17 Nisan 2017 Pazartesi

YABANCI SERMAYE: “YETMEZ AMA EVET!”

YABANCI SERMAYE: “YETMEZ AMA EVET!”

Mustafa Durmuş

15 Nisan 2017

Başlığın 2010 referandumunda ‘evet’ oyu kullanan bazı liberal solcuları eleştirmek için atıldığı düşünülmesin. Zira onların büyük bir kısmı ülkenin Pazar günü yapılacak olan referanduma getirilme nedenlerinden birinin, aslında 2010 yılındaki referandum olduğunun farkındalar ve bu nedenle de bu kez “hayır” diyeceklerini açıkladılar.
Başlık ülkemize gelen, özellikle de kısa vadeli, spekülatif yabancı sermayeye yön veren bazı uluslararası yatırım fonlarının tavrı ile ilgili.
Çünkü aralarında UBS, Morgan Stanley, Goldman Sachs, Deutche Bank gibi büyük finansal kuruluşların, özellikle de Nisan ayı başından bu yana yayımladıkları Türkiye raporlarında “evet” çıkma ihtimalinin daha yüksek olduğu, bu nedenle de piyasaların hali hazırda ‘evet’i fiyatladıkları açıklanıyor ve yatırımcılar açık ya da örtülü bir biçimde ‘evet’e çağrılıyor.
Örnek olarak Morgan Stanley (1) bu konuda kendilerinin, piyasaların temsilcileri, bankalar, bürokrasi, sivil toplum örgütleri ve büyükelçiliklerle yapmış oldukları toplantıları ve yine şu ana kadar yapılmış ve sayıları 12’yi bulan referandum anketlerinin sonuçlarını dayanak olarak gösteriyor.
Böylece bu örgütler, sözüm ona her hangi bir değer yargısı katmaksızın gerçek durumu tespit etmeye çalıştıkları izlenimini vermeye çalışıyorlar. Gerçekte ise, birazdan ele alacağımız nedenlerden dolayı, manipülatif davranıyorlar, kamuoyunu etkilemeye çalışıyorlar.

Sınıfsal çıkarlar yön veriyor !
Sermayenin sadece yabancı sermaye kanadı değil, aslına bakılırsa yerli sermaye kanadı da son bir haftadır açıktan ‘evet’ kampanyası yürