuslu ülkeler iç savaş riskine daha açık

Araştırmanın bir diğer bulgusuna göre, bir ülkenin büyüklüğü ve nüfusu doğal olarak bu ülkede iç savaş çıkma olasılığını artırıyor. Buna göre Çin son 200 yılda dokuz iç savaşla listenin başında yer alırken, onu Meksika, Arjantin, Kolombiya, Etiyopya, Irak, Rusya ve Türkiye izliyor. Ayrıca, önceki iç savaşlar silahlı çatışmaya yeniden başvurulma olasılığını artırıyor.

Bir ülkedeki ekonomik büyümenin büyüklüğü ile iç savaş riski arasında anlamlı bir ilişki ise mevcut değil. Diğer taraftan, demokratikleşmenin hızlanması iç savaş çıkması olasılığını azaltıyor. Yani ülke demokratikleşmediği sürece ne denli yüksek hızla büyürse büyüsün iç savaş tehlikesi azalmıyor.

Sözü edilen çalışmada, gelir ve servet dağılımındaki eşitsizliği ve dolayısıyla iç savaş tehlikesini azaltabilecek ekonomik politika önlemleri de tartışılıyor. Buna göre, artan oranlı gelir vergisi ve çok zenginlere dönük servet vergisi veya nüfusun büyük bir kısmının yüksek kaliteli eğitim ve sağlık hizmetlerine erişiminin iyileştirilmesi, bir ülkedeki eşitliği artırırken, iç savaş tehlikesini de azaltıyor.

“Yeni Barış Süreci”

Bu iki çalışmanın elde ettiği bulgulardan hareketle Türkiye’deki son “çatışmasızlık” ya da “barış süreci”ni nasıl değerlendirebiliriz?  

Türkiye’de son ayların en önemli konusunun bu süreç olduğu çok açık. Çünkü diğer birçok ekonomik ve politik sorunun üzerini örtmeye yarayan bir başka işlevi olduğu inkâr edilemez olsa da ülkenin acilen çözülmesi gereken kadim sorunlarından biri olan Kürt Sorununu tekrar gündeme taşıdı.

Biraz geriye gidelim. Ülkede 1983 yılından bu yana ara ara şiddetlenen bir iç savaş yaşandı. Devlet bunun adını “terörizm ile mücadele”; Kürt Hareketi ise “özgürlük mücadelesi” olarak koydu. 40 yıldan daha uzun bir süren bu çatışmanın özünde yüzyılı aşkın bir süredir çözülemeyen “Kürt Sorunu” olduğu giderek toplumun büyük çoğunluğunca kabul edilmeye başlandı. İlk olarak 2013-2015’te denenen ve başarısızlıkla sonuçlanan Barış Süreci bu yıl yeniden gündeme geldi.

Silahlara veda

Kendi doğalarına uygun biçimde, Devlet bu süreci, “Terörsüz Türkiye” olarak, Kürt Hareketi ise “Barış Süreci” olarak niteliyor. Cuma günü PKK’nin silah bırakma/yakma töreninin ardından, önümüzdeki aylar boyunca daha somut adımlar atılması (özellikle de devlet tarafından) bekleniyor, umut ediliyor.

Ancak aynı anda İktidar Blokunun ana muhalefet partisi CHP’yi etkisiz hale getirme çabası ve bu yönde belediyelerde yaptığı operasyonlar ve partiye kayyum atama girişimleri ve mevcut adaletsizliklerin artarak sürmesi bu sürecin önüne döşenmiş mayınlar gibi duruyor. “İktidar Blokunun otoriterliği tahkim etmeye çalıştığı” iddialarını güçlendiriyor.

“Adalet olmadan barış olmaz!”

Bu söz, “adalet yoksa barış da yok!” sloganının temelini oluşturuyor. Ancak bu bir slogandan daha fazlasıdır. İnsanlar ne zaman sömürülmüş ve ezilmişlerse ne zaman kültürel hakları ve ana dillerini kullanma hakları ve kendi kendilerini yönetme hakları ellerinden alınmışsa, ne zaman haksız ve adaletsiz bir biçimde, çifte standart altında yargısız infaza uğramışlarsa buna karşı hep (değişik yollarla olsa) direndiler. Dolayısıyla “hak-hukuk- adalet” sadece slogan değil, aynı zamanda tarihtir.

Bu tarihsel dersi iyi öğrenmek, despotların “barış” olarak adlandırdıkları şeyin çoğu zaman sadece “geçici olarak bastırılmış bir direniş” olduğunun bilincinde olmak demektir. Aynı zamanda, insanların gelişmesine olanak tanıyan barış türünün, sömürü ve baskının sona erdirilmesine ve gerçekten eşitlikçi politik ve ekonomik düzenlemelerin yaratılmasına bağlı olduğunu kavramaktır.

Sonuç olarak

Ekonomik eşitsizlikler, diğer faktörlerin yanı sıra silahlı çatışmaların ve savaşların nedenlerinden birini oluşturuyor. Savaşlara son vermek ise sadece insan değil ekoloji açısından da bir zorunluluk.

Ancak bu coğrafyaya kalıcı bir barışın gelmesi kolay değil ve bu hemen olmayacak. Bunun için sabırlı bir kararlılık içinde olmak ve daha da önemlisi barışın, devleti de aşarak tüm toplumca kabul edilmesini yani toplumsallaştırılmasını sağlamak gerekiyor. Kısaca barışı herkes sahiplenmeli.

Ayrıca barış ile demokratikleşme birbirinden ayrı yürüyemeyecek kadar iç içe geçmiş iki temel olgu. Ülkedeki inşa edilecek bir “barış ve demokrasi” ortamında işçi sınıfı, ekmek ve emek mücadelesini daha rahat yapabileceğinden (daha da yoksullaşmasını önleyebileceği gibi), sosyal refahını da artırabilecektir.

Bu yüzden de başta sendikalar gibi işçi sınıfının ekonomik- demokratik örgütleri olmak üzere, siyasal partiler ve hareketler, ekoloji, kadın ve gençlik örgütleri ve tüm sivil toplum kuruluşları yani tüm örgütlü toplum, barış ve demokrasi mücadelesine aktif bir biçimde katılmalı, barışın ve demokrasinin inşasına destek olmalıdır.

Dip notlar:

(1)     UBS, Global Wealth Report 2025 (June 2025).

(2)     https://www.equals.ink/p/finance-development-not-oligarchy (3 July 2025)

(3)     https://phys.org/news/economic-inequality-civil-war (June 2025).

6 Temmuz 2025 Pazar

Yerel yönetimler ve faşizm

 

Mutlak gücün tahkimi için yerel yönetimlerin ele geçirilmesi

Mustafa Durmuş

7 Temmuz 2025


●İktidar Bloku belediyelere yönelik baskısını neden iyiden iyiye artırdı?

●Belediyelere yönelik bu saldırıların ve ardından gelen tutuklamaların sonu nereye varacak?

●Şu ana kadar pek çok belediye ile iş yapmış bir itirafçı muhbir iş insanının CHP’li belediyelerde rüşvet, yolsuzluk ve ihaleye fesat karıştırıldığına dönük iddialarını temel alarak sürdürülen bu operasyonlar toplumun büyük bir kısmı tarafından neden haklı ve meşru görülmüyor?

Son sorudan başlayalım. İstanbul, İzmir, Adana, Antalya büyük şehir belediyeleri, Türkiye’nin en büyük bütçelerine sahip belediyeler. Her birinin bütçesi birçok küçük bakanlığın ve kamu kurumunun toplam bütçesinden daha fazla.

Büyük miktarda paranın döndüğü yerde yolsuzluklar olabiliyor!

Dünyanın neresinde olursa olsun, neo-liberalizm altında, milyarlarca liralık paranın döndüğü, devasa boyutlardaki projelerin gerçekleştirildiği, alım-satım ihalelerinin yapıldığı, buna karşılık etkin denetlemelerin yapılmadığı ciddi bir ahlaki aşınmaya uğramış her kurumda bu tür yolsuzluklar, usulsüzlükler ve rüşvet gibi kamuyu zarara sokan fiiller gerçekleşebilir ve gerçekleşiyor da. Nitekim Türkiye’nin Küresel Yolsuzluk Algısı Endeksi’nde 36 puan ile en fazla yolsuzluklara bulaşmış ülkeler arasında sayılması bir tesadüf değil.

Çifte değil üçlü standart!

Belediyeler ve kamu kuruluşlarındaki yolsuzluk iddiaları 22 yıl öncesinde de vardı, bugün de var. Ancak konuyu sadece CHP’li belediyelerle sınırlandırıp, yolsuzlukları ayyuka çıkmış bazı AKP’li eski ve yeni belediye yönetimler ile ilgili olarak merkezi yönetim tarafından ya da doğrudan mahkemelerce tek bir soruşturmanın ya da davanın dahi açılmaması, bu operasyonların kamu yararını korumak adına yapıldığı iddiasını çürütüyor.

Çünkü önümüzde bir Ankara Büyükşehir eski belediye başkanı İ. Melih Gökçek örneği ve bazı bakanlar var ki bunlara ilişkin sayısız ciddi iddia söz konusu iken bunlara hala dokunulabilmiş değil. Bu da operasyonları yapanların gerçek niyetinin yolsuzlukla mücadele ya da kamu yararını korumak olmadığını göstermeye yetiyor.

Ayrıca şu ana kadar operasyon yapılarak yönetimlerine kayyum atanan çok sayıda DEM Partili (eski HDP’li) hiçbir belediyede rüşvet ya da yolsuzlukların gerekçe olarak gösterilememesi, bunun yerine genel geçer bir soyut terör ile ilişkilendirme çabaları da iktidarın argümanlarını zayıflatıyor.

Neden 1: Para ve kaynağa el koymak!

O halde bu operasyonların ilk elden amacının iktisadi olduğunu söyleyebiliriz. İktidarı kontrol eden bazı sermaye çevreleri, çıkar grupları, siyasetçiler ve devletin bir kanadı bu kaynaklara eskisi gibi el koymak istiyor ya da geri almak istiyor olabilir. Son yıllarda kesilen hortumları yeniden kendilerine bağlamak hem ekonomik hem de siyasal olarak hep arzu ettikleri bir şey olsa gerek.

Öyle ya sayıları on binleri bulan irili ufaklı müteahhide, tedarikçiye, bazı cemaatlerin üyelerine tekrar kaynak aktarıp onları çeperde tutmak gerekiyor. Aynı zamanda da iyice yoksullaştırılmış halka makarna, kömür dağıtarak al gülüm ver gülüm” siyasetini tekrar canlandırmak ve böylece iktidarlarını sürdürmek istiyor olabilirler.

Neden 2: Gücü tek elde toplamak!

İkinci neden ise en az ilki kadar tehlikeli. Çünkü ülkeyi yönetenlerin ülkeyi siyasal ve sosyoekonomik olarak nereye sürüklemek istedikleriyle ilgili bir durum: Otoriter bir rejimden mutlak bir diktatörlüğe.

Bu ikinci nedeni biraz açalım, bunun için de 100 yıl kadar önceye gidelim.

Yıl 1921 aylardan Kasım ayı. İtalya’da, meclis üyelerinin büyük çoğunluğu sosyalistlerden oluşan Bolonya Belediye Meclisine, faşist “Kara Gömlekliler” tarafından bir saldırı gerçekleştirilir. Sosyalistler ve sendikalar yeterli bir direniş gösteremeyince, faşistler hızla kırsala doğru yayılırlar ve bu kez sosyalist çiftçi birliklerine saldırırlar. Sonuç olarak, 59 halkevini (case del popola), 119 toplantı mekanını, 107 kooperatifi, 83 köylü ligini ve 141 sosyalist merkezi tahrip ederken, altı ay içinde 100’ün üstünde insanı öldürüp binlercesini yaralarlar ve sosyalist belediyelerin yönetimlerine el koyarlar. Ele geçirilen belediyeler arasında Bolonya ve Geneva gibi büyük şehirler de vardır. (1)

Faşizm sivil toplumun üzerinde devletin mutlak gücüdür!

Faşizm sözcüğü İtalyanca bir sözcük olan ‘fascio’dan geliyor. Bu, kabaca, “grup”, “birlik” demektir. Faşizmin kurucusu ve isim babası olan Mussolini bu sözcüğü daha da geliştirdi ve onu “birey ve tüm grupların üzerinde mutlak bir devlet gücü” anlamında kullandı. Böylece faşizmin İtalyan dilindeki anlamı “devletin her şeyin üstünde olması” demektir. (2)

Nitekim hem İtalya’da hem de Almanya’da faşist partilerin kitleselleştikten sonraki ilk hedefleri yerel yönetimler, işçi sınıfı, sendikalar ve siyasal partiler oldu. İktidar olduklarında ise sınıfa ve onun yanında yer alanlara en ağır zulmü uyguladılar.

Korporatizmin çağdaş örneği Kamu Çerçeve Protokolü

Faşizm altında “korporatizm”, yeni bir sözde ulusal uzlaşının ve uyumun yaratılmasının yolu olarak meşrulaştırılır. Böylece, sınıf çatışması başta olmak üzere, toplumsal bütünlüğe zarar verecek her türlü dışsal mikrop yok edilmiş olur.

Bunun günümüzdeki örneklerinden biri Türkiye’de bir süredir kamu işçilerinin toplu iş sözleşmeleriyle ilgili olarak sendikalara dayatılan Kamu Çerçeve Protokolü’dür. (KÇP) Bu protokolle sendikaların özgürce toplu iş sözleşmesi (TİS) yapma imkânı ellerinden alındı. TİS, sendikaların yerine konfederasyonları TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ ile işveren temsilcisi konumundaki TÜHİS arasında yapılmaya başlandı. İktidar da (Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı aracılığıyla) sözde bir tarafsız arabulucu olarak süreci kontrol ediyor.  Bugün ülkede gelinen nokta ise 4-d’li 600 bin işçiye yapılacak zammı belirleyecek olan bu protokolün dahi uygulanmamasıdır. Bu yüzden de sendikalar eylem ve grev kararı almak durumunda kaldılar.

Resmi olarak faşizmin 23 Mart 1919 tarihinde Milan’da doğduğu kabul ediliyor. 100’ü aşkın savaş gazisi, savaşı destekleyen sendikacı, fütürist, entelektüel, bazı gazeteciler ve bir kısım meraklı kitle Milan Sanayi ve Ticaret Birliği’nde toplanır ve milliyetçiliğe karşı olduğu gerekçesiyle sosyalizme savaş açtıklarını ilan ederler. Mussolini bu hareketi “Mücadele Kardeşliği” anlamına gelen “Fasci di Combattimento” olarak adlandırır.

Faşizm, ilerici gibi gözüken söylemlerde bulunabilir!

Mussolini’nin iki ay sonra açıkladığı programı ‘gazilerin vatanseverliği’ ve radikal sosyal deneyimlerin bileşiminden oluşan bir tür ‘nasyonal sosyalizm’dir. Milliyetçilik tarafında; Balkanlar ve Akdeniz’de yayılmacılık özlemleri, radikal tarafta ise kadın ezilmişliğine son verilmesi, 18 yaş için oy hakkı tanınması, 8 saatlik işgünü uygulaması, monarşik yeni bir anayasa yapılması, sermayenin teknik yönetimine işçilerin katılımı, sermayenin ağır vergilendirilmesi, savaşta elde edilen kârların yüzde 85’ine ve bazı kilise mallarına el konulması talep edilir. (3)

Ancak radikal taleplerin çok büyük bir kısmından faşizmin iktidarı ile birlikte vaz geçildi. Böyle bir inkâr bugün için de geçerlidir. İç cephesinin konsolide edilmesinin ardından devlet barış konusunda verdiği sözleri yerine getirmeyebilir.

İtalya 20. yüzyılın başlarında da federatif bir devletti ve eyaletlerden oluşuyordu. Faşistlerin eyaletlerdeki iktidarları (bölgesel iktidarları) ele geçirmesi ise üç aşamada gerçekleşti: (i) İşçi örgütleri dağıtıldı. (ii) Yerel sermaye örgütlerinin desteğiyle korporatif ulusal sendikalar gibi faşist ekonomik örgütler kuruldu. (iii) Eyaletlerin siyaset kurumları ele geçirildi.

Bu ele geçirmeleri ‘Ras’lar yönetti. Bunlar faşist çeteler ve onların liderleriydi. Sonuçta toplamda 18 ayda 69 yerel yönetimin 26’sı henüz Mussolini iktidar olmadan önce faşistlerin eline geçmişti. Ras’lar hızlıca kendi tiranlıklarını kurdular. (Ancak bu yerel-bölgesel faşist örgütlenme, 1925-1928 arasında Mussolini tarafından dağıtıldı). (4)

Kuzey ve Orta İtalya’daki köylüler büyük toprak sahipleri ile karşı karşıya kaldıklarında faşistler büyük toprak sahiplerinin yanında yer alarak onların gelecekteki desteklerini almayı başardılar. Böylece faşizm yerelde gücü ele geçirerek işe başladı denilebilir (1922’den önce). İç savaş parlamenter düzeni iyice zora sokunca Mussolini bunu bir fırsata çevirdi ve ‘Roma’ya Yürüyüş’ü gerçekleştirdi (Ekim 1922). Ardından da Hükümet ortağı oldu.

Mussolini bu yürüyüş sonrasında iktidarı istedi, yoksa zorla alacağını duyurdu. Sol ve sosyal demokratlar (Halk Partisi) bölünmüştü, faşizmin yükselişini durdurma konusunda herhangi bir çözüm üretemediler.

Sonuç olarak

Türkiye’de mutlak bir diktatörlüğün tahkim edilmesi süreci, faşizmin ana vatanı İtalya’da yerel yönetimlerin ele geçirilmesiyle birlikte başlayan faşizmin inşası süreciyle birebir aynı yürümüyor olabilir. Çünkü 22 yıllık AKP iktidarı yukarıdan aşağıya özellikle de kendisine bağımlı kıldığı yargıyı kullanarak belediyeleri ele geçiriyor.

Buna rağmen her ikisinin ortak yanı mutlak gücün önündeki en büyük engellerden en önemlilerinin yerel yönetimler, işçi sendikaları ve siyasal partiler olması. Nitekim geçmişte HDP’nin kapatılması için yapılan yargısal baskılara paralel bir biçimde, bugün CHP’ye kayyum atanmaya çalışılıyor.

Uzun zamandır sınıf sendikacılığından kopartılmış olan ve neo-liberalizme uygun bir biçimde promosyon sendikacılığına ve büyük paraların döndüğü bir tür nakit işletmelere döndürülen sendikalar bir süre sonra sahip oldukları çekici nakitleri ve mal varlıklarıyla rejimin ve çıkar gruplarının hedefi olabilirler.

Özcesi, yerel yönetimlerin ve sivil toplumun gücünün farkında olan iktidar ve sermaye kesimi buraları da ele geçirerek hem yeni maddi kaynaklara sahip olmak hem de gücü tek elde toplayarak dikensiz bir gül bahçesi yaratmak istiyor.

Dip notlar:

(1)  https://www.marxists.org/history/etol/writers/bambery/1993/xx/fascism (6 Temmuz 2025).

(2)  The Bourgeois Origins of Fascist Repression: On Robert Paxton’s The Anatomy of Fascism, http://sdonline.org  (8 March 2011).

(3)  http://eu.eot.su/italian-fascism-path-towards-seizure-of-power (22 October 2025).

(4)  Steven C. Hughes, The Making of Fascism: Class, State, and Counter-Revolution, Italy 1919-1922 (review), Journal of Social History, George Mason University Press, Volume 36, Number 3, Spring 2003, s.  819-821.

 

 

28 Haziran 2025 Cumartesi

Askeri harcamalar

 

Bu mudur adaletiniz? NATO’ya %240, işçiye ve emekliye %16

Mustafa Durmuş

28 Haziran 2025

Dünya İsrail (ABD)-İran savaşının travmasını yaşarken, birkaç gün önce NATO ülkelerinin liderleri, Trump’ın dayatmasıyla, savunma harcamalarını milli gelirlerinin en az %5’ine çıkartacak bir anlaşmaya imza attılar. Bunların arasında Türkiye’de var.

Oysa küresel askeri harcamalar geçen yıl yeni bir rekor kırarak (2023 yılına kıyasla) yüzde 9,4 artışla 2,7 trilyon doların üzerine çıkmıştı. Bu harcamalar son 10 yıldır dünya genelinde istikrarlı bir şekilde artıyordu ancak 2024 yılı Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana tek bir yıl içinde gerçekleşen en hızlı artışa sahne oldu.

Savaş örgütünün başı ABD

ABD, 997 milyar dolarlık harcama ile dünya toplamının yüzde 37'sini oluşturarak dünyanın en büyük harcama yapan ülkesi olmaya devam ediyor. Çin, tahmini 314 milyar dolar harcama ile ikinci sırada yer alıyor. En fazla harcama yapan ilk beş ülke (Rusya, Almanya ve Hindistan dahil) küresel toplamın yüzde 60'ını oluşturuyor. Avustralya dahil olmak üzere ilk 15 ülke, askeri harcamalarını artırdı ve 2024 yılında toplam 2,1 trilyon dolar harcayarak küresel toplamın dörtte beşini oluşturdu.

Avrupa'nın gidişatı ise daha dramatik. NATO üyesi ülkeler, son 10 yılda yıllık askeri harcamalarını iki katından fazla artırdı. Bunların arasında, bir yıl içinde askeri harcamalarını yüzde 28 artırarak 88,5 milyar dolara çıkaran ve Batı Avrupa'nın en büyük askeri harcama yapan ülkesi haline gelen Almanya da bulunuyor. (1)  

Uluslararası adalet duygusunu katleden bir karar!

Lahey, Hollanda’da Uluslararası Adalet Divanı’nın bulunduğu bir kent. Son 10 yıldır giderek artan biçimde yapılan askeri harcamalar da yetmediğinden, ironik bir biçimde, bu ay Lahey'de düzenlenen NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi'nde, ABD’nin önerisiyle, üye ülkeler askeri harcamalarını GSYH’lerinin en az yüzde 5’ine yükseltilmesi yönündeki anlaşmayı imzaladılar.

ABD Başkanı Donald Trump'ın uzun zamandır kabul edilmesini istediği anlaşma ile Türkiye (mevcut yüzde 2,09’luk payı yüzde 5,0’a yükselteceğinden), yıllık 22,8 milyar dolar olan savunma harcamalarını 47 milyar dolar yükselterek, 70 milyar dolar seviyesine çıkartacak. (2) Bu eğilim önümüzdeki yıllarda da devam edecek gibi görünüyor.

Böyle bir askeri yığınağın sadece Rusya ve Çin'e yönelik olduğu da düşünülmemeli. Bu silahlar (gerektiğinde) her ülkedeki muhalefeti, işçi sınıfını ve ezilen halklarını da susturmak için kullanılacaktır. Dahası, yine ironik bir biçimde, askeri harcamalardaki bu artışların neden olduğu mali faturayı, bu savaşlardan kâr ve siyasal rant sağlayanlar değil, yoksul halklar ödeyecek. Çünkü eğitim, sağlık, yoksulluk yardımları gibi sosyal hizmetler ve işçi sınıfının yaşam standartları da bundan büyük zarar görecek.

Savaşlar yoksulluğun kaynağı

Oysa Birleşmiş Milletler’e (BM) göre, dünya genelinde aşırı yoksulluk içinde yaşayan 700 milyon insanın yüzde 40'ı savaş içindeki ya da çatışmalardan etkilenen ülkelerde yaşıyor. Mevcut eğilim devam ederse, bu 10 yılın sonunda dünyadaki yoksulların üçte ikisi bu ülkelerde yaşıyor olacak. Diğer taraftan, Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri (SKH) kapsamındaki hedeflerin üçte ikisi (yoksulluğun azaltılması da bunlardan biri), kabul edilmelerinin üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen gerçekleştirilemedi. Çünkü azgelişmiş ülkelerin 2030 yılına kadar bu vaatleri yerine getirmek için ihtiyaç duydukları kaynaklarda yılda 4 trilyon dolardan fazla açığı var ve bu açık zengin ülkelerce kapatılmıyor. (3)

 

Çünkü, UBS’in bu yılki Küresel Servet Raporu’na göre, küresel servet yüzde 4,6 oranında bir artışla toplamda 226,5 trilyon dolara yükseldi. Buna paralel biçimde, yeni milyonerlerin sayısı da hızla arttı. Öyle ki 2024 yılında dünya çapında 680 binden fazla yeni milyoner eklendi. 2029 yılına kadar 5 milyondan fazla yeni milyoner olması bekleniyor. Yüzde olarak enflasyondan arındırılmış en yüksek artış yüzde 8'i aşan bir oranla Türkiye'de gerçekleşirken, Birleşik Arap Emirlikleri yüzde 5,8'lik artışla ikinci sırada yer aldı. Böylece Türkiye geçen yıl dolar milyoneri sayısını en fazla artıran ülke oldu ve 7 bin yeni dolar milyoneri ortaya çıktı. (4)  

Diğer taraftan ülkemizdeki yoksulluk giderek daha da derinleşiyor ve hemen her kesime doğru yayılıyor. Zenginleri vergilendiren bir (servet vergisi gibi) vergi uygulaması da bulunmuyor. Askeri harcamaları yüzde 240 artırma taahhüdü veren siyasal iktidar, kamu işçisine ve emeklisine yüzde 16 zam vermeyi uygun buluyor. Kısaca savaşın ve askeri harcamaların bedeli emekçilere ödettirilecek.

Oysa silahlanmaya harcanan paranın sadece bir kısmı, dünya açlığını sona erdirmek (Dünya Gıda Programı'na göre yıllık 48 milyar dolar) ve 140 düşük ve orta gelirli ülkeye güvenli içme suyu ve sanitasyon hizmetlerine evrensel erişim sağlamak için (BM'ye göre yıllık 138 milyar dolar) yeterli. (5)

Sonuç olarak

Askeri bütçelere aktarılan her dolar ya da TL, dünyayı potansiyel bir kıyamet senaryosu olan üçüncü dünya savaşına daha da yaklaştırıyor. Tüm ülkelerin işçi sınıflarının ve emekçi halklarının bundan kazanacağı hiçbir şey yok.

Her ne kadar NATO’nun aldığı bu karar dünya kamuoyuna; “başta Rusya’ya ve terörizm olmak üzere artan küresel tehditlere bir yanıt” olarak çerçevelense de gerçekte, insanların ve gezegenin küresel ısınma ve yoksullukla mücadele gibi acil ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaklaşarak, silah tüccarlarını zenginleştirirken toplumları daha da yoksullaştıracak bir silahlanma yarışına doğru atılmış büyük bir geri adımı temsil ediyor.

Yeni bir dünya savaşına doğru gidişi durdurmak için, NATO'yu lağvetmek, emperyalist savaş makinesini yok etmek ve toplumun muazzam zenginliğini ve üretici güçlerini işçi sınıfının demokratik kontrolü altına sokmaktan başka yol yok. Çünkü militarizme ve savaşlara karşı mücadele ile emek, demokratik ve sosyal hakların savunulması ve barış mücadelesi birbirinden ayrılamaz bir bütündür.

Dip notlar:

(1)  https://www.sipri.org/publications/sipri-fact-sheets/trends-world-military-expenditure-2024 (April 2025).

(2)  https://www.sozcu.com.tr/erdogan-dan-trump-a-47-milyar-dolarlik-soz (24 Haziran 2025).

(3)  Development is ‘the first line of defence against conflict,’ Guterres tells Security Council, https://news.un.org/en/story (19 June 2025).

(4)  UBS, Global Wealth Report, 2025, https://www.ubs.com/global (27 Haziran 2025).

(5)  https://mronline.org/2025/05/05/world-military-spending-explodes (5 May 2025).

 

 


23 Haziran 2025 Pazartesi

İsrail (ABD)-İran Savaşı

 

İsrail (ABD)-İran Savaşı ve Ekonomik Etkileri

Mustafa Durmuş

24 Haziran 2025


G7 Ülkelerinin (Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Birleşik Krallık ve ABD) liderleri Kanada’da haziran ayının üçüncü haftasında bir araya geldiler.

Bu ülkeler dünya nüfusunun sadece yüzde 9,6’sını ama satın alma gücü paritesine göre küresel GSYH'nin yüzde 28’ini temsil ediyor (1990’larda bu yüzde 50 civarındaydı). (1) Bazı küçük ortaklarıyla birlikte Küresel Kuzey olarak da adlandırılan ve dünyayı yöneten emperyalist çekirdeği oluşturuyor.

Neyi tartışıyorlar ya da tartışmıyorlar?

G7 liderleri bu zirvede, kaçınılmaz olarak, İsrail'in İran'a saldırısının ardından hızlanan Orta Doğu krizini, Ukrayna'da devam eden savaşı, Rusya’ya daha fazla yaptırımı ve Ukrayna'ya silah sağlanması ihtiyacını, Trumpçı gümrük tarifeleri konusunda ne yapılması gerektiğini, artan savaş harcamalarına yer açmak için G7 devletlerinin çoğu tarafından yoksul ülkelere yapılan uluslararası yardımlarda yapılacak olan kesintilerin ne kadar olacağını ve bunların nasıl uygulanacağını ve Çin'e karşı nasıl bir ortak strateji uygulanacağını tartıştılar. (2)

Ayrıca haziran ayında bir toplantı daha olacak ve NATO ülkelerinin liderleri (ya da sözcüleri) Uluslararası Adalet Divanı’nın merkezi olan Lahey’de toplanacak. Burada da muhtemelen aynı sorunlar tartışılacak.

Yani, dünyanın meselelerine kendi emperyalist-kapitalist çıkarlarının korunması açısından bakan bu devletler, Orta Doğu coğrafyasının nasıl yeniden şekillendirilmesi gerektiğini tartışırken, gezegenin ve insanlığın karşı karşıya olduğu iklim yıkımı başta olmak üzere, bir dizi çoklu krizi (ekonomik kriz, ekonomik adaletsizlik, sosyal kriz, küresel yoksulluk gibi) gibi konuları ve İsrail’in Filistin’e yönelik olarak sürdürdüğü soykırımı unutturmaya çalışacaklar.

ABD, İsrail devletinin suç ortağı

Diğer taraftan, bu sorunları görmezden gelenlerin destekleriyle (başta ABD ve diğer NATO devletleri olmak üzere batının emperyalist devletleri) İsrail devleti, İran'a saldırdı ve bugüne kadar yüzlerce kişinin ölümüne neden oldu. Bu arada Filistin'e yönelik soykırım savaşını da hız kesmeden devam ettiriyor. İsrail tıpkı Ukrayna Devletinin ABD ve emperyalist Batı adına Rusya’ya saldırmasına benzer bir işlev görüyor ve Filistin’in (ve kısmen Suriye’nin) ardından İran’a saldırıyor. İran ise bu saldırılara sert bir şekilde karşılık veriyor.

Sonuçta şu ana kadar her iki taraftan yüzlerce masum sivil öldürülürken, atılan füzeler ve bombalar doğayı tahrip ediyor ve iklim yıkımını şiddetlendiriyor. Atılan füzelerle işyerleri yok edilen her iki ülkenin halkları (başta işçiler olmak üzere, esnaf ve zanaatkar ve çiftçiler) zor duruma düşerek açlık tehlikesiyle burun buruna kaldı.

Savaş ekonomik bir felakettir!

İsrail-İran savaşı yüzünden (azalan petrol üretimi ve artan riskler nedeniyle) ilk etapta dünyadaki petrol fiyatları artmaya başladı. Petrol (ve doğal gaz) fiyatlarındaki artışlar başta enerji ve temel gıda maddeleri olmak üzere, tüm hammaddelerin fiyatlarını artırıyor. Bu hammaddeleri ithalat yoluyla sağlayan Türkiye gibi ülkelerin ithalat faturası kabarıyor, ülke içinde bu fiyat artışlarının yukarı çektiği enflasyon artışı emekçi halkları daha da yoksullaştırıyor, hatta açlıkla karşı karşıya bırakıyor.

ABD’nin İran’ı bombalaması ekonomik sorunları daha da artıracak

ABD’ye ait B2 Bombardıman uçaklarının İran’daki nükleer tesislere karşı 22 Haziran’da yaptığı saldırılara karşılık İran Meclisi Hürmüz Boğazı'nın kapatma kararı aldı. Bu boğaz İran ile Birleşik Arap Emirlikleri arasındaki 30 millik boşluk.  Bu boğazın önemi Dünyadaki petrol ve sıvı gazın yaklaşık yüzde 20'sinin bu boğazdan geçiyor olması. (3) Bu kararın kesinleşmesi sonucunda İran, yüzde 90'ı Çin'e giden kendi ihracatı üzerinde çok az etkisi olacağını bilerek, dünyanın büyük bölümüne petrol ve gaz akışını kesintiye uğratabilir.

Kapanmanın kaçınılmaz sonucunda, muhtemelen hali hazırda varil başına 75 dolar civarında olan küresel petrol fiyatlarında önemli bir artış olacak. Varil başına 100 doların bir kez daha gündeme gelmesi oldukça olası ve bunun sonuçlarını, Rusya'nın Ukrayna'yı işgali başladığında, bu ölçekte ve daha fazla fiyat artışları biçiminde gördük.

Bu gelişme Türkiye’nin kontrol edemediği dış faktörlerin yol açtığı yeni bir enflasyon dalgasını körükleyecek ve enflasyonu daha da yukarı çekecektir. Bu durumda, yani TCMB’nin kontrolü dışındaki gelişmeler yüzünden, faiz oranlarının yükseltilmesi de çözüm olmayacaktır.

Petrol fiyatlarındaki bu artış zaten yavaşlamakta olan ekonomiyi daha da yavaşlatacak, bu da şirket iflaslarını ve giderek artmakta olan toplu işçi çıkarmalarını hızlandıracaktır.

Reel ekonomi dışında, petrol fiyatlarındaki büyük bir artış, ABD ile İran arasında İsrail'in de doğrudan dahil olduğu büyük bir düşmanlık ve diğer ülkelerin de işin içine çekilme potansiyeli borsayı da etkileyecek ve hisse fiyatlarında önemli düşüşler borsanın çakılmasıyla sonuçlanacaktır.

Savaş emekçiler ve halklar için çok kötü!

Kısaca, savaşlar işçiler, emekçiler, yoksullar, gençler, kadınlar ve çocuklar için çok kötü. Savaşlar, toplumun özellikle de bu kesimlerine karşı, insanlığa, doğaya karşı işlenen suçlardır. Savaşlarda özellikle de savaş sanayinde faaliyet gösteren silah şirketlerinin, yakıt temin eden petrol şirketlerinin kâr ettiği, savaşçı politikaları benimsemiş olan, özellikle de iktidarları sağlam olmayan egemenlerin milliyetçilik üzerinden siyasal rantlar sağlayabildikleri bir gerçek olsa da toplumun bir bütün olarak savaşlar nedeniyle kaybı çok büyüktür.

Savaşlar ölüm ve yıkıma neden oluyor, ticareti sekteye uğratıyor, bütçe açıklarına, yüksek enflasyona ve aşırı borçlanmaya neden oluyor. Kendi topraklarında savaş yaşayan ülkeler için bu durum genellikle tam bir ekonomik felaket anlamına gelirken, savaşlar diğer ülkelere de özellikle de coğrafi olarak savaş alanına en yakın olanlara da ilave maliyet yüklüyor. Rusya-Ukrayna savaşının başta temel gıda maddeleri ve enerji ürünleri olmak üzere Türkiye’ye önemli maliyetler yüklediği unutulmamalı. Benzer etkiler İsrail-İran savaşı sırasında da beklenmeli.

Yerle bir edilen Filistin unutulmamalı!

Eylül 2024’de yayınlanan BM Ticaret ve Kalkınma (UNCTAD) raporu, Gazze’de kişi başına gelirin düşmesi, yaygın yoksulluk ve artan işsizlik nedeniyle ciddi bir ekonomik krizin yaşandığını ortaya koyuyor. Öyle ki Gazze'nin milli geliri yüzde 81 oranında düşerek ekonomisini harabeye döndü. Rapor, 2008, 2012, 2014 ve 2021'deki önceki tüm askeri çatışmaların etkisini çok aşan ekonomik yıkımın ve ekonomik faaliyetlerdeki benzeri görülmemiş düşüşün dehşet verici boyutunu vurguluyor: Savaş enflasyonist baskılar, artan işsizlik ve dibe vuran gelirlerle birleşerek Filistinli hane halklarını ciddi şekilde yoksullaştırıyor.

2024'ün başlarında, sulama sistemleri, hayvan çiftlikleri, meyve bahçeleri, makineler ve depolama tesisleri de dahil olmak üzere Gazze'nin tarımsal varlıklarının yüzde 80 ila yüzde 96'sı yok edilerek bölgenin gıda üretim kapasitesini felce uğrattı ve zaten yüksek seviyelerde olan gıda yetersizliğini daha da kötüleştirdi. Yıkım özel sektörü de ağır bir şekilde etkiledi, Gazze ekonomisinin temel itici gücü olan işletmelerin yüzde 82'si hasar gördü ya da yıkıldı. Batı Şeria'da toplam 306 bin istihdam kaybı yaşandı ve savaş öncesi yüzde 12,9 olan işsizlik oranı yüzde 32’ye yükseldi. (4)

Dışardaki savaş içerdeki otoriterliği besliyor!

Meselenin bir diğer boyutu da dışarıdaki savaş ile içerdeki otoriterlik arasındaki zorunlu bağ. Yani dışarıda yürütülen savaş ile yurtiçindeki insanlık dışı uygulamalar, insan hakları ihlalleri, hak ve özgürlüklerin iyice kısıtlanması, hak arama eylemlerine izin verilmemesi arasında sıkı bir bağ mevcut. Bu da aslında savaşın ve militarizmin bir başka biçimi. Polis güçlerinin militarize edilmesi bunun somut bir örneği. Devlet savaşçı ve sömürgeleştirici bir emperyal güç haline geldiğinde, toplumsal kişilikteki aynı dürtüler kaçınılmaz olarak kendi halkına karşı bir silah olarak dönüyor.

Kaynaklar savaşa

Savaşlar sırasında kaynaklar öncelikle savaşa ayrılıyor. Nitekim başta ABD ve AB ülkeleri olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde savaşlar için ayrılan askeri bütçeler devasa biçimde artırıldı. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu diğer bazı ülkeler isteyerek ya da istemeyerek askeri bütçelerini artırmak durumunda kalacaklar.

Bir başka anlatımla, savaş, neden olacağı devasa insani zarar ve doğa yıkımının yanı sıra, vergiler başta olmak üzere, kısıtlı kamusal kaynakların eğitime, sağlığa, sosyal güvenliğe, işsizlik ve yoksullukla ve uyuşturucu kullanımıyla mücadeleye değil, savaş sanayine ayrılması, savaş baronlarının ve zenginlerinin daha da semirtilmesi demek. Bu yüzden savaşları zenginlerin dostu, buna karşılık yoksulların düşmanı olarak kabul etmek gerekiyor.

Kaynaklar ağırlıklı olarak savaşa ayrılınca iklim değişikliği ile mücadele, kamu hizmetlerinin finansmanı ve demokratikleşmenin sağlanması ve yoksullukla mücadele programlarına ayrılan kaynaklar keskin bir biçimde düşürülüyor.

Sonuç olarak

İsrail (ABD)- İran savaşı tarihsel bir dönüm noktasında olduğumuzu gösteriyor. Ya başta uluslararası işçi sınıfı olmak üzere, tüm dünya halkları savaşlara karşı çıkacağız ve dünyanın barış içinde bir arada yaşaması gereğini savunacağız ya da iklim yıkımı ve ekonomik krizler altında savaşlarla birlikte dünyanın yeni bir barbarlaşma sürecine girmesini izlemek durumunda kalacağız.

Dip notlar:

(1)  “How Representative Is the G7 of the World It's Trying to Lead?”, https://www.statista.com/chart/27687/g7-share-of-global-gdp-and-population (17 June 2025).

(2)  “Israel-Iran conflict set to dominate G7 summit”, https://www.bbc.com (15 June 2025).

(3)  “US asks China to stop Iran from closing Strait of Hormuz”, https://www.bbc.com (23 June 2025).

(4)  https://unctad.org/news/economic-crisis-worsens-occupied-palestinian-territory-amid-ongoing-gaza-conflict (12 September 2024).

 

21 Haziran 2025 Cumartesi

Dünya Yerelleştirme Günü

 

Dünya ‘Yerelleştirme Günü’nü Kutlarken, Türkiye Otoriterleşmeyi Artırarak Sürdürüyor!

Mustafa Durmuş

21 Haziran 2023


Bugün “Dünya Yerelleştirme Günü (bazılarının tercih ettiği söylemle Dünya Yerelleşme Günü)”. Bugün vesilesiyle yerelleştirme faaliyetleri, her yıl bu ay boyunca dünyanın birçok ülkesinde çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. Bu etkinliklerde dünyanın her yerinden insanlar yerelleştirmenin önemini ve gücünü keşfetmek, doğa ile uyumlu ekonomileri, gelişen toplulukları ve sağlıklı yerel gıda sistemlerini destekleyen eski ve yeni birçok girişimi tanıtmak için bir araya geliyor.

Küreselin karşısına yereli dikmek

Yerelleştirmenin önemi konusunda aktör, yazar ve kamucu düşünce öncülerinden biri olan Russell Brand şöyle diyor: “Ekonomileri ve toplulukları küresel yerine yerel olarak ele aldığımızda hayatımızın işleyişi üzerinde gerçek bir güç kullanma şansımız olur.” Keza gazeteci, yazar, film yapımcısı ve aktivist Naomi Klein yerelleştirme ve çok uluslu sermaye şirketleri ilişkisini şöyle özetliyor: “Yerel gıda ekonomileri sağlığımızı ve bir bütün olarak gezegenin sağlığını eski haline getirmek için gereklidir ancak bunları inşa etmek için haklarımızı küresel şirketlerden geri almalıyız. (1)

 “Küçük olan güzeldir!”

1973 yılında E. Schumacher adlı bir ekonomist “Küçük Güzeldir” adında, çeşitli makalelerinden oluşan bir derleme kitabıyla yerelleştirme fikrini popüler hale getirdi. 1970’li yılların başlarından itibaren kapitalist sistemde enerji, çevre, sosyal ve ekonomik krizlerin üst üste gelmesi bu kitapta yer alan fikirlerin giderek ana akım içinde de taraftar bulmasıyla sonuçlandı. Bu kitabında Schumacher, üreticiler ile tüketiciler, işçiler ile patronlar arasındaki ekonomik işlemlerde yerel ilişkilerin ön plana çıkartılmasının hem ekonomik hem de sosyal refah yaratarak toplulukları güçlendirebileceğini öne sürüyor. Yazarın bu kitabı, topluluk refahını artırmaya dönük ve kâr amacı gütmeyen kamu hastaneleri, eğitim kurumları, itfaiye ve kolluk hizmetlerinin ancak yerelleştirilme yapılarak en maliyet/ etkin ve adil biçimde sunulabileceği fikrinin giderek baskın hale gelmesini sağladı. (2)

Hodge: “Yerelleştirme maliyet etkin bir süreçtir”

Yerelleştirme fikriyatını ve hareketini anlatırken yazar ve film yapımcısı Helena Norberg-Hodge’ye ayrı bir sayfa açmak gerekiyor. Yazar 40 yıldır bu konunda yazıyor, dünya çapında halka açık konferanslar veriyor. Kendisi küresel ekonomideki gelişmelerin yerel topluluklar, yerel ekonomiler ve kimlikler üzerindeki etkisi konusunda araştırmalar yapan saygın bir analist ve bu etkilere karşı koymanın bir yolu olarak geliştirilen “yerelleştirme” fikrinin ve hareketinin önde gelen savunucularından birisi. Yazar konu ile ilgili olarak hazırladığı bir kitapçıkta yerelleştirmeyi şöyle tanımlıyor: “Yerelleştirme, hâlihazırda dev ulus ötesi şirketler ve bankaların lehine olan finansal ve diğer desteklerin kaldırılması ve üretimin asıl olarak yerel ihtiyaçların karşılanması için yapılması ve ihracat pazarlarına olan bağımlılığın azaltılmasıdır”. (3)

Ona göre, “yerelleştirme, toplulukların, bölgelerin ve ulusların kendi işleri üzerinde daha fazla kontrol sahibi olmalarını sağlayan bir ekonomik süreçtir. Ancak bu her topluluğu tamamen kendine güvenmeye teşvik etmek anlamına gelmez, aslında mümkün olan her yerde üreticiler ve tüketiciler arasındaki mesafeyi kısaltmak ve yerel pazarlar ile tekellerin hâkim olduğu bir küresel pazar arasında daha sağlıklı bir denge kurmak anlamına gelir. Yerelleştirme, soğuk iklimlerdeki insanların portakal veya avokadodan mahrum bırakılacağı anlamına da gelmez. Ancak buğday, pirinç veya sütlerini- kısacası temel gıda ihtiyaçlarını- elli millik bir yarıçap içinde üretilebildiklerinde, binlerce mil seyahat etmek zorunda kalmayacakları anlamına gelir. Yerelleştirmeye yönelik adımlar hem topluluklar hem de ulusal düzeyde ekonomileri güçlendirip çeşitlendirirken gereksiz nakliye masrafını azaltır”. (4)

Kısaca, yerelleştirme sadece kapitalist büyük sermaye düzeninin ve onun tüketici monokültürünün derin ve geniş bir eleştirisi değil, aynı zamanda ona karşı gerçek alternatifler ve kalıcı çözümler sunan gezegen çapında bir harekettir.

Yerelleştirme “yalıtılmak” değildir

Hodge yerelleştirmeyi katı bir reçete olarak değil, aksine ekonomik faaliyetleri değişik yerlere ve insanlara uyarlama süreci, “ekonomiyi eve getirmek” süreci olarak tanımlıyor. Yani yerelleştirme, yalıtılma (izolasyon) anlamına gelmiyor. Aslında, küreselleşmeden yerelleştirici ekonomik faaliyetlere geçebilmek uluslararası iş birliğini gerektiriyor. Çünkü küresel bankaların ve şirketlerin kârlarını koruyan serbest ticaret anlaşmalarından ziyade doğayı korumak için bağlayıcı anlaşmalara ihtiyaç var. Tabanda, topluluklar arasında, ulus devletler içinde ve uluslararası düzeyde olmak üzere her düzeyde acilen bilgi paylaşımı ve iş birliği gerekiyor.

Yerelleştirmenin faydaları ekonomik faydalarının çok ötesine geçiyor. Öyle ki yerelleştirme hem küresel Kuzey hem de Güney’de yerel ekonomiler yaratarak; yalnızca daha fazla güvenli gıda tedariki, iş ve istihdam güvenliği, refah ve gelir eşitliği sağlamakla kalmıyor aynı zamanda psikolojik ve fiziksel olarak bireyin ve toplulukların sağlığını güçlendiriyor. İnsanların birbirleriyle, topluluklarıyla, etrafındaki canlı dünyayla olan bağlantılarını yeniliyor, güvenli bir geleceğe olan özlemlerini gideriyor. Yani yerelleştirme, insanların birbirleriyle olan dayanışma ilişkisini ve birbirine olan güven duygusunu esas aldığından, insan psikolojisini olumlu etkiliyor, bu da insanların daha mutlu olmasıyla sonuçlanıyor. Bu yüzden de Hodge yerelleştirmeyi “mutluluğun ekonomisi” olarak tanımlıyor. (5)

Yerelleştirme hareketi köylü hareketi ile el ele

Yerelleştirme hareketini, gıda güvenliği ve egemenliği ve köylü hakları savunuculuğu hareketleriyle birlikte ele almak gerekiyor. Çünkü bu birliktelik küresel tekno-kapitalist “ilerleme” hegemonyasına meydan okuyan ve çeşitli, yerele dayalı, yaşamı onaylayan gelecekler için çalışan sayısız, yerel tabanlı grubun mozaiğini oluşturuyor. Dünyanın en büyük toplumsal hareketi olan La Via Campesina, böyle bir mozaiğin merkezinde yer alıyor. Bu hareket köylüyü “toprakla doğrudan ve özel bir ilişkisi olan toprak insanı” olarak yeniden tanımlıyor ve dünya çapında 2,5 milyardan fazla topraksız işçi, yerli halk, çoban, balıkçı, göçmen çiftlik işçisi ve çiftçiden oluşan parçalanmış gıda ağını ortak bir bayrak altında birleştiriyor. (6)

Yerelleştirme küresel endüstriyel gıda sisteminin panzehri olabilir

Bu mücadele aynı zamanda, küresel endüstriyel gıda/besin zincirine ve küresel kapitalizmin güçlerine karşı radikal, maddi ve ideolojik bir direnişi temsil ediyor. Özellikle Covid-19 Salgını ve Rusya-Ukrayna savaşının ardından aksamaya uğrayan “küresel gıda zinciri” söz konusu olduğunda, aklımıza sadece milyonlarca ton gıda maddesini gemilerle, uçaklarla, kamyonlarla ve trenlerle taşıyarak her öğünü tabaklarımıza ulaştıran, kıtalara yayılan ayrıntılı ve karmaşık bir tedarik zinciri geliyor. Ancak bu baskın endüstriyel gıda zinciri birçok gıda sisteminden sadece biri. Öyle ki bize anlatılan hikâyelerin aksine, bu küresel endüstriyel gıda zinciri aslında dünyanın çoğunluğunu beslemiyor.

Küresel endüstriyel gıda sisteminin nasıl oluştuğuna baktığımızda, uzun ve şiddetli bir sömürgecilik tarihini, doğal kaynak ve emek sömürüsü ile desteklenen üretim, işleme, perakende satış, nakliye ve dağıtımı görürüz. Tüm bu parçalar, yalnızca bir avuç çok uluslu şirketin mülkiyetinde ve kontrolünde. Bu sistem fosil yakıt enerjisinin yüzde 90’ını ve suyun yüzde 80’ini kullanarak dünyadaki tarım arazilerinin yüzde 75’inden fazlasında faaliyet gösterirken, dünya nüfusunun sadece yüzde 30’unu besliyor. (7)

“Yerel köylü gıda ağı sistemleri”

Diğer taraftan, böyle bir devasa sisteme hem maddi hem de ideolojik olarak karşı durabilecek küresel çapta 2,5 milyardan fazla küçük ölçekli çiftçi, köylü, balıkçı, çoban ve yerli halktan oluşan karmaşık ağlar içinde sayısız küçük sistem var. Bugün “köylü gıda ağı” olarak da adlandırılan bu sistem, topluluklar nüfusunun yüzde 70’ini beslemek için dünyanın tarım arazilerinin yalnızca yüzde 25’inin üzerinde faaliyet gösteriyor.

Bu iki sistem birbirine zıt sistemler. Öyle ki küresel endüstriyel gıda sistemi kâr ve verimliliğin maksimize edilmesini amaçlıyor ve bu yolda merkeziyetçi, hegemonik, antidemokratik tek kültürlü ve tek tip bir değer sisteminin devreye sokuyor. Buna karşılık köylü gıda sistemi yerelleştirmeyi, toplulukların ihtiyaçlarını, küçük üretimi, yerel toplulukların zengin kültürel uygulamalarını ve demokratik işleyişi esas alıyor ve daha çok doğa ve insan odaklı hareket ediyor. Keza küresel endüstriyel gıda sistemi topluluklara boyun eğdirmenin peşinde iken, köylü gıda ağı sistemi insanın ve toplulukların bağımsızlaşmasını ve güçlenmesini hedefliyor.

Yerelleştirme karar almanın yerelleşmesi ile birlikte yürümeli

Covid-19 Salgını ve ülkemizde yaşanan 6 Şubat Depremi sırasında merkezi otoritenin gösterdiği beceriksizlikler sonrasında kabaran sosyoekonomik fatura, merkezileşmeye gereğinden fazla güç vermenin ne denli sakıncalı olduğunu gösterdi. Bu yüzden de artık gelecekteki salgınlarla, ekonomik krizlerle ve iklim değişiklikleriyle çok daha etkili yol ve yöntemlerle mücadele edebilecek yönetimlere ihtiyaç var.

Bu açıdan ideal olan, karar alma ağırlığının yerel yönetimlerde olduğu bir karma modelin uygulanmasıdır. Çünkü benzer kimliklerden oluşan yerel bölgelerin sorunları da birbirine benziyor. Bu birimler çok daha büyük sosyal ve politik dayanışma gösteriyor, bu da çözümün çok daha etkin bir biçimde hayata geçirilmesini sağlıyor. Ayrıca otoriterleşmeyi önlemenin en etkin yolu karar almayı merkezden yerele doğru taşımaktır.

Anti-otoriter çözümler hiç olmadığı kadar önemli hale geldi

Şu an içinde bulunduğumuz politik, jeopolitik ve ekonomik koşulları dikkate aldığımızda, yerelleştirme ülke insanının özgürleşmesi ve ülkenin bütüncül sosyoekonomik kalkınması için çok büyük bir öneme sahiptir.

Öncelikle, burnumuzun dibinde devam eden İsrail-İran savaşı ve Rusya-Ukrayna savaşının olumsuz etkilerinden ülkenin daha da otoriterleşerek kurtulabilmesi mümkün değil. Bu bağlamda, “İç Cephe Tahkimatı” ve “Dış Tehdit İsrail” propagandası üzerine kurulan AKP-MHP İktidar Blokunun stratejisi ülkeyi daha da otoriter bir rejime sürüklerken, toplumsal çöküşü de hızlandırabilecektir.

“Dış Tehdit İsrail”, aslında Davutoğlu’nun sıklıkla kullandığı bir Neo-Osmanlıcı tez olan “Stratejik Derinlik” tezinin geldiği nokta. Bugün İran’dan sonra İsrail’in Türkiye’ye saldıracağı ileri sürülüyor. İsrail’in Türkiye’ye saldırması gerçekçi bir güvenlik tehdidi olmamakla birlikte İran-İsrail savaşının doğurduğu bölgesel istikrarsızlığın, Türkiye’ye dolaylı biçimlerde sirayet etmesi mümkün. Ne var ki, İktidar Bloku bu dolaylı riski Türkiye’nin dış politikasındaki çelişkileri örtmek ve iç siyasetteki otoriter konsolidasyon stratejilerini derinleştirmek için bir araç olarak kullanıyor.

“İç Cepheyi Tahkim” ise bu tarzı siyasetin kod adı. Mantığı gereği “iç cephe” terimi, yurttaşların siyasal farklılıklarını askıya alarak rejimin savaş stratejilerine eksiksiz ve sorgusuz uyum göstermesini ima ediyor. Bu zihniyete teslim olunduğunda zaten alanı son derece daraltılmış olan demokratik muhalefet lüks, hatta tehdit gibi gösterilmeye başlamaz mı? Türkiye gibi militarist hafızası güçlü toplumlarda, bu tür kavramlar sivil alanın militarizasyonunun yolunu döşemez mi? Cumhur İttifakı altında bu kez muhalefeti de burgacına alarak daha çok “sivil irade” ve “milli birlik” kılıfıyla ama aynı baskı mekanizmalarının daha karmaşık ve manipülatif biçimde uygulanmasına hizmet ediyor: Vatan tehlike altındayken, sınıf mücadeleleri, ezenler ve ezilenler arasındaki mücadeleler önemsizleşir”. (8)

Bu stratejinin asıl amacını göremeyen ve pragmatizm altında buna destek verebilecek siyasal hareketler (bu destek ülkedeki otoriterliği pekiştirmeye yarayacağından), başta kendi kitleleri olmak üzere tüm ülke halklarında hayal kırıklığı yaratmaktan öteye geçemezler.

Sonuç olarak

Otoriterleşmenin panzehri, yerinden demokrasi, demokratik komünalizm, özyönetim gibi tezlere geri dönmektir. Öncelikli olarak çoğulcu, yerinden demokrasiyi aşağıdan yukarıya, halkın ve işçi sınıfının gücüne dayanarak inşa etmek gerekiyor. Böyle bir demokratikleşmenin en önemli ayaklarından biri her türden karar alma mekanizmasını yerele doğru kaydıran yerelleştirmedir. Bu hem politik hem de ekonomik kararlar için geçerli bir durumdur. Böyle bir yerelleştirme daha fazla otoriterleşmenin önünü kesebilecek ve barış ve demokrasi hareketini koruyabilme gücüne sahip yapısal bir direnci örebilecek önemli bir araç olarak işlev görebilir.

Yerel örgütlenmeler, dirençli ağlar kurarak, yerel düzeyde örgütlenerek, demokratik kurumları destekleyerek ve amaç birliğini koruyarak, otoriter eğilimlere karşı bir güç olarak hizmet edebilir. (9) Bu nedenle yerelleştirmenin stratejik bir hedef haline getirilmesi gerekir.  Nitekim yerel örgütlenmeler ve yerel güçler (büyük sermaye ile hemhal olan siyasal iktidar için ciddi bir risk oluşturduğundan), bugünlerde İktidar Bloku tarafından gündeme getirilen yeni bir yerel yönetimler yasası ile etkisiz hale getirilmeye çalışılıyor. Bu tür antidemokratik girişimleri boşa çıkarmak demokratikleşme ve barışın inşası açısından son derece önemlidir.

Yerelleştirme, özellikle kırsal ekonomileri canlandırarak sadece ucuz ve güvenli gıdaya erişim (dolayısıyla da yoksulluk ve açlık) sorununu çözmekle kalmaz, aynı zamanda kırdan kente göçün önünü açan sistemik baskıları da azaltarak köylüleri ve yerli toplulukları koruyabilir. Bu şekilde kentlerde işsizliğin artmasına engel olarak işçi sınıfının gücünün zayıflamasını önleyebilir. Aynı zamanda, küresel tarım işletmelerinin, büyük sermayenin güdümündeki teknolojilerin ve finans kapitalin insanların hayatlarına, geçim kaynaklarına ve kültürlerine yönelik saldırılarını durdurabilir.

Oysa Türkiye çok daha farklı gündemlerle meşgul ediliyor. Yerelleştirmenin ve yereli güçlendirmenin tam aksine, siyasette olduğu gibi ekonomik faaliyetlerin de merkezileştirildiği, tek elden yönetildiği, bu yüzden de en son zeytinliklerin tahrip edilmesine yol açan yasa ile başta tarım olmak üzere birçok alanın yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğumuz zor bir süreçten geçiyoruz.

Gücün tek bir elde toplandığı mevcut otoriter rejimin ülkeyi tam bir çöküşe sürüklediğine tanık oluyoruz. Ancak bunun sorumlularının bu hatadan dönmek gibi bir niyetleri olmadığı gibi, iktidarda kalabilmek için bölgede yaşanan savaşları da kullanmak istedikleri gibi barışı da araçsallaştırmak istediklerini söylemek abartı olmayacaktır.

Bu ülkede barış da demokratikleşme de bunlara şiddetle karşı çıkanlara rağmen hala inşa edilebilir, edilmelidir. Bunun bilincinde olarak barış ve demokratikleşme mücadelesini sonuna kadar sürdürmek gerekiyor ama,” aklımızda” diyerek.

Dip notlar:

(1)    https://www.localfutures.org/world-localization-day (20 Haziran 2023).

(2)    Small Is Beautiful: A Study of Economics As If People Mattered,  https://en.wikipedia.org/wiki/Small_Is_Beautiful (20 Haziran 2023).

(3)    Helena Norberg-Hodge,  “Localization: Essential steps to an economics of happiness”, www.localfutures.org, 2016. s. 28. (21 Haziran 2025).

(4)    Agm, s. 50

(5)    https://www.localfutures.org/unpacking-the-word-peasant (18 April 2023).

(6)    Agm.

(7)    Raghuram G. Rajan, “Which Post-Pandemic Government?”, https://www.project-syndicate.org (22 May 2020).

(8)    Ertuğrul Kürkçü, “Vatan tehlikede mi?”, yeniyasamgazetesi9.com (19 Haziran 2025).

(9)    https://protectdemocracy.org/how-to-protect-democracy (10 Haziran 2025).