10 Ağustos 2025 Pazar

Grev

 

ODTÜ Grevinin Düşündürdükleri

Mustafa Durmuş

10 Ağustos 2025

“Gelin canlar bir olalım

Zalime karşı çıkalım

Yoksulun hakkını alalım

Tevekkeltü taalallah.”

(Pir Sultan Abdal)

1980 öncesinde bir mülkiye öğrencisi olarak, sadece devrimci ODTÜ öğrencilerinin protesto eylemlerine destek olmak için gittiğim ODTÜ’ye bu sefer, devrimci bir sınıfın, işçi sınıfının bir parçası ODTÜ işçilerinin haklı ve tamamen yasal grevlerini desteklemek için gittim.

Okul tatil olsa da temsili sayıda öğrenci de grevci abilerini ve ablalarını desteklemek için oradaydı. Grevi örgütleyen yetkili sendika TÜRK-İŞ’e bağlı TEZ-KOOP-İŞ Sendikası, başta Gn. Başkan Haydar Özdemiroğlu ve diğer merkez yöneticileri ve Ankara şubelerinin yöneticileri olmak üzere tam kadro oradaydı. Onurlu basının temsilcileri ve bazı muhalefet partilerinin sözcüleri de destek için grev alanına geldiler. Coşkulu halaylarla, türkülerle, sloganlarla grev devam etti.

İşçiler arasındaki rekabet zararlıdır

Bilindiği gibi, işçi sendikalarının tarihsel olarak ortaya çıkışları iki ihtiyacı karşılamak için gerçekleşmiştir: Emek sömürüsünü azaltmak, ücret ve diğer sosyal haklarını genişletmek ve (en az onlar kadar önemli) patronların işçileri bölmelerine ve birbirlerine karşı kullanmalarına engel olmak.

Bu ikinci husus son derece önemli çünkü günümüzde siyasal iktidarın bürokratları, tıpkı GSB ve diğer başka kamu işyerlerinde yaptıkları gibi, işçileri bölüp-parçalayıp-yönetme siyasetini sürdürüyor. Nitekim her türden destekle büyütülen ve TEZ-KOOP-İŞ’i zayıflatmak ve işçiyi işveren karşısında güçsüz bırakmak için aynı konfederasyona üye bir sendikanın bindirilmiş kıtaları, bir süredir kamu işyerlerinde yaptığı saldırıları sürdürüyor. Bunu da bu siyasal iktidar ayakta kaldığı sürece sürdürecekler gibi görünüyor.

Oysa sendikalar sadece emek sömürüsünü azaltmak ve işçilerin yaşam koşullarını iyileştirmek için değil, aynı zamanda işçileri bir arada tutmak için de kurulan örgütlerdir. Bu onların tarihsel misyonlarıdır. Grevler ise bu rekabeti kırmaya ve ortak bir düşmana karşı ortak bir kimlik oluşturmaya yardımcı olan eylemlerdir. Bu yüzden de her iki sendikaya üye işçilerin vereceği tepki, “işçilerin birliğini savunmak” hedefli olmalıdır.

KÇP imzalandı, bu grev de neyin nesi?

İkinci önemli konu işçilerin KÇP imzalanmış olmasına rağmen neden greve gittikleri konusu. Bu önemli çünkü kamuoyunda özellikle de sendikalar aleyhine yayılan dezenformasyon sonucunda işçilerin aslında çok kazandıkları ama gözleri bir türlü doymadığı için greve gittikleri yönünde.

Peşinen söylemekte fayda var: İşçiler greve gitmeyi genelde istemezler. Çünkü grev belirsizliklerle doludur, başarı kesin değildir, başarılı olunsa bile sonrasında işten atılma ve sürgün edilme ve tacize uğrama riski yüksektir.

O halde sabah 8.30’da Ankara’da 30 derecelik sıcakta grevi başlatmanın nedeni nedir? Çünkü işçilerin başka çaresi kalmadı. Son silah olarak grev silahını çektiler. Nasıl mı, şöyle:

27 Şubat’ta başlayan müzakere süreci büyük bir ciddiyetsizlikle sürdürüldü ve Kamu Çerçeve Protokolü süreci 2 Ağustos 2025 Cumartesi günü tamamlanabildi. İmzalanan protokol ise başlangıçta Konfederasyonlar tarafından sunulan teklifin oldukça aşağısında kaldı.

Görünürde yüzde 24, gerçekte yüzde 6 zam!

Kısaca, Aralık 2024’te 100 birim ücret alan bir işçinin ilk altı aylık dönem için aldığı yüzde 24’lük zam, enflasyon karşısında neredeyse tamamen eridi. 124 birimlik ücretin Haziran 2025’teki gerçek değeri 106,28 birim oldu. Bir başka deyişle, işçinin aldığı yüzde 24’lük zam, gerçekte yüzde 6,28’lik reel artışla sınırlı kaldı.

Bu durum, 600 bini aşkın kamu işçisinin yedi ay boyunca gerçekte yüzde 6’lık bir ücret artış oranı için bekletildiğini; ayrıca imzalanan KÇP’ nin, işçi tarafının mali olmayan pek çok talebine sırt çevirdiğini gösteriyor.

TEZ-KOOP--İŞ ne istiyor?

Sendika ile ODTÜ işvereni arasında yapılan sözleşmenin süresi 31 Mart'ta sona eriyor. Sözleşmenin yürürlük süresi 1 Ocak’a çekilmek isteniyor. Sözleşmede 6 ay süreli ücretsiz refakat izni var ama ücretli refakat izni yok. 10 güne kadar ücretli refakat izni talep ediliyor. Tutuklu ve hükümlü işçilerin, bu durumlarının devam etmesi halinde, ihbar sürelerinin sonunda iş akitlerine son veriliyor. Bu sürenin 6 aya kadar uzatılması talep ediliyor.

Yukarıdaki talepler ODTÜ işvereni tarafından kabul edildi ancak aşağıdakiler konusunda işveren hala ayak diretiyor:

İlki, birinci yıl ikinci altı ay ücret zammı hükümetin söz verdiği şekilde yüzde 16 olarak uygulansın.

İkincisi, protokolde imza altına alınan yüzde 3 ve yüzde 7 oranındaki primlerin kime ve nasıl verileceği net değil. Sendika ise tüm işçilere yüzde 7 oranında risk priminin sözleşmelerdeki mevcut oranlara ilave olarak verilmesini istiyor.

Üçüncüsü, işyerinde esnek çalışma uygulamasına son verilsin. Cumartesi akdi, pazar günü ise resmî tatil günü olarak sözleşmeye yazılsın.

Son olarak, kimlik kartı yenilenmeyen güvenlik görevlilerinin iş akdi feshedilmesin. Bu işçiler işyerinde başka işlerde değerlendirilsinler.

Sonuç olarak

Sıralanan bu gerekçelerden dolayı ODTÜ grevi sadece yasal değil, aynı zamanda haklı bir grevdir ve talep edilen dört düzenleme kabul edilene kadar sürdürülmelidir.

Ayrıca ODTÜ grevi herhangi bir grev değildir. Ülkedeki otoriter korporatist yapılanmaya bir tepkidir. Dolayısıyla da bu grevin özünde özgürce toplu iş sözleşmesi yapma hakkı talebi vardır.  Ayrıca bu grevin mali ya da diğer sözleşmeye bağlı konular dışında çok önemli boyutları söz konusudur:

-Grevler, işçi sınıfının dünyayı değiştirme gücüne sahip olduğunu anlaması için önemli bir ilk adımdır. İşçilere kapitalizmin doğası ve kendi kolektif güçleri hakkında bir şeyler gösterirler.

-Grevler işçilerin günlük sömürü rutinini kırmalarını sağlar. Eğer işçiler basitçe konumlarını kabul eder ve asla karşı koymazlarsa, sefalet düzeyine çekilirler. Oysa grev süreci işçilere kolektif güçlerini hissettirir.

Grev işçilerin kendilerine olan güvenlerini artırır. Birçok grevci aynı zamanda kime güvenecekleri, nasıl bir etki yaratacakları, sendika liderlerinin rolü, tabanı örgütleme ihtiyacı, devletin rolü gibi daha geniş sorularla karşı karşıya kaldıklarını fark eder.

Düşünceler en çok sıcak mücadele içinde değişir. İnsanlar kendi koşullarını değiştirmeye çalıştıkça, deneyimleri toplumdaki egemen fikirlerin çoğuna meydan okuyabilir. Bu yüzden de grevler ırkçılık, cinsiyetçilik, mezhepçilik ve homofobi gibi aşırı sağcı düşüncelerin yumuşamasına katkıda bulunabilir.

Son olarak grevler aynı zamanda daha geniş mücadelelere dönüşme yeteneğine de sahiptir. Çünkü işçiler grevlerden her grevin içinde politik bir mücadele olduğunu öğrenirler.


4 Ağustos 2025 Pazartesi

Aşırı sıcakla ve emekçiler

 

Aşırı sıcaklardan ölümler: sırada kimler var?

Orman yangınları (2):

Mustafa Durmuş

5 Ağustos 2025


Türkiye’de çıkan orman yangınlarını ele aldığımız ilk bölümde bu yangınların nedenleri konusunda esas olarak; “ormanların özelleştirilmesi (orman içi özel yapılaşma)”, “ormansızlaştırma”, “ormanların köylülere kapatılması”, “ormanları inşaat rantına açmak için yapılan sabotajlar” ve “özel elektrik iletim şirketlerinin iletim hatlarında yapması gereken ama yeterince yapmadığı bakımlar” gibi faktörlere vurgu yapıldığına dikkat çektik.

Bu faktörlerin hepsinde haklılık payı ve bu bağlamda siyasal iktidarın da sorumluluğu olduğu çok açık.

Ancak bu değerlendirmeler küresel ısınma faktörünü de gözden kaçırmamalı ki küresel ısınma konusunda iktidarın izlemekte olduğu ranta dayalı doğayı tahrip eden politikaların çok büyük payı var. Ayrıca küresel ısınma ekolojik tahribat biçiminde doğanın sömürülmesine dikkat çekerken, aynı zamanda emekçiler üzerindeki ölümcül etkileriyle emek sömürüsüne de neden oluyor.

Bugünkü yazımız küresel ısınmanın emek üzerindeki tahribatı ve alınması gereken önlemler üzerine. Ama öncelikle, İskenderun’da 40 derece (°C) sıcakta eğitim yaptırıldıkları için su kaybından cinayete kurban edilen iki askerimizi unutmayalım. Bu ve benzerleri bundan böyle açık hava da çalışmak zorunda kalan tarım işçileri, temizlik işçileri ve inşaat işçileri başta olmak üzere işçi sınıfının önemli kısmının da başına gelebilir.

Küresel ısınmada son durum

Küresel ısınmada son durumu geçen bölümden alıntılayarak, bir kez daha hatırlatalım: Bu yılın ocak ayı, kayıtlara geçen en sıcak ocak ayı oldu (sanayileşme öncesi seviyelerin 1,7°C üzerinde). Haziran 2025 ise cehennem sıcaklarının bir fragmanı gibiydi.

Küresel olarak, son 12 aylık dönemde görülen hava sıcaklıklarının (Temmuz 2024- Haziran 2025) yıllık ortalaması; 1991-2020 ortalamasının 0,67°C üzerinde ve sanayi öncesi seviyeyi tanımlamak için kullanılan tahmini 1850-1900 ortalamasının 1,55°C üzerinde seyrediyor.  Yani 2015/16 ve 2019/20 dönemlerinde ulaşılan 1991-2020 döneminin 0,46°C üzerindeki önceki en yüksek 12 aylık ortalamalardan çok daha yüksek.

Aşırı sıcaklarda çalışmanın riskleri

Bu riskler çeşitlidir ve daha yüksek sıcaklıklarda giderek daha şiddetli hale gelirler. Araştırmalar, 20 °C’in üzerinde bile iş kazası riskinin arttığını, konsantrasyon bozukluğu ve yorgunluk nedeniyle verimliliğin düştüğünü gösteriyor. Terli avuç içleri gibi önemsiz gibi görünen şeyler, işçilerin kayma veya bir şeyleri düşürme olasılığını artırabiliyor. Ancak sıcaklıklar aşırı hale geldikçe sağlık açısından daha doğrudan riskler görmeye başlıyoruz: sıcak çarpması veya bayılma riskinde artış, kafa karışıklığı ve nihayetinde ciddi organ hasarı ve hatta ölüm riski. Bunlara cilt kanseri tehlikesini de ilave etmek gerekiyor.

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından geçen yıl hazırlanan, “İşyerinde Isı: Güvenlik ve Sağlık Üzerindeki Etkileri” başlıklı rapor (1), dünya genelinde daha fazla emekçinin sıcak stresine maruz kaldığı konusunda bizi uyarıyor.

Söz konusu veriler, daha önce aşırı sıcağa alışık olmayan bölgelerin artan risklerle karşı karşıya kalacağını, zaten sıcak olan iklimlerdeki çalışanların ise daha da tehlikeli koşullarla karşılaşacağını ortaya koyuyor. Genel olarak rapor, en çok Afrika, Arap ülkeleri ile Asya ve Pasifik'teki işçilerin aşırı sıcağa maruz kaldığını gösteriyor. Bu bölgelerde işgücünün sırasıyla yüzde 92,9'u, yüzde 83,6'sı ve yüzde 74,7'si etkileniyor. Bu rakamlar, mevcut en son rakamlara göre (2020) küresel ortalama olan yüzde 71'in üzerindedir. Rapora göre en hızlı değişen çalışma koşulları (Türkiye’nin de aralarında bulunduğu) Avrupa ve Orta Asya'da görülüyor. Bu bölge, 2000 yılından 2020 yılına kadar, aşırı sıcağa maruz kalmada en büyük artışı kaydetti ve etkilenen işçilerin oranı yüzde 17,3 ile küresel ortalama artışın neredeyse iki katına çıktı.

Geçen yıl 4,200 işçi aşırı sıcaklardan hayatını kaybetti

Rapor, 2020 yılında küresel çapta 4.200 işçinin sıcak hava dalgaları nedeniyle hayatını kaybettiğini tahmin ediyor. Toplamda 231 milyon çalışan 2020 yılında sıcak hava dalgalarına maruz kaldı ve bu rakam 2000 yılına göre yüzde 66'lık bir artışa işaret ediyor. Bununla birlikte rapor, küresel olarak her 10 çalışandan 9’unun sıcak hava dalgası dışında aşırı sıcağa maruz kaldığını ve aşırı sıcaktan kaynaklanan her 10 iş kazasından 8’inin sıcak hava dalgaları dışında meydana geldiğini vurguluyor. (2) (Bu durum asıl tehlikenin sıcaklıkların aşırı artmasından ziyade kapitalizmin kendisi olduğunu ortaya koyuyor).

İnşaat işçileri, temizlik işçileri, tarım işçileri ve dış mekânda çalışan güvenlik görevlileri en yüksek riskli gruplar

Açık havada çalışanlar (özellikle inşaat işçileri ve temizlikçiler), aşırı sıcağa en çok maruz kalanlar. 2040 yılına kadar, (Birleşik Krallık’ta-BK) bu işçilerin bir milyondan fazlasının sadece aşırı hava olayları sırasında değil, yaz boyunca 27 °C'nin üzerindeki sıcaklıklarda çalışacak olması muhtemel. Bu durum, önlem alınmadığı takdirde kaçınılmaz olarak, ölümlere yol açacak tehlikeli bir ‘yeni normalin' oluştuğuna işaret ediyor. (3)

TUC raporu ne diyor?

Geçtiğimiz aylarda Birleşik Krallık İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TUC) bu konuda bir rapor hazırlayarak uyarılarda bulundu. Rapora göre:

“Bir işyeri çok sıcak olduğunda, bu sadece konforla ilgili bir sorundan daha fazlası demektir. Eğer sıcaklık çok yükselirse sağlık ve güvenlik sorunu haline gelebilir. İnsanlar çok ısınırsa baş dönmesi, bayılma ve hatta sıcak krampları geçirir, çok sıcak koşullarda vücut ısısı yükselir. Vücut ısısı 39 derecenin üzerine çıkarsa, sıcak çarpması veya bayılma riski vardır. Deliryum (41 derecenin üzerinde) kafa karışıklığı meydana gelebilir. Bu seviyedeki vücut ısısı ölümcül olabilir ve bir işçi iyileşirse, telafisi mümkün olmayan organ hasarlarına maruz kalabilir. Ancak daha düşük sıcaklıklarda bile ısı, konsantrasyon kaybına yol açar ve yorgunluk, çalışanların kendilerini veya başkalarını riske atma olasılığının daha yüksek olduğu anlamına gelir. Konsantrasyon kaybı kaygan, terli avuç içlerinin yanı sıra bazı kişisel rahatsızlıklarda artışa, koruyucu ekipmanların uygunsuz kullanımı veya kullanılmaması korumanın azalmasına neden olabilir. Isı, yüksek tansiyon veya yüksek ateş gibi diğer tıbbi durumları ve hastalıkları da kötüleştirebilir. Kalp üzerindeki yükün artmasının yanı sıra, kalp hastalığı ile etkileşime girmesi veya kalp hastalığını artırması nedeniyle işyerindeki diğer tehlikelerin etkisi ortaya çıkar. En yüksek sıcak stresi riskine sahip olan işçiler 65 yaş ve üzerindeki işçilerdir. Buna ek olarak yüksek sıcaklıklar sperm sayısının azalmasına neden olabilir ve hamilelik sırasında tehlikeli olabilir”. (4)

Kısaca ILO raporunda da vurgulandığı gibi, “aşırı sıcak stresi görünmez ve sessiz bir katildir ve hızla hastalığa, sıcak çarpmasına, ciddi kalp, akciğer ve böbrek sorunlarına ve hatta ölüme neden olabilir”.  

Avrupa teyakkuzda

İspanya, İtalya, Fransa, Portekiz gibi ülkelerde hava sıcaklıklarının 40°C'yi aşması ve BK’de 35°C'ye yaklaşması (kayıtlara geçen en sıcak ikinci haziran ayının hemen ardından), kıtanın pek çok yerinde ciddi hava durumu uyarıları yapılmasına ve okulların kapatılması ya da nükleer enerji faaliyetlerinin durdurulması gibi önlemler alınmasına neden oldu.

İspanya’da İklim İzni Zorunluluğu

Örneğin İspanya’da Devlet Meteoroloji Ajansı (AEMET) tarafından yayınlanan kırmızı alarm, yerel makamlar tarafından uygulanan hareket kısıtlamaları veya çalışmaya devam etmeyi güvensiz kılan aşırı koşullar gibi durumlarda işçilere zorunlu izin verilmesi uygulaması getirildi. Bu süre zarfında işçiler ücret haklarını koruyorlar ve izin aldıkları için cezalandırılamıyorlar veya işten çıkarılamıyorlar. Mali sorumluluksa işverene ait. İklim izni vermeyen veya çalışanlarını güvenli olmayan koşullarda çalışmaya zorlayan işverenler, Sosyal Düzende İhlaller ve Yaptırımlar Yasası'nda (LISOS, Kraliyet Kanun Hükmünde Kararnamesi 5/2000) belirtildiği üzere, ihlalin ciddiyetine bağlı olarak 3.000 € ile 30.000 € arasında değişen para cezalarına çarptırılabilir.

Aynı kararname, şirketlerin iklim acil durumları için mesleki risk önleme tedbirlerini, meteorolojik uyarıların çalışanlara derhal iletilmesini ve mümkünse uzaktan çalışma da dahil olmak üzere çalışma programlarında ayarlamalar yapılmasını içeren eylem protokolleri oluşturmalarını zorunlu kılıyor. Bu gerekliliklere uyulmaması, risk seviyesine ve işçi güvenliği üzerindeki etkisine bağlı olarak 40.000 €'ya kadar para cezasına neden olabiliyor. (5)

Birleşik Krallık: 2050 yılında aşırı sıcaklar 27,1 milyon işçiyi ciddi sağlık risklerine maruz bırakabilir

Autonomy Enstitüsü'nde yapılan son araştırma raporu, önümüzdeki on yıllarda BK'de milyonlarca çalışanın tehlikeli çalışma sıcaklıklarına maruz kalacağını gösteriyor.

Bu rapor, iklim krizinin, aşırı sıcakları önümüzdeki yıllarda BK işçileri için nasıl büyüyen bir sorun haline getireceğini özetlerken, işyerlerinin uyarlanmasına ve işçilerin gerekli aciliyet doğrultusunda korunmasına yardımcı olacak bir dizi politika önerisi de sunuyor.

Özetle; “2020'lerin sonunda, BK'deki çalışanların neredeyse üçte ikisinin kendilerini 35 °C'nin üzerindeki sıcaklıklarda, aşırı sıcak hava dalgalarında çalışırken bulabilecekleri tespit edildi. 2050 yılına gelindiğinde, aşırı yaz sıcak dalgaları 27,1 milyon çalışanın tehlikeli sıcaklıklara maruz kalmasına neden olabilir. Diğer yandan, uluslararası alanda, Birleşik Arap Emirlikleri, İspanya ve Kıbrıs gibi diğer birçok devletin azami çalışma sıcaklıkları için yasal yönergeleri bulunuyor.  Ayrıca, son zamanlarda yaşanan aşırı hava olayları nedeniyle, Yunanistan ve ABD gibi ülkeler ya geçici maksimum sıcaklık önlemleri aldılar ya da işyerinde aşırı sıcaklığın azaltılması için yeni politikalar hazırladılar. Bu artan risklere rağmen, BK mevzuatı şu anda işyeri için herhangi bir minimum veya maksimum sıcaklık belirtmiyor”. (6)

Nitekim BK’deki tepkiler sonucunda İşçi Partisi harekete geçti. Şu anda iktidarda bulunan bu partinin hazırladığı İstihdam Hakları Yasa Tasarısı Lordlar Kamarasında bulunuyor. Her ne kadar başlangıçta pek çok kişinin beklediği gibi önemli ölçüde sulandırılmış olsa da bu yasa tasarısı bu hükümetten gelen nadir olumlu bir müdahaleyi temsil ediyor. Ancak, sıcaklıklar arttıkça çok sıcak havalarda işçi güvenliğini sağlamaya yönelik hükümlerin düzenlemede yer almaması büyük bir eksiklik: (7)

Türkiye’deki yeni İklim Kanunu aşırı sıcaklar karşısında işçilerle ilgili önlemler getiriyor mu?

Türkiye’de ise temmuz ayında bir kanun çıkarıldı. Resmî Gazete’nin 9 Temmuz 2025 tarihli sayısında yayımlanan İklim Kanununda, toplumu koruyucu bazı önlemleri içermesi beklenirdi. Kömür madencilerinin, termik santral çalışanlarının bozulan sağlıklarını iyileştirmeye yönelik sağlık programları; orman yangınlarına, sel vb. hava olaylarına koşan itfaiyecilerin, orman işçilerinin, afet birimleri emekçilerinin, sıcak ve soğuk hava dalgalarında açık havada, denizde, tarlada, işyerlerinde çalışmak zorunda bırakılan emekçilerin iyi oluşlarını koruyan önlemler alınması gibi.

Oysa İklim Kanunu bu ilkelere göre hazırlanmış ve aşırı sıcaklıklarda çalışan işçileri korumayı içeren bir kanun olmadığı gibi, aşırı ısınmayı azaltan özellikle karbondioksitin atmosferden emilerek uzaklaştırılmasında rolü bulunan yutak alanlar olarak ormanların, denizlerin, bitki örtüsünün, sulak alanların korunması, iyileştirilmesi, geliştirilmesi, artırılması için somut politika araçları belirtmiyor, sadece sözel olarak “tedbirler alınır” deniliyor: Dolayısıyla, kanunda salımların atmosferden uzaklaştırılması konusu da boşlukta bırakılıyor. Kaldı ki İklim Kanunuyla aynı zamanda TBMM gündeminde olan “95 sayılı torba kanun” zeytinlikleri madenciliğe açıyor, ormanlarda, özel çevre koruma bölgeleri, sulak alanlar ve öteki korunan alanlarda madenciliği daha da kolaylaştıran düzenlemeler getiriyor. (8)

Küresel ısınmadaki artış yeni emek koruyucu önlemleri zorunlu kılıyor

Bu çerçevede TUC, maksimum sıcaklığın 30°C (yorucu işler yapanlar için 27°C) olması çağrısında bulunuyor. Ancak bu mutlak bir azami değer olarak düşünülüyor. İşverenler, sıcaklık 24°C'nin üzerine çıkarsa ve çalışanlar kendilerini rahatsız hissederse, bu azami sınırın aşağıya çekilmesi gerektiği belirtiliyor.

Kapalı mekânlarda makul bir sıcaklık sağlamak çok zor değildir. Çoğu zaman basitçe insanları doğrudan güneş ışığından uzaklaştırmak veya işçilerin bir pencere açmalarına izin vermek ya da sağlıklı klimalı ortamlarda çalışmalarını sağlamak gibi önlemler alınabilir. Ancak, her ne kadar işçi ve işyeri sağlığı ile ilgili yönetmelikleri sadece kapalı işyerleri için geçerli olsa da bu durum, işverenlerin dışarıda çalışan işçilere karşı bir yükümlülüğü olmadığı anlamına gelmez. Örneğin inşaat işçileri, tarım işçileri, turizm işçileri, belediye temizlik işçileri ve sıcak kabinlerde çalışan şoförler konusunda işverenlerin, işçilerin sağlık ve güvenliklerini korumak için genel bir görevleri vardır. İşverenler, işçiler için sağlık riski içermeyen, güvenli bir çalışma ortamı sağlamalıdırlar.

TUC’ye göre, işverenlerin işyerleri serin tutmak için atabileceği sekiz adım söz konusudur:

1. Güneşten korunma: Uzun süre güneşe maruz kalmak açık havada çalışanlar için tehlikelidir, bu nedenle işverenler ücretsiz güneş kremi sağlamalıdır.

2. Esnek çalışmaya izin vermek: Personele daha erken gelme veya daha geç kalma şansı vermek, onların yoğun saatlerde işe gidip gelmenin boğucu ve rahatsız edici koşullarından kaçınmalarını sağlayacaktır. Patronlar ayrıca sıcak havalarda personelin evden çalışmasına olanak sağlamayı da düşünmelidir.

3. İşyeri binalarını serin tutmak: Pencereleri açmak, vantilatör kullanmak, personeli pencerelerden veya ısı kaynaklarından uzaklaştırmak gibi basit adımlar atılarak işyerleri daha serin ve daha katlanılabilir tutulmalıdır.

4. İşyerlerini iklime dayanıklı hale getirmek: Havalandırma, hava soğutma ve enerji verimliliği önlemleri alarak binalar giderek artan sıcak havaya hazırlıklı hale getirilmelidir.

5. İşyeri kıyafet kurallarını geçici olarak gevşetmek: İşçileri normalden daha rahat kıyafetlerle çalışmaya teşvik etmek (ceketleri ve kravatları evde bırakmak) onların serin kalmalarına yardımcı olacaktır.

6. Personelin rahat etmesini sağlamak: Personelin sık sık mola vermesine izin vermek ve ücretsiz soğuk içecek tedarik etmek çalışanların serin kalmasına yardımcı olacaktır.

7. İşçilerle ve sendikalarıyla konuşmak ve onları dinlemek: Personelin aşırı sıcaklarla en iyi nasıl başa çıkılacağı konusunda kendi fikirleri olacaktır.

8. Dışarıda çalışanlar için makul saatler ve gölgelik alanlar oluşturmak: Dışarıdaki görevler, UV radyasyon seviyelerinin ve sıcaklıkların en yüksek olduğu 11:00-15:00 saatleri arasında değil, sabah erken ve öğleden sonra geç saatlerde planlanmalıdır. Patronlar mümkün olan yerlerde gölgelikler/ gölgelikler sağlamalıdır. (9)

Ancak ne BK’de (ne de Türkiye’de) işçi sağlığı ve işyeri yönetmeliklerinde azami işyeri sıcaklığına ilişkin herhangi bir hüküm mevcut. BK’de sadece ‘makul sıcaklık' ifadesi var, ancak "makul "ün ne olduğu konusunda bir fikir birliği yok.

Türkiye’de bu konu “İşyeri Bina ve Eklentilerinde Alınacak Sağlık ve Güvenlik Önlemlerine İlişkin Yönetmelik’te “ortam sıcaklığı” başlığı altında 21. Madde ile aşağıdaki şekilde düzenlenmiş durumda.

“Madde 21- İşyerinin ve yapılan işin özelliğine göre pencerelerin ve çatı aydınlatmalarının, güneş ışığının olumsuz etkilerini önleyecek şekilde olması sağlanır.”

Görüldüğü gibi burada da herhangi bir azami ısı derecesinden söz edilmiyor. Bu yüzden birçok işçi sadece rahatsız edici değil, aynı zamanda vücutlarına zarar verebilecek sıcaklıklarda çalışmak zorunda kalıyor. Yapılan toplu iş sözleşmelerinde ise genel olarak, bu konuya ait herhangi bir düzenleme bulunmuyor.

Yönetmelik ve toplu iş sözleşmelerinde ortam sıcaklığının azami sınırının belirtilmemiş olması büyük bir eksikliktir. Küresel ısınmanın ulaştığı düzey itibarıyla bu konuda acilen düzenlemelerin yapılması gerekiyor. Herhangi bir düzenlemenin olmadığı dış mekânda çalışan işçiler için de azami sıcaklık derecesinin belirlenmesinin yanı sıra ilave önlemlerin alınması da gerekiyor.

Sonuç

Türkiye’de yapılan toplu iş sözleşmelerinde de (TİS) genelde böyle bir madde bulunmuyor. Oysa işçi sendikalarının da bundan böyle görevlerinden birisi de bu tür düzenlemeleri TİS’lere sokmak olmalıdır. İşyeri sendika temsilcilerinin görevleri de bu sıcaklıkların kontrolü ile ilgili olmak üzere genişletilmelidir. İşçilerin günün en sıcak saatlerinde dışarıda olmamaları için işlerin farklı şekilde organize edilmesi veya gölgelendirme yapılmasını sağlamak talep edilmelidir. Ayrıca dışarıda çalışan işçilere de güneşten korunma ve yaz boyunca yeterli içme suyu sağlanması talep edilmesi gerekir.

Bu bağlamda talepler şöyle olabilir:

●Tüm işlerin durması ve tüm çalışanların faaliyetlerini durdurması gereken bir sıcaklık sınırı belirlenmelidir.

●İşverenler, işçileri doğrudan güneş ışığı gibi yüksek sıcaklığın en kötü etkilerinden korumaya dönük, en uygun sığınma alanları olacak şekilde işyeri ortamlarını sağlamakla yükümlü tutulmalıdır.

●Molalar aşırı sıcaktan korunmayı sağlayarak çalışanlara dinlenme ve vücut ısılarını düzenleme fırsatı verdiğinden, özellikle açık havada çalışanların gölgede düzenli olarak barınmaya ihtiyacı vardır. Korunaklı düzenli molalar verilmesini sağlanmalıdır. Gece çalışmasıyla ilişkili riskler dikkate alınarak, ilave molalar tercih edilmelidir.

●Uzun süren aşırı sıcak dönemleriyle başa çıkmak için, gün boyu veya birkaç günlük iş bırakmanın uygulanması gerekebilir çünkü bu olaylar sırasında ortaya çıkan sağlık etkileri işçiler üzerinde bütüncül olarak görülür. Bu nedenle işi durdurma ya da iş bırakmaya izin verilmelidir.

●Son olarak bu önlemlerin mevzuatta yer alması yeterli olmaz. Bu konudaki başarı kurumsal farkındalığa, uyumluluğa ve iş ve çalışma otoritelerinin aktif gözetimine bağlıdır. İklim değişikliği ilerde zorluklar yaratmaya devam edecek ve giderek daha öngörülemez hale gelen bir ortamda çalışanların güvenliğini ve refahını artırmak için önümüzdeki yıllarda daha fazla düzenleyici gelişmeyi muhtemel kılacaktır.

Türkiye’ye gelince, son T. Maden İş’in grevinin ertelenmesinde görüldüğü gibi, birçok işçi hakkı yasada mevcut iken uygulanmasına izin verilmemekte, bu haklar yok sayılmaktadır. Küresel ısınmanın beraberinde getirdiği işçiler açısından ortaya çıkacak risklerin önlenmesi ancak bu yasal düzenlemelerin ardında durabilen işçilerden yana tutum alabilen demokratik bir siyasal iktidar ile mümkün olabilir.

Dip notlar:

(1)  https://www.ilo.org/resource/news/more-workers-ever-are-losing-fight-against-heat-stress (25 July 2024).

(2)  Agr.

(3)  https://tribunemag.co.uk/extremely-hot-worker-summer (23 July 2025).

(4)  Health and safety – time for change | Temperature, TUC (July 2025).

(5)  https://www.velascolawyers.com/en/employment-law-2/climate-change-and-its-impact-on-labour-rights-in-spain (23 March 2025).

(6)  https://autonomy.work/portfolio/extreme-heat (26 May 2025).

(7)  https://tribunemag.co.uk/extremely-hot-worker-summer (23 July 2025).

(8)  Aykut Çoban, “İklim Kanunu: Emekçinin ve Doğanın Aleyhine, Sermayenin Çıkarına”, Tez-Koop-İş Sendikası gençemek dergisi (Ağustos sayısında yayımlanacak). 

(9)  https://www.tuc.org.uk/news/workplace-temperatures-week-action (19 May 2025).

 

 

28 Temmuz 2025 Pazartesi

Orman yangınları(1)

 

Orman yangınları (1): Sadece sabotaj mı, asıl şüpheli kim?

Mustafa Durmuş

29 Temmuz 2025


Eskişehir’deki yangına müdahale etmeye çalışan 10 emekçi hayatını kaybetti. Bu yangının ardından Bursa, Bilecek, Karabük, Ankara ve Kahramanmaraş’ta da yangınlar çıktı. Bu yangınlarda insani kaybın olmaması bir teselli olabilirse de ortaya çıkan ekolojik kayıp (orman hayvanı ve bitki zayiatı) çok büyük.

Diğer yandan, resmî açıklamaya göre, yılbaşından bu yana ormanlık alanlarda 1,728 yangın çıktı, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya da 4-22 Temmuz tarihleri arasında çıkan 61 orman yangınıyla ilgili 23 şüphelinin gözaltına alındığını ve bunlardan dördünün tutuklandığını duyurdu. (1)

Yangınlara zamanında ve etkin müdahale edilememesi, ekiplerin yangın söndürme ekipmanlarından yoksun olması ve yeterli uçak ve helikopterin bulunmaması bu yangınlarla mücadele konusunda siyasal iktidarın, en iyi niyetli söylemle, başarısız kaldığını gösteriyor.

Ormanlarımız neden yanıyor?

Bu konuda birçok neden gösterilebilir. Örnek olarak; yanlış orman işletmeciliği, ormanlık alanların bilinçsizce kullanımı, bilinçsiz bir biçimde anız yakılması ya da piknik yapanların ormanlık alanlarda bilinçsizce ateş yakması en çok dillendirilen nedenlerdir. Nitekim yanlış orman işletmeciliğinin sonucunda ormanlardaki çıra ve hızlı tutuşabilir kuru odun parçaları artabiliyor, iklim değişikliği sonucunda artan yüzey sıcaklığı da bu odunların tutuşarak yangınların çıkmasını kolaylaştırıyor.

Bu nedenlere, yangın sonrasında açılan arazilere lüks otellerin ya da lüks villaların yapılması dahil edilebilir. Nitekim yanan birçok ormanlık alanda daha sonraları mantar gibi lüks inşaatların yapılması bunun bir kanıtı. Keza yangın sonrasında geriye kalan ağaçların haraç mezat tüccarlara satılması gibi faktörler de bu nedenlere eklenebilir.

Özelleştirmeler yangın sebebi

Bir başka neden kuşkusuz yapılan özelleştirmeler sonucunda ormanlık alanların alınıp satılabilen ticari bir mala dönüştürülmesi. Nitekim 22 yıllık AKP iktidarları döneminde siyasal iktidarın ve onun desteklediği sermayenin hem emek hem de doğa ile kurduğu ilişki onları sonsuz bir kâr hırsı için tahrip etme yönünde oldu. Bu gelişme aslında, özellikle de düzenlemelerin, denetimlerin neredeyse tamamen ortadan kaldırılıp sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırılması anlamında tam serbestlik demek olan neo liberal kapitalizmin tipik bir özelliği.

Türkiye’deki sermaye kâr ve rant çıkarım alanı olarak gördüğü doğaya ait ne varsa talana varırcasına onu tahrip etmekte sakınca görmüyor. Özelleştirmeler adı altında bu talan meşrulaştırılıyor. Halka, kamuya ait ne varsa adım adım adeta yeni bir çitleme hareketiyle büyük sermayeye devrediliyor. Bunun özellikle de 20 Temmuz 2016’dan sonra ilan edilen OHAL altında ve sonrasında kurumlaşmış bir otoriter rejim altında daha da hızlanarak yapılması ise tesadüf değil.

Ormanlar imara açıldı

Böyle bir “çitleme” ya da çağdaş ilkel sermaye birikimine izin veren bir kanun 2018 yılının Nisan ayında yayımlanarak yürürlüğe girdi. Bu kanun ile orman alanları Hazine’ye takas yoluyla devredilip her türlü imara açıldı. Böylece ormanlar lüks villalarla ve malikânelere doldu taştı.

Oysa, bilim insanları yıllardır, bir bölgenin, bir kentin akciğerleri demek olan ormanların metalaştırmaya ve ticarileştirmeye konu edilmesinin ya da özelleştirilmesinin iklim değişikliklerine, aşırı ısınmaya ve ardından gelebilecek ekolojik felaketlere neden olduğunu ileri sürüyorlar.

Ayrıca tüm topluma ve bu ormanların içinde yaşayan hayvanlara ait olması gereken bu müşterek kullanım alanlarının sermayenin kâr hırsına terk edilmesi ve bunlar üzerinden bir haksız servet birikimi kabul edilebilir bir şey değil.

Orman ile köylünün kurduğu doğal ilişki bozuldu

Binlerce yıldır insanların ilk üretim ve dönüştürme faaliyeti; doğa ile kurduğu ücretsiz ilişki (karşılıksız olarak doğadan alma faaliyeti) üzerinde temelleniyor. Bu da onlara su kaynaklarını, toprağı, ormanları ve daha birçok yer altı ve yer üstü varlığını ücret ödemeden kullanmak gibi geleneksel bir hak veriyor. Aslında bu hak doğadaki diğer canlılar için de söz konusu olmalıdır.

Bu kanun ile ormanlar özelleştirilerek ve binlerce yıldır gelenek haline gelen kullanma hakları yok edilerek, insanların doğa ile kurdukları doğal ilişkisi yok edildi. Yani köylüler artık ormanın içindeki kuru odun, çalı çırpı, kuru yaprak ya da meyve toplanması gibi geleneksel olarak yüzlerce yıldır sahip oldukları haklarından faydalanamıyorlar. Köylülerin orman ile ilişkisi artık orman işçisi olmakla sınırlandırıldı. Eskişehir’de yaşandığı gibi, yeterince fiziki donanıma sahip olmadan adeta ilkel koşullarda yangına sürülen orman işçileri liyakatsiz kadrolarca yapılan orman işletmeciliği altında büyük orman yangınlarında can verdiler.

Küresel ısınma artıyor

Ormanlar yanmaya başladığında, başta siyasal iktidar ve iktidar medyası olmak üzere bazı çevreler bu yangınların sabotajlar sonucunda ortaya çıktığı algısını yaymaya çalıştılar. Ancak (bu durum kısmen doğru olabilirse de) bu yangınların gerçek faillerini gizlemeye yarıyor.

Resmin büyüğünde “küresel ısınma” ya da “aşırı hava koşulları” gibi gezegenin ikliminde meydana gelen bazı önemli değişikliklerin bu felaketlere neden olduğu gerçeği var. Bunlar da birer semptom oldukları için işin arkasında aslında kapitalizmin kendisi var.

Bir başka anlatımla, orman yangınlarının daha da kötüleşmesinin bir nedeni iklim değişikliğidir. Örneğin orman yangını mevsimi 30 yıl öncesine göre, günümüzde 40-80 gün daha uzadı. Her yıl görülen kuraklıklar artık daha sık görülüyor. Bu da ormanda yüzeydeki yanıcı kuru maddelerin daha da kurumasına ve ateş alıp hızlıca yayılmasına neden oluyor. Bu yanıcı kuru maddeler, şimşekler ve kuvvetli rüzgarlarla kendini gösteren aşırı hava koşulları yangının büyümesine katkı veriyor. (2)

Orman yangınları ve su döngüleri

Dünyanın ikliminin karmaşık (hatta kaotik) ve dinamik olduğu biliniyor. Çünkü iklim; toprak, atmosfer ve okyanus arasında enerji akımlarını ve karşılıklı etkileşimleri içeriyor. Bu nedenle örneğin sellerin tek başına aşırı yağışlardan ya da orman yangınlarının kuru odunların tutuşmasından oluştuğunu düşünmek çok doğru değil. Öyle ki yaşanan kuraklıklar aynı zamanda orman yangınlarının nedeni olabiliyor.

Bir başka anlatımla, küresel ısınmanın sonucunda ortaya çıkan aşırı sıcak hava giderek daha fazla suyun buharlaşmasına, bu da susuzluk, kuraklık ve aynı zamanda da ciddi orman yangınlarına neden oluyor. İklim krizi yüzünden Gezegen ısındıkça su döngüsü de giderek yoğunlaşıyor

Su döngüsü atmosfer, okyanuslar, kara ve donmuş su rezervleri arasında oluşan bir döngü. Buharlaşmanın ardından gelen yağış şeklinde bir döngü oluşuyor ki son yıllarda her ikisinin gerçekleşme sıklığı bir hayli artmış durumda. Aşırı hava hem aşırı yağışlar hem de aşırı kuru hava ya da kuraklık biçiminde kendini gösteriyor. Bu da orman yangınlarına neden oluyor. (3)

Okyanusların ısınması

Ayrıca artan okyanus suyu sıcaklıklarının çevre üzerinde uzun vadeli etkileri var. Buna okyanusun karbondioksit tutma kabiliyetindeki azalma da dahil. Sıcak su, en önemli sera gazı olan karbondioksit de dahil olmak üzere soğuk suya göre daha az gaz tutar. Dolayısıyla, okyanus ısındıkça havadan daha az ısı tutucu gaz uzaklaştırılır ve daha fazlası atmosferde kalır. Bu bir kısır döngüdür: okyanus ısındıkça, daha az karbondioksit emilir ve daha fazlası havada kalır, bu da gezegenin daha da ısınmasına neden olur.

Küresel ısınmanın boyutları

Uluslararası basında yer alan bir habere göre, dünyanın önde gelen yüzlerce iklim bilimcisi, küresel sıcaklıkların bu yüzyılda sanayi öncesi seviyelerin en az 2,5 °C üzerine çıkmasını, uluslararası kabul görmüş hedefleri aşmasını ve insanlık ve gezegen için yıkıcı sonuçlara yol açmasını bekliyor. Tamamı yetkili Hükümetler arası İklim Değişikliği Panelinden (IPCC) olan katılımcıların neredeyse yüzde 80’i en az 2,5 °C küresel ısınma öngörürken, neredeyse yarısı en az 3,0 °C öngörüyor. Sadece yüzde 6'sı uluslararası düzeyde kabul edilen 1,5 °C sınırına ulaşılacağını düşünüyor. (4)

Özetle, bilim insanlarının birçoğu, sıcak hava dalgaları, orman yangınları, seller ve halihazırda yaşananların çok ötesinde yoğunluk ve sıklıktaki fırtınaların yol açtığı kıtlıklar, çatışmalar ve kitlesel göçlerle dolu "yarı distopik" bir gelecek öngörüyor.

Ocak ayı hiç olmadığı kadar sıcak

Bu yılın ocak ayı kayıtlara geçen en sıcak ocak ayı oldu (sanayileşme öncesi seviyelerin 1,7°C üzerinde). Birçok iklim gözlemcisi, doğal “La Niña” olgusu sayesinde dünyanın bu yıl biraz soğumasını beklese de bu beklenti gerçekleşmedi. Çünkü endüstriyel faaliyetler havaya sera gazları püskürtmeye devam ederken, partikül kirliliğinden arındırılmış hava daha fazla güneş ışığının yere ulaşmasına neden oldu, bu artan ısıtma etkisi doğal dalgalanmaları bastırmaya başladı ve dengeyi rekor sıcaklığa ve kötüleşen sıcak, kuru ve yağışlı aşırılıklara doğru kaydırdı. (5)

Haziran 2025: Cehennem sıcaklarının fragmanı

Küresel olarak, son 12 aylık dönemde görülen hava sıcaklıklarının (Temmuz 2024- Haziran 2025) yıllık ortalaması; 1991-2020 ortalamasının 0,67°C üzerinde ve sanayi öncesi seviyeyi tanımlamak için kullanılan tahmini 1850-1900 ortalamasının 1,55°C üzerinde seyrediyor.  Yani 2015/16 ve 2019/20 dönemlerinde ulaşılan 1991-2020 döneminin 0,46°C üzerindeki önceki en yüksek 12 aylık ortalamalardan çok daha yüksek. (6)


(Kaynak: https://climate.copernicus.eu/ (27 July 2025)

Ülke olarak bizim de içinde yer aldığımız Avrupa coğrafyasında durum daha da kötü. Aşağıdaki tablo ve görselde her haziran ayı, tüm aylar ve 1979'dan 2025'e kadar 12 aylık ortalamalar için Avrupa toprakları üzerinde ortalaması alınan 1991-2020'ye göre, Avrupa-ortalama yüzey hava sıcaklığı anomalileri gösteriliyor.

Avrupa ortalama sıcaklık anomalilerinin genellikle küresel anomalilerden daha büyük ve daha değişken olduğu görülüyor. Haziran 2025 için Avrupa ortalama sıcaklığı:1991-2020 ortalamasının 1,10°C üzerinde; haziran ayı kayıtlara geçen en sıcak beşinci ay. Son 12 ay boyunca (Temmuz 2024- Haziran 2025) Avrupa'daki ortalama sıcaklık 1991-2020 yıllık ortalamasından 1,29°C daha yüksek.


Haziran 2025’te Batı ve Orta Avrupa’nın büyük bölümünde hava sıcaklıkları ortalamanın üzerinde seyretti. Avusturya, Fransa, Almanya, İtalya, Portekiz, İspanya, İsviçre ve Birleşik Krallık dahil olmak üzere birçok ülkede sıcak hava dalgası yaşandı, Portekiz ve İspanya'da bazı yerlerde sıcaklık 40°C'nin üzerine çıktı. Bu durum haziran ayı aylık ortalamasına da yansıdı ve Fransa en sıcak ikinci haziran ayını, İspanya son 64 yılın en sıcak haziran ayını ve İngiltere ise 1884 yılından bu yana en sıcak haziran ayını yaşadı. Güneydoğu Avrupa da ortalamanın üzerindeki sıcaklıklardan etkilendi. (7)

Devam edecek: Aşırı sıcaklardan ölümler, sırada kimler var?

Dip notlar:

(1)  https://www.bbc.com/turkce (25Temmuz 2025).

(2)  https://theconversation.com/how-years-of-fighting-every-wildfire-helped-fuel-the-western-megafires-of-today (July 2021).

(3)  https://theconversation.com/the-water-cycle-is-intensifying-as-the-climate-warms-ipcc-report-warns-that-means-more-intense-storms-and-flooding (9 August 2021).

(4)  https://www.theguardian.com/environment/article/world-scientists-climate-failure-survey-global-temperature (8 May 2024).

(5)  https://theconversation.com/record-january-heat-suggests-la-nina-may-be-losing-its-ability-to-keep-global-warming-in-check (7 February 2025).

(6)  https://climate.copernicus.eu/surface-air-temperature-june-2025 (27 Temmuz 2025).

(7)  Agr.

26 Temmuz 2025 Cumartesi

Sendikal çürüme

 

Orman işçilerinin çığlığı işçi sendikalarının sessizliği

Mustafa Durmuş

26 Temmuz 2025


Eskişehir’deki orman yangınını söndürme çalışmaları sırasında hayatlarını kaybeden 10 emekçinin ardından normalde işçi sendikalarının açıklama yapmaları ve sorumluları hesap vermeye çağırmaları beklenirdi. Ancak 24 Temmuz itibarıyla konfederasyonlardan (DİSK dışında), hiçbiri bu konuya ilişkin bir açıklama yapmadı.

15 Temmuz Darbe Girişiminin yıldönümünde bu darbe girişimini kınayan ve şehitleri anan HAK-İŞ ve TÜRK-İŞ acaba neden “orman şehitleri” yle ilgili benzer bir açıklama yapıp, sorumluların ortaya çıkarılarak hesap sorulması için iktidara çağrıda bulunmadılar?

Aslında orman işçiliği konusunda bir başka vahim durum daha mevcut. Ormanda ağaç kesim (üretim) işlerini yaklaşık 500 bin orman köylüsü “bahisi fiyat” (birim fiyat) yöntemiyle yürütüyor. Bu işçiler sosyal güvenceden yoksunlar. Yani sigortasız ve sendikasızlar. AKP döneminde üretim işleri “dikili satış” yöntemiyle tüccara verildiği için, bu işçiler sahada yoksullaştırıldılar. Ayrıca tüccarlar, Suriyeliler ve Afganlar gibi daha ucuz iş gücünü tercih ediyor. Böyle bir çalışma düzeni iş kazalarını artırıyor. Öyle ki bu yılın başından bu yana 276 orman işçisi yaşamını yitirdi ve bu ölenlerin sadece 12’ si isteğe bağlı sigortalı idi.

Çuvaldızı iktidara, iğneyi sendikalara

Orman işçileriyle ilgili bu durumu, siyasal iktidarın neo-liberal politikalarının yanı sıra, kısmen işçi sendikalarının bugün itibarıyla içinde bulundukları “sefil” durumla açıklayabiliriz. Yani çuvaldızı iktidara batırırken, iğneyi de sendikalara batırmak gerekiyor.

“Sefil” derken parasal anlamda sendikaların yoksulluğundan söz etmiyoruz zira bu suskun sendikalar, büyük ölçüde, nakit ve gayrimenkul zengini konumundalar. Sefilden kastımız sendikaların artık işlevsiz olmaları, ortaya çıkış amaçlarına uygun davranmamaları, hatta düzenin sürdürülmesinde adeta bir tampon görevi yapmaları.

Oysa işçi sendikaları, sosyolojik olarak, işçi sınıfı örgütleridir. Ücretli emeğe dayalı kapitalist sistem içinde var olurlar. Ücret, sosyal haklar, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve istihdamın korunması gibi konularda işçiler adına sermayedarlarla müzakere ederler.

Küçük burjuva önderlik

Ancak sendikalar genelde küçük burjuva önderliğe sahiptirler. Sendika bürokratları ise, pratikte, ücretli sistemde pazarlık yapma konusunda uzmanlaşmış bir kast olarak küçük burjuva, hatta burjuva yaşam standardına sahip olabilen sendikacı katmanları biçiminde olabiliyor. Bu konumları sendikaların suskunluğunun ve kaypaklığının önemli nedenlerinden birini oluşturuyor.

19. yüzyılda İngiltere’de sendikaları (işçi birlikleri) ortaya çıkaran temel neden, kapitalizm altında işçi sınıfının çok kötü koşullarda çalışmak ve yaşamak zorunda kalmalarıydı. İşçiler zamanla bu koşulları değiştirebilmek için birlikte mücadele etmek gereğini kavradılar. Ayrıca sermaye sınıfının işçileri bölerek birbirlerine karşı kullanmalarını önlemek için de işçiler sendikalarda örgütlendiler.

Zaman içinde sendikalar çok güçlendiler. Örneğin “kapitalizmin altın çağı” olarak da adlandırılan 1950-1980 arasında işçi sınıfı ve sendikalar bugüne kıyasla çok daha güçlüydü. Ancak neo-liberal dönem olarak da adlandırılan 1980’lerden itibaren, kapitalizm içinde sınıfsal güç dengesi sermayeden yana olmak üzere belirgin bir biçimde değiştiğinden, bugün artık eski güçlerine (hem üye hem de sınıfsal bilinç anlamında) sahip değiller.

Öyle ki neo-liberalizmle birlikte üretimden gelen gücün zayıflamasıyla artık, kolayca gözden çıkartılabilen, ikame edilebilen, “itibarsız” bir işçi sınıfı oluştu. Çünkü sermaye sınıfı ve onun işini kolaylaştıran devlet açısından; örgütsüz, güvencesiz, yarı zamanlı çalıştırılan, düşük ücretli ama daha da önemlisi uysal bir işçi sınıfının varlığı gerekli ve yeterliydi.

Sendikalaşma oranlarındaki keskin düşüş!

İstatistikler genel olarak dünyada sendikalardan kaçışın sürdüğünü gösteriyor.  Öyle ki sendikalaşma oranı (sendika yoğunluğu) bu süreçte sürekli olarak düştü. Gelişmiş 24 ülkeye ait veriler sendika yoğunluğunun son 20 yılda 24 ülkenin 21'inde, son 30 yılda ise 24 ülkenin 22'sinde azaldığını gösteriyor. Hatta “dayanışma aidatı” gibi uygulamalarla toplu iş sözleşmesinden (TİS) faydalananları da kapsayan “sendikal kapsama oranları” bile düştü. (1)

Türkiye’de de sendikalı işçi sayısı ve oranı benzer biçimde düşüyor. En son temmuz ayında yayınlanan sendika üye istatistiklerine göre; sendikalı işçi sayısı Ocak’ta 2,524,515’ten Temmuz’da (94,988 azalarak) 2,429,527’ye düştü. Oysa bu yedi ayda çalışan işçi sayısı 461,410 arttı.

Bir başka anlatımla, bu yılın Ocak-Temmuz döneminde çalışan işçi sayısında artış olmasına rağmen, ortalama sendikalaşma oranı ülke genelinde yüzde 14’te kaldı. Dahası, ayrıntılara bakıldığında bu oranı aşan sadece beş sendikanın bulunduğu görülüyor. Bunların üye sayısı ise toplam üyelerin yüzde 41’i. Böylece kalan yüzde 59’un sendikalaşma oranı yüzde 5’in altına düşüyor. 4,5 milyon civarında çalışan ile en büyük işkollarının başında gelen 10 No’lu İş Kolunda, sadece üç sendika yüzde 1’in üzerinde paya sahip iken, diğer sendikalara üye işçilerin sendikalaşma oranı yüzde 1’in çok altında kalıyor. (2)

Toplu İş Sözleşmesi (TİS) olarak adlandırılan pazarlık biçimleri de giderek farklılaştı (bu biçimler ücretlerin hangi düzeyde belirlendiğini ifade ediyor). Bu sistemler; firma düzeyinde (merkezi olmayan) pazarlıktan, ara pazarlık düzenlemelerine (endüstri çapında sendikalar ve işveren birlikleri arasında endüstri düzeyinde bir ücret tabanı oluşturan anlaşmalar) ve merkezi pazarlık prosedürlerine (ulusal ücret normlarını belirleyen işçi ve işveren konfederasyonları arasındaki müzakereler) kadar uzanıyor.

Toplu pazarlık yapısının çeşitli unsurlarını kapsayan 28 araştırmanın sonuçları ise şöyle: Merkezi bir koordinasyonla (Kamu Çerçeve Protokolü/KÇP gibi) yapılan toplu sözleşmeler enflasyonu düşürmeye yararken, işgücü verimliliğini artırıyor. (3)

Bu durum da TİS politikasının cari ekonomi politikalarına endeksli olarak tasarlanıp uygulandığını ve sermayenin kârlılığını artırarak sermaye birikimini hızlandırmayı hedeflediğini gösteriyor. Yani KÇP gibi uygulamalar işçi lehine olmaktan ziyade sermaye lehine işliyor ve iktidarın ekonomi politikalarının bir aracı olarak işletiliyor.

Sendikaları zayıflatan etkenler

Sendikaların ciddi bir düşüşte olmalarına yol açan birçok etken var. İlk olarak,  neo-liberalizmi listenin başına koymak gerekir. Çünkü neo-liberal ideoloji tarafından emeğin örgütlenmesi ve sendikaların toplu pazarlık yapması, kazananlar ve kaybedenler arasında doğal bir hiyerarşi oluşmasını engelleyen piyasa çarpıklıkları olarak tasvir edilir. Emek-sermaye eşitsizliği erdemli bir şey olarak tanımlandığından, işçi sendikalarına düşman gözüyle bakılır. Sendikalar “kapitalist piyasaların işleyişini bozan tehlikeli yapılar” olarak tanımlanır.

İkinci sıraya otomasyon, robot kullanımı ve dijitalleşmeyi koyabiliriz. Çünkü bu teknolojik gelişmelerin ortaya çıkardığı sektör ve istihdam yapısı sendikasızlaşmayı teşvik ediyor. Çağdaş istihdam yapıları, geleneksel işçi örgütlenmesi biçimlerine meydan okuyor. Yapılan bir araştırmada, endüstriyel robotların yükselişinin bu eğilime nasıl katkıda bulunduğu ve sendikal gücün temellerini zayıflatan yapısal bir değişimi nasıl tetiklediği görülüyor.

Buna göre (4), robotların daha yoğun kullanıldığı sektörlerde sendika üyeliğinde önemli düşüşler yaşanıyor. Önemli olan, bu düşüşün esas olarak otomasyona uğrayan sektörlerdeki işçilerin sendikalarından ayrılmalarından değil, istihdamdaki daha geniş bir bileşimsel değişimden kaynaklanıyor olmasıdır: Otomasyon geleneksel olarak sendikalaşmış imalat sektörlerindeki işleri azaltıyor.

Yani otomasyon sadece işleri ortadan kaldırmıyor, istihdamı sendikalar için yapısal olarak daha elverişsiz olan çalışma ortamlarına doğru kaydırıyor. Dolayısıyla sendika yoğunluğundaki düşüş; sadece örgütsel başarısızlığın, sendikaların yozlaşmasının ya da işçilerin sendikalara olan ilgisinin azalmasının bir sonucu olmayıp, teknolojik değişimin istihdamın doğasında ve yapısında meydana getirdiği daha derin değişikliklerin de bir sonucu.

Otoriter rejimler sendikal çöküşün bir nedeni

21. yüzyılla birlikte neo-liberalizmin giderek otoriter ve yeni faşist devlet biçimleri altında uygulanması sonucunda işçi hakları ve sendikal örgütlenmelerde tam bir çöküş yaşanıyor. Bu yüzden de sendikasızlaşmayı etkileyen temel nedenlerden biri olarak otoriter, işçi düşmanı rejimleri de belirlemek gerekir.

Bu bağlamda, Türkiye’de 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrası kurulan askeri diktatörlük ve ardından bu diktatörlüğün gölgesinde yeşeren neo-liberal dönemde ve son 10 yıldır ülkede uygulanan otoriter rejim altında işçi sınıfı ve işçi sendikalarının büyük kayıplara uğramasına şaşırmamak gerekiyor.

Çünkü işçilerin sendikal bilinçten yoksun oluşları, patron baskısı ve işten çıkartılma korkusu ve işçiler arasındaki sendikalara ilişkin kötü algı (bir kısmı gerçek olan) işçilerin sendikalardan uzak durmasına neden oluyor. Sendikalaşmış olanların bir kısmı ise toplu iş sözleşmesi yapamıyor.

Sorgulamayan, hakkını aramayan “uysal” bir işçi sınıfı

Neo-liberal neo-otoriter rejime uygun bir işçi sınıfı yaratılması da sendikalaşma oranlarındaki düşüşe neden olan önemli bir faktör. Çünkü bu dönemde işçi sınıfının temel karakteristiği, belli düzeye kadar eğitimli olmasının yeterli olarak kabul edilmesidir. Yani sermaye açısından, işçilerin okur yazar olması yeterlidir ve sorgulamayan, eleştirmeyen, örgütlenmeyen, hakkını aramayan atomize olmuş işçiler özellikle tercih edilir. Kendilerine verilene şükreden ve egemene itaat eden bir işçi sınıfı kapitalist üretim tarzının geldiği son aşamanın ihtiyacı olan şeydir. Yani günümüzde kapitalizmin adaletsiz bölüşüm ilişkileri kendine uygun bir üretici güç (işçi sınıfı) gelişimini de yaratmıştır.

Bu çerçevede, üretimi gerçekleştirecek olan işçiler, yukarıdaki özelliklere ilave olarak, muhafazakâr, milliyetçi, militarist, sabreden, şükreden, dünyada sınandığına inanan ve tevekkül sahibi ve sendikal örgütlenmelerden uzak duran insanlar olmalıdır. Maalesef müesses nizamın bu konuda önemli bir mesafe kat ettiğini kabul etmek durumundayız.

Sendika yönetimleri günahsız değil

Son dönemlerde, “promosyon sendikacılığı” nda ciddi bir artış var. Yeni üye almak kadar, rakip sendikaların üyelerini çalmak için de aracılara ve üyelere para dağıtmaktan ve diğer maddi teşvikleri kullanmaktan, siyasal iktidarı baskı aracı olarak kullanmaktan çekinmeyen yoz bir sendikacılık anlayışı giderek yaygınlaşıyor. Ayrıca, ABD’de 1930’lardaki Büyük Depresyon dönemlerinde görülen “Mafyatik-Gangster Sendikacılık” Türkiye’de de giderek yaygınlaşıyor. Bazı sendikalarda ise yönetimler babadan oğula geçiyor.

“Finans Sendikacılığı”

Son bir etken sendikaların para ve finans ile olan sınavıdır. Bugünün sendikal davranışını doğru anlayabilmek için sendikaların mali uygulamalarını masaya yatırmak gerekiyor. Bu, işçi sınıfının örgütlülüğünün bugün neden daha zayıf olduğunun ve sendikaların yönelimlerinin ne olduğunun daha iyi anlaşılabilmesi için son derece önemli.

Öyle ki neo-liberalizm döneminde, sendikaların üye sayısı azaldı ama mali durumları (maddi varlıkları) sıçrama yaptı. “Sendika üyeliği ve yoğunluğu” istikrarlı bir şekilde azalırken, örgütlü emeğin yani sendikaların mali bilançosunun balon gibi şişmiş olması ise garip bir paradoks oluşturuyor.

Sendikaların, on binlerce üye kaybederken varlıklarını büyütebilmeleri nasıl mümkün olabiliyor? Bu sorunun cevabı belli: İlk olarak, üyelik aidatları genellikle işçi ücretlerinin belli miktarına ya da yüzdesine bağlı olduğundan, her yeni toplu iş sözleşmesiyle işçi ücretleri arttığında sendika üyelik aidatları da artıyor, bu da azalan üyeliğin olumsuz mali etkisini rahatça telafi ediyor.

İkinci olarak, sendikalar, borsa, döviz, mevduat ve gayrimenkul gibi diğer para ve emlak piyasasındaki yatırımları sayesinde önemli yatırım ve kira geliri elde edebiliyorlar. Üçüncü olarak, sendikalar örgütlenme ve grev gibi faaliyetler için aidat ve yatırım gelirlerinden elde ettiklerinden çok daha az para harcıyor ve yıllık bütçe fazlası vererek net varlıklarını artırıyorlar.

Burada olan şey, işçi sınıfına fayda sağlayan bir gündemi ilerletmek ve yeni işçilerin sendikalarda kitlesel olarak örgütlenmesini sağlamaya odaklanmak yerine, mevcut üyelerden sağlanan aidat gelirlerinin banka, borsa ve emlak piyasalarında değerlendirilmesinin asıl amaç olarak benimsendiği ‘finans sendikacılığı’ denilen şeye dönüşmesidir”. (5)

Oysa, emeğin gücünün gerçek kaynağı sendikanın şişkin bilançosu ya da sahip olduğu otel-motel sayısı değildir. Güç, nihayetinde, örgütlülükten, işçilerin grevler ve diğer faaliyetler yoluyla üretimden gelen güçlerini uygulamak için hayata geçirdikleri kolektif eylemlerden gelir. Sendikalar kaynaklarını agresif yeni örgütlenme ve eğitim faaliyetlerine harcamadıkları sürece, çok düşük olan üye sayısını artıramazlar, üye işçileri eğitip, bilinçlendiremezler, örgütlülüğü pekiştiremezler.

Yeni bir sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışına ihtiyaç var!

Kapitalizmin, kapitalist devletin ve sermaye ideolojisinin içinden geçtiği sürecin sosyal ve politik hayat üzerinde çok önemli etkileri de söz konusudur. Bunun bilincinde olarak, işçi sendikaları öncelikle, mücadelelerini ücret sendikacılığı ile sınırlı tutmamalı, ücretleri ve çalışma koşullarını müzakere etmekten daha fazlasını yapmalıdırlar.

İşgücü piyasası kurumları üzerinde etkili olmalıdırlar, devlet bütçesini etkileyerek emekten yana yeniden bölüştürücü politikaları gündemde tutmalıdırlar, toplumsal ilerlemeyi ve katılımcı demokrasiyi ve barışı savunmalıdırlar.

Hepsinden önemlisi, sendikaların yöneticileri gündemlerini başka şeylerle meşgul etmekten vaz geçip, sınıfın ve sendikanın, örgütlenme ve eğitim gibi sorunlarının çözümüne odaklanmalıdırlar.

Sonuç

Orman yangını sırasında bir tür iş cinayetine kurban giden 10 canımız konusunda sadece rahmet ve sabır dilemek yetmiyor. Belli ki bu olayda da işçi sağlığı ve iş güvenliği kurallarına uyulmamış. Değeri 60 TL olan oksijen maskeleri ve koruyucu elbiselerden mahrum olarak bu işçilerin sahaya gönderildiği iddia ediliyor. Bu iddialara göre, ölümler boğulma biçiminde gerçekleşti. Bu da orman işçilerinin ne kadar değersizleştirildiği ve ormancılıkla ilgili işlerin ne kadar liyakatten uzak kadrolarca yürütüldüğünü gösteriyor. Aynı iddiayı yangında beş üyesini kaybeden AKUT için de ileri sürmek mümkün.

O halde işçi sendikaları sadece işçi haklarına değil, aynı zamanda doğa haklarına da sahip çıkmalı, kadını güçlendiren politikaları desteklemeli ve kuşkusuz “kaza” ya da “doğal afet” adı altında geçiştirilen, ancak devletin düzenlemelerden vazgeçmesi nedeniyle artan orman yangınları gibi felaketlere karşı da hem doğayı hem halkı hem de işçileri koruyabilmek için seslerini yükseltmelidir.

Oysa 10 emekçinin ölümü sonrasında sendikaların takındığı tutuma baktığımızda büyük bir hayal kırıklığı yaşıyoruz. Bazı sendikaları dışarıda tutarak, konfederasyonların ve sendikaların yöneticilerinin hesaplarından ya da kurumsal hesaplardan yapılan baş sağlığı ve sabır dileyen tweetlerin dışında bu ölümlerle ilgili ciddi bir tepki olmadı. Yangında yaşamını yitiren beş işçinin üyesi olduğu Öz- Orman- İş Sendikası bile kendi üyelerinin ölümünü sıradan bir başsağlığı tweetiyle geçiştirdi. Bu kabul edilemez bir tutumdur.

Dip notlar:

(1)  https://wol.iza.org/articles/the-consequences-of-trade-union-power-erosion/long (26 June 2025).

(2)  “2025 Temmuz Sendika Üye Sayıları Açıklandı”, https://www.csgb.gov.tr/cgm/haberler (24 Temmuz 2025).

(3)  T. S. Aidt and Z. Tzannatos,. "Trade unions, collective bargaining, and macroeconomic performance: A review", Industrial Relations Journal 39:4 (2008), s. 258–295.

(4)  https://wol.iza.org/opinions/robots-restructuring-and-union-retreat (24 June 2025).

(5)  https://jacobin.com/finance-unionism-union-density-decline-american-labor-movement-mass-organizing?ref=readthemaple.com (2 May 2023).