İstihdam, ama nasıl?
Mustafa Durmuş
Haziran 20, 2014
“Hukuksal ya da siyasal biçimler kendi
kendilerine anlaşılamazlar, insan aklının genel bir gelişiminin bir ürünü
olarak da oluşmazlar. Tam tersine hayatın maddi koşullarınca
biçimlenirler. Ekonomik alt yapı, devlet, hukuk ve ideoloji gibi üst
yapıyı zorunlu olarak belirler. Üst yapıya ait her olgunun alt yapıya uygun bir
nedeni olmalıdır”(Marx, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” Önsöz’).
Yukarıdaki
sözü, ekonominin önceliğinin uzun dönem ve değişimin genel yönelimi için,
devletin ekonomi üzerindeki etkisinin ve denetiminin ise çoğu kez kısa
dönemdeki belirli değişim örnekleri için geçerli olduğu biçiminde anlamak
gerekir. Yani bunu bir ekonomik gerekircilik olarak değil, siyasal ve iktisadi
gelişim arasındaki asimetrik (bakışımsız) etkileşim olarak görmek daha
doğrudur.
Bu bağlamda,
iktisadi büyüme ya da durgunluk veya iktisadi krizler kadar istihdam, işsizlik,
yeni istihdam biçimleri ve işçi sınıfı profilinde yaşanmakta olan değişim orta
ve uzun vadede gelişmiş az gelişmiş tüm kapitalist ülkelerde belirleyici
olacaktır. Bu nedenle de istihdama ilişkin verilerin bilimsel olarak
değerlendirilmesi çok önemli.
TÜİK, büyüme
verilerinin ardından, bu hafta başında istihdam verilerini de yayınladı. AB,
OECD ve diğer uluslararası kuruluşların istihdam anketleri ile uyumlu hale
getirdiğini ileri sürdüğü yeni düzenleme ile yaptığı “hane halkı işgücü
anketleri” sonucunda; Mart 2104 itibariyle, işsizlik oranının, yüzde 9,7
(erkeklerde yüzde 9,1, kadınlarda ise yüzde 11, 0), tarım dışında yüzde 11,6 ve
15-24 yaş grubundaki gençler arasında yüzde 16,7 olduğunu açıkladı[1]. Resmi
verilere göre Türkiye’deki işsiz sayısı 2 milyon 747 bin oldu.
Aynı bültene
göre istihdam oranı yüzde 45,1 düzeyinde (çalışan sayısı 25,6 milyon).
Erkeklerde bu oran yüzde 64,2 iken, kadınlarda yüzde 26,5 olarak gerçekleşti.
İstihdam edilenlerin yaklaşık yüzde 21’i tarımda, yüzde 21’i sanayide, yüzde
7’si inşaat sektöründe ve geriye kalan büyük çoğunluk olan yüzde 51’inden
fazlası ise hizmetler sektöründe yer alıyor.
İşgücüne
(emekgücü) katılma oranının yüzde 49,9 olarak gerçekleştiği (kadınlarda yüzde
29,8 ve erkeklerde yüzde 70,6) bu dönemde yine resmi verilere göre kayıt dışı
çalışanların oranı yüzde 34,4 oldu.
Bir an için
bu verilerin gerçeği tam olarak yansıttığını ve örneğin yeni hesaplama
yönteminin ileri sürüldüğü gibi gerçek işsizliği ve istihdamı ortaya
çıkardığını varsayalım ve şu soruyu soralım:
Bu veriler
bize neyi anlatıyor, ya da anlatmıyor?
Öncelikle,
bu veriler ana akım yazarlarca son bir yılda istihdam-işsizlik cephesinde
önemli bir değişiklik olmadığı, tarım dışı istihdamın ve işsizliğin yatay
seyrettiği, yönünde değerlendirilse de öyle değil. Çünkü şeytan ayrıntıda
gizli.
Yıllardır,
resmi hesaplamayla dahi, yüzde 10’un üzerindeki bir işsizlik oranı[2], bugünün
derin resesyonu içindeki bazı Avrupa ekonomilerindeki orana yakın olduğundan
hareketle, hiç de hafife alınacak bir oran değil. Burjuva iktisadına
göre, ideal kapitalist bir ekonomideki ideal işsizlik oranının yüzde1-3 arasında
olması gerektiğinden hareketle, bunun üç dört katı bir işsizlik oranına sahip
bir ülkedeki hem sistemi hem de ekonomi yönetimini sorgulamak gerekir.
Yıllardır Bu yükseklikteki ve kalıcı hale gelmiş bir işsizlik oranı, geleceğin
emekçilerine işsizlikten ya da en iyisinden, çok niteliksiz ve güvencesiz,
kısmi zamanlı istihdamdan başka bir imkân vadetmiyor.
Nitekim
ayrıntıya girdiğimizde 2013 Mart’ına göre, bu yılın Mart ayında 15-64 yaş
grubundan oluşan tarım dışı emekgücünün 1 milyon 390 bin (yüzde 6,5) arttığı
görülüyor. Yani yılda 1,5 milyona yakın insan çalışabilecek konuma geldi. Buna
karşılık bu dönemde yaratılmış olan istihdam imkânı ise 1 milyon 143 bin kişi
(yüzde 6) oldu.
Yani tarım
dışı kesimlerdeki işsiz sayısı bir yılda 247 bin artış gösterdi ve işsizler
ordusu büyüdü.
İstihdam ve
işsizlik alanındaki araştırmaları ile bilinen Betam’ın Kariyer.net verilerine
göre yaptığı tahmine göre önümüzdeki dönemde işsizlik az da olsa artabilir[3].
Aynı
bağlamda, TEPAV İstihdam İzleme Bülteni’ne göre[4], Türkiye genelinde
esnaf sayısı son bir yılda yüzde 3,4 oranında, 64 bin azalarak, 1 milyon 849
bine geriledi. Ekim 2012’den Ocak 2014’e kadar esnaf sayısındaki azalma 118 bin
oldu. 81 ilin 48’inde bu azalma gerçekleşti.
İstihdam
artışı hangi sektörlerde gerçekleşti?
Beklendiği
gibi istihdamdaki artışın ana kaynağı hizmet sektörü oldu. Buna karşılık
sanayide neredeyse yeni iş alanı yaratılamazken, inşaat sektöründeki istihdamda
bir azalma görülüyor.
Öyle ki
hizmetlerde istihdam Şubat 2014- Mart 2014 döneminde 102 bin kişi arttı. Son
iki yıldır bu sektörde ortalama aylık artışın 45 bin kişi olduğu göz önüne
alındığında bu sektörün giderek temel istihdam alanı haline geldiği görülüyor.
Sanayide son iki dönemdir gözlemlenen kuvvetli artışların tersine, bu dönemde
aylık istihdam sadece 6 bin kişi arttı. İnşaatta 38 binlik bir istihdam kaybı
söz konusu iken tarımda istihdam 79 bin kişi arttı[5].
Bu veriler
Türkiye’de toplam istihdam edilenlerin neredeyse üçte ikisini oluşturan işçi
sınıfı profilinin yaşamakta olduğu değişimi sürdürdüğünü
gösteriyor. Yani Türkiye’de hızla, nispeten daha örgütlü ve yüksek
ücretli sanayi istihdamının payı azalırken, daha düşük ücretli ve güvencesiz
nitelikteki hizmetler sektörü istihdamının payı artıyor.
TÜİK’in
işsizlik verileri gerçeği tam olarak yansıtıyor mu?
Yukarıda
TÜİK’in yeni bir hesaplama yöntemine başvurduğunu belirtmiştik. Bu noktada
Kurum bu yeni yöntem ile hem işsiz sayısını hem de işsizlik oranını düşük
gösterebildi.
Öyle ki
önceki uygulamada, referans dönemi içinde “son üç ay” içerisinde iş arama
kanallarından en az birini kullanmış ve iki hafta içinde işbaşı yapabilecek
durumda olan kişiler işsiz olarak değerlendiriliyordu. Yeni uygulamada ise
yalnızca “son dört hafta” içerisinde iş arama kanallarından en az birini
kullanan ve iki hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda olan kişiler “işsiz”
olarak ele alınıyor. Yani 1,5-2 ay önce iş başvurusu yapmış olan ve işe
başlamaya hazır kişiler işsiz kategorisi dışına çıkartıldı. Bunun sonuçları
doğrudan verilere yansıdı ve yaklaşık 300 bin kişi bu yöntem değişikliği ile
artık işsiz sayılmıyor. Oysa bu insanlar Ocak 2014 verilerine göre işsiz
sayılıyorlardı[6].
Keza başta
umutsuzluk olmak üzere çeşitli nedenlerle iş arama kanallarını kullanmayanlar,
çaresizlik nedeniyle yeterli gelir sağlamayan işlerde çalışmak zorunda
kalanlar, niteliklerine uygun olarak iş bulamadıkları için başka işleri
kabul etmeyenler (örneğin atama yapılmasını bekleyen on binlerce öğretmen) ve
haftada iki saat bile olsa iş bulabilenler işsiz tanımı içinde yer almıyorlar.
Bu geniş
kesim de gerçek işsizliğin içine dâhil edildiğinde işsizlik oranı yüzde 20’yi,
işsiz sayısı ise 6 milyonu aşıyor[7].
Nitekim TÜİK
bülteninde belirtildiği gibi emekgücüne katılım oranının yüzde 50’nin altında
kalması gerçek işsizlik oranının açıklanandan çok daha fazla olması gerektiğini
ortaya koyuyor. Yani Türkiye çalışabilir nüfusuna oranla, insanlarının çok
düşük oranda emek gücü piyasasına girebildiği ya da iş aradığı bir ülke
konumunda.
Keza,
görünmeyen ve değersiz kılınan emekleriyle ev içi işlere mahkûm edilmiş
kadınlar işsiz sayılmıyorlar. Bu nedenlerden dolayı gerçekte işsizlik
oranının resmi oranın çok daha üstünde olması beklenmelidir.
Daha önceki
bir yazımızda, ekonomik krizlerin, yoksulluk ve gelir dağılımı
adaletsizliğinin, çevre tahribatının, iş cinayetlerinin ve işsizliğin
kapitalist sisteme içkin konular olduğunun altını çizmiştik. Bu tespit aslında
işsizlik sorunu ile ilgili olarak anti- kapitalist perspektifimize dayalı
teşhisi de, çözümü de yansıtıyor.
Ancak
öncelikle, şu sorunun yanıtını arayarak işe başlayalım. İşsizlik ya da istihdam
sorunu, ana akım burjuva yazarların yaptıkları gibi, sadece verilere,
istatistiklere, hesaplama yöntemlerine indirgenebilecek kadar basit bir konu
mudur? Ya da bugün işsizlik oranı yüzde 1’e kadar çekilebilseydi, bu
emekçilerin mutlu-mesut ve insan onuruna yakışır bir biçimde yaşayabilecekleri
anlamına gelir miydi?
İstihdam,
ama nasıl?
Bugün
istihdam ya da işsizlik sorununun birçok temel boyutu var.
İlk olarak, işsizlik
azalsa dahi yeni gelen nüfusu karşılayabilecek ölçüde istihdam artışı yok.
Bunun temel göstergeleri ise nüfusun ne kadarının istihdam edildiğini gösteren
istihdam / nüfus rasyosu ve emekgücüne katılım oranı. Her ikisi de Türkiye’de
yüzde 50’nin altında. Dünyada[8] birinci rasyo yüzde 61 ve ikincisi yüzde 65
dolayında.
Yani
kapitalist ekonomiler insanlar için yeterli istihdam yaratmıyor, iş olanağı
sunmuyorlar. Kriz bu koşulları emekçiler açısından daha da kötüleştiriyor. Kamu
kesimini küçülten kemer sıkma önlemleri büyümeyi ve istihdamı olumsuz
etkiliyor, yeni istihdam yaratılamazken, işsizlik oranları artıyor.
ILO’nun
geçen yılki raporuna göre[9], küresel emek gücü piyasaları, özellikle de Avrupa’daki
resesyon nedeniyle, tekrar kötüleşmeye başladı. Yeni istihdam yaratma oranları
çok düşük kaldı. Özellikle kadınlar ve gençler giderek daha fazla işsiz
kalıyorlar. Bu durum özel tüketimi azaltırken ve ekonomik büyümeyi
yavaşlatıyor. Orta vadede bir toparlanma olsa da işsizlik oranları düşmeyecek.
Emekgücüne katılım oranları düşmeye devam ediyor. Uzun dönemli işsizlik
oranları yüksek ve giderek de artıyor, yapısal işsizlik giderek belirgin hale
geliyor. Bu durum kalifiye iş imkânlarının azalması anlamına geliyor.
İkinci olarak, mevcut
istihdam ve yaratılan yeni istihdam ne tür istihdamdır ya da insan onuruna
yakışır nitelikte bir istihdam mıdır?
Araştırmalar
kadar yaşamın bizzat kendisi de iyi nitelikte (kalitede) istihdamın son otuz
yıldan bu yana artık iş döngülerinden, krizlerden bağımsız olarak iyice
zorlaştığını ortaya koyuyor.
Ana akım
iktisatçılar buna neden olarak küreselleşme güçleri ve teknolojik
değişiklikleri gösterse de, teknolojik değişmelerin
önceki dönemlerden hızlı geliştiğini gösteren kanıtlar mevcut değil, keza
bunlar alelade istihdamı etkileyecek çapta değil[10].
