1 Nisan 2025 Salı

Kitlesel gösteriler

 

Karanlıktan aydınlığa, barbarlıktan insanlığa

Mustafa Durmuş

2 Nisan 2025

Yeni yüzyılın ilk çeyreğini tamamlamakta olduğumuz bu yılda da insanlık çok ciddi sorunlarla boğuşuyor. Savaşlar, aşırı sağın yükselişi, artan din ve inanç kaynaklı çatışmalar ve kaos, eşitsizlikler, açlık ve yoksulluk gibi giderek büyüyen kapitalizmin “çoklu krizleri”, çok başlı bir canavar gibi, dünyamızı istikrarsızlaştırıyor, zayıflatıyor ve ruhlarımızı karartıyor.

Sorun yaratmakta çok mahir ama çözüm bulmakta son derece beceriksiz bir siyasal ve ekonomik sistemden oluşan kapitalizm, korku, umutsuzluk ve tepkiden oluşan bir zeitgeist (bir çağın düşünce ve duygu biçimi, zamanın ruhu) yayıyor. (1)

“Kötü ve iyi” ikisi bir arada

Ancak hayat tekdüze ilerlemiyor. Öyle ki bir coğrafyada insanlık ve doğa açısından kötü şeyler olurken, bir başka coğrafyada ya da ülkede iyi şeyler yaşanabiliyor.

Nitekim çoklu krizler, yarattığı tahribatın yanı sıra, insan ve ekoloji merkezli bir uygarlığın inşası için toplumsal enerjiyi de harekete geçiriyor. Sayısız cephede aktif olan bu heterojen yükseliş, tarihsel yörüngeyi “Karanlıktan Aydınlığa” yeniden yönlendirerek muazzam bir güce dönüştürme potansiyeli taşıyor.

19 Mart Sivil Darbesine karşı toplumsal direniş

Şöyle ki;

●Türkiye’de 19 Mart sonrası ortaya çıkan gelişmeler tarihin her zaman egemenlerin istediği gibi ilerlemediğini ortaya koymuyor mu?

● 19 Mart’ta yapılan sivil darbe bardağı taşıran son damla etkisi yaratarak kitlelerin direnciyle durdurulmadı mı?

● Yönetenler hiç beklemedikleri büyüklükte bir toplumsal tepkiyle karşılaşmadılar mı? Meydanlar, caddeler, sokaklar haksızlığa, hukuksuzluğa ve adaletsizliğe karşı çıkan milyonların protestolarıyla doldurulmadı mı?

● “Sinik”, “apolitik”, “nihilist” olarak damgalanan ve umutsuz vaka olarak görülen üniversite gençliği bir anda kentleri basan su taşkınları gibi sokakları ele geçirmedi mi? Her türden barışçıl mücadele yöntemiyle, tazyikli su ve biber gazı karşısında duran on binlerce genç bu ülkeye başka ülkelerden getirilmediler. Çoğu da bu iktidar döneminde doğup büyümüş olan gençler değil mi? Buna rağmen bu gençlerin neden ayaklandığını sorgulamak gerekmiyor mu?

● Ana muhalefet partisi CHP’nin darbeye karşı kararlı direnişi normalde kendilerinden beklenen bir şey miydi? Yürütmekte oldukları strateji ile ülkenin erken seçim sürecine sokulmuş olması demokrasi açısından son derece önemli bir kazanım değil mi?

Asıl kavga yeni başlıyor!

Ancak bu mücadele, demokratik muhalefet açısından, bütünüyle kazanılmış ve bitmiş değil. İktidar Bloku meydanları bastırmak ve göz altıları genişletmek, hapishaneleri doldurmak dışında elindeki diğer araçları henüz kullanmadı. Devlet aparatının yanı sıra iktidar yanlısı sivil milis güçlerin zamanı geldiğinde devreye sokulmak yönünde hazırlıkların yapılıyor olması da ihtimal dışı değil.

19 Mart Sivil Darbe Girişimi, mevcut rejimin (demokrasi ve hukuk karşıtlığı dikkate alındığında), günümüz faşist rejimlerinin saflarına katılımını hızlandırmakta olduğunu gösteriyor. Bu faşizm, açık bir diktatörlük kurmak yerine, kendi ile muhalifleri arasındaki güç dengesine bağlı olarak gerçek siyasi özgürlükleri farklı derecelerde adım adım aşındırarak demokrasinin içeriğini boşaltan bir rejim.

İç ve dış etkenler?

İktidarın izleyeceği stratejiyi etkileyecek olan iç etkenler ve onlar kadar önemli dış etkenler de söz konusu. Özellikle de Trump Yönetiminin nasıl bir tutum izleyeceği ve Avrupa devletlerinin silah satışları ve ekonomik çıkarlarını demokrasi ve barışın önüne koyup koymayacağı, iktidarın daha da sertleşmesi ya da geri adım atması konusunda etkili olacak.

Bir başka anlatımla, bir iç etken olarak, otoriter rejimler ne zaman ciddi boyutta yükselen bir muhalefetle karşılaşsa ve demokrasi yoluyla iktidarını kaybetmekten korksa faşizme yönelimleri artıyor.  

Dışsal gibi görünse de çok önemli bir diğer faktör de Donald Trump-Elon Musk’ın sözcülüğünü yaptığı günümüz faşizminin dünyanın jandarması konumundaki ABD'de iktidarı ele geçirmesi. Bu durum, örneğin İsrail, Macaristan ve Hindistan’da açıkça görülen (ve küresel olarak giderek daha fazla tanık olacağımız gibi), günümüz faşizminin çeşitli biçimlerinin güçlenmesi için güçlü bir teşvik sağlıyor.

Bu bağlamda, Erdoğan'ın muhalefetin üzerine daha da gitmesinin, Trump'ın yakın dostu ve çeşitli müzakerelerdeki elçisi olan S. Witkoff'un geçtiğimiz cuma günü “harika” ve “gerçekten dönüşümsel” olarak nitelendirdiği Trump ile yaptığı telefon görüşmesinin ardından başlaması tesadüf değil. (2)

Heterojen bir kitle

19 Mart sonrası ortaya çıkan kitlesel tepkinin, onlarca yıllık totaliter yönetimin ardından halk hareketinin köreldiği Rusya'da Putin'in karşılaştığından ve Trump dahil günümüz faşizminin öncülerinin çoğunun karşı karşıya kaldığı tepkiden çok daha büyük olduğu bir gerçek.

Bu durum Türkiye açısından umutlandırıcı olsa da ortada hala çözülmesi gereken bir sorun var: Meydanları dolduran yüzbinlerin heterojen yapısı.

Bir bakış açısıyla bu iyi bir şey olabilir zira baskı ve zulme karşı her görüş ve yapıdan insanın bir araya gelmesini ifade ediyor. Ancak bu istikrarlı ve sürdürülebilir bir durum değil. Gerek katılımcıların siyasal pozisyonları, ideolojileri, sınıfsal konumları gerekse de iktidar blokunun özel çabalarıyla bu kitle parçalanabilir, hatta birbiri ile çarpıştırılabilir.

Daha somut konuşursak; alanlarda kozmopolit CHP kitlesinin yanı sıra, her türden Ulusalcılar, Kemalistler, Zafer Partisi gençliği, İyi Partililer, DEM’liler ve sosyalistler var.

Bu yapılar arasındaki zaman zaman ortaya çıkan gerginlikler miting yönetimlerinin başarılı müdahaleleriyle şu ana kadar büyük olaylara dönüşmedi. Ancak bu hiç olmayacak anlamına gelmiyor. Çünkü bu alanlar hegemonya savaşlarına tanık oluyor ve olacak. Yani kitleler manipüle edilmeye çalışılacak.

Sosyalistler?

Bu hegemonya mücadelesinde, kitleyi harekete geçirebilecek, bu eylemliliği bir anti-faşist cephe eylemliliğine dönüştürebilecek tecrübeye sahip esas bir aktöre ihtiyaç var: Sosyalistler.

Ancak alanlarda flamalarıyla, bayraklarıyla görünür olma çabası dışında, alanı yönlendirdikleri ya da kitlelerle kurulması gereken bağları kurdukları söylenemez. Ayrıca sosyalistler bir bütün değil, darmadağınıklar ve daha da önemlisi birçoğu geçmişten gelen travmalarının altında hareket ediyor. Rekabetçi bir biçimde birbirleriyle yarış içinde olduklarından gözleri alanlardaki on binleri göremiyor. Hatta bir kısmı, gerçek dışı açıklamalarla, DEM partilileri bu alanlardan uzaklaştıracak işler yapıyor.

Sonuç olarak

Kısaca, çok parçalı ve dağınık bir görünüm sergileyen toplumsal muhalefet, ortak vizyon ve tutarlı strateji eksikliği nedeniyle (sayısal olarak güçlü görünse de), aslında yeterince güçlü ve örgütlü değil.

Acil görev, artık ellerinde kırlangıçlarla görünür olmaya çalışan sosyalistlerin tutumlarını gözden geçirmeleri ve demokratikleşme ve barış mücadelesinin asıl aktörü olan emekçi sınıfların ve Kürtler e Aleviler de dahil olmak üzere toplumun tüm ezilenlerinin mücadelenin merkezine taşınmasıdır. Böylece İktidar Blokunun toplumsal muhalefeti küçük parçalara ayırıp etkisizleştirmesi de önlenebilir.

Özcesi, kapitalizmin “çoklu krizleri" ve bu krizleri aşamayan, bu yüzden de giderek baskıcı ve otoriter bir hale gelen siyasal rejim korku, umutsuzluk ve tepkiden oluşan bir “zeitgeist” yayıyor olsa da aynı zamanda, insan, barış, emek, ekoloji ve kadını güçlendiren bir uygarlık inşa etmek için toplumsal enerjiyi de ateşliyor.

Ülke olarak, belki de kötücül gelişmeleri durdurarak karanlığı aydınlığa dönüştürmeye, barbarlık yerine uzun erimde sosyalist bir toplum kurmayı amaçlayan “demokratik, sosyal ve laik cumhuriyeti” kurmaya her zamankinden daha yakın olduğumuz bir zaman dilimindeyiz.

Dip notlar:

(1)  Paul Raskin, https://greattransition.org/gti-forum/which-future-raskin (Kasım 2022).

(2)  Gilbert Achcar, https://links.org.au/turkey-and-neofascist-contagion (28 Mart 2025).


28 Mart 2025 Cuma

19 Mart ve Ekonomik Yıkım

 

“Bak şimdi bunu da benden bilecekler…”

Mustafa Durmuş

28 Mart 2025

Son iki yıldır sıkı gelir (ücret), para ve maliye politikalarıyla enflasyonu aşağıya çekmeye, yüksek faiz oranları ve baskılanmış döviz kuruyla sıcak parayı ülkeye çekerek döviz rezervi biriktirmeye çalışan ve tüm bu politikaların bedelini de halka ödettiren Mehmet Şimşek’in başını çektiği ekonomi yönetimi, 19 Mart’ta yargının İmamoğlu ve ekibine yaptığı siyasi operasyonlarla, deyim yerindeyse ters köşe oldu. “Kazanımların” önemli bir kısmı çöpe gitti.

Milyarlarca liralık kurtarma paketi

Durumu toparlayabilmek için ekonomi yönetimi, kapsamı onlarca milyar lirayı bulan bir kurtarma paketi uygulamaya başladı.

Emeklilerine sadece 1,000 lira zam yaparak bayram ikramiyesini 4,000 liraya çıkaran ve bunu yaparken de “daha ne yapalım, elimizden ancak bu kadar geliyor” diyen siyasal iktidar, söz konusu olan yerli ve yabancı sermaye sınıfı ve süper zenginlerin menfaatlerinin korunması olduğunda kesenin ağzını açmakta tereddüt etmiyor. Kamu kaynaklarını bu kesime rahatça akıtıyor.

Haksız operasyon kitleleri sokağa döktü

Zaten son derece kırılgan olan finansal sistem, yargı eliyle yapılan sivil darbenin son perdesi olan bu operasyonun şokunu atlatmakta zorlanıyor. Operasyonun ardından, başta üniversiteli gençler olmak üzere neredeyse tüm toplum sokaklara çıkınca, eş zamanlı olarak üniversitelerde boykotlar başlayınca, ekonomideki bu kırılganlığı siyasetteki sorunlar ve istikrarsızlaşma izledi. Ana muhalefet partisi CHP eylemliliğini artırarak erken seçim için iktidarı zorlamaya başladı. Tüm bu gelişmelerin ekonomi üzerindeki etkilerinin son derece yıkıcı olduğu/olacağı kuşkusuz.

Siyasal iktidarın da ekonominin de yumuşak karnını oluşturan bazı sektörlerden ya da alanlardan başlayalım. Bunların başında finans sektörü geliyor.

Borsa çöktü

● Kapitalizmin tarihinde her büyük ekonomik krizin önce menkul kıymetler borsasında başladığı biliniyor. Çünkü borsanın temeli olan spekülasyon ve manipülasyon krizleri tetikliyor. 1929-33 Büyük Depresyonu bunun bilinen en iyi örneklerinden birisi.

Nitekim 20 Mart’ta değeri 9,000’e kadar düşen İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda (BİST100) bir haftada dört kez devre kesiciler uygulamaya sokulmak durumunda kalındı. Endeks, TL varlıklarda başlayan satış dalgası yüzünden ilk gün yüzde 8,72 kayıpla tarihinin en sert düşüşlerinden birine tanık oldu. Bankacılık endeksi yüzde 8,5’in üzerinde kayıp yaşadı. Borsanın piyasa değerinden sadece 1 günde 31,5 milyar dolar silindi. Borsalarda yaşanan kriz, ardından gelebilecek bir finansal krizin de belirtisi olduğundan ekonomi yönetimi acil müdahaleye başladı.

Yabancı çıkışları arttı!

Merkez Bankası verilerine göre, yabancılar geçen hafta net 443,8 milyon dolarlık hisse senedi ve net 439,5 milyon dolarlık devlet iç borçlanma senedi (DİBS) sattı. Böylece geçen hafta finans piyasalarından yabancıların toplam çıkışı 883,3 milyon dolar oldu. Oysa aynı yabancılar bir önceki hafta yaklaşık 2 milyar dolarlık giriş yapmıştı (7-14 Mart haftasında 480,1 milyon doları hisse senedi için, 1 milyar 465,3 milyon doları da DİBS için olmak üzere toplamda 1 milyar 945,4 milyon dolar getirmişlerdi).

Borsaya can simidi

T. Varlık Fonu bünyesindeki kamu bankalarına ait aracı kurumlar büyük çapta (7 milyar TL’yi aşan) hisse alımı yaparak borsaya destek oldular.

▪ Hisse piyasasına (borsa) yönelik bir destek kararı da Sermaye Piyasası Kurulu’ndan geldi. Kurul, şirketler ile bağlı ortaklıkların, genel kurul kararı olmaksızın yönetim kurulu kararıyla geri alım programı yapabileceğini duyurdu. Duyurunun ardından 18 borsa şirketi toplamı 5,5 milyar lirayı bulan tutarda geri alım yapacağını açıkladı.

▪ Ayrıca bankalara hisse geri alımında sermaye esnekliği tanındı. Bu yılın sonuna kadar geri alım yoluyla edindikleri hisselerin çekirdek sermayeden indirilmeyeceği teminatı verildi.

Böylece borsadaki erime durduruldu. Şirketlerin ve bankaların kendi hisselerini geri satın almaları teşvik edilerek endeks değerinin tekrar yukarı çıkması ve gerçekte temeli olmayan yeni kârlar sağlamalarının yolu da açılmış oldu.

Kârlar özelleştirilirken, zarar sosyalleştiriliyor!

Özetle başta T. Varlık Fonu aracılığıyla yapılan hisse alımlarıyla, batmakta olan şirketlerin hisseleri satın alındı ve bu operasyon sonucunda ortaya çıkan zarar böylece sosyalleştirildi yani tüm topluma mal edildi. Gerisini emekçiler düşünsün…

● Bir olumsuzluk da para piyasalarında yaşandı. Para Piyasası Fonları genellikle kısa vadeli devlet tahvilleri, bonolar ve vadeli mevduat gibi düşük riskli araçlardan oluşuyor.

Geçen hafta başlayan ekonomik çalkantıdan sonra devlet tahvillerinin faizinin artması (dolayısıyla fiyatının düşmesi) bünyesinde ağırlıklı olarak tahvil barındıran finansal fonların getirisini düşürdü. Böyle olunca da para piyasası fonlarına olan ilgi azalarak bir anda tersine döndü. Öyle ki Merkez Bankası Para ve Banka İstatistiklerine göre, 14 Mart’ta 1 trilyon 487 milyar lira olan bu fonların büyüklüğü, 21 Mart’ta 1 trilyon 326 milyar liraya geriledi. Yani bu fonlardan 161 milyar liralık çıkış yaşandı.

Dolarizasyona yönelim artıyor!

Bu arada, Merkez Bankası’na göre, aynı haftada yurt içi yerleşiklerin yabancı para mevduatı (parite etkisinden arındırılmış olarak) geçen hafta 5 milyar 862 milyon dolar arttı. (1) Bu da fon piyasasından çıkan paranın büyük ölçüde döviz tevdiat hesaplarına kaydığını ortaya koyuyor.

Bu durum yabancıların tahvil stoku içindeki payını yüzde 10’a kadar geriletti. Aynı zamanda ekonomide bir süredir aşılmaya çalışılan yeni bir dolarizasyon sürecinin başlamakta olduğunu da ortaya koydu.

Kur Korumalı Mevduatların (KKM) hala tasfiye edilemediği bir dönemde para sahiplerinin tekrar Döviz Tevdiat Hesaplarına (DTH) yönelmesi yakın geçmişte yaşanan ekonomik kayıpların ve kamu zararının tekrarlanabileceğinin bir işareti.

Fonlardan çıkışları durdurabilmek amacıyla ekonomi yönetimi çözüm olarak, bu fonların getirilerini artırabilmek için kendi payından vaz geçmeyi planlıyor. Yani bu fonlar aracılığıyla elde edilen gelirler ve TL cinsi mevduatlardan alınan Gelir Vergisinin oranlarının tekrar düşürüleceği açıklandı.

Özetle, bir kez daha “kârlar özelde kalırken, zarar sosyalleştiriliyor”. Üstelik bu son derece adaletsiz bir biçimde yapılıyor: Asgari ücretin biraz üstünde gelir elde eden bir ücretliden net yüzde 15 Gelir Vergisi alan devlet şimdi en zengin para sahibinin milyarlarca liralık gelirinden yüzde 15’in altında bir vergi alacak.  

Döviz kuru fırladı, döviz rezervleri sert bir biçimde azaldı!

● Döviz ve altın piyasaları bu operasyonlardan beklendiği gibi en fazla etkilenen diğer finansal araçlar oldular. Öyle ki 1 günde dolar 41 liraya ve Euro 44 liraya fırladı. 1 gram altının fiyatı 1,400 liraya kadar yükseldi.

Bu durum karşısında ekonomi yönetimi hem TCMB hem de kamu bankalarındaki dövizleri güncel değerinin altında fiyatlardan piyasaya satmak durumunda kaldı. Bu müdahaleye rağmen kurdaki artış ortalama yüzde 4 oldu. Yani küçük çapta bir tür devalüasyon yaşandı.

Piyasaya döviz satışı sonucunda sadece birkaç günde, TCMB Başkanına göre döviz rezervlerindeki azalma 25 milyar doları, diğer bazı hesaplamalara göre 27 milyar doları buldu. Yani son iki yıldır büyük çapta bedeller ödenerek (yüksek faiz başta olmak üzere) biriktirilen döviz rezervlerinin yaklaşık yüzde 40’ı üç günde yok edildi.

Pandemiden daha kötü

Covid-19 Pandemisi sırasında ortaya çıkan gelişmelerle (2020 yılı) bir karşılaştırma yapmak sorunun ciddiyetini anlamak açısından önemli olabilir. 2020 yılının ağustos ayında 1 dolar 7,40 lira, risk primi (CDS) 560 ve reel özel sektör döviz açığı 165 milyar dolardı. MB döviz rezervlerinde 6 ayda 30 milyar dolarlık bir azalma olurken, yurt dışına çıkan sermaye 12 milyar dolar oldu.

Bugün itibarıyla dolar 38 lira civarında, CDS 328, reel özel sektör döviz açığı 148 milyar dolar ve sadece üç günde Merkez Bankası döviz rezervlerindeki azalma 27 milyar dolar civarında. Yurt dışına ne kadar sermaye çıktığını görmek için yeni verilerin açıklanmasını beklemek lazım. Ancak girişler bıçak gibi kesildi. Ne de olsa “hız öldürmez ani duruş öldürür!”

▪ Merkez Bankası ayrıca, dövizdeki aşırı yükseliş ve oynaklığı azaltmak amacıyla TL uzlaşmalı vadeli döviz satımı işlemini başlattığını açıkladı. Söz konusu adımla, yurtiçi yerleşiklerin olası döviz talebinin, rezerv kaybı yaşamadan karşılanması (kur riski zararının önlenmesi) ve böylelikle kur baskısının azaltılması amaçlanıyor.  Sermayenin kur zararı kimin üzerine yıkılacak bir düşünün!

Faizlerin yükseltilmesi kaçınılmaz hale geliyor!

▪ Liranın değer kaybını azaltmak ve dolarizasyonu yavaşlatmak amacıyla Para Piyasası Kurulu (PPK), bir ara kararıyla, gecelik borç verme faiz oranını 200 baz puan artırarak yüzde 44’ten yüzde 46’ya çıkardı. Politika faizi yüzde 42,5’te, gecelik borçlanma faizi de yüzde 41’de sabit tutuldu.

Bu gelişmenin ardından ticari kredi faizleri kamu bankalarında yüzde 50’ye, özel bankalarda ise yüzde 59’a kadar yükseldi. Mevduata verilen faizler de yüzde 47’ye kadar çıktı. Faizlerdeki bu artışın kredi borcu olan bireyleri de şirketleri de bilançoları bozulacak olan bankaları da olumsuz etkileyeceği açık.

Faiz oranlarının yükselmesinin halihazırda en yüksek konkordato oranına sahip, başta inşaat (453 adet) ve tekstil (258 adet) olmak üzere, tüm ekonomi üzerinde daraltıcı ve işsizliği artırıcı etki yaratması da kaçınılmaz. Burada da zararın bir kez daha sosyalleştirilmesine tanık oluyoruz.

Bazı iş insanları da durumdan rahatsız olsalar gerek ki “bankaların kredi tahsislerini yavaşlattığını, para çekme işlemlerinde sorunlar yaşandığını  yani kendi paralarına ulaşamayarak likidite sorunu yaşadıklarını” ileri sürüyorlar.

Özcesi bir tür “ekonosit” yaşanıyor. Yani yurttaşların, iktidarın bilerek ve isteyerek uyguladığı politikalar yüzünden,  ekonomik olarak hayatta kalamayacak bir duruma getirilmesi hali.

Bu operasyonların kısa vadede somut şu sonuçları olacaktır:

● Hâlihazırda yetersiz olan döviz rezervleri daha da azalacak, bunu telafi edebilmek için kamu daha yüksek faizlerden döviz cinsinden dışarıdan ve içeriden borçlanmak durumunda kalacak. CDS’in daha da yükselmesi borçlanma maliyetlerini artacak.

● Kurdaki artış sürecek ve bu durum, yüzde 30-40 geçişkenlik oranıyla, enflasyonu yükseltecek. Hayat, özellikle de emekçiler için çok daha pahalı ve zor bir hale gelecek. Nitekim Bank of Amerika yıl sonu enflasyon tahminini yüzde 28,1’e, politika faizini ise yüzde 32,5 yükseltti.

● Bir yandan enflasyon artarken diğer yandan ekonominin bazı temel sektörlerinde durgunluk yaşanacak, bu da iflasları ve işsizliği artıracak. Yani ülke ekonomisi yeni bir stagflasyonist sürece girecek.

Döviz kurundaki ve enflasyondaki yükseliş reel ücretlerin düşmesiyle sonuçlanacak. Bu yılın sonuna kadar asgari ücret artırılmayacağı için emekçilerin ve emeklilerin yoksulluğu daha da artacak.

● Son olarak, eğer siyasal iktidar toplumun demokratikleşme, hak hukuk ve adaletin sağlanması ve barış gibi temel taleplerine olumlu yanıt vermeyip daha da sertleşirse, ekonomideki bu göstergelerin daha da kötüleşeceğini tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok.

Kıssadan hisse

Zamanın birinde köyün birinde bir gelin ineğin sütünü sağmak için ahıra gidiyor. İnek yeni buzağılamış, buzağısı da gelip sütü emmesin diye gelin o buzağıyı bir ağaca bir iple bağlıyor. Şeytan da orada duruyor, buzağıya şöyle bir bakıyor ve şu ipi biraz gevşeteyim diyor. İpi gevşetince buzağı da geliyor anasından tam sütünü emecek, gelin bunu önlemek için şöyle elinin tersiyle buzağıya vurunca, bunu gören inek “vay sen benim yavruma nasıl vurursun” diye geline bir tepik atıyor. Gelin kanlar içinde yere yuvarlanıyor. O sırada gürültüyü duyan kayınbaba ahıra geliyor, bir bakıyor gelin kanlar içinde yerde yatıyor. “İnek benim gelinimi öldürdü" diyor ve eve gidip tüfeği alıyor ve ineği vuruyor. O sırada ahıra gelinin kocası geliyor. Bir bakıyor inek kanlar içinde yerde, gelin kanlar içinde yerde, buzağı yerde. Babasının elinde ise tüfek. “Sen benim karımı, ineğimi nasıl vurursun” diyor ve o da babasını vuruyor, sonra da “ben bu acıya dayanamam” deyip kendini vuruyor. Her şeyi bir köşede sessiz sedasız izleyen Şeytan: "Yahu şu işe bak, tüm olan biteni de benden bilecekler, oysa ben sadece ipi bir parça gevşettim…”

Dip notlar:

(1)   TCMB, Haftalık Para ve Banka İstatistikleri, Yabancı Para Mevduatlarda Haftalık Değişim ve Parite Etkisi (Yurt İçi Şubeler, Milyon ABD Doları), 21 Mart 2025.



25 Mart 2025 Salı

Strateji ve taktik

 

“Hak hukuk Adalet” Arayışında İktidarı Araf’ta Bırakmak

Mustafa Durmuş

25 Mart 2025

(https://www.muhalif.com.tr/foto-galeri/gundem/umit-bektasin-objektifinden-sarachanede-biber-gazi-yiyen-semazen, 24 Mart 2025)

Kamuoyunda yaygın bir biçimde kullanılan biçimiyle “19 Mart Darbe Girişiminin” ardından patlak veren ve tüm Türkiye’ye yayılan protesto eylemleri sürüyor. Milyonların çok soğuk gecelerde dahi eylem alanlarını doldurduğu bu gösterilere asıl olarak gençler damgasını vurdu.

Yaratıcı eylem biçimleri

Özellikle de gençlerin sergilediği bazı (“sivil itaatsizlik” olarak da adlandırılabilecek) eylem biçimleri sadece alanları darbe karşıtı bir mücadele alanına çevirmekle kalmıyor, katılımcı kitleyi de giderek büyütüyor.

Polis barikatının önünde ve biber gazı eşliğinde dans eden gençler mi, erik dalı türküsüyle oynayanlar mı, yerde şınav çekenler mi, sevgilisine evlilik teklifi yapanlar mı ararsınız, bu ve benzeri çok şey var alanlarda. Tüm bunlar gençlerin ne denli yaratıcı olduklarını ortaya koyuyor

Ancak bu eylemlerden birisi tam anlamıyla viral oldu ve iktidarın, eylemci kitleyle ilgili “şiddete başvuran eylemci” algısı yaratan dezenformasyonunu etkisiz kıldı: Semazen kıyafetiyle (derviş) kendi etrafında dönen bir eylemci. Gençler böyle performanslar sergilerken, bu performanslara polisin verdiği tepki ise genelde gençlere tazyikli su ve biber gazı sıkmak biçiminde oluyor.

Bu birkaç günde elde edilen deneyim, adaletsiz ve hukuk tanımayan iktidarlara karşı toplumun kendisini savunabilmesi için güçlü bir strateji ve buna uygun etkili taktiklere başvurmasının kaçınılmaz olduğunu da gösteriyor. Kuşkusuz bu eylemlerin şiddet içermeyen, amacından saptırmaya ve provokasyona geçit vermeyen, demokratik ve barışçıl eylemler olarak ivme kazanması gerekiyor.

Kısaca, hak hukuk ve adalet arayışı içinde olanların, aşırı sağcı-otoriter rejimi, adaletsiz ve hukuk tanımayan iktidar sahiplerini ve baskıcı sistemi “kaybet-kaybet” durumuna sokmak için, bu eylemlerini sürdürmeleri ve şiddet içermeyen yeni taktikler ve eylem biçimleri geliştirmeleri gerekiyor. Bunun için de hem teoriye başvurulması hem de pratik örneklere bakılması lazım.

Araf’ta bırakan eylemlilikler!

Kabaca “İktidarı Araf’ta Bırakan Taktikler” olarak tanımlanabilecek olan bu taktikler, teoride, iktidar sahiplerinin adaletsizliklerini ortaya çıkararak, meşruiyetlerini sorgulatarak, her türden toplumsal muhalefeti harekete geçirmeyi amaçlar. Bu taktikler ayrıca demokratik bir direniş hareketini örgütlerken, siyasal iktidara da “göstereceği her antidemokratik aksiyonun kendilerine reaksiyon olarak geri döneceği seçimler yapmaya zorlayacağını” gösteren taktiklerdir.

“Araf’ta Bırakan Eylemler” sadece sembolik protestolar değil, stratejik, otoriterliği halkın önünde yargılayan iktidar karşıtı eylemlerdir. Bu eylemler özellikle performans sanatçıları, tiyatro sanatçıları, komedyenler tarafından hayata geçirilebilecek iyi birer araçtır. Sokak eylemlerinin yanı sıra, bu tür eylemlere de başvuran politik hareketler mücadele alanını genişletirler, rakiplerini hataya zorlarlar, rakiplerinin gayrimeşruluklarını açığa çıkarırlar ve daha fazla insanı ve kitleyi kendilerine çekerler. Kısaca, bu taktikler ve eylemler otoriterliğe, baskıya ve adaletsizliğe karşı mücadelede demokratik muhalefetin elindeki en etkili araçlardan birisidir. (1)

Bu eylemler genelde başarılı olurlar zira iktidarın adaletsiz doğasını açığa çıkartırlar ve dünyaya baskıcı rejimlerin tam olarak nasıl işlediğini gösterirler. İktidarları “zayıf görünmek ya da zalim görünmek” arasında seçim yapmaya zorlarlar ki her iki durumda da iktidara kaybettirirler. Kitlesel katılım sağlarlar ve sıradan insanların yüksek riskli çatışmalara girmeden eylemlere katılmalarına olanak tanırlar. Güçlü medya anları, viral, yüksek oranda paylaşılabilir görüntüler ve hikayeler yaratırlar, politik hareketin moralini yükseltirler. Bu anlamda başvurdukları mizah, hiciv ve yaratıcılık protestocular arasındaki dayanışmayı ve umudu güçlendirir.

“Yaparsan lanetlenirsin, yapmazsan da lanetlenirsin!”

Bu stratejiye ve taktiklere uygun eylemler, otoriter- baskıcı rejimlerin katılığından ve güvensizliğinden yararlandıkları için özellikle otoriterlikle mücadele etmek anlamında son derece uygundur. Öyle ki mizah, yaratıcılık ve ahlaki netlikten yararlanarak baskıcı iktidarları “yaparsan lanetlenirsin, yapmazsan da lanetlenirsin” ikilemine sokarlar.

Örneğin 19 Mart operasyonlarıyla zirve yapan haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizliğe karşı bir tepki olarak ortaya çıkan ve gençlerin öncülüğünü yaptığı gösteriler ve yürüyüşlere kolluk kuvvetleri izin verirse iktidar zayıf görünür, diğer taraftan gençlere şiddet uygularsa canavar gibi görünür. Nitekim bazı kentlerde ağırlıklı olarak ikincisini seçen iktidar hem ülkedeki tepkilerin daha da büyümesine hem de dünyada tepkilerin ortaya çıkmasına neden oldu.

Stratejinin başarısı?

Araf’ta bırakan eylemler insan hakları hareketlerinden diktatörlüklere karşı demokratik muhalefete kadar tarih boyunca etkili bir şekilde kullanıldı.

Ancak bu tür eylemlerin etkili olabilmesi için öncelikle; baskının, zulmün ve adaletsizliklerin yeterince ifşa edilmesi gerekir. Yapılan eylemlerle sistemin acımasızlığı gözler önüne serilmelidir. İkinci olarak, siyasal iktidar için “eylemi bastırırsa zalim görünecek, eğer bastırmayıp görmezden gelirse ya da eylemlere izin verirse, kontrolü kaybedecek, bu da muhalefeti cesaretlendirecek ve iktidarı güçsüz gösterecek” ikilemini yaratmalıdır. Üçüncü olarak, eylem medyada yer alacak şekilde tasarlanmalı, viral olma potansiyeli taşımalı ve sonuç alabilmek için kitlesel katılım sağlanmalıdır. Son olarak, eylem ivme kazanmalı ve demokratik direniş hareketi için daha fazla olanak yaratmalıdır.

Gezi İsyanı ve “Duran Adam Protestosu”

Nitekim, Türkiye’de 2013 Gezi İsyanı sırasında gerçekleştirilen “Duran Adam Protestosu” Gezi Parkı protestocularına yönelik polis şiddetine tepki olarak Taksim Meydanı'nda sessizce ayakta duran bir eylemci tarafından gerçekleştirildi. Buradaki Araf’ta bırakma taktiği şuydu: “İktidar ya birini hareketsiz durduğu için tutuklayacaktı ki bu çok saçma olurdu. Ya da diğerlerini de katılmaya teşvik ederek devam etmesine izin verecekti”. Sonuçta, bu performans sosyal medyada viral oldu, binlerce kişi sessiz direnişe katıldı ve Türkiye toplumunun otoriterliğe karşı bir meydan okuma sembolü haline geldi.

Teneke çalma eylemi

İkinci örnek Sırp diktatör Slobodan Milošević'e karşı direniş sırasında gençlerin eylemleri sırasında kullandıkları bir eylemdir. Gençler Milošević'in resminin olduğu teneke kutuları kaldırımlara yapıştırdılar ve onun emekli olmasını talep ederek, kutuların içine “emekli olduğunda geçimini sağlayabilmesi için” bozuk para koydular ya da onun izlediği politikalar yüzünden tenekelere para koyamayanlar tenekelere sopayla vurdular. Polis teneke kutuyu döven insanları gördüğünde, şu ikisinden birini yapmak zorundaydı: Ya insanları tenekeye vurdukları için tutuklayacaktı ki bu da onları gülünç duruma düşürecekti. Ya da rejimi zayıf gösterecek şekilde devam etmesine izin vereceklerdi. Sonuçta bu gösteri polisi gülünç duruma düşürdü, protestocular arasında morali yükseltti ve Milošević'in 2000 yılında devrilmesini hızlandırdı. (2)

Sivil itaatsizlik

Faşizmin kurumsallaşmasını önlemek için tehlikenin farkında olmak yetmiyor. Örgütlü bir antifaşist mücadele vermenin gerekliliği göz ardı edilemeyecek bir gerçek olarak ortada duruyor. Kuşkusuz antifaşist cephenin kapitalizm tarihinde hem başarılı hem de başarısız örnekleri mevcut.

Bunun dışında faşizme karşı mücadelede başarılı olmuş şiddete dayalı olmayan mücadele yöntemlerinin de sayısız örneği var. Genellikle “sivil itaatsizlik” olarak tanımlanan bu yöntemler aslında “şiddetsiz direniş” biçimlerinden sadece birisi.

Ancak başarılı “şiddetsiz direnişler” tek başına ya da faşizme karşı diğer mücadele biçimlerinin ikamesi olarak değil, tamamlayıcısı olarak tarihte hak ettikleri yeri aldılar. Ülkelerin, toplumların tarihlerine, kültürlerine ve diğer bazı özelliklerine göre şekillendiler.

Şiddetsiz meşru savunma!

“Sivil itaatsizlik” “şiddet içermeyen meşru savunma”dır ve Mahatma Gandhi ve Martin Luther King’in direnişleri anlamında bir siyasi mücadele biçimidir. Modern tarihin en kötü krizinden kurtulmak için vatandaşlar arasında umut veren bir direniş biçimidir. Öyle ki liberal demokrasinin “sessiz/örtülü” diktatörlüğü birçok kentte “açık” bir diktatörlüğe dönüştürüldüğünde sivil itaatsizlik gündeme gelir.

Diğer yandan sivil itaatsizliğin uygulanabilirliğinin siyasal iktidarların yapısıyla da doğrudan ilgisi vardır.

Bertrand Russell’in vurguladığı gibi, “şiddet içermeyen direniş kesinlikle önemli bir alana sahiptir; bu, Hindistan'daki İngilizlere karşı Gandhi’yi zafere götürdü. Ancak, elde edilebilecek sonuç karşı çıkılan iktidarın niteliğine bağlıdır. Hintliler demiryolu raylarına yattıklarında ve yetkililere onları trenlerin altında ezmeleri için meydan okuduklarında İngilizler geri adım attılar. Ancak Nazilerin benzer durumlarda hiçbir çekincesi yoktu. Tolstoy'un büyük bir ikna edici güçle vaaz ettiği, ‘iktidarı elinde bulunduranların, direnmeme durumuyla karşılaşırlarsa ahlaki olarak yenilenebilecekleri savının’, 1933'ten sonra Almanya'daki gelişmeler sonucunda geçersiz olduğu kanıtlandı. Açıkça Tolstoy, ancak iktidar sahipleri bir noktaya kadar acımasız olduklarında, o noktadan sonra acımasızlığı bırakabildiklerinde haklıydı ve açıkça Naziler bu noktanın ötesine geçti.” (3)

“Pupa çatladı, kelebek ortaya çıktı”: Türkiye kabusundan kurtuluyor!

Sonuç olarak, kapitalizm ve aşırı sağcı otoriter devletlerin, bir avuç seçkin dışındaki toplumun, gıda temini, eğitim, sağlık, barınma, ulaştırma ve sosyal güvenlik, hak, hukuk, sosyal adalet ve özgürlükler gibi yaşamaları için temel olan ihtiyaçlarını karşılamaya dönük kamusal hizmetleri ve hakları sunma konusunda başarısızları ortada.

Nitekim Türkiye’deki direnişin öznesini oluşturan üniversite gençliği insan onuruna yaraşır bir gelecek hayalleri bile ellerinden alındığı, işsizlikle, yoksulluk ve açlıkla, haksızlıklar ve zorbalıkla sınandıkları için günlerdir sokaklardalar.

Gençler, “Dum spiro spero, dum spero amo, dum amo vivo.” Yani, Çiçero’nun (MÖ 106 ila 43) deyimiyle, “nefes aldığım sürece umut ederim, umutlandığım sürece severim, sevdiğim sürece yaşarım” (4) sözüne uygun bir biçimde umutlarını yeniden yeşertmek için mücadele ediyorlar.

Kısaca, umut, sokakta protesto hareketlerinde, işyerlerinde grevlerde, okullarda boykotlarda ve halkların emperyalizme, sömürgeciliğe ve faşizme karşı direnişlerinde yatıyor.

Ancak, kurtuluş mücadelesini, tek başına değil, ancak birlikte verdiğimizde başarıya ulaştırabileceği unutulmamalı. Direneceğiz, yeniden odaklanacağız, emek, demokrasi, özgürlükler ve barıştan yana düşüncelerimizi, özellikle de yeni teknolojilerin araçları ve imkanlarıyla, tüm ülkeye, herkese yayacağız ve baskısız, özgür, sömürüsüz demokratik Türkiye’yi yeniden inşa edeceğiz.

Dip notlar:

(1)  https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/dilemma-actions (21 March 2025).

(2)  Agm.

(3)  Bertrand Russell, The Autobiography of Bertrand Russell (1967–1969), Ch. 12: Later Years of Telegraph House, p. 431).

(4)  Dr. Rudolf Hänsel, “Civil Disobedience: As Long As I Breathe, I Hope”, Global Research, 19 November 2021.

 

 


23 Mart 2025 Pazar

Uluslararası raporlar (2)

 

Halkı karşısına alan ekonomi politikaları sosyal barışı ortadan kaldırıyor!

Uluslararası örgütlerin raporlarında Dünya ve Türkiye ekonomisi (2)

Mustafa Durmuş

24 Mart 2025


Uluslararası örgütlerin raporlarını ele aldığımız ve ilk bölümünü bir önceki yazımızda sunduğumuz yazı dizisinin bu bölümünde bir IMF çalışmasını değerlendiriyoruz.

Ekonomi politikaları ve çatışma/şiddet ilişkisi

Geçen yıl dünyada devletlerin içinde yer aldığı çatışmalar son yarım yüzyılın en yüksek düzeyine erişti. Keza devlet dışı şiddet ve çatışmalarda da benzer bir yükseliş söz konusu. Bu bağlamda, aşağıdaki harita 2000-2023 yılları arasında küresel çapta çatışma risk merkezlerinin dağılımını gösteriyor. Buradan Türkiye’nin yüksek çatışma riski taşıyan ülkelerden biri olduğu görülüyor.

Bu anlamda, sosyal barış ve politik istikrarın desteklenmesine yardımcı olabilecek ekonomik koşulların yaratılması ve buna uygun ekonomi politikalarının hayata geçirilmesi her zamankinden çok daha kritik bir öneme sahip.

IMF: “Ne kadar iyi ekonomi o kadar politik istikrar!”

IMF bünyesinde yapılan bir çalışmanın (1) bulguları ekonomik ve sosyal sorunlar ile devletlerin içinde yer aldığı askeri çatışmalar ve savaşlar arasındaki ilişkiyi ortaya koyması ve bu sorunu yaşamakta olan ülkeler açısından çözüm için bir yol haritası oluşturma açısından oldukça önemli.  

Genelde büyük silahlı çatışmaların (ve savaşların) ekonomi üzerindeki etkileri (reel yatırımlar, yabancı sermaye hareketleri, enflasyon, cari açık, döviz rezervleri, borç stokları, yoksulluk ve işsizlik gibi makroekonomik etkiler) hesaba katılarak bu tür gerilimlerden kaçınılması öğütlenir.

Sözü edilen IMF çalışması ise ilişkiyi tersinden kurup; makroekonomik istikrar ve büyümeyi teşvik etme çabaları da dahil olmak üzere; içermeci sosyoekonomik düzenlemeler ve makro ekonomik politikaların silahlı çatışmaların önlenmesinde kilit bir rol oynayabileceğini ileri sürüyor. IMF’ye göre, bu yolla hayatlar kurtarılabilecek, yaralanmalar, zorla yerinden edilmeler, göçler ve ekonominin büyük zarar görmesi önlenebilecektir.

Barış için harcanan 1 dolar en az 26 dolarlık bir maliyet tasarrufu sağlıyor!

Çalışma, makroekonomik istikrarı ve büyümeyi teşvik etmeye, kurumları güçlendirmeye ve yerelleşmeyi desteklemeye yönelik politikalarla çatışmaları önlemeye dönük olarak harcanan her bir 1 doların, çatışmalarla ilgili olarak ortaya çıkabilecek maliyetlerde 26 dolar ila 103 dolar arasında bir tasarruf sağlayabileceğini ortaya koyuyor (bu maliyetlere büyük insani ihtiyaçların yanı sıra hasıla kaybı da dahil). Yani çalışmaya göre, doğru ekonomi politikaları çatışmaların önlenmesine yardımcı olabilir ve maliyetlerde büyük tasarruflar sağlayabilir.

Çatışmalar ekonomiyi zayıflatıyor!

Araştırmaya göre, “çatışma tuzağına düşen ülkeler” (2000-2023 döneminde yaklaşık 35 ülke), çatışma tuzağından kaçınan 130 ülkeye kıyasla, daha yavaş büyüyor, daha düşük yatırım oranlarına, daha değişken cari hesaplara ve daha düşük kamu gelirlerine sahip oluyor.

‘Çatışma tuzağına düşmekten kaçınabilen ülkeler’de kişi başı GSYH son 20 yılda ortalama olarak 9 bin dolardan 13 bin dolara yükselirken, bu artış ‘çatışma tuzağındaki ülkeler’de görülenden çok daha büyük bir artıştır. Çatışma tuzağındaki ülkelerde yatırımların düzeyi daha düşük. Daha düşük GSYH'ye rağmen, çatışma tuzağındaki ülkelerde gayrisafi sabit sermaye oluşumunun GSYH'ye oranı yaklaşık yüzde 20 iken, çatışma tuzağından kaçınan ülkelerde bu oran yüzde 30. Kamu gelirleri çatışma tuzağındaki ülkelerde ortalama olarak GSYH'nin yüzde 20'sinin altında ama çatışma tuzağından kaçınan ülkelerde bu oran GSYH'nin yüzde 25'ine yakın”. (2)

Kısaca, çatışmadan uzak durmak, uzlaşma ve sosyal barışın tesisi bir ülkenin ekonomisinin gelişiminde son derece önemli bir etken.

Bu yüzden de çatışmaların henüz tam olarak patlak vermediği durumlarda, bunları önlemenin faydaları en yüksek düzeyde olduğunun bilincinde olarak, erken uyarı sistemlerinin geliştirilmesi devleti yönetenler açısından hayati önem taşıyor. Bu, özellikle sosyal gerilimlerin ve risklerin artmakta olabileceği ancak şu anda daha az görünür olduğu politik olarak kırılgan devletlerde son derece önemli.


Bu bulgular, iyi tasarlanmış ekonomi politikalarının ve kapasite geliştirmenin sadece politik kırılganlığın üstesinden gelmek için değil, aynı zamanda kırılgan devletlerde silahlı çatışma riskini azaltmak için de önemli olduğuna işaret ediyor.

Diğer yandan Türkiye’de yaşayıp gördüğümüz üzere, neo-liberal neo-otoriter yönetimler sosyo-ekonomik maliyeti ne kadar yüksek olursa olsun ekonomiyi çökertecek siyasal girişimlerden ya da müdahalelerden kaçınmıyor. 19 Mart ve bir süre öncesinden başlatılan ve büyük zarara neden olan operasyonların yapılabilmesini bu çerçevede ele almakta yarar var.

Aşırı sağın mutlak iktidarı ve veya “Günümüz Faşizm”i tehlikesi

İşin kötüsü, pratikte son 10 yıldır dünyada aşırı sağ hareketlerin ve iktidarların ciddi bir atılım yaptıkları görülüyor. Liberal demokrasiler birer birer ortadan kalkarken, batıda varlıklarını sürdürenler ciddi bir erozyona uğramış durumdalar.

Bu yönelimin kapitalizmin ve eksikli ya da tam burjuva demokrasilerinin başta emekçi sınıflar ve gençler olmak üzere toplumun geniş kesimlerinin ihtiyaçlarını karşılamaması ve giderek artan gelir ve servet dağılımı bozukluğu ve derinleşen yoksullukla bağının olduğu kuşkusuz.

Kendilerini “dışlanmış” hisseden bu kesimlerse sosyalist ideolojinin kendini tam olarak yenileyemediği bir dönemde, çareyi radikal, aşırı sağcı ve dinci hareketlere ve/veya günümüz faşizmine yönelmekte buluyorlar. Özetle, sosyalizmin güç kaybettiği bir dönemde, kapitalizmin bir türlü aşılamayan krizleri faşizmin yükselişine neden oluyor.

Küresel kapitalizme tam olarak eklemlenmiş olan Türkiye’nin de benzer gelişmelere sahne olması sürpriz değil. Siyasal İslamcı karakteri ağır basan bir milliyetçi İktidar Bloku tarafından uzun yıllardır yönetilen ülke de hızla aşırı sağa ve otoriterliğe kayıyor.

Sonuç olarak

“Sivil Darbe” olarak da nitelendirilen, İmamoğlu ve diğer bazı ilçe belediye başkanlarına 19 Mart’ta yapılan operasyonun ve ardından gelen tutuklamaların sosyal barışı tamamen ortadan kaldıracağı gibi ekonomiyi de yıkıma uğratacağı çok açıktı. Çünkü “her aksiyon bir reaksiyona neden olur”. Bu gerçek iktidarca da biliniyordu ancak halkın bunlara vereceği ciddi tepki hesaplanmamıştı.

Bu operasyonlar 2013 Gezi ayaklanması benzeri, belki ondan çok daha kitlesel tepkilere neden oldu. Günlerdir sokakları tutan ve 22 yıllık AKP iktidarı altında geleceğe ilişkin umutlarını yitirmiş olan gençler, sefalete sürüklenen işçiler, açlığa mahkûm edilmiş olan emekliler ve her gün erkekler tarafından öldürülen kadınlar, kısaca toplumun hemen her kesiminden milyonlarca yurttaş sokaklarda iktidarı protesto ediyor.

İktidar ise “sivil darbe” sonrasında, daha da sert adımlar atmayı sürdürüyor. Bu da bir yazımızda vurguladığımız gibi, krizlerinden bir türlü çıkamayan İktidar Blokunun ekonominin içinde bulunduğu durumu ve kitlesel protestoları gerekçe göstererek, demokrasinin tabutuna son çiviyi çakmakta kararlı olduğunu gösteriyor.

Böyle olunca da tartışmalı son “Kürt Açılımı Süreci” büyük bir akamete uğruyor. Çünkü aynı ülkede aynı iktidarın ülkenin bütününde demokrasiyi ortadan kaldırma ve daha da otoriterleşme stratejisini sürdürürken, aynı zamanda toplumun bir kesimi olan Kürtlerle barışı yeniden inşa etmesi oksimoron bir durum oluşturuyor.

Ayrıca yıllardır süren çatışmalar ve savaş haline ilave olarak ülkede sosyal barışın ortadan kaldırılması, sadece insani kayıplara değil, ciddi ekonomik ve ekolojik zarara da neden oluyor. Bu yüzden de böyle politikalardan vazgeçilmesi, bu çatışmalara son verilerek kalıcı bir barışın ve bununla desteklenen yasal düzenlemelerin yapılması ve ülkenin bütüncül olarak demokratikleştirilmesi gerekiyor.

Ayrıca böyle bir siyasal ve hukuksal yapının ekonomik alt yapıda hayata geçirilecek reformlarla da tamamlanması lazım. Yani dayanıklı, adil ve eşitlikçi bir ekonomik düzenin kurulması ve doğaya ve emeğe en az zarar verecek üretim biçimleriyle ve teknolojiyle büyütülecek olan sosyoekonomik refahın adil paylaşılması gerekiyor.

Böyle bir yapısal reform hem kalıcı bir demokratikleşmenin hem de kalıcı bir barışın teminatı olabilir. IMF çalışmasının da aslında daha teknik ifadelerle vermeye çalıştığı mesaj budur: “Ne kadar iyi bir ekonomi o kadar iyi bir demokrasi ve toplumsal barış”.

Ancak bunu, ayakta kalabilmesi uzunca bir süredir sürdürdüğü baskı, kutuplaştırma, çatışma ve kriz politikalarıyla mümkün olabilen İktidar Bloku gerçekleştiremez. Aksine bu blok tüm bunlar gerçekleşmesin diye her türlü sosyal ve ekonomik faturayı da halka ödettirerek ayakta kalmaya çalışıyor.  Bunu ancak emek, demokrasi ve barışı önüne temel hedef olarak koymuş olan ve bu amaçlar için politik alanda mücadele etmekten çekinmeyenler gerçekleştirebilirler.

Dip notlar:

(1)    Hannes Mueller, Christopher Rauh, Benjamin Seimon, and Raphael Espinoza, The Urgency of Conflict Prevention – A Macroeconomic Perspective, IMF Working Paper, WP/24/256 (December 2024).

(2)    Agr.

 


22 Mart 2025 Cumartesi

Uluslararası raporlar

 

Uluslararası örgütlerin raporlarında Dünya ve Türkiye ekonomisi

Mustafa Durmuş

22 Mart 2025

Küresel finansal krizin (2008-09) ardından 15 yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen küresel ekonomik durgunluk bütünüyle aşılamadı. Kuzey ve Güney ülkeleri arasındaki gelişkinlik ve refah farkı daha da açıldı ve ülkelerdeki zengin yoksul uçurumu daha da derinleşti. Ekolojik sorunlar daha da büyüdü.

Dünyada aşırı sağ ve militarizm yükselişe geçti

Bu süreçte dünyada giderek aşırı sağcı, faşizan yönetimler işbaşına geldi.  Trump-Musk liderliğindeki ABD emperyalizmi, değişik araçlarla hegemonya savaşlarını yeniden başlattı. Dünyanın bazı sıcak noktalarında (Ukrayna, Filistin, Suriye gibi) sıcak çatışmalar ve savaş yaşanıyor. Paralel bir biçimde, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere, kaynaklar giderek artan bir biçimde silahlanma için ayrılıyor.

Davos’ta ele alınan küresel riskler

Bu yılın başlarında “Süper Zenginler Kulübü” olarak da bilinen Dünya Ekonomik Forumu’nun (WEF) gerçekleştirdiği rutin Davos toplantılarının ardından yayınlanan Küresel Riskler Raporunda kısa vadeli (2 yıl) ve uzun vadeli (10 yıl) zarfındaki en belirgin 10 küresel riski ele alındı.

En büyük üç risk

WEF’e göre, kısa vadede en ciddi küresel risk “Yanlış Bilgi ve Dezenformasyon” olurken, bunu “Ekstrem Hava Olayları” ve “Devlet Temelli Çatışmalar” izliyor. Bu risklerin önemi küresel ticareti, sermaye hareketlerini, ekonomik büyümeyi yavaşlatma ve uzun vadede enflasyonu yükseltme potansiyeli taşıması ve aynı zamanda toplumsal refah düzeyini düşürmesi ve küresel bir yoksullaşmanın, açlığın ve kitlesel protestoların da önünü açmasından geliyor.

Kısa vadeli risklerin başında gelen “dezenformasyon” sözcüğü, “doğru olmayan bilgileri kullanarak insanların kafasını karıştırmaya ve onları manipüle etmeye yönelik kasti girişimleri” tanımlamak için kullanılıyor. Genellikle örgütlü olduğu, daha zengin kaynaklardan beslendiği ve yapay zekâ ve diğer otomasyon teknolojileriyle desteklendiği için, demokrasiler ve temel hak ve özgürlükler için çok büyük bir risk oluşturuyor.

Nitekim bugünlerde İstanbul Büyükşehir Belediyesine ait şirketlerin bazı ticari faaliyetleri ve Belediye Başkanı İmamoğlu ile ilgili başlatılan soruşturmalar ve gözaltılar konusunda yandaş medya ve trollerce halkı yanıltmayı amaçlayan dezenformasyon faaliyetlerinin örgütlü bir biçimde artırıldığına tanık oluyoruz.

Dünya Bankası ve OECD ne diyor?

Diğer bazı uluslararası kuruluşların yayınladıkları raporlarda da buna benzer tespitler yapılıyor. Örneğin, ocak ayında yayınlanan Dünya Bankası’nın “Küresel Ekonomik Beklentiler Raporu”na göre, “küresel büyüme 2025-26 yıllarında yüzde 2,7’de sabit kalacak. Bu oran, Covid-19 Pandemisi öncesindeki 10 yıllık ortalama oran olan yüzde 3,1'in altında. (1)

OECD’nin mart ayında yayınlanan ara raporu (2) daha iyimser. Ancak kuruluşça dünya ekonomisinin bu yıl ortalama yüzde 3,1 ve gelecek yıl yüzde 3,0 büyümesi öngörülüyor. Yani OECD dünya ekonomisinin hızlı değil ancak “ılımlı” büyüyebileceğini düşünüyor. Aynı yıllarda Türkiye ekonomisi ise sırasıyla; yüzde 3,1 ve yüzde 3,9 büyüyecek. Özetle, küresel ekonomide tüm sosyo-politik sonuçlarını da bünyesinde barındıran, bir uzun süreli durgunluk hali (stagnasyon) devam ediyor.

Türkiye’de enflasyon G20 ortalamasının yaklaşık 10 katı!

Geçen yıl G20 ülkelerinde ortalama yüzde 5,3 olan enflasyon oranının 2025 yılında yüzde 3,8’e ve gelecek yıl yüzde 3,2’ye düşmesi beklenirken, Türkiye’de enflasyonun bu yıl yüzde 31,4 ve gelecek yıl yüzde 17,3 olması öngörülüyor. Bu yıl Arjantin’de enflasyonun yüzde 28,4 olarak tahmin edildiği dikkate alındığında, Türkiye’nin enflasyonda Arjantin’i geride bırakarak ilk sıraya yerleşeceği ve ülkede enflasyonun G20 ortalamasının neredeyse 10 katı düzeyinde olacağı anlaşılıyor.

Böylece, özellikle de 19 Mart’ta İmamoğlu’na yapılan operasyonun ardından döviz kurundaki yaklaşık yüzde 4’lük artış hesaba katıldığında, TCMB’nin bu yıl sonu itibarıyla yüzde 24 olan enflasyon hedefinin fazlasıyla aşılacağı ve 2026 yılında tek haneli enflasyona erişmenin hayal olacağı ortaya çıkıyor.

ABD’nin başlattığı ticaret savaşları belirleyici olacak

OECD raporu, yakın zamanda açıklanan bir dizi ticaret politikası tedbirinin (gümrük vergileri) devam etmesi halinde küresel ekonomik görünümün daha da bozulacağına dikkat çekiyor.

Şöyle ki, ABD, Çin'den yapılan ticari mal ithalatına uygulanan gümrük vergisi oranlarını yüzde 20 puan artırdı. Çin de buna karşılık hedefe yönelik misilleme önlemleri aldı ve çelik ve alüminyum ithalatına uygulanan gümrük vergilerini artırdı. ABD ayrıca, Kanada ve Meksika'dan ithal edilen mallara uygulanan ikili tarife oranlarında yüzde 25 puanlık bir artış yaptı. Şu anda bu yüksek tarifeler yalnızca ABD-Meksika-Kanada Anlaşması (USMCA) ile uyumlu olmayan ithalatlar için geçerli olmakla birlikte Nisan ayı başından itibaren tüm ithalatlar için geçerli olacak. Kanada da buna karşılık olarak ABD’den ithal edilen belirli ürünlere uygulanan gümrük vergilerini arttırdı ve Nisan ayından itibaren etkilenecek ürün yelpazesini genişletmeyi planladığını açıkladı. Meksika herhangi bir spesifik ticaret politikası değişikliği getirmedi ancak ABD tarafından planlanan daha geniş kapsamlı tarife artışlarının açıklandığı şekilde devam etmesi halinde misilleme yapma niyetinde olduğunu belirtti.

Emperyalistler arasındaki rekabet kızışıyor!  

Kısaca emperyalistler arasındaki rekabet gümrük vergileri ve ticaret üzerinden yoğunlaşacak. Diğer yandan Avrupa’daki silahlanma yarışı orta vadede birinci ve ikinci dünya savaşları benzeri bir yeniden bölüşüm savaşı ihtimalinin de var olduğunu ortaya koyuyor (tarihsel deneyimlerden vergi-ticaret gibi araçlarla çözülemeyen emperyalistler arasındaki çelişkilerin askeri yöntemlerle yani savaşlarla çözüldüğü biliniyor).

Bu noktada enerji kaynakları kadar, Grönland ve Ukrayna’da olduğu gibi, ileri teknoloji ürünlerinin imalatlarının gerekli kıldığı hammadde ve kıymetli metallerin büyük bir çatışma alanı haline geldiği de unutulmamalı.

Dünya ticaret hacmi daralacak

Açıklanan bu ticaret politikasına ilişkin kararlar, raporda yer alan projeksiyonlarda varsayıldığı gibi devam ederse, yeni ikili tarife oranları, bunları uygulayan devletler için gelirleri artırsa da küresel ekonomik faaliyetler, gelirler ve düzenli vergi gelirleri üzerinde ciddi baskılar oluşturacak. Bu önlemlerin üç yıl boyunca sürmesi halinde dünya ticaret hacminin yüzde 2,0 oranında düşmesi bekleniyor.

Yeni ikili tarife oranlarının uygulanması ve buna bağlı olarak politika ve jeopolitik belirsizlikteki artış, özellikle de yatırım ve ticaret üzerinde, bir engel oluşturacak. Buna ilave olarak, artan ticaret maliyetlerinin nihai mal fiyatlarına kademeli olarak yansıması, birçok ülkede enflasyon üzerinde yükseltici bir baskı oluşturması ve sıkı para politikasının (öngörülenden daha uzun), bir süre daha sürdürülmesine neden olabilecek.

Avrupa pazarı daralıyor, silahlanma bütçesi büyüyor

Bir başka emperyalist blokun kapsadığı Avrupa ekonomileri, her ne kadar temel projeksiyonlara dahil edilen tarife önlemlerinden doğrudan daha az etkilenecek olsa da artan jeopolitik riskler ve politika belirsizlikleri bu ekonomilerin büyümesini sınırlayacak. Nitekim raporda, Euro bölgesi büyümesinin 2024'te yüzde 0,7'den 2025'te yüzde 1,0'e ve 2026'da yüzde 1,2'ye yükselmesi, Birleşik Krallık'ta ise 2025'te yüzde 1,4 ve 2026'da yüzde 1,2 olması öngörülüyor.

Emperyalist ülkelerin bir alt-emperyalist uygulayıcısı konumundaki Türkiye’ye gelince, ihracatının yüzde 40’ının üzerinde bir kısmının AB ülkelerine yapıldığı (3) göz önüne alındığında, bu gelişmelerin ihracat yönlü olarak Türkiye ekonomisini olumsuz etkilemesi ve ithalat yönlü olarak da maliyetleri artırması kaçınılmaz görünüyor. Her türden ithalata ağır bir biçimde bağımlı olan ülkede ithalat maliyetlerindeki artışların enflasyonu maliyet yönlü olarak yukarı çekmesi de kaçınılmaz olacak.

Son olarak raporda, borç sürdürülebilirliğini sağlamak, hükümetlerin gelecekteki şoklara tepki verebilmesi için alan bırakmak ve yaşlanan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak, iklim değişikliğini yavaşlatmak ve uyum tedbirleri ve savunma harcamalarını önemli ölçüde artırma planlarından kaynaklanan büyük mevcut ve yaklaşan harcama baskılarını karşılamaya yardımcı olacak kaynakları yaratmak için kararlı mali eylemlere (mali disiplin) ihtiyaç duyulacağına vurgu yapılıyor.

Emekçiler için yeni kemer sıkma önlemleri yolda

Ayrıca “Yükselen Ekonomiler”in beşerî ve fiziki sermayeye yönelik büyük yatırım ihtiyaçları ve hala yetersiz sosyal güvenlik ağları da bulunuyor. Düşük getirili borçların vadesi geldikçe ve bunlar yeni ihraçlarla değiştirildikçe birçok ülkede borç servisi (ana para ve faiz ödemesi) maliyetleri artarken, bazı düşük gelirli ülkelerdeki hükümetler artık borç servisi için eğitim veya sağlıktan daha fazla kaynak ayırıyor. (4)

Ursula von der Leyen tarafından önerilen ve 6 Mart'ta Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen “Yeniden Yapılanma Avrupa Planı” (ReArm Europe Plan), ABD’nin tüm askeri yardımları askıya almasının ardından, AB üyesi devletlerin savunma harcamalarında 800 milyar Euro’luk bir artışı öngörüyor. Bu rakam 2020'de Covid-19 salgınına yanıt olarak Yeni Nesil AB ile harekete geçirilen 750 milyar avrodan daha fazla. (5)

Özetle OECD raporu, kemer sıkma önlemlerinin artacağına dikkat çekiyor. Bu da yukarıda sözü edilen ekonomik ve jeopolitik gerilimlerinin faturasının her zaman olduğu gibi dünya halklarına ve emekçilere ödettirileceği anlamına geliyor.

Örneğin, Trump yönetiminin Meksika, Çin ve hatta AB'ye gümrük vergisi uygulama tehdidi, birçok sektörde ama özellikle de hem ticaret politikaları hem de göçle derinden bağlantılı bir sektör olan tarımda çalışanlar ve işletmeler için ciddi riskler oluşturuyor. Aynı zamanda, mevcut yönetimin toplu sınır dışılar ve kısıtlayıcı vize politikaları da dahil olmak üzere göçmen işgücüne yönelik agresif tutumu, çiftlikleri, gıda üretimini ve tedarik zincirlerini harap edebilecek ilave aksaklıklar yaratıyor. Bu politikalar tüm emekçileri, küçük işletme sahiplerini ve tüketicileri tehdit ediyor. (6)

Yüksek borç stokları

Son olarak, küresel ekonomik büyümeyi yavaşlatacak olan bir diğer faktör yüksek küresel borç stokları. Çünkü küresel borç stoku 2024 yılında 7 trilyon dolar artışla 315 trilyon dolara ulaştı.  Küresel borcun küresel GSYH'ye oranı son 4 yılda ilk kez yükseldi. Yani borç nominal GSYH'den daha hızlı artarak GSYH'nin yüzde 328'ine ulaştı. (7) Kısaca, dünya artık her zamankinden çok daha borçlu (kuşkusuz bu borçlar bazı süper zenginlerin ve zengin ülkelerin de alacağını/servetini oluşturuyor). Bu yüksek borçlar sistem için ciddi bir risk oluşturuyor.

Devam edecek…

Dip notlar:

(1)      Global Economic Prospects. World Bank Group, https://www.worldbank.org/ (January 2025).

(2)      OECD Economic Outlook, Interim Report: “Steering through Uncertainty,  March 2025.

(3)      https://tcmbblog.org/analizler/turkiyenin+abye+ihracatinda+talep+kosullari+ve+pazar+payi+gelismelerinin+etkisi (13 Kasım 2024).

(4)      OECD Economic Outlook, agr.

(5)      https://www.socialeurope.eu/europes-military-build-up-will-social-spending-be-sacrificed (14 March 2025).

(6)      https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/tariffs-and-immigration-policies (18 Mart 2025).

(7)      IIF, Global Debt Monitor, March 2025’ten aktaran https://www.voronoiapp.com/economy/315-Trillion-in-Global-Debt-Broken-Down-by-Sector (9 September 2024).