21 Haziran 2025 Cumartesi

Dünya Yerelleştirme Günü

 

Dünya ‘Yerelleştirme Günü’nü Kutlarken, Türkiye Otoriterleşmeyi Artırarak Sürdürüyor!

Mustafa Durmuş

21 Haziran 2023


Bugün “Dünya Yerelleştirme Günü (bazılarının tercih ettiği söylemle Dünya Yerelleşme Günü)”. Bugün vesilesiyle yerelleştirme faaliyetleri, her yıl bu ay boyunca dünyanın birçok ülkesinde çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. Bu etkinliklerde dünyanın her yerinden insanlar yerelleştirmenin önemini ve gücünü keşfetmek, doğa ile uyumlu ekonomileri, gelişen toplulukları ve sağlıklı yerel gıda sistemlerini destekleyen eski ve yeni birçok girişimi tanıtmak için bir araya geliyor.

Küreselin karşısına yereli dikmek

Yerelleştirmenin önemi konusunda aktör, yazar ve kamucu düşünce öncülerinden biri olan Russell Brand şöyle diyor: “Ekonomileri ve toplulukları küresel yerine yerel olarak ele aldığımızda hayatımızın işleyişi üzerinde gerçek bir güç kullanma şansımız olur.” Keza gazeteci, yazar, film yapımcısı ve aktivist Naomi Klein yerelleştirme ve çok uluslu sermaye şirketleri ilişkisini şöyle özetliyor: “Yerel gıda ekonomileri sağlığımızı ve bir bütün olarak gezegenin sağlığını eski haline getirmek için gereklidir ancak bunları inşa etmek için haklarımızı küresel şirketlerden geri almalıyız. (1)

 “Küçük olan güzeldir!”

1973 yılında E. Schumacher adlı bir ekonomist “Küçük Güzeldir” adında, çeşitli makalelerinden oluşan bir derleme kitabıyla yerelleştirme fikrini popüler hale getirdi. 1970’li yılların başlarından itibaren kapitalist sistemde enerji, çevre, sosyal ve ekonomik krizlerin üst üste gelmesi bu kitapta yer alan fikirlerin giderek ana akım içinde de taraftar bulmasıyla sonuçlandı. Bu kitabında Schumacher, üreticiler ile tüketiciler, işçiler ile patronlar arasındaki ekonomik işlemlerde yerel ilişkilerin ön plana çıkartılmasının hem ekonomik hem de sosyal refah yaratarak toplulukları güçlendirebileceğini öne sürüyor. Yazarın bu kitabı, topluluk refahını artırmaya dönük ve kâr amacı gütmeyen kamu hastaneleri, eğitim kurumları, itfaiye ve kolluk hizmetlerinin ancak yerelleştirilme yapılarak en maliyet/ etkin ve adil biçimde sunulabileceği fikrinin giderek baskın hale gelmesini sağladı. (2)

Hodge: “Yerelleştirme maliyet etkin bir süreçtir”

Yerelleştirme fikriyatını ve hareketini anlatırken yazar ve film yapımcısı Helena Norberg-Hodge’ye ayrı bir sayfa açmak gerekiyor. Yazar 40 yıldır bu konunda yazıyor, dünya çapında halka açık konferanslar veriyor. Kendisi küresel ekonomideki gelişmelerin yerel topluluklar, yerel ekonomiler ve kimlikler üzerindeki etkisi konusunda araştırmalar yapan saygın bir analist ve bu etkilere karşı koymanın bir yolu olarak geliştirilen “yerelleştirme” fikrinin ve hareketinin önde gelen savunucularından birisi. Yazar konu ile ilgili olarak hazırladığı bir kitapçıkta yerelleştirmeyi şöyle tanımlıyor: “Yerelleştirme, hâlihazırda dev ulus ötesi şirketler ve bankaların lehine olan finansal ve diğer desteklerin kaldırılması ve üretimin asıl olarak yerel ihtiyaçların karşılanması için yapılması ve ihracat pazarlarına olan bağımlılığın azaltılmasıdır”. (3)

Ona göre, “yerelleştirme, toplulukların, bölgelerin ve ulusların kendi işleri üzerinde daha fazla kontrol sahibi olmalarını sağlayan bir ekonomik süreçtir. Ancak bu her topluluğu tamamen kendine güvenmeye teşvik etmek anlamına gelmez, aslında mümkün olan her yerde üreticiler ve tüketiciler arasındaki mesafeyi kısaltmak ve yerel pazarlar ile tekellerin hâkim olduğu bir küresel pazar arasında daha sağlıklı bir denge kurmak anlamına gelir. Yerelleştirme, soğuk iklimlerdeki insanların portakal veya avokadodan mahrum bırakılacağı anlamına da gelmez. Ancak buğday, pirinç veya sütlerini- kısacası temel gıda ihtiyaçlarını- elli millik bir yarıçap içinde üretilebildiklerinde, binlerce mil seyahat etmek zorunda kalmayacakları anlamına gelir. Yerelleştirmeye yönelik adımlar hem topluluklar hem de ulusal düzeyde ekonomileri güçlendirip çeşitlendirirken gereksiz nakliye masrafını azaltır”. (4)

Kısaca, yerelleştirme sadece kapitalist büyük sermaye düzeninin ve onun tüketici monokültürünün derin ve geniş bir eleştirisi değil, aynı zamanda ona karşı gerçek alternatifler ve kalıcı çözümler sunan gezegen çapında bir harekettir.

Yerelleştirme “yalıtılmak” değildir

Hodge yerelleştirmeyi katı bir reçete olarak değil, aksine ekonomik faaliyetleri değişik yerlere ve insanlara uyarlama süreci, “ekonomiyi eve getirmek” süreci olarak tanımlıyor. Yani yerelleştirme, yalıtılma (izolasyon) anlamına gelmiyor. Aslında, küreselleşmeden yerelleştirici ekonomik faaliyetlere geçebilmek uluslararası iş birliğini gerektiriyor. Çünkü küresel bankaların ve şirketlerin kârlarını koruyan serbest ticaret anlaşmalarından ziyade doğayı korumak için bağlayıcı anlaşmalara ihtiyaç var. Tabanda, topluluklar arasında, ulus devletler içinde ve uluslararası düzeyde olmak üzere her düzeyde acilen bilgi paylaşımı ve iş birliği gerekiyor.

Yerelleştirmenin faydaları ekonomik faydalarının çok ötesine geçiyor. Öyle ki yerelleştirme hem küresel Kuzey hem de Güney’de yerel ekonomiler yaratarak; yalnızca daha fazla güvenli gıda tedariki, iş ve istihdam güvenliği, refah ve gelir eşitliği sağlamakla kalmıyor aynı zamanda psikolojik ve fiziksel olarak bireyin ve toplulukların sağlığını güçlendiriyor. İnsanların birbirleriyle, topluluklarıyla, etrafındaki canlı dünyayla olan bağlantılarını yeniliyor, güvenli bir geleceğe olan özlemlerini gideriyor. Yani yerelleştirme, insanların birbirleriyle olan dayanışma ilişkisini ve birbirine olan güven duygusunu esas aldığından, insan psikolojisini olumlu etkiliyor, bu da insanların daha mutlu olmasıyla sonuçlanıyor. Bu yüzden de Hodge yerelleştirmeyi “mutluluğun ekonomisi” olarak tanımlıyor. (5)

Yerelleştirme hareketi köylü hareketi ile el ele

Yerelleştirme hareketini, gıda güvenliği ve egemenliği ve köylü hakları savunuculuğu hareketleriyle birlikte ele almak gerekiyor. Çünkü bu birliktelik küresel tekno-kapitalist “ilerleme” hegemonyasına meydan okuyan ve çeşitli, yerele dayalı, yaşamı onaylayan gelecekler için çalışan sayısız, yerel tabanlı grubun mozaiğini oluşturuyor. Dünyanın en büyük toplumsal hareketi olan La Via Campesina, böyle bir mozaiğin merkezinde yer alıyor. Bu hareket köylüyü “toprakla doğrudan ve özel bir ilişkisi olan toprak insanı” olarak yeniden tanımlıyor ve dünya çapında 2,5 milyardan fazla topraksız işçi, yerli halk, çoban, balıkçı, göçmen çiftlik işçisi ve çiftçiden oluşan parçalanmış gıda ağını ortak bir bayrak altında birleştiriyor. (6)

Yerelleştirme küresel endüstriyel gıda sisteminin panzehri olabilir

Bu mücadele aynı zamanda, küresel endüstriyel gıda/besin zincirine ve küresel kapitalizmin güçlerine karşı radikal, maddi ve ideolojik bir direnişi temsil ediyor. Özellikle Covid-19 Salgını ve Rusya-Ukrayna savaşının ardından aksamaya uğrayan “küresel gıda zinciri” söz konusu olduğunda, aklımıza sadece milyonlarca ton gıda maddesini gemilerle, uçaklarla, kamyonlarla ve trenlerle taşıyarak her öğünü tabaklarımıza ulaştıran, kıtalara yayılan ayrıntılı ve karmaşık bir tedarik zinciri geliyor. Ancak bu baskın endüstriyel gıda zinciri birçok gıda sisteminden sadece biri. Öyle ki bize anlatılan hikâyelerin aksine, bu küresel endüstriyel gıda zinciri aslında dünyanın çoğunluğunu beslemiyor.

Küresel endüstriyel gıda sisteminin nasıl oluştuğuna baktığımızda, uzun ve şiddetli bir sömürgecilik tarihini, doğal kaynak ve emek sömürüsü ile desteklenen üretim, işleme, perakende satış, nakliye ve dağıtımı görürüz. Tüm bu parçalar, yalnızca bir avuç çok uluslu şirketin mülkiyetinde ve kontrolünde. Bu sistem fosil yakıt enerjisinin yüzde 90’ını ve suyun yüzde 80’ini kullanarak dünyadaki tarım arazilerinin yüzde 75’inden fazlasında faaliyet gösterirken, dünya nüfusunun sadece yüzde 30’unu besliyor. (7)

“Yerel köylü gıda ağı sistemleri”

Diğer taraftan, böyle bir devasa sisteme hem maddi hem de ideolojik olarak karşı durabilecek küresel çapta 2,5 milyardan fazla küçük ölçekli çiftçi, köylü, balıkçı, çoban ve yerli halktan oluşan karmaşık ağlar içinde sayısız küçük sistem var. Bugün “köylü gıda ağı” olarak da adlandırılan bu sistem, topluluklar nüfusunun yüzde 70’ini beslemek için dünyanın tarım arazilerinin yalnızca yüzde 25’inin üzerinde faaliyet gösteriyor.

Bu iki sistem birbirine zıt sistemler. Öyle ki küresel endüstriyel gıda sistemi kâr ve verimliliğin maksimize edilmesini amaçlıyor ve bu yolda merkeziyetçi, hegemonik, antidemokratik tek kültürlü ve tek tip bir değer sisteminin devreye sokuyor. Buna karşılık köylü gıda sistemi yerelleştirmeyi, toplulukların ihtiyaçlarını, küçük üretimi, yerel toplulukların zengin kültürel uygulamalarını ve demokratik işleyişi esas alıyor ve daha çok doğa ve insan odaklı hareket ediyor. Keza küresel endüstriyel gıda sistemi topluluklara boyun eğdirmenin peşinde iken, köylü gıda ağı sistemi insanın ve toplulukların bağımsızlaşmasını ve güçlenmesini hedefliyor.

Yerelleştirme karar almanın yerelleşmesi ile birlikte yürümeli

Covid-19 Salgını ve ülkemizde yaşanan 6 Şubat Depremi sırasında merkezi otoritenin gösterdiği beceriksizlikler sonrasında kabaran sosyoekonomik fatura, merkezileşmeye gereğinden fazla güç vermenin ne denli sakıncalı olduğunu gösterdi. Bu yüzden de artık gelecekteki salgınlarla, ekonomik krizlerle ve iklim değişiklikleriyle çok daha etkili yol ve yöntemlerle mücadele edebilecek yönetimlere ihtiyaç var.

Bu açıdan ideal olan, karar alma ağırlığının yerel yönetimlerde olduğu bir karma modelin uygulanmasıdır. Çünkü benzer kimliklerden oluşan yerel bölgelerin sorunları da birbirine benziyor. Bu birimler çok daha büyük sosyal ve politik dayanışma gösteriyor, bu da çözümün çok daha etkin bir biçimde hayata geçirilmesini sağlıyor. Ayrıca otoriterleşmeyi önlemenin en etkin yolu karar almayı merkezden yerele doğru taşımaktır.

Anti-otoriter çözümler hiç olmadığı kadar önemli hale geldi

Şu an içinde bulunduğumuz politik, jeopolitik ve ekonomik koşulları dikkate aldığımızda, yerelleştirme ülke insanının özgürleşmesi ve ülkenin bütüncül sosyoekonomik kalkınması için çok büyük bir öneme sahiptir.

Öncelikle, burnumuzun dibinde devam eden İsrail-İran savaşı ve Rusya-Ukrayna savaşının olumsuz etkilerinden ülkenin daha da otoriterleşerek kurtulabilmesi mümkün değil. Bu bağlamda, “İç Cephe Tahkimatı” ve “Dış Tehdit İsrail” propagandası üzerine kurulan AKP-MHP İktidar Blokunun stratejisi ülkeyi daha da otoriter bir rejime sürüklerken, toplumsal çöküşü de hızlandırabilecektir.

“Dış Tehdit İsrail”, aslında Davutoğlu’nun sıklıkla kullandığı bir Neo-Osmanlıcı tez olan “Stratejik Derinlik” tezinin geldiği nokta. Bugün İran’dan sonra İsrail’in Türkiye’ye saldıracağı ileri sürülüyor. İsrail’in Türkiye’ye saldırması gerçekçi bir güvenlik tehdidi olmamakla birlikte İran-İsrail savaşının doğurduğu bölgesel istikrarsızlığın, Türkiye’ye dolaylı biçimlerde sirayet etmesi mümkün. Ne var ki, İktidar Bloku bu dolaylı riski Türkiye’nin dış politikasındaki çelişkileri örtmek ve iç siyasetteki otoriter konsolidasyon stratejilerini derinleştirmek için bir araç olarak kullanıyor.

“İç Cepheyi Tahkim” ise bu tarzı siyasetin kod adı. Mantığı gereği “iç cephe” terimi, yurttaşların siyasal farklılıklarını askıya alarak rejimin savaş stratejilerine eksiksiz ve sorgusuz uyum göstermesini ima ediyor. Bu zihniyete teslim olunduğunda zaten alanı son derece daraltılmış olan demokratik muhalefet lüks, hatta tehdit gibi gösterilmeye başlamaz mı? Türkiye gibi militarist hafızası güçlü toplumlarda, bu tür kavramlar sivil alanın militarizasyonunun yolunu döşemez mi? Cumhur İttifakı altında bu kez muhalefeti de burgacına alarak daha çok “sivil irade” ve “milli birlik” kılıfıyla ama aynı baskı mekanizmalarının daha karmaşık ve manipülatif biçimde uygulanmasına hizmet ediyor: Vatan tehlike altındayken, sınıf mücadeleleri, ezenler ve ezilenler arasındaki mücadeleler önemsizleşir”. (8)

Bu stratejinin asıl amacını göremeyen ve pragmatizm altında buna destek verebilecek siyasal hareketler (bu destek ülkedeki otoriterliği pekiştirmeye yarayacağından), başta kendi kitleleri olmak üzere tüm ülke halklarında hayal kırıklığı yaratmaktan öteye geçemezler.

Sonuç olarak

Otoriterleşmenin panzehri, yerinden demokrasi, demokratik komünalizm, özyönetim gibi tezlere geri dönmektir. Öncelikli olarak çoğulcu, yerinden demokrasiyi aşağıdan yukarıya, halkın ve işçi sınıfının gücüne dayanarak inşa etmek gerekiyor. Böyle bir demokratikleşmenin en önemli ayaklarından biri her türden karar alma mekanizmasını yerele doğru kaydıran yerelleştirmedir. Bu hem politik hem de ekonomik kararlar için geçerli bir durumdur. Böyle bir yerelleştirme daha fazla otoriterleşmenin önünü kesebilecek ve barış ve demokrasi hareketini koruyabilme gücüne sahip yapısal bir direnci örebilecek önemli bir araç olarak işlev görebilir.

Yerel örgütlenmeler, dirençli ağlar kurarak, yerel düzeyde örgütlenerek, demokratik kurumları destekleyerek ve amaç birliğini koruyarak, otoriter eğilimlere karşı bir güç olarak hizmet edebilir. (9) Bu nedenle yerelleştirmenin stratejik bir hedef haline getirilmesi gerekir.  Nitekim yerel örgütlenmeler ve yerel güçler (büyük sermaye ile hemhal olan siyasal iktidar için ciddi bir risk oluşturduğundan), bugünlerde İktidar Bloku tarafından gündeme getirilen yeni bir yerel yönetimler yasası ile etkisiz hale getirilmeye çalışılıyor. Bu tür antidemokratik girişimleri boşa çıkarmak demokratikleşme ve barışın inşası açısından son derece önemlidir.

Yerelleştirme, özellikle kırsal ekonomileri canlandırarak sadece ucuz ve güvenli gıdaya erişim (dolayısıyla da yoksulluk ve açlık) sorununu çözmekle kalmaz, aynı zamanda kırdan kente göçün önünü açan sistemik baskıları da azaltarak köylüleri ve yerli toplulukları koruyabilir. Bu şekilde kentlerde işsizliğin artmasına engel olarak işçi sınıfının gücünün zayıflamasını önleyebilir. Aynı zamanda, küresel tarım işletmelerinin, büyük sermayenin güdümündeki teknolojilerin ve finans kapitalin insanların hayatlarına, geçim kaynaklarına ve kültürlerine yönelik saldırılarını durdurabilir.

Oysa Türkiye çok daha farklı gündemlerle meşgul ediliyor. Yerelleştirmenin ve yereli güçlendirmenin tam aksine, siyasette olduğu gibi ekonomik faaliyetlerin de merkezileştirildiği, tek elden yönetildiği, bu yüzden de en son zeytinliklerin tahrip edilmesine yol açan yasa ile başta tarım olmak üzere birçok alanın yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğumuz zor bir süreçten geçiyoruz.

Gücün tek bir elde toplandığı mevcut otoriter rejimin ülkeyi tam bir çöküşe sürüklediğine tanık oluyoruz. Ancak bunun sorumlularının bu hatadan dönmek gibi bir niyetleri olmadığı gibi, iktidarda kalabilmek için bölgede yaşanan savaşları da kullanmak istedikleri gibi barışı da araçsallaştırmak istediklerini söylemek abartı olmayacaktır.

Bu ülkede barış da demokratikleşme de bunlara şiddetle karşı çıkanlara rağmen hala inşa edilebilir, edilmelidir. Bunun bilincinde olarak barış ve demokratikleşme mücadelesini sonuna kadar sürdürmek gerekiyor ama,” aklımızda” diyerek.

Dip notlar:

(1)    https://www.localfutures.org/world-localization-day (20 Haziran 2023).

(2)    Small Is Beautiful: A Study of Economics As If People Mattered,  https://en.wikipedia.org/wiki/Small_Is_Beautiful (20 Haziran 2023).

(3)    Helena Norberg-Hodge,  “Localization: Essential steps to an economics of happiness”, www.localfutures.org, 2016. s. 28. (21 Haziran 2025).

(4)    Agm, s. 50

(5)    https://www.localfutures.org/unpacking-the-word-peasant (18 April 2023).

(6)    Agm.

(7)    Raghuram G. Rajan, “Which Post-Pandemic Government?”, https://www.project-syndicate.org (22 May 2020).

(8)    Ertuğrul Kürkçü, “Vatan tehlikede mi?”, yeniyasamgazetesi9.com (19 Haziran 2025).

(9)    https://protectdemocracy.org/how-to-protect-democracy (10 Haziran 2025).

 

19 Haziran 2025 Perşembe

Ortak Mücadele

 

Otoriterliğin Panzehri (2): Direniş ve Ortak Mücadele

Mustafa Durmuş

20 Haziran 2025

Demokratikleşmenin (ve Türkiye özelinde barışın) bir diğer önemli ögesi örgütlü direnç ya da direniştir. Nakagawa direnci üç ana başlıkta ele alıyor:  “Yapısal Direnç”, “Kültürel Direnç” ve “Ortak Mücadele”. (1)

Yapısal Direnç

Demokratik kurumların otoriterleşmeye set oluşturabilmesi için öncelikli olarak yapısal bir direnç örülmelidir. Bunun için de sırasıyla kurumsal/örgütsel çokluğa ihtiyaç duyulur. Yani aynı anda iktidar tarafından ele geçirilemeyecek kadar çok kurumun varlığı, farklı güç merkezlerinin birbirini kontrol etmesi, gerektiğinde sığınak sağlayacak yerel yapıların varlığı ve uluslararası bağlantılar gereklidir.

Bu bağlamda taban hareketleri, demokrasinin sadece oy vermekten ibaret olmadığını göstererek demokrasiyi anlamlı ve erişilebilir kılan yerel örgütlenme yoluyla güçlerini ortaya koyarlar. Çünkü demokrasi hem seçimler yoluyla hem de seçimler arasında ve ötesinde topluluklar harekete geçtiğinde ve taleplerde bulunduğunda etkin olarak işler. Yerel düzeyde direniş mücadelesine başlamak ise daha doğrudan etki yaratmaya olanak tanır ve temelden dayanıklılık inşa eder. Ayrıca, yerel örgütlenmeler daha şeffaf ve hesap verebilir hale geldiklerinde halkın yerel kurumlara olan güvenini de artırır.

Güçlü yerel yapılar örgütlenmeli

Bu nedenle yerelleşme ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi çok önemlidir. Nitekim bugünlerde gücü tek elde toplayabilmek için İktidar Blokunun yeni bir yerel yönetimler yasası ile yerel demokratik güçleri tamamen pasifize etmek istemesi tesadüf değildir.

Ayrıca birbirini çapraz kesen çıkarların ortaya çıkarılarak, aradaki bağların sıkılaştırılması gereklidir. Çünkü Türkiye’de yaşandığı gibi, bir kısım sermaye de otoriterlikten payını alıyor. Yani iş dünyasının da hukukun üstünlüğüne ihtiyaç duyduğu gerçeği pragmatik olarak değerlendirilmelidir.

Bunun dışında otoriter rejimi uluslararası anlaşmalara bağlı kalmaya zorlamak, bu yönde uluslararası ekonomik ilişkileri devreye sokmak (AB üyeliği gibi), diaspora topluluklarının baskı yapmasını sağlamak ve uluslararası af örgütü ya da insan hakları örgütleri gibi örgütlerin rejimi takibe almalarını sağlamak son derece önemlidir.

Kültürel Direnç

İkinci olarak, çoğulcu kültür otoriterliğe karşı antikorlar yaratır. Bu nedenle de demokratik alışkanlıkları, barışçıl protesto becerilerini; meslek etiğini (gerçeğe bağlı gazeteciler, hukukun üstünlüğünü savunan avukatlar, bağımsızlığını koruyan akademisyenler, tüm hastalara hizmet veren doktorlar gibi) ve sivil ağları (dayanışmayı önceleyen dernekleşmeyi, durumdan bağımsız iletişim kanalları, karşılıklı yardım geleneklerini) harekete geçirmek gerekir.

Sorunları içselleştirmek!

Bu bağlamda öncelikle soyut politikalara değil, insanlara odaklanmak için eylemleri insan hikayeleri etrafında biçimlendirmek yani sorunları insanileştirmek (içselleştirmek) gerekir. 

Ayrıca adaletsiz bir iktidarla mücadele etmek için mizah da kullanılmalıdır. Bu bağlamda, eleştirmek istenilen kurumların kişiliğine bürünmek, onların dilinden konuşup, mantıklarını saçmalığa kadar yükselterek, kusurlarını ve çelişkilerini ortaya çıkarmak yararlı olabilir.

Mizahın ve hicvin gücü

Otoriter rejimler “yanılmazlık” imajını korumaya dayanırlar. Onların seslerini taklit etmek onları silahsızlandırır ve izleyicileri rahatsız edici gerçeklerle yüzleşmeye zorlar. Ancak mizah ve eleştiriyi her zaman iktidarda olana yöneltmek gerekir. Hiciv ise kontrolü elinde tutanların başarısızlıklarını ortaya koyarak marjinalleştirilmiş olanları güçlendirmek amacıyla kullanılmalıdır. 

Diğer yandan, otoriter iktidarlardan karşı saldırılar geleceği de bilinmelidir. Böylece dezenformasyona veya yasal zorluklara karşı net mesajlar ve kamuoyu desteği ile karşı koymaya hazır olmak gerekir.   Mizahın bir başa çıkma mekanizmasından daha fazlası olduğunu, değişim için bir silah olduğunu unutmamak gerekir.

Otoriterlik karşısında absürtlük, iktidardakilerin çelişkilerini ve ahlaki başarısızlıklarını yansıtan bir aynadır. Hiciv ve ‘yaratıcı şiddetsiz direniş’ ten yararlanarak otoriter anlatılara meydan okunmalıdır. Kamuoyu desteği harekete geçirilmeli ve dünyaya başka bir yolun mümkün olduğu gösterilmelidir.

Kışkırtıcı, esprili ve görsel olarak ilgi çeken eylemler oluşturarak medyanın dikkati çekilebilir ve internette viral olmak sağlanabilir.   Medyada yer almak mesajın erişimini artırır ve normalde göz ardı edilebilecek konuların konuşulmasını sağlar. Günümüzün dijital çağında, iyi uygulanmış şakalar küresel görünürlük kazanabilir ve ulus ötesi dayanışma oluşturmak gibi önemli bir amaca hizmet edebilir. (2)

Ortak Mücadele

Son olarak, demokratikleşmenin en önemli ögesi ortak mücadeledir. Bu otoriter tehditlere karşı geniş koalisyonlar oluşturmak anlamına gelir. Tarihsel örneklere bakıldığında bu yönde olmak üzere; dini ve seküler grupların iş birliği yaptıkları, kırsal ve kentsel çıkarların yan yana hizalandığı, eski rakiplerin yeni müttefikler oluşturdukları çok sayıda örneğin var olduğu görülebilir.

Nitekim Şili'de geniş bir demokrasi koalisyonunun referandumda diktatör Pinochet'i yenmesi böyle bir ortaklaşmanın ürünüdür. Keza güncel bir örnek olarak Güney Kore’de darbenin püskürtülmesi verilebilir. Bu ülkede askeri yönetime direnen güçlü bir sivil toplum, protestolara öncülük eden öğrenci hareketleri, işçi sendikalarının grevler düzenlemesi, ahlaki otoriteye sahip dini grupların desteği, iş dünyasının son tahlilde demokrasiye sahip çıkması darbeyi boşa çıkardı.

19 Mart Sivil Darbe Girişimi Geniş Halk Koalisyonlarının Kurulmasına Neden Oldu!

Keza Türkiye’de 19 Mart Sivil Darbe Girişiminin başta öğrenciler olmak üzere sokakları tutan yüzbinlerce insan tarafından püskürtülmesi, en geniş koalisyonların demokrasi için başarılı bir mücadele verebileceklerinin somut kanıtıdır.

Bu bağlamda TÜRK-İŞ’in, 18 Haziran’da binlerce işçinin katılımıyla, iktidarın tavrı yüzünden tıkanan Kamu Çerçeve Protokolü görüşmelerini protesto etmek için, Hazine ve Maliye Bakanlığı önüne kadar yürüyerek eylem yapması ve bu ayın sonlarına doğru bazı sendikaların greve gidecek olması son derece önemlidir.

Diğer yandan bu eylemlerin, en az 600 bin işçiye yüksek enflasyon karşısında eriyen ücretlerini yükseltebilme imkânı sağlarken, aynı zamanda demokratikleşmeye hizmet edeceğinin de bilincinde olmak gerekir. Bunu sağlayacak olan şey kuşkusuz, sendikaların işçileri bu yönde bilinçlendirmeleri ve bu eylemleri birer emek, demokrasi ve barış mücadelesi aracı olarak görmelerini sağlamalarıdır.

Sonuç Olarak

Tarih, otoriterliğin şiddete, durgunluğa ve nihayetinde çöküşe yol açtığını, çoğulcu demokrasilerin ise dikkate değer bir direnç ve uyum kabiliyeti gösterdiğini defalarca ortaya koydu. Bu yüzden de çoğulcu demokrasi ve alternatifleri arasındaki seçim sadece entelektüel ya da akademik bir seçim değildir. Aslında çoğulcu demokrasi bir seçim değil, acilen inşa edilmesi gereken acil olarak yerine getirilmesi gereken bir görevdir.

▪Diğer yandan çoğulcu demokrasinin inşası ve sürdürülmesi asla tamamlanmış bir iş olarak görülmemelidir. Aksine demokratikleşme sürekli bir mücadeleyi gerektirir. G. Orwell’in dediği gibi (1984), “insanın burnunun önündekini görebilmesi için sürekli mücadele etmesi gerekir”. Yani demokratikleşme mücadelesi yılları alabilir.

▪Her kuşak; mevcut çoğulcu kurumları otoriter tehditlere karşı savunmak, bu kurumları yeni zorluklara ve fırsatlara uyarlamak, daha önce marjinalize edilmiş gruplara doğru kapsayıcılığı genişletmek, demokratik kültür ve uygulamaları derinleştirmek, farklılıklar arasında köprüler kurmak ve tüm bunları barış içinde yapmak zorundadır.

Barışı ve demokratikleşmeyi sağlamak için; yerel demokratik ağlar, işçi sendikaları, diğer emek ve meslek örgütleri, barış örgütleri, kadın ve ekoloji hareketleri, akademisyenler, demokratik kitle örgütleri ve sivil toplum ağları gibi örgütlü ve güçlü bileşenler harekete geçmeli ve bu yönde olmak üzere muhalefet partilerini ve Meclisteki milletvekillerini harekete geçirmelidirler.

▪Yurttaşların dijital alan dışında bağlantı kurabilecekleri, örgütlenebilecekleri ve dayanışma inşa edebilecekleri diğer kamusal alanlar oluşturulmalıdır. Bunun için ülke çapında yerel meclis örgütlenmelerinin (HDK, THM ve diğer yerel sivil inisiyatifler gibi) örgütlenmesi ve yaygınlaştırılması gereklidir.

Çünkü böyle fiziksel alanlar demokratik direniş için çok önemli bir altyapı sağlarlar. Yerel örgütlenmeler, dirençli ağlar kurarak, yerel düzeyde örgütlenerek, demokratik kurumları destekleyerek ve amaç birliğini koruyarak, otoriter eğilimlere karşı güçlü bir karşı güç olarak hizmet edebilirler. (3)

▪Çoğulculuk, toplumu organize etmek için birçok seçenek arasından sadece biri değil, zaman içinde farklı popülasyonları barışçıl, meşru ve etkili bir şekilde yönetmeyi uman herhangi bir siyasi sistem için temel ön koşuldur. Hukukun üstünlüğü bunun yapısal temelini ve demokratik kurumlar da operasyonel çerçevesini oluşturur.

Yani bugünün birbirine bağlı ve hızla değişen çoklu krizlerin yaşandığı dünyasında, çoklu perspektifleri bir araya getirme, yeni koşullara uyum sağlama ve çatışmaları barışçıl bir şekilde çözme kapasitesi her zamankinden daha önemli hale geldi. Çünkü bunun alternatifi olan otoriter-faşizan iktidarlar bütünsel bir toplumsal çöküşe yol açıyor.

Bu nedenle çoğulcu demokrasinin savunulması partizan bir tutum değil, insanın ve doğanın geleceği açısından bir zorunluluktur. Sürekli uyanık kalma, sürekli adaptasyon ve her kuşağın yenilenmiş bağlılığını gerektirir. Bu iş zordur ve asla tamamlanamaz, ancak alternatifi olan otoriterliğe-faşizme ve savaşlara doğru gidiş, bu çabayı sadece değerli değil aynı zamanda zaruri de kılıyor.

Özcesi, küresel olarak artan otoriterleşme sorunlarıyla ve hemen yakınımızda devam eden savaşlar nedeniyle, çoğulcu demokrasiyi ve barışı anlamak ve güçlendirmek her zamankinden daha önemlidir. İnsan özgürlüğü, onuru ve refahının geleceği, farklılıklarımızı yıkıcı değil, yapıcı bir şekilde yönlendiren sistemler altında çeşitliliğimiz içinde birlikte ve barış içinde yaşama becerimize bağlıdır.

▪Sonuç olarak, bu perspektif doğrultusunda; barış ve demokratikleşme süreçlerinin korunması ortak hedefine odaklanmak için iç anlaşmazlıkları geçici olarak bir kenara bırakarak ,akut, büyük resimdeki otokratik tehlikeye karşı birleşmiş “geniş bir demokrasi cephesi” inşa edilmelidir. Bu bağlamda, seçilmiş milletvekillerinden tabandaki aktivistlere; işçi sendikalarından diğer emek ve meslek örgütlerine kadar, tüm demokratik yapılarca, barışçıl grev, boykot, şiddetsiz protesto eylemleri aktif olarak desteklenmelidir.

Dip Notlar:

(1)    https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/what-to-do-now (8 May 2025).

(2)    https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/laughter-really-is-good-medicine (26 May 2025).

(3)    https://protectdemocracy.org/how-to-protect-democracy (10 Haziran 2025).

 

 

 

 


15 Haziran 2025 Pazar

Hukukun Üstünlüğü

 

Otoriterliğin Panzehri (1): Hukukun Üstünlüğü ve Çoğulcu Demokratik Müzakere

Mustafa Durmuş

16 Haziran 2025

Barış ve demokratikleşme konuşulurken nasıl bir demokratikleşmenin (kurumsal çoğulcu demokrasi) hedeflendiği netleştirilmelidir. Çünkü kamuoyunda bu konuda birbirinden oldukça farklı, üstelik bir kısmı da dezenformasyona dayalı farklı yaklaşımlar söz konusu.

Kurumsal olarak çoğulcu demokrasinin inşa edilebilmesi için sadece güçler ayrılığını esas alan, yürütme, yasama ve yargı organlarının birbirlerini denetlemesine dayalı, parlamenter sistemi esas alan “üniter” bir devlet yapısı yeterli olmayabilir.

Ülkelerin farklı sosyokültürel özelliklerine bağlı olarak bu, federalizmle (farklı yetkilere sahip birden fazla yönetim düzeyi), siyasi baskıdan yalıtılmış bağımsız düzenleyici kurumlarla, devletten ve sermayeden özerk medya (çoklu bilgi kaynağı olması anlamında) ve etkin demokratik kitle örgütlerinin ve diğer sivil toplum örgütlerinin varlığı ile hayata geçirilebilir.

Bu bağlamda, örneğin nüfus olarak küçük bir nüfusa ve göreli olarak etnik bir bütünlüğe sahip bir ülkede ilk model (üniter yapı) daha verimli çalışırken, kalabalık nüfuslu, çok kültürlü ve çok kimlikli ülkelerde ikincisi daha iyi işleyebilir. Üstelik bu, bazı kesimlerce ileri sürüldüğü gibi, ülkenin bölünmesiyle de sonuçlanmayabilir. Bu yüzden de bu iki modeli fetiş haline getirmemek dahası birbirinin rakibi olarak görmemek gerekir.

Yeni Bir Anayasa İhtiyacı

Kuşkusuz çoğulcu, yerel mekanizmalarla desteklenmiş, katılımcı bir demokrasi için, çoğulcu katılımcı bir biçimde hazırlanan yeni bir yazılı “toplum sözleşmesi” ya da “anayasa” kaçınılmazdır.

Bunun yazılı olması gerekir zira yazılı olmayan anayasaya sahip tek ülke olan Birleşik Krallık’ta yaşanan hukuksal sorunlar artık yazılı olmayan anayasanın otoriterleşme çağında yeterli olmadığını gösteriyor.

Kuşkusuz iyi bir anayasaya sahip olmak da yeterli değildir. Bu anayasanın eksiksiz uygulanması ve başta emekçiler olmak üzere toplumun bu anayasaya sahip çıkması da gerekir. Bunun için de anayasa hazırlama süreçlerine toplumun tüm kesimlerinin temsilcileri aktif olarak katılabilmeli ve kararlar üzerinde söz sahibi olabilmelidirler.

Diğer taraftan ortada göz ardı edemeyeceğimiz bir gerçek var: Bugün İktidar Bloku 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü koşullarda yapılan ve baskı ile halka kabul ettirilmiş olan 1982 Anayasasına karşıymış gibi görünse de bu gerçek değil. Aksine iktidarın yeni anayasa yapma isteği, daha demokratik bir anayasa yapmaktan ziyade, uzun yıllar iktidarda kalabilme niyetini yansıtıyor.

Dahası İktidar Bloku, mevcut Anayasanın göreli olarak demokratik sayılabilecek hükümlerini dahi, kendi iktidarına karşı olduğu gerekçesiyle, uygulamıyor. Daha ziyade, Cumhurbaşkanı seçilme oranını %51’den aşağıya çekme ve yürütmenin başındaki tek adamın aldığı kararlara dayalı olarak kuvvetler ayrılığını işlevsiz kılan mevcut otoriter rejimi, yasal bir çerçeveye oturtarak kalıcı kılma çabası söz konusu.

Dünyadaki ve bölgedeki olumsuz jeopolitik gelişmeler (en son İsrail’in İran’a saldırması ve İran’ın da karşılık vermesi), bir türlü içinden çıkılamayan ekonomik ve finansal kriz ve yıllardır siyasal iktidarla hemhal olmuş sermaye sınıfının en azından bir kesiminin uzun vadeli çıkarları da otoriterliği kalıcı hale getirme biçimindeki bu değişikliği kendi sınıfsal konumları açısından zorunlu kılıyor olabilir.

Ancak tüm bu olumsuzluklar ülkenin demokratik, çoğulcu ve katılımcı bir anayasaya olan ihtiyacını gölgelememelidir. Kısaca bu ülkenin demokratik bir anayasaya olan ihtiyacı çok açık.

Bir başka deyimle, demokratik bir anayasa yapılması talebine yukarıdaki gerekçelerle karşı çıkmak sorunludur. Zira bu hem demokratikleşme ihtiyacının görülmemesine hem de mevcut anayasanın demokratik olduğu gibi bir yanılsamaya neden oluyor. Bu yüzden de orta vadede, katılımcı özgürlükçü ve demokratik bir anayasanın yapılması gerekiyor. Emeğin hakları kadar, barışın kalıcılaştırılması ve demokratikleşme açısından da böyle bir anayasa kaçınılmazdır.

Halkın temel sorununun ekonomik olduğundan yola çıkarak yeni bir anayasanın zamanı olmadığını iler sürmekse, en hafifinden ekonomik ve demokratik mücadelenin birbirinden ayrılmaz olduğu gerçeğini reddetmektir.

Hukukun Üstünlüğü ve Çoğulculuk

Demokratikleşmenin en önemli ögelerinden biri olan “hukukun üstünlüğü” ve “çoğulculuk” karşılıklı olarak birbirini güçlendiren bir simbiyotik ilişki içindedir. Biri diğeri olmadan uzun süre ayakta kalamaz.

Öyle ki hukukun üstünlüğü çoğulculuğu; öngörülebilirlik ve istikrarla (yasal kesinlik, sözleşme güvencesi, mülkiyetin korunması ve prosedürel adalet); anayasal koruma ve kısıtlamalar, kurumsal bağımsızlık ile (yargı özerkliği, siyasi baskıdan yalıtılmış profesyonel kamu hizmeti, bağımsız denetim ve gözetim ve uluslararası anlaşmalara uyum taahhütleri) ile güçlendirir.

Buna karşılık çoğulculuk hukukun üstünlüğünü; farklı grupların toplumda meşru bir konuma sahip olduklarında kendi çıkarlarını etkileyen ihlalleri birden çok izleme ve uygulama merkezi oluşturarak, ihlallere direnmek için birleşerek (ortak mücadele); diaspora topluluklarıyla dış baskıyı harekete geçirerek ve “medya çeşitliliği” ile çok sayıda yayın organını ihlalleri araştırıp teşhir ederek güçlendirir. (1)

Hukuk sistemi siyasetin alt yapısıdır

Bir ülkedeki yerleşik hukuk sistemi, tıpkı demiryolu ağları veya elektrik şebekeleri ya da sağlık ve eğitim gibi ulusal altyapının bir parçası olarak görülmelidir.

Diğer yandan ülkede hukukun üstünlüğü şu anda ortadan kaldırılmış olduğundan, hukuk sistemi işlemiyor, yargının itibarı ve ona duyulan güven yerlerde sürünüyor.

Oysa hem bireyler hem de şirketler için, birbirlerine veya devlete karşı anlaşmazlıkları çözmek ve hakları güvence altına almak için iyi ve adil işleyen bir hukuk sistemine ihtiyaç var.

Bu bağlamda bir hukuk sisteminin başarısını ölçebilmek için sorulması gereken kilit soru şudur: Hızlı, adil ve öngörülebilir bir hukuk sistemimiz var mı? Bugün bu soruya olumlu yanıt vermek çok zor.

Öncelikle, mahkemelerdeki durum kaotik. Dava yükleri nedeniyle mahkemelerde dağ gibi birikmiş işler var. Bir davanın görülmesine kadar geçen ortalama süre şu anda yılları alıyor. Örneğin yıllara göre açılan yeni genel hukuk davaları açısından ele alındığında, 2023 yılı itibarıyla toplam gelen dosya sayısı yaklaşık 4,93 milyon oldu. Bu da 2015’e göre %45’lik bir artış demek oluyor. Ortalama derdest (devam eden) dosya sayısı ise 2012 yılında 2,8 milyon iken, 2021 yılında 4,3 milyon oldu (%54 artış). Ortalama dosya sonuçlanma süresi 2021 yılında 251 gün. Ancak bu süreler, İstinaf ve Yargıtay aşamalarında çok daha uzun sürebiliyor. Yıllara göre açılan iş hukuku davalarında ise 2018 yılında 540 bin dava varken, 2021 yılında bu sayı %26 artışla 680 bine çıktı. Bu dosyalarda ortalama karar süresi ise 483 gün. 2018'den beri (tartışmalı) zorunlu arabuluculuk aktif (yaklaşık %58 anlaşma sağlanıyor). Ancak bu da iş yükünde azalmayı sağlamadı, aksine toplam dosya sayısında artış gözlendi. (2)

Özetle, açılan dava sayısının artması, devam eden dosyaların birikmesi ve yavaşlayan işleyiş, genel hukukta önemli bir tıkanma oluşturuyor. Bu bağlamda mevcut tartışmalı hukuk sisteminin işlemediği ileri sürülebilir. Davalardaki gecikmeler bir yana, insanlar ve şirketlerin adil ve öngörülebilir bir adalete güvenip güvenemeyecekleri konusu da son derece önemli. İstatistikler bunun güvenilir bir şekilde gerçekleşmediğine dair endişe verici işaretler içeriyor.

Hukuksuzluk ekonomiyi olumsuz etkiliyor!

Sivil hukuktaki yıpranmanın ekonomik etkisini ortaya koyabilmek kolay olmayabilir zira hem akademik hem de politika literatürünün yanı sıra, mülkiyet ve sözleşme ihtilafları gibi şirketleri etkileyen yüksek profilli hukuk alanlarına odaklanmak gerekir.

Diğer taraftan, sistem genelinde ciddi ekonomik maliyetleri tahmin edebilmek güç değil. Öyle ki işverenler bir mahkeme davası sonuçlanana kadar personel istihdam edemeyebilirler. Küçük işletmeler, nakit akışlarının kaldırabileceğinden çok daha büyük meblağlar söz konusu olduğunda kapanma riski ile karşı karşıya kalabilirler. Davacı işçilerse bu arada işsiz kalabildikleri gibi, mahkeme masraflarını karşılayamadıkları için zorunlu olarak uzlaşma yoluna gider ve büyük kayıplara uğrayabilirler. Nitekim özellikle de işçiler açısından durum tam da böyledir.

Sonuç olarak, hukukun üstünlüğünü esas alan bir adalet sistemi, ulusal altyapının bir parçası olarak görülmelidir. Bu sistem olmadan ekonomi etkin bir biçimde işleyemez. Eğer hukuk sistemi çökerse, öngörülebilir ve hızlı bir adalet sisteminin mümkün kıldığı ekonomik işlemler ve yatırımlar engellenmiş olur. Yeni otomobil fabrikaları ve şantiyeleri belki politikacılara önlerinde fotoğraf çektirme imkânı sağlayabilir ancak hukukun üstünlüğü işlemediği, mahkemeler tarafından verilen kararların zamanlamasında bir iyileşme olmadığı sürece, ülkedeki ekonomik büyüme bir başka güçlü rüzgarla karşı karşıya kalır. (3)

Çoğulcu Demokratik Müzakere

“Çoğulcu Müzakere” çoğulcu demokrasinin ya da demokratikleşmenin bir diğer önemli ögesidir. Çünkü farklı grupların farklı bilgi birikimi sağlaması, kör noktaların belirlenmesi ve ele alınması anlamında, sorunların çözümünde daha iyi bilgi edinilmesini mümkün kılar.

Günümüzdeki müzakereci örgütlenmeler arasında; Yurttaş Meclisleri, Katılımcı Bütçeleme, Uzlaşma Konferansları, Barışçıl Çatışma Çözümü (çoğulcu kurumlar, kaçınılmaz anlaşmazlıkların şiddet kullanılmadan ele alınması için meşru kanallar sağlar), Sivil Toplum Arabuluculuğu ön plana çıkıyor.

Kuzey İrlanda Barış Müzakeresi Deneyimi

Bu bağlamda Kuzey İrlanda'nın Barış Müzakeresi Deneyimi son derece önemli zira şiddetli çatışmaların yerini alan “iktidarın demokratik paylaşımı”, “eski düşmanların birlikte yönetiyor olması”, “uzlaşmayı destekleyen sivil toplumun varlığı” ve “anlaşmayı kolaylaştıran uluslararası arabuluculuğun varlığı” tarihsel bir başarı örneği oluşturuyor. (4)

Devam edecek…

Dip Notlar:

(1)  https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/what-to-do-now (8 May 2025).

(2)  Agm.

(3)  https://theconversation.com/the-deteriorating-justice-system-in-england-and-wales-is-hindering-economic-growth (12 June 2025).

(4)  https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/pluralism (6 June 2025).

 

 

 

 


11 Haziran 2025 Çarşamba

Otokrasi, Barış ve Demokratikleşme

 

Otokrasi, Barış ve Demokratikleşme

Mustafa Durmuş

12 Haziran 2025


Dünya çapında artan otoriterliğin, militarizmin, savaşların, demokratik gerileme ve kutuplaşmanın damgasını vurduğu bir çağda, barışa, çoğulculuğa ve demokrasiye olan ihtiyaç hiç bu kadar acil olmamıştı.

Sırat Köprüsü’ndeki Türkiye

Böyle bir Dünyada, Türkiye Sırat Köprüsü’nden geçmeye çalışıyor. Mart ayında ülkenin en temel sorunlarından biri olan ‘Kürt Sorunu’nun barışçıl yollarla çözümüne ilişkin olarak başlatılan süreç ağır aksak yürüyor.

Bu süreçte PKK’nin kendini fesih etme kararının ardından, Kurban Bayramından önce çıkarılan İnfaz Yasası ile cezaevlerindeki binlerce siyasi tutuklunun, gazetecinin, öğrencinin serbest bırakılması beklenirken bu gerçekleşmedi. Bu durum, başta Kürtler olmak üzere, tüm demokratik muhalefette büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. Ekim ayında yeni düzenlemeler yapılacağı ileri sürülse de bu konudaki beklenti giderek azalıyor.

Barışın toplumsallaşması gerekiyor ancak bunun önündeki en büyük engel sürecin taraflarından bir olan siyasal iktidarın ve onun kontrol ettiği devletin işi ağırdan alırken otoriterliği tam gaz sürdürmesi, özellikle de CHP’li belediyelere yaptığı operasyonları genişletmesi.

Yani toplum sadece barışın değil, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi sonrasında rafa kaldırılan (eksikli de olsa) demokrasiye geri dönüşün de sağlanmasını talep ediyor. Ancak böyle bir otoriter iktidar ile bırakın demokratikleşmenin sağlanmasını, barışın nasıl sağlanacağı ve kalıcı hale getirilebileceği ve demokratik bir anayasanın nasıl yapılabileceği de büyük soru işaretleri olarak önümüzde duruyor.

Bugünkü yazımız barışın inşası ile birlikte yürütülmesi gereken demokratikleşme mücadelesi üzerine. Yani iki bölümden oluşan yazımız, otoriter bir rejimde demokratikleşmenin nasıl sağlanabileceğine ve buna ilişkin mücadele yöntemlerine ilişkin. Bunun için de büyük ölçüde, Amerikalı yazar, anti-otoriterlik uzmanı Scot Nakagawa’nın çalışmalarına başvuracağız.

Nakagawa modern otoriterliğin askeri darbelerin ötesine geçerek sofistike demokratik erozyon stratejilerine evrildiğini ileri sürüyor. Ona göre, modern otoriterlik kabaca üç biçimde işliyor: (i) Kurumların ele geçirilmesi, (ii) bilgi savaşları, (iii) toplumsal kutuplaşma. (1)

Kurumların Ele Geçirilmesi

İlk olarak, modern otoriterler demokratik kurumları ortadan kaldırmak yerine, onları içeriden işlevsizleştirirler. Bu süreçte, iktidara sadık kadroları yargıya dahil etmek amacıyla mahkeme yapıları yeniden düzenlenir; kimi zaman belirli yetkilerle donatılmış özel mahkemeler kurularak (örneğin 2014 yılında kurulan Sulh Ceza Hakimlikleri gibi), yargının bağımsızlığına yönelik ciddi müdahalelerde bulunulur. Bağımsız yargıçlar ya pasif görevlere çekilir ya da zorla emekliliğe sevk edilir; paralel yargı düzenekleriyle adaletin tarafsızlığı zedelenir.

Sonuç olarak, mahkemeler başta olmak üzere, genel olarak yargı kurumu ele geçirilir ve iktidarın muhalefeti bastırmak, toplumu hizaya sokmak ve kendi meşruiyetini tesis etmek için kullandığı bir aygıta dönüştürülür.

Nitekim bunun en somut iki örneği; Polonya’da Hukuk ve Adalet Partisi’nin yargıyı sistematik olarak denetim altına alması ve Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yargıyı, muhalefeti kendi siyasal çizgisine göre dizayn etmek amacıyla araçsallaştırmasıdır.

Seçim Manipülasyonları

Otoriterler ayrıca seçimleri manipüle ederler. İktidar partilerinin zaferi garantilemek için stratejik taksimat (seçim bölgelerinin iktidar partileri lehine yeniden belirlenmesi), muhalifleri hedef alan seçmen baskısı, medya aracılığıyla çarpıtıcı dezenformasyon kampanyaları ve kamu kaynaklarının kötüye kullanılması bu yöntemlerin başında gelir.

Buna en iyi örnek Macaristan'da Fidesz'in seçimleri sürdürürken eşit olmayan bir yarışma alanı yaratması ve Türkiye’deki son yıllarda yapılan seçimlerde yaşananlar verilebilir.

Bürokratik Tasfiye

Modern otokratlar bürokraside tasfiye yaparlar. Profesyonel/liyakatli devlet memurlarını görevden alırlar ya da istifaya zorlarlar, paralel yapılar oluştururlar, merkez bankası gibi tarafsız kalması gereken kurumları siyasileştirirler, yolsuzlukla mücadeleyi ise muhalefeti örselemek amacıyla, seçici olarak kullanılırlar.

Bu konudaki en somut örnek, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişiminin ardından üniversiteler başta olmak üzere Türkiye'deki kurumlarda yaşanan tasfiyeler ve DEM’li belediyelere kayyım atanması ve CHP’li belediyelere yönelik yolsuzluk soruşturmaları ve tutuklamalar gösterilebilir.

Bilgi Savaşları

İkinci olarak, modern otoriterler bilgiyi kontrol etmenin insanları kontrol etmekten daha kolay olduğunu çok iyi bildiklerinden, bilgi savaşı yürütürler.

Bunun için sırasıyla medyayı ele geçirirler (yandaş sermaye grupları aracılığıyla bağımsız yayın organlarını satın alırlar), eleştirel medyaya dönük reklam boykotları organize ederler, muhalif TV kanallarına kapatma ya da para cezası verirler, eleştirel gazetecilere sistematik taciz uygularlar, gerektiğinde onları tutuklarlar, kısaca devletin tam kontrolünde bir medya imparatorluğu yaratırlar.

Çarpıtma ve Dezenformasyon Kampanyaları

Ayrıca modern otoriterler, dezenformasyon kampanyaları yürütürler. Toplumu yanlış bilgilerle bombardımana tabi tutarlar, iktidar partisi destekçileri için inanacakları alternatif gerçeklik yaratırlar, bağımsız haber kaynaklarını itibarsızlaştırırlar ve bu amaçlar için sosyal medya algoritmalarından yararlanırlar.

Nitekim eski Filipinler Devlet Başkanı Duterte'nin Filipinler’deki cani rejimi (2016-2022), dijital çağ otoriterliğinin somut bir örneğidir. Duterte, devlet başkanlığı döneminde binlerce yargısız infazı yönetirken bile yüzde 70’in üzerinde bir onay oranına sahipti. Sosyal medyayı ele geçirerek ve onu bir dezenformasyon makinesine dönüştürerek ulusal anlatının kontrolünü ele geçirdi. Duterte bilgi ekosistemini kontrol etmenin, anlatıyı kontrol etmek için bu platformu kullanmak anlamına geldiğini kavradı ve geleneksel medya kuruluşlarını kapatmasına gerek olmaksızın, sadece etkili insanlar, troller ve iktidara iman edenlerden oluşan koordineli ağlar aracılığıyla paralel bir gerçeklik inşa ederek onları etkisiz ve alakasız hale getirdi.

Nakagawa’ya göre, “rehavete kapılmamak gerekiyor. Dijital taktikler sistematik olarak uygulandığında demokratik normları hızla aşındırabiliyor. En önemlisi, bunun sadece Duterte veya herhangi bir liderle ilgili olmadığını anlamak gerekiyor. Bu, demokratik kurumların cephesi içinde çalışan otokratik kontrol için tekrarlanabilir bir modelle ilgilidir. Filipinler sadece uyarıcı bir hikâye değil, dijital otoriterlik kontrolsüz kaldığında neler olabileceğinin bir ön göstergesidir. (2) Kuşkusuz Türkiye de bundan muaf değil.

Keza otoriterler ders kitaplarının rejimi destekleyecek şekilde yeniden yazılması, ulusal anlatıyı kontrol etmek, alternatif tarihlerin kriminalize edilmesi ve toplumsal hafızayı yok etmek için tarihsel bir revizyona başvururlar.

George Orwell ünlü eseri ‘1984'te, “geçmişi kontrol eden geleceği kontrol eder. Bugünü kontrol eden geçmişi kontrol eder” diye yazmıştı. Bugün endişe verici bir şekilde, tarihin belirli bir gündeme hizmet etmek üzere yeniden yazılması gözlerimizin önünde cereyan ediyor.

Aslında tarihin propagandist bir versiyonu uzun zamandır otoriter-faşist rejimlerin bir aracı oldu. Örneğin Naziler özgür düşüncenin otoriterlikle bir arada var olamayacağına inanıyorlardı. Tartışmayı önlemek ve toplumsal söyleme hâkim olabilmek için kendi yazdıkları resmi tarihi dikte ettiler.

Toplumun Kutuplaştırılması, Kültür Savaşları ve Ekonomik Popülizm

Üçüncü olarak, otoriter rejimler toplumu kutuplaştırırlar. Çünkü toplumu kutuplaştırarak bölmek onu yönetmeyi kolaylaştırır. “Biz ve onlar” politikası ile “ülke düşmanları” belirlenir, “insanlıktan çıkan muhalefet” Şeytanlaştırılıp teşhir edilir, terör ya da organize suç örgütleriyle mücadele adı altında toplum açısından varoluşsal riskler yaratılır, böylece baskı düzeni meşrulaştırılır.

Nitekim Duterte'nin etkin sosyal medya kullanımı, muhalif seslerin genellikle devlet düşmanı olarak etiketlendiği derin bir kutuplaşmayı artırdı. Bu ortam yapıcı söylemi bastırdı ve muhalefeti marjinalleştirdi, dijital kanallar aracılığıyla yayılan sıkı kontrollü bir anlatı içinde iktidarı pekiştirdi.

Ayrıca “kültür savaşları” ile geleneksel değerler militarize edilir, silahlandırılır, ahlaki panikler yaratılır, kozmopolit seçkinlere saldırılır, dindar muhafazakârlar, dini cemaatler harekete geçirilir. “Ekonomik Popülizm” ile ekonomik sorunlar azınlıklara, ötekileştirilen kimliklere ya da göçmenlere yüklenilir.

Bu arada bilinçli bir biçimde sorunlara karşı son derece basit çözümler vaat edilir, iktidar destekçilerine yeniden bölüşüm pastasından yeni imkanlar sağlanırken, mevcutlar sürdürülür, rakip işletmeler ve sermaye grupları ise iş yapmaları zorlaştırılarak cezalandırılır (3), hatta ileri gidenlere kayyım atanır.

Üç Ayaklı Mücadele

Böyle bir otoriter rejimin varlığı altında, barış ve demokratikleşme (ve emek) mücadelesi bir arada yürütülmek zorundadır. Çünkü ancak böyle bir mücadele otoriter rejimi geriletip, demokrasinin ve barışın önünü açabilir. Bu da emekçilerin haklarının korunmasını ve genişletilmesini sağlayabilir. Türkiye’deki özel koşullar gereği barış ve demokrasi mücadelesi iç içe geçtiğinden birinin başarısı diğerinin başarısını da sağlayacaktır (ya da tersi).

Diğer yandan bu üç ayağın bir araya gelmemesi için otoriter rejim her türlü araca başvurur. Bu nedenle de ülkedeki zorlukların başında bu üçlünün birlikte mücadelesinin nasıl sağlanacağı konusu geliyor. Ayrıca nasıl bir demokratikleşme ve demokrasiden söz edildiğinin de netleştirilmesi gerekiyor.

Demokratikleşmenin Olmazsa Olmazı “Çoğulculuk”

Kuşkusuz çoğulcu demokrasiden söz ediyoruz. Çoğulculuksa, farklılıklara ve çeşitliliğe hoşgörü göstermekten çok daha fazlasını temsil ediyor, demokratik yönetimi mümkün ve sürdürülebilir kılan bir zaruri temel örgütlenme ilkesini oluşturuyor.

Demokrasi çoğulculuk olmadan işleyemez çünkü demokratik yönetim doğası gereği anlaşmazlıkların barışçıl ve meşru süreçlerle yönetilmesini gerektirir. Demokrasinin temel vaadi olan insanların kendi kendilerini yönetmesi, bazı grupların dışlanması veya ikincilleştirilmesi halinde anlamsız hale gelir.

Çeşitlilik ve Çoğulculuk Farkı

Bu noktada “çeşitlilik” ve “çoğulculuk” arasındaki farkın netleştirilmesi gerekiyor. Çünkü çeşitlilik bir toplumdaki basit farklılık gerçeğini ifade ederken, çoğulculuk bu çeşitliliği yapıcı bir şekilde yönetmeye yönelik bilinçli bir siyasi ve kurumsal taahhüdü temsil eder.

Çoğulculuk sırasıyla; farklı grupları sadece hoş görmek değil, aktif olarak korumak anlamında ‘Aktif Koruma’yı; çeşitliliği barındıran ve kanalize eden yapılar oluşturmak anlamında ‘Kurumsal Tasarım’ı; karşılıklı saygı ve uzlaşma normlarının geliştirilmesi anlamında ‘Siyasal Kültür’ü; tüm grupların kanun önünde eşit konumda olmasını sağlamak anlamında ‘Yasal Eşitliği’ ve tüm grupların kararları etkilemesi için yollar yaratmak anlamında ‘Katılımcı Demokrasi Mekanizmalarını’ kapsar. (4)

Eşit Yurttaşlık ve Statü Hakları

Çoğulculuk, yöneticilerin keyfi iradesi veya belirli etnik veya dini grupların hakimiyeti yerine, ortak sivil çerçeveler tarafından yönetilen bir toplum veya sistem içindeki çeşitliliğin tanınması, kabul edilmesi ve kurumsallaştırılması olarak tanımlanabilir. Çoklu meşru bakış açılarının, kimliklerin ve yaşam biçimlerinin, bu çeşitliliği bastırmak yerine, onları koruyan tarafsız yasalar ve kurumlar altında bir arada var olabileceği ilkesine bağlı olarak işler. Bu bağlamda Türkiye’de “eşit yurttaşlık”, “ana dilde eğitim hakkı” ve ezilen kimliklerin “statü hakları” demokratik çoğulculuğun bir gereğidir.

Başarılı bir şekilde uygulandığında, çoğulcu demokrasi şunları sunabilir: Çeşitliliğin barışçıl yönetimi, meşru ve etkin yönetim, insan onuru ve haklarının korunması, ekonomik dinamizm ve yenilikçilik, farklılıklara rağmen sosyal uyum, çeşitli tehditlere karşı dayanıklılık ve sürekli iyileştirme olanakları.

Diğer yandan, çoğulcu (ve katılımcı) bir demokrasi için tek bir siyasal partinin ya da ideolojinin mutlak hakimiyeti söz konusu olmamalı, her türden siyasal parti ve ideolojiye örgütlenme hakkı tanınmalıdır. Farklı kültürel geleneklere ve uygulamalara saygı duyulmalı ve bunlar korunmalıdır. Tüm inançlar ve inançsızlar için inanç ve uygulama özgürlüğü olmalıdır.

Kuşkusuz çoğulculuğun bir ayağı da ‘ekonomik çoğulculuk’tur. Bu, ekonomik demokrasinin yanı sıra, çeşitli ekonomik örgütlenme biçimlerinin bir arada var olmasının (özel işletmeler, işçi, çiftçi ve tüketici kooperatifleri, devlet mülkiyeti, kolektifler ve komünler) meşru olarak kabulünü gerektirir.

Devam edecek…

Dip Notlar:

(1)        https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/pluralism (6 June 2025).

(2)        https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/digital-authoritarianism (06 May 2025).

(3)        https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/pluralism (6 June 2025).

(4)        https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/pluralism (6 June 2025).