İşin iyiliği
ya da kötülüğü aslında biraz işin doğası ile ilgili. İmalat sanayi işleri
zamana ve yere bağlı olarak iyi işlerdir, zira sendikalaşma güçlüdür, tam
istihdam politikası gerektirir ve işgücü piyasalarının düzenlenmesini içerir.
Sendikaların gücüne göre hizmetler sektöründe ise işler iyi de olabilir,
kötüde.
Kapitalist
sistemin en gelişmiş örneği olan ABD’de, Devlet İstatistik Bürosu’na (BLS)
göre[11], “Büyük Resesyon” boyunca ABD’de kaybedilen işlerin yüzde 68’i orta ve
üst düzey ücretli işlerdi. Sonrasında yaratılan yeni istihdamın beşte üçü ise
kısmi zamanlı ve düşük ücretli işler oldu. Bu dönemde rasyonalizasyon hızla
devam ederken, istihdam içinde aslan payına sahip olan perakende sektöründe
çalışan işçi yaşı hızla gençleştirildi. Ortanca yaş 24 ve bu işçiler ortalama
beş yıldır buralarda tam zamanlı ve uzun dönemli sözleşmelerle çalışıyorlar.
“İstihdam
Kalite Endeksi” adı verilen bir endeks, istihdamın niteliğini (kalitesini)
ölçmek amacıyla uluslararası düzeyde tutuluyor. Bu endeksin değeri 0 (niteliği
en düşük) ile 1 (niteliği en yüksek) arasında değişiyor. Endeks; ücret düzeyi
ve ücret dağılımı, standart dışı uygulamalar, çalışılan- evde geçen zaman,
çalışma koşulları ve iş güvenliği, iş becerisi ve kariyeri geliştirebilme
olanağı ve kolektif çıkarların temsil edilebilme olanağı gibi 6 bileşenden
oluşuyor.
Bir
araştırmaya göre[12] 29 gelişmiş ülkenin 12’sinde endeksin değeri 0,5 ve
altında seyrediyor ve araştırmanın kapsadığı 2005 – 2010 döneminde endeksin
değerinde genelde bir kötüleşme var. Son iktisadi kriz istihdam kalitesini
farklı düzeylerde ve farklı biçimlerde etkilemiş olsa da, bu ilişkinin çok
kuvvetli bir ilişki olmadığı sonucu çalışmadan elde edilen bir diğer sonuç.
Üçüncü olarak,
işyerlerinde artık, eskisiyle kıyaslanamayacak ölçüde ücret gasplarının
yaygınlaştığı bir gerçek.
Son dönemde
küresel çapta aşağıdaki biçimlerde yaygın ücret gaspı biçimleri görülebiliyor:
Asgari ücretten çalışmaya zorlamak, normal sürenin ötesinde çalıştırmak,
işveren ayrımcılığı, bahşişlere el koymak, yasal olmayan bir biçimde
sigortasını ödememek ya da az ödemek, bordro üzerinde sahtekârlık yapmak, mesai
ücreti ödememek, mesai ücretinin eksik hesaplanması, mesai ücreti yerine telafi
ücreti adında ödeme yapmak, işçilerin 40 saatten fazla çalışmalarının
bildirilmemesi, işçilerin muaf işçiler olarak sınıflandırılması, sözleşmeli
işçilerin ücretlerinde yasal olmayan kesintiler yapılması, muhasebe kayıtlarının
eksik tutulması, asgari ücret kurallarına uyulmaması, ücret ödenmemesi, isteğe
aykırı biçimde ücreti içerde tutmak, ücreti ceza olarak içerde tutmak, ücreti
zamanında ödememek, işçileri işyerinde kullanılan ekipmanı satın almaya
zorlamak, çalışma saatlerini eksik hesaplamak, yemek arası ve istirahat
saatleri için ödemede bulunmamak, çalışılan tüm saatler için ödeme yapmamak,
stajda çalışılan süre için ödemede bulunmamak, işe geliş ve gidiş zamanı için
ödemede bulunmamak, ücreti nakit olarak ödememek, düzenli miktar ya da orandan
ödeme yapmamak ve cep harcamalarını ücretin içinde saymak[13].
Dördüncü olarak, toplam
istihdam içinde ücretli istihdamının payı yüksek düzeyde ve bu giderek artıyor.
TÜİK’e göre
ücretli ve yevmiyeli olarak çalışan emekçilerin istihdam içindeki payı yüzde
66’nın üzerinde. İşveren konumundakiler yüzde 5’in biraz altında ve kendi
hesabına çalışanlar yüzde 18’e yakın[14].
Yani ücretli
işçi konumunda çalışmak birçoğumuz için artık tek seçenek durumunda. Evlerinden
çalışarak zengin olan bireylerin hikâyeleri ise gerçekte birer şehir efsanesi.
Gerçek hayatta küçük işletmeler dev çokuluslu şirketlerin altında eziliyor ve
giderek yok oluyorlar. Türkiye’de küçük dükkânlar, bakkallar, Migros, Kipa, BİM
gibi devlerle ve büyük alışveriş merkezleriyle rekabet edemedikleri için birer
birer ortadan kalkıyorlar.
Kapitalizm
bir yandan az sayıda servet zengini yaratırken, diğer yandan, öncesinde işçi
olmayan bazı insanlar giderek artan bir şekilde mülksüzleşiyor ve potansiyel
olarak proleterleşiyor. Yani, işçilerin “orta sınıflaşmasının” tam tersine,
“orta sınıflar” giderek işçileşiyor. Bu süreç dünyanın her yerinde yaşanıyor.
Geçmişte kendilerini nispeten ayrıcalıklı ve “orta sınıf” olarak gören
öğretmenler, memurlar ve üniversite hocaları artık daha az ücret alıyor, daha
fazla çalışıyor ve kendilerini git gide daha fazla işçi sınıfının bir parçası
olarak görmeye başlıyorlar.
Buna
karşılık OECD’ye göre[15] son 30 yıldır ücretlilerin milli gelir içindeki payı
hemen tüm OECD ülkelerinde azaldı. Bunun nedenleri verimlilik artışları,
sermaye yoğunluğu, artan yerli ve uluslararası rekabet, işçilerin toplu
pazarlık güçlerinin azalması, kolektif pazarlık kurumlarının dönüşümü gibi
faktörler. Bu durum gelir dağılımını daha da kötüleştiriyor, toplumsal uyumu
azaltıyor ve iktisadi toparlanmayı zorlaştırıyor.
Beşinci olarak, istihdam
giderek güvencesiz, geçici, kısmi zamanlı, örgütsüz-sendikasız, düşük ücretli
bir biçime dönüşürken, işçi sınıfı içinde prekarya katmanı belirginleşmeye
başladı.
ILO’ya
göre[16], küresel çapta 3 milyar çalışan işçinin yarısı (1,5 milyar işçi)
esnek, güvencesiz, her an işten çıkartılabilir konumda, kötü çalışma koşulları
altında ve çok düşük ücretlerle çalışıyor. Öyle ki günde 1.25 ABD doları ve
altında bir ücretle yetinmek durumunda kalan “çalışan yoksul istihdamı” toplam
istihdamın yüzde 21’ini oluşturuyor. Ebeveynleri ile birlikte toplamda günlük 2
ABD doları ile geçinmek zorunda kalan işçilerin oranı ise yüzde 39 (1,2 milyar
işçi).
Bu veriler,
kapitalizmin bir yandan emek sömürüsü sürdürürken, diğer yandan milyonlarca
insanı işsiz bırakarak ve onları eksik istihdam ve kötü istihdam koşullarında
çalışmaya zorlayarak, emeği israf ve tahrip ettiğini ortaya koyuyor.
Esnek
istihdamın en yaygın olduğu ülkelerin başında Hollanda, İtalya, Almanya,
Portekiz, Polonya ve İspanya geliyor. Hollanda ve Almanya’da bu daha ziyade
kadınların yer aldığı kısmi zamanlı istihdam, İspanya ve Portekiz’de ise sabit
ücret biçiminde kendisini gösteriyor. Hollanda, Danimarka, İngiltere, Almanya,
Avusturya, Belçika, İrlanda ve İsveç kısmi zamanlı çalışma da genel ortalamanın
üstünde oranlara sahipler. Sabit ücretli çalışmanın ortalama
değerlerin üstüne çıktığı ülkeler ise Polonya, İspanya ve Portekiz. Yunanistan’da
her üç çalışandan birisi evden çalışan konumundadır[17].
Türkiye’de
Prekarya: Güvencesiz ve esnek, kuralsız bir çalışma rejimi hızla
örülüyor!
AKP
hükümeti, 06.04.2011 Tarih ve 6223 Sayılı kanunun verdiği “yetkiye” dayanarak
bugüne kadar toplam 40’a yakın Kanun Hükmünde Kararname çıkardı. Bu KHK’lerle,
sağlık, eğitim, adalet, barınma, kültür ve çevre gibi hizmetlerle, kamu
yönetimi alanında mali ve sosyal haklar başta olmak üzere birçok konuda önemli
değişiklikler yapıldı.
Bu KHK’ler
ve diğer düzenlemelerin hedefi güvencesiz, esnek, kuralsız bir çalışma
rejimi oluşturmak.
Bu süreç
aslında 2003’teki 4857 sayılı İş Yasası ile başlatıldı. Bu 11 yıllık sürecin
ilk ayağı yaygınlaşan taşeron (alt işveren) uygulaması. Özel sektörde
taşeronlaştırma hızla sürdürülürken, kamu kesiminde kadrolu güvenceli istihdam
yerini giderek ‘taşeron’ işçi ve ‘dışarıdan hizmet alımına’ bıraktı.
Öyle ki
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın verilerine göre son 10 yılda taşeron
işçi sayısı 350 binlerden 1 milyon 500 bine ulaştı. Tek başına Sağlık Bakanlığı
bünyesinde 2011 yılında çalışan 478.000 personelin; 358.000’i kadrolu, kalan
120.000’i, yani yüzde 25’inden fazlası ise “taşeron firma personeli”. KİT’lerde
“sözleşmeli personel” çok daha büyük oranda: yüzde 44. ‘Geçici işçiler
ile birlikte bu oran yüzde 48’i buluyor. Bu oran 1986 yılında ise sadece yüzde
3 idi.
İkinci ayakta, 2012
yılında açıklanan Ulusal İstihdam Stratejisi (UİS) Belgesi yer alıyor. Bu
belgeye göre 2023 yılına kadar çalışma hayatında yapılması hedeflenen
değişikliklerin temel hedefi işsizliğin nedeni olarak gördüğü güvenceli
istihdamı ortadan kaldırmak ve daha esnek emek gücü piyasaları yaratmak.
Bu strateji
altında; (i) taşeron uygulaması yaygınlaştırılıp asıl işlerde de taşeron
işçi çalıştırmak tamamen serbest bırakılıyor (ii) geçici işçilik
yaygınlaştırılıyor (iii) istihdam büroları aracılığıyla “kiralık
işçilik” oluşturulacak. Böylece esneklik kurumsallaştırılmış olacak (iv) kıdem
tazminatları budanacak.
Üçüncü ayağı 6356 sayılı
yeni Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu oluşturuyor. Bu kanun ile
işçilerin yaklaşık yüzde 55 ‘ ini oluşturan 30’dan az işçi çalıştıran
işyerlerindeki işçilerin ve 6 aydan az kıdemi olan işçilerin sendikalaşma hakkı
ortadan kaldırıldı. Fiili olarak 1,4 milyon işyerinin yüzde 95’inde 30’dan az
işçi çalışıyor. Yani işyerlerinin yüzde 95’inde sendikal örgütlenmenin yasal
bir güvencesi kalmadı. İşçilerin sendikal nedenlerle işten atılmaları
yaptırımsız kaldı. Bu işçiler tazminat hakkından da mahrum kalıyorlar.
Dördüncü ve beşinci ayaklarda yapılan düzenlemelerle kamuda güvencesizleştirme,
esnek çalıştırma ve sendikal vesayet dönemi başlatıldı. 6111 sayılı ‘Torba Yasa
(13.02.2011) ile 657 sayılı DMK’ de yapılan değişikliklerle memurların, kamu
yararı ve hizmet gerekleri sebebiyle ihtiyaç duyulması halinde, kurumlarınca
Devlet Personel Başkanlığı’nın uygun görüşü alınarak diğer kamu kurum ve
kuruluşlarında 6 aya kadar geçici süreli olarak görevlendirilebileceğine”
ilişkin düzenleme yapıldı.
4688 sayılı
Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu’nda (Nisan 2012 ) yapılan değişiklik
ile de kamu çalışanlarının tümünün grev hakkı yok sayıldı. ‘Sözde toplu
sözleşme hakkı’ getirildi ama özünde zorunlu tahkim rejimine geçildi (Kamu
Görevlileri Hakem Kurulu – KGHK ).
Bütün bu
gelişmelerin ardından Türkiye işçi sınıfının içindeki çalışan yoksul oranı,
tarım sektöründe yüzde 35’in üzerine çıkarken, sanayi sektöründe yüzde
30’a ulaştı. En yoksul çalışanların yüzde 46’sını yevmiyeli işçiler ve yüzde 34’ünü
ücretsiz aile işçileri (ev kadınları) oluşturuyor[18].
Ayrıca bu
sınırlı istihdam olanağı bölge, cins, yaş, ırk ve etnisiteye göre de farklılık
göstermektedir. Nitekim bölgeler itibariyle tarım dışı işsizliğin dağılımına
bakıldığında[19], Güney Doğu ve Doğu Anadolu bölgelerinde Türkiye ortalamasının
çok üstünde resmi olarak yüzde 20,4’ e varan bir işsizlik oranı ile karşı
karşıya olduğumuz ortaya çıkmaktadır. Yani genel olarak Türkiye’nin doğusunda
işsizlik batısına kıyasla çok daha yüksek. Bu bağlamda en yüksek işsizlik
oranına sahip kentler arasında Ağrı, Kars, Iğdır, Ardahan, Van Muş, Bitlis,
Hakkâri illeri ilk sıraları alıyor.
İşsizlik
sosyal bir sorun!
Hem işsizlik
hem de esnek istihdam koşullarında çalıştırma hem tekil olarak işçiler hem de
bir sınıf olarak işçi sınıfı mücadelesi açısından çok temel bir sorun.
Çünkü tekil olarak, borç batağına saplanma ve alkollü içkilere aşırı yönelim
gibi davranış bozukluklarına neden olabiliyor. İşini kaybetme, ödemelerini
yapamama korkusu, çoluk çocuğun perişan edilmesi korkusu yaşanıyor ve bu reel
sosyalizmin çöküşünden sonra Rusya’da ve son aylarda Yunanistan[20] ve
Çin’de görüldüğü gibi intiharlar, hane halkına dönük şiddet, kalp krizi,
hipertansiyon, radikalleşme, hapis ve psikolojik rahatsızlıklar biçiminde
sonuçlanıyor. Zira işsizlik ve güvencesiz çalışma toplumdan soyutlanmak
anlamına geliyor, öyle ki piyasa ile ilişki kurulamadığında işçinin varoluşu
tehlikeye giriyor.
Diğer
taraftan, işsizler çalışanlar için de önemli bir tehdit oluşturuyorlar. Çünkü
işsizlik, emek sömürüsü, işverene bağımlılık ve güvencesizlik durumu işçinin
özgüvenini ortadan kaldırıyor, mücadele gücünü zayıflatıyor, onu kolayca
manipüle edilebilir ve adeta utandırılır bir hale dönüştürüyor[21].
Ücretsiz
çalışan ev kadınlarının durumu ise ayrıca bir sorun. Düşük ücretle çocuk
bakıcılığı yapan kadınlar (özellikle de kendi çocuklarını ülkelerinde
başkalarına bırakıp zengin Arap ülkelerine hizmetçilik ve çocuk bakıcılığı için
giden göçmen Filipinliler ve bazı Balkan Ülkelerinin kadınları) kendi
çocuklarını feda etmek durumunda kalıyorlar.
İşsizlik
neden var?
Kapitalist
sistemde işsizlik kapitalist üretim tarzına içkin bir sorun. Zira servet
kendini sermaye birikimi şeklinde büyütür ve sermaye kapitalistlerin özel
mülkiyetindedir, kâr etmek için kullanılır. Kapitalistler arasındaki rekabet
yeni teknolojilerin kullanımının önünü açar ve emek gücünün yerini giderek
sermaye malları almaya başlar. Yani sermayenin organik bileşimi
(SOB) artar.
Marx’a göre
sermayenin organik bileşiminin artması işçi başına daha fazla sermaye
kullanılması demektir ve bu sermayenin yoğunlaşıp merkezileşmesiyle
gerçekleşirken, sermaye yoğun teknolojik gelişmeler ve kapitalistler arasındaki
rekabet bu eğilimi tetikler.
Bir başka
anlatımla, kapitalistler, rekabet, kalite ve fiyat riskleri nedenleriyle hiçbir
zaman teknolojik olarak sanayi normlarının gerisinde kalmak istemezler. Bu
durum kapitalist işletmelerde düzenli olarak, emek tasarrufu sağlayan makineler
gibi en yeni teknolojilerin istihdamına, dolayısıyla da aşırı kapasite
yatırımlarına yönelmeye neden olur. Böylece sermayenin organik bileşimi
(otomasyon ) artar. Sermayenin organik bileşiminin artışı emek gücüne olan
ihtiyacı azaltır. Bu durum işsizliğe neden olur, “yedek sanayi ordusu”[22]
oluşur.
Sermaye birikiminin
kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkan yedek sanayi ordusu kapitalizm için
işlevseldir, çünkü toplumsal muhalefet örgütlülüğünün ve işçi sınıfının
ekonomik ve politik örgütlülüğünün yeterli olmadığı bir durumda,
işsizlerin varlığı işçi sınıfının ekonomik mücadelesini baltalar,
sendikalaşmayı zayıflatır ve ücret artışlarını önler. Bu nedenle de aslında
kapitalistler çok önemli boyutlara ulaşmadığı sürece işsizlikten çok da
rahatsız olmazlar.
Marksist
teoride, işçiler arasındaki rekabet sermayenin kendi arasındaki rekabetten
farklıdır ve sınıf mücadelesi ile ilişkilidir. Bu rekabet sermaye tarafından
yedek sanayi ordusu yaratılmasıyla gündeme gelen işçiler arasındaki bir çatışma
halidir. Böyle bir böl-yönet stratejisi birbirinden ayrı, farklı emek gücü
fazlalarını entegre ederek küresel yedek sanayi ordusuna yeni üyeler kazandırır
ve bu ordu da güvencesiz istihdam ve sürekli işsizlik tehdidi altında direnci
kırılan bir yapıyı sürekli kılar.
Fransız
sosyolog P. Bourdieu’ya göre, işsizliğin bu şekilde uyguladığı yapısal şiddet
bireyci mikro ekonomik modelin uyumlu işlevselliğinin bir koşuludur. Ya da
yüzyıl öncesinin meşhur kapitalisti S. İnsull’un söylediği gibi ekonomik
etkinliği / verimliliği arttıracak en önemli şey kapıda bekleyen işsiz kuyruğunun
giderek büyümesidir[23].
[1]
TÜİK, Hanehalkı İşgücü İstatistikleri, Mart 2014, Sayı 16008, 16
Haziran 2014.
[2] Burada
tarım dışı işsizlik oranını esas alıyoruz. Zira tarımın yoğun olduğu bölgelerde
insanlar tarım kesiminde istihdam ediliyor gözüktüklerinden, bu bölgelerdeki
genel işsizlik oranı düşük çıkmaktadır. Bu nedenle de tarım dışı işsizlik
gerçek işsizliği daha iyi yansıtmaktadır.
[3] Betam,
Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi, İşgücü
Piyasası Görünümü: Haziran 2014.
[5] Betam,
agr.
[6] Serkan
Öngel “Sen öyle sansan da işsiz değilsin!”, Bir Gün Gazetesi, 18 Haziran
2014.
[7] Öngel,
agm.
[8] ILO, Global
EmploymentTrends, 2011.
[9] ILO, Global
EmploymentTrends, 2013.
[10] David
Rosnick ve Dean Baker, MissingtheStoryTheOECD’s Analysis of Inequality, http://www.cepr.net, July 2012.
[11] Nicole
Aschoff, “We’re Not Lovin’ It, Low-wageworkersfighttomakebadjobsbetter”, http://dollarsandsense.org/archives/2013/0913aschoff.html, September/October 2013.
[13]
Aschoff, agm.
[14] TÜİK,
“İstihdam edilenlerin yıllara göre işteki durumu”, Mart 2014.
[15] OECD, Employment
Outlook 2012.
[16]
International Labour Office (ILO), Global EmploymentTrends 2011:
Thechallenge of a jobsrecovery,Geneva, 2011.
[17]
TanjaCesen, Europeanlabour market policy in thetimes of recession, 17th
Workshop on AlternativeEconomicPolicy in Europe Europeanintegration at
thecrossroads: Deepeningordisintegration?Workshop 1 – Austeritypolicies at the
C3-Center for International Development, Vienna/Austriafrom 16-18 September
2011 organisedbytheEuroMemoGroup, www2.euromemorandum.eu.
[18] Büşra
Çavuşoğlu, “Türkiye’de Çalışan Yoksulluğunun Genel Durumu”, Sosyal Güvence,
(Ocak-Nisan 2012), s. 28-31.
[19]
Seyfettin Gürsel, “Ezber bozan durumlar”, Radikal, (19.04.2012).
[20]
LynnParramore, “CrisistoSuicide: How ManyHavetoDieBeforeWeKilltheFalseReligion
of Austerity?”, www.alternet.org/story, (26.04.2012).
[21] Michael
D. Yates, “TheInjuries of Class”, MonthlyReview, Vol 59.N0.8 (
January 2008). s. 3–10
[22]Karl
Marx, Capital Volume II, Chapter 16: TheTurnover of VariableCapital,
http://www.marxists.org; Karl Marx, Kapital 1.Cilt,
Yordam Kitap, 2011, s. 615–616.
[23]John
BellamyFoster, Robert W.McChesney, R.JamilJonna, “TheInternationalization Of
MonopolyCapital”, MonthlyReview, Vol 60.No 2, http://monthlyreview.org, (June
2011).
[24]Karl
Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, İkinci
Basım, Yordam Kitap (Çev. N.Satlıgan, T.Ağaoğlu, O.Göçmen, Ş.Alpagut), 2008,
s.28–30.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder