Mustafa Durmuş
8
Eylül 2016 tarihi, 11,285 kamu emekçisi öğretmenin Bakanlığın aldığı bir
kararla bir çırpıda açığa alındıkları bir gün olarak tarihimize geçti. Bu
öğretmenlerin yaklaşık 10,000’i Eğitim Sen üyesi. Bu kararın sonucunda, örneğin Tunceli’de
görevdeki öğretmen sayısı birden yarıya düştü.
Bu
gün aynı zamanda, bazı vergilerin oranlarında ve miktarlarında yapılan ciddi değişikliklerle
de anılacak. Ama sıcak politik
gelişmeler nedeniyle birçoğumuz bu vergisel değişikliklerin farkında bile
olamadık. Oysa aynı gün, 2016/ 9153 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile, 150 m2’yi geçen lüks konut inşaatlarının
alım-satımı sırasında tahsil edilen KDV oranı % 18’den % 8’e düşürüldü. Yani
lüks konutlarının satışlarında yaklaşık % 60’lık bir vergi indirimi sağlandı. Böylece
maliyetler düşecek ama ortaya ciddi bir vergi kaybı çıkacak. İşte bunu telafi
edercesine, aynı gün benzin ve motorinin litresi üzerinden alınan maktu ÖTV
miktarı litre başına en az 20 kuruş artırıldı ve Ankara’da motorinin pompa fiyatı
4.10 lira, benzinin fiyatı ise 4.81 kuruşa yükseldi.
Bu
arada bir kısım basında yer alan bir habere göre, DEİK-Türkiye-ABD İş
Konseyi’nin davetlisi olarak, arz yönlü
vergi politikalarının babası olarak da bilinen ünlü ABD’li iktisatçı Arthur Laffer
bir konferans için Ankara’ya geldi.
Konferans öncesinde gazetecilerle yaptığı kahvaltıda söylediği iddia
edilen bir söz çok tartışılacak gibi görünüyor. Amerikan ekonomisini yerden
yere vururken Türkiye ekonomisini göklere çıkartan Laffer, şunları söylemiş: “ Siz
bize Erdoğan’ı verin, karşılığında biz de size Obama’yı verelim. Amerikan
ekonomisini ancak Erdoğan düze çıkartır”( http://www.milliyet.com.tr/dunyaca-unlu-ekonomist-laffer-obama-istanbul-yerelhaber-1547329/).
Meslekteki
yükselişi neoliberalizmin doğuş yıllarına denk düşen Laffer’in arz yönlü
iktisat ve maliye literatürüne yaptığı katkıları burada tartışacak değiliz.
Ancak binlerce dolar karşılığında bu tür konferanslara konuşmacı olarak katılan
Laffer, 1979-1989 arasında, neoliberalizmin erken gelişmiş kapitalist dünyadaki
ilk iki laboratuarı olan Britanya’da Başbakan M. Thatcher ve ABD’de Başkan R. Reagan’ın
danışmanlığını yapmıştı. Laffer’in bu sözlerini, Türkiye’ye de vergi
konularında vs profesyonel danışmanlık hizmeti verebileceğinin işareti, mesajı
olarak yorumlamak da mümkün.
A.
Laffer’i bu denli ünlü yapan şey aslında 1979 yılında ortaya attığı ve kendi
adıyla anılan bir eğri (Laffer Eğrisi / bazı kaynaklar bunu A.J.Laffer &
J.P.Seymour Laffer Eğrisi olarak tanımlıyor).
Bu bir tür çan eğrisi grafiğidir ve bu grafiğin dik kenarında vergi
gelirleri, yatay kenarında ise vergi oranları gösterilir. Böylece belli bir düzeye kadar vergi oranları
artırıldığında vergi gelirlerini de arttığı, ancak çanın tepe noktasından itibaren daha
yüksek vergi oranlarının vergi gelirlerinin azalmasına neden olduğu ileri
sürülür.
Bunun
nedenini Laffer, ‘ikame etkisi’ ile açıklar.
Yani belli bir vergi oranı aralığında verginin oranı arttıkça, vergi
mükellefi vergi kaçırmaya ve/veya vergiden kaçınmaya, kayıtdışılığa yönelmeye
başlar. Böylece yüksek vergi oranları, beklentinin aksine, vergi gelirlerinin
azalmasına neden olur.
A.
Laffer’in bu grafiği 1979 yılında Reagan’ın verdiği bir resepsiyonda bir peçetenin
üzerine çizerek Reagan’a ulaştırdığı ve buradan hareketle yüksek düzeyde gelir
(sermaye geliri) elde edenlere uygulanan vergi oranlarının düşürülerek
ekonominin canlandırılmasını önerdiği iddia edilir.
Yani
Laffer’e göre, ekonomik dengesizlikler, Keynesyen iktisatçıların iddia
ettiğinin aksine, talepten değil, arzdan kaynaklanır, bu nedenle de devletin müdahalesi
de arz yönlü olmalıdır. Çünkü vergi oranları yükseltildiğinde vergi gelirleri uzun
vadede azalacağı gibi, yatırım ortamı da kötüleşir. Bu da ekonomik büyümeyi
yavaşlatır.
Diğer
yandan vergi oranları düşürüldüğünde uzun vadede vergi gelirleri artar. Çünkü
üretim maliyetleri düşüp, yatırımcı güveni artacağından, yatırımlar, üretim ve hâsıla
artar, ekonomik durgunluk giderilir, toplam talep fazlası emilir, fiyatlar
düşürülür ve sonuçta ekonomik büyüme hızlanır.
Bu
tez 1980 ve 1990’larda neoliberal ana akım iktisatçılar ve maliyeciler
tarafından bir “amentü” gibi kabul gördü, hiç sorgulanmadı. Öyle ki 1980’den itibaren
yapılan 30’a yakın büyük vergi reformunda ilk yapılan şey yüksek düzeyde gelir
elde edenlere uygulanan gelir vergisi oranlarının düşürülmesi oldu.
Düşük vergi oranları gelirlerini artırıp, ekonomiyi canlandırıyor
mu?
Laffer’in
analizi işlevsel mi? Yani vergi oranları düşürüldüğünde vergi gelirleri artıyor
mu, buna paralel bir biçimde ekonomi durgunluktan çıkıyor mu, ekonomi daha
hızlı büyüyor mu?
Bu
noktada Laffer’in teorik olarak ileri sürdüğü tezlerin uygulamada elde edilen
sonuçlarla uyumlu olmadığının altını çizmek gerekiyor. Özellikle de tezin
ortaya atıldığı ABD’deki bazı çalışmalar bunu ortaya koyuyor.
Ancak
bu çalışmaların sonuçlarına geçmeden önce, 1980 başında ABD’de, en yüksek gelir
elde edenlere uygulanan vergi oranının % 70 olduğunun altını çizelim. Yani
neoliberalizmin devreye sokulmaya başladığı yılda, sermaye geliri elde eden
zengin bireylere uygulanan gelir vergisi oranı bugünkünün neredeyse iki katı
idi. Bu oran sadece 1929 ‘Büyük Depresyon’u sonrasında uygulanan New Deal
(Toplum Sözleşmesi) sırasında aşılmış ve bu oran % 90’ı bulmuş ve bu yüksek
vergiler 1979’a kadar devam etmişti. Bu durumun
ağır bir vergi yükü oluşturduğu ve bu yükün ancak çok sayıda indirim, muafiyet,
iade gibi yasal ya da yasal olmayan diğer yollarla hafifletilebildiği algısı
giderek pekişmişti.
Kısaca
Laffer Eğrisi’nin ortaya atıldığı sırada vergi oranlarının çok yüksek olduğu
yönünde yaygın bir kanı mevcuttu. Sermayedarlar, süper zenginler vergilerini
azaltmak için bu yönde hükümete yaptığı baskıları artırmıştı. Laffer sermayenin
bu talebine uygun bir tezi, arz yönlü iktisat yaklaşımı çerçevesinde ortaya atarak
bu talebe meşruiyet kazandırdı.
Uygulamada,
bu teze uygun olarak ABD’de 1981
ve özellikle R. Reagan tarafından ‘İkinci Amerikan Devrimi’ olarak adlandırılan
1986 Vergi Reformu (1986 Tax
Reform Act ) ile vergi oranları % 28’e kadar düşürüldü.
Beklenti,
vergi oranları indirildiğinde insanların
daha çok kazanmak için daha çok çalışacakları ve böylece daha çok mal ve
hizmet üretiminde bulunacaklarıydı. Bu daha
fazla üretimi, kapasite artışını,
pazarlama faaliyetlerinde artışı, daha fazla hammadde ve malzeme ve işgücü
kullanımını ve vergi geliri artışını beraberinde getirecekti. Yani
ekonomide arz yönlü top yekûn bir toparlanma ortaya çıkacak, bu da uzun vadede vergi gelirlerinin artmasını
sağlayacaktı.
Uygulama sonuçları tezi
doğrulamıyor
Ancak
ileri sürüldüğü gibi bir vergi geliri patlaması yaşanmadığı gibi, ekonomik
büyüme hızında bir artış ya da istihdamda belirgin bir artış olmadı. Bu gerçeği
asıl olarak ABD’li Nobel ödüllü iktisatçı Stiglitz’in yaptığı çalışmalar ortaya
çıkardı(Stiglitz, 2000).
Stiglitz bu çalışmaları sonrasında, Laffer Eğrisi Analizi’nin geçerliliğinin
ciddi olarak sarsıldığını açıkladı. Nitekim 1993 yılında bu kez vergi oranları
artırılarak en üst vergi oranı % 39,6’ya çıkartıldı.
Yüksek
vergi ekonomiyi yavaşlatıyor mu?
Meseleyi yüksek vergi oranları-büyüme ilişkisi
açısından ele aldığımızda da Laffer’in tezinin doğrulanmadığını görüyoruz. Yani
yüksek vergi oranlarının ekonomik büyümeyi her zaman yavaşlatmadığı ortaya
çıkıyor. Yani verginin etkisi kimlerden alındığına ve nerelere harcandığına
bağlı olarak değişiyor. Aksi takdirde dünyanın en yüksek vergi oranlarına sahip
bulunan İskandinav ülkelerindeki son dönemlere kadar sağlanan hızlı büyümeyi
açıklayabilmek mümkün değil.
Keza, ABD’de 1951-1980 döneminde vergi oranları %
70-% 92 dolayında iken ekonomi yılda ortalama % 3,7 büyümüştü. 1983-2008
arasında bu oranlar % 35-% 39 aralığına çekildi ve büyüme sadece % 3.0 oldu.
1990’ların canlanması da vergi indirimlerinin değil, 1993 Clinton dönemi vergi artışlarının
bir sonucuydu. 2002-2007 düşük vergili Bush’un yarattığı istihdam 8 milyonda
kalırken, yüksek vergili Clinton döneminde yaratılan istihdam 22 milyonu buldu
(Reich, 2010).
Yani zenginlerin yüksek oranda vergilendirildiği
yıllarda elde edilen ekonomik büyüme bugünlere göre çok daha hızlı ve işsizlik
oranı çok düşük oldu.
Ana
akımın modelleri sorunlu varsayımları gerçekçi değil
Genel olarak ana akım iktisatçıların ve özel olarak Laffer’in
analizindeki temel sorun, modellerinin gerçekle uyuşmayan varsayımlara dayalı
olması. Yüzlerce yıldır insanı “homo ekonomicus “olarak gördüklerinden, yüksek
vergi oranlarının ‘ikame etkisi’ yaratarak insanların daha az çalışıp, daha az
ürettiklerine inandılar. Böylece üretim azalacak, ekonomik büyüme
yavaşlayacaktı.
Diğer yandan insanı “homo economicus” değil de,
gerçek insan olarak gördüğümüzde sonuç değişiyor. Gerçek hayatta düşük gelirli
insanların temel çabası hayat standartlarını korumak. Bu nedenle de vergi
oranları arttığında daha fazla çalışıyorlar. Yani ikame etkisi değil, ‘gelir
etkisi’ devreye giriyor. Böylece bir ekonomik modelin varsayımları defolu
olduğunda, ortaya çıkan sonuçların gerçek hayatı açıklaması zorlaşıyor. Bu kez
başta belli, arzu edilen sonuçların çıkması istendiğinde gerçek dışı
varsayımlara dayalı modeller kuruluyor ve bilimsel çalışmalar olarak topluma
sunuluyor, hükümetlere öneriliyor.
Laffer Analizi’de bu sorunlardan azade değil. Ne
kadar bilimsel ve nesnel olduğu ileri sürülse de, işin başından beri, zenginlerin
ödediği vergiyi azaltmayı hedefleyen politikaları haklı göstermeye yarayan “bilimsel”
kılıf altında bir ideolojik yaklaşım olmaktan
öteye geçemiyor.
Vergi
indirimi zengini daha da zengin ediyor
O
halde bu vergi indirimlerinin gerçek nedenleri neler olabilir? Vergi
indirimlerinin ortaya çıkardığı vergi yükü dağılımı ve bölüşümsel sonuçlar bu
operasyonların süper zenginlerin, sermaye gelir elde edenlerin işine yaradığını
gösteriyor.
Nitekim
ABD’de yapılan başka araştırmalar bu vergi indirimlerinin en zengin % 1’i
devlet eliyle daha da zenginleştirirken,
emekçileri yoksullaştırdığını ve ekonomiyi istikrarsızlığa sürüklediğini
ortaya koyuyor.
Çünkü
50 yıldan fazladır en zengin Amerikalılar federal gelir vergisi yükünü emekçilerin
üzerine kaydırıyorlar. 1945-1960 döneminde en üsttekilerin vergi oranları %
90’lara erişmişti. Bugün sadece % 35’ e tabiler. Zengin Amerikalılar 1945
yılından bu yana hem mutlak anlamda hem de nispi vergi yükü anlamında orta
sınıf ve yoksullara kıyasla yükümlülüklerini hızla azalttı. İki grubun oranları
arasındaki fark hızla kapandı. Özellikle zenginlerin yasalardaki boşlukları çok
iyi kullanabilmesiyle bu fark reel olarak daha da azaldı. En zenginlerin
bugünkü zenginliklerinin bir nedeni çok az vergi ödemeleri. 1960’lardan
itibaren vergi oranları azaldıkça bu kesimlerin milli gelirden aldıkları paylar
da hızla artmaya başladı. Yani Amerikan toplumundaki gelir dağılımı
adaletsizliğinin bir nedeni uygulanan bu vergi politikaları. En yoksulların geliri artmadı. Orta
gelirlilerin vergi sonrası gelirlerindeki artış % 25 ile sınırlı kalırken, en
tepedeki % 1’in vergi sonrası gelirleri % 175 oranında arttı (Wolff, 2011).
Bu
durum 30 yıl boyunca kapitalist sınıfın nasıl bir başarılı sınıf savaşı vererek
işçi sınıfının sırtına verginin yükünü yüklediğinin ve onların yaşam
standartlarını nasıl düşürdüğünün de bir göstergesi.
Zenginler
vergi indirimlerinin, daha fazla yatırım ve istihdam yaratmak için gerekli
olduğunu savunsa da, gerçek bu değil. Tam tersine zenginlerin vergilerinin
indirilmesi eşitsizliğin artması ya da bütçe açıklarının artmasının ötesinde emekçiler
için kötü.
Zenginleri ağır biçimde vergilendirmek gerekiyor çünkü
(-) ödemedikleri vergiyi hükümete borç olarak veriyorlar. Oysa hükümet
bu parayı vergi olarak onlardan alabilirdi. Böylece bizler bu borçların
faizlerini kendi vergilerimizden ödemek zorunda kalmazdık (-) Zenginler ödemedikleri
vergileri hedge fonlar gibi spekülatif araçlarda daha fazla kazanmak için
kullanıyorlar. Petrol ve gıda gibi spekülatif mallarda vadeli işlemler
yapıyorlar. Bunların fiyatı artıp, ekonomi daralırken, dünyadaki yoksullar
açlık çekiyorlar. (-) Paraların bir kısmı borsaya yatırılıyor, borsa
patlıyor. Borsadaki varlıkların çok büyük kısmı bu zenginlere ait. Onlar daha
da zenginleşiyor. Zenginlerin bu yönelimleri topluma bir fayda sağlamadığı gibi
geniş yığınların daha da yoksullaşmasına neden oluyor (Wolff, 2011).
KDV İndirimi,
zenginlere servet transferi
Laffer
Türkiye’de iken, KDV oranlarının düşürülmesi bir tesadüf müdür, bilinemez ama yaptığı
açıklamanın böyle bir indirimi haklı göstermeye yaradığı kesin. Zira inşaat sektörüne yönelik bu indirimin,
zengin konut sahiplerine ve büyük müteahhitlere emekçilerin ödediği vergilerden
yapılan bir servet transferi anlamına geliyor.
Diğer
taraftan aynı gün benzin ve motorinden alınan ÖTV’nin de ciddi miktarda
artırılması Laffer’in teziyle çatışmaz mı? Nitekim Laffer’e bu sorulduğunda
Laffer genel olarak petrol ve tütün tüketimi üzerinden alınan bu tür dolaylı
vergilerin düşük tutulmasından yana olduğunu, ayrıca vergilerin değer üzerinden
değil miktar üzerinden (maktu) alınması gerektiğini ileri sürdü.
Kendi
içinde tutarlı olsa da, savaşın neden olduğu bütçe açıkları ve diğer ihtiyaçlar
da dikkate alındığında KDV indiriminin neden olacağı bu vergi kaybı ancak ÖTV
artışlarıyla karşılanabilirdi. Aslında
Laffer’in de bizim Maliye bürokrasisinin de bildiği bir gerçeklik söz konusu. Bu
malların talep esneklikleri son derece katı olduğu için, örneğin benzinin
litresine yapılan örneğin 36 kuruşluk bir zam (20 kuruşu vergi) kişinin
istemeyerek de olsa benzini tüketmesine engel olmuyor.
Bunun
teorisi ise 1927’den bu yana bir diğer Anglosakson iktisatçı olan İngiliz Ramsey
tarafından oluşturulmuştu. Ona göre devletin gelir ihtiyacı olduğunda sermaye
sahiplerini üzmeden uygulayabileceği en verimli vergiler, vergi konulduğunda
tüketicilerin tercihlerini değiştirmesine neden olmayan bugünün ÖTV’si gibi,
daha sonra Ramsey Vergileri olarak da anılan, vergilerdi. Bu nedenle de başta
neoliberal maliyeciler ve iktidarların takıntısı haline gelen “ekonomik
etkinlik” ya da “verimlilik” ilkesine de uygun davranılmış oluyordu.
Kaldı
ki Türkiye’de, 2016 yılında toplamda
vergi gelirlerinin % 25’inden biraz fazlasını oluşturan Özel Tüketim Vergisi
gelirlerinin % 48’i petrol ve doğal gaz ürünlerinden, %33’ü alkollü içkiler ve
tütün mamullerinden, %15’i ise motorlu
taşıt araçlarından sağlanıyor.
Ancak
burada yaman bir çelişki ortaya çıkıyor. Düşük gelirli emekçiler bu vergi
artışlarından çok daha ağır biçimde etkileniyorlar. Dolayısıyla da benzinin
litre fiyatı her vergi düzenlemesiyle arttığında örneğin 2,000 lira aylık geliri
olan bir otomobil sahibinin, 20,000 lira aylık geliri olan bir zengine göre
vergi yükü on kat artıyor.
Ancak
gerek Laffer, gerekse de takipçilerine göre ekonominin çıkarları için,
verimlilik ve etkinlik adına vergi adaletinden vazgeçilebilir. Düşük gelirli
mükellefler ülke menfaati için bu fedakârlığa katlanmalıdırlar. Yeter ki ekonomi
hızlı büyüsün.
Türkiye ekonomisinin
iyi durumu
Laffer’in
Türkiye ekonomisinin çok iyi durumda olduğunu ileri sürerken hangi
göstergelerden söz ettiğini bilmiyoruz. Ama özellikle darbe girişimi ve OHAL
uygulamaları sonrasında temel ekonomik göstergeler giderek kötüleşiyor ve
ekonominin başta cari açık ve yabancı sermayeye olan bağımlığı şeklindeki yapısal
sorunları iyice derinleşiyor.
TÜİK’e
göre, sanayi üretimi son 7 yılın en
düşük düzeyinde seyrediyor. Bu yılın ilk çeyreğinde iç tüketimle % 4,7 büyüyen
ekonominin, ikinci çeyrekte sadece % 3,1 büyüyebildiği açıklandı. Resmi ağızlar
bu yılki büyümenin % 3,5-4 arasında kalacağını, ama uluslar arası örgütler %
3’ün altında olacağını ileri sürüyorlar (Commerzbank, Sep 2016: 2). Özel
sektörün döviz cinsinden borçları rekor seviyede ve pozisyon açıkları 200
milyar dolar oldu (Özyıldız, Eylül 20016). İşsizlik, enflasyon ve yoksulluk
gibi göstergeler de gerilemekten ziyade, yükselme eğilimindeler.
OECD’ye
göre, bazı yükselen ekonomiler yaşadıkları döviz şokları ve yüksek düzeydeki iç
borç stokları nedeniyle daha kırılganlaştılar. Türkiye her iki gösterge
açısından da en yüksek ikinci riske sahip ülke konumunu sürdürüyor (OECD, Şubat
2016).
Laffer,
ABD’ için % 3’lük bir büyümeyi süper bir performans olarak görebilir. Haklıdır.
Zira olgun kapitalist ekonomilerde hem büyüme hem de enflasyon oranlarının %
2-3 aralığında olması son derece iyi bir performans göstergesidir. Ama yıllık yaklaşık % 2 civarında nüfusu büyüyen Türkiye gibi bir
azgelişmiş ülke ekonomisinin yıllık en az % 5-6 büyümesi, ayrıca bu refah
artışının adil olarak da bölüştürülmesi gerekiyor. Aksi takdirde sadece sosyal
sorunlar artmıyor, ekonomik büyüme talep yönlü olarak da yavaşlamaya başlıyor.
Bu noktada sadece insan onuruna yaraşır ücretler ve sosyal politikaların değil,
aynı zamanda emekten yana adil vergi politikalarının da karalı bir biçimde
uygulanması gerekiyor.
Özcesi,
Türkiye’nin içinde bulunduğu politik
sıkıntılardan kurtulması ve ekonomisinin toparlanması ne nitelikli emek gücü
yetiştiren eleştirel öğretmenlerin tasfiyesinden, ne de modası geçmiş,
sermayeye servet transfer etmek ve ekonomiyi daha da istikrarsızlığa
sürüklemekten başka bir işe yaramayan Laffer’ci analizi esas alan vergi
politikalarından geçiyor. Peçeteye
çizilen grafiğin ömrü çoktan doldu. Bu tür bilimsel kılıfa büründürülmüş
sermaye ideolojisini yansıtan tezlerden ülkeye hayır gelmez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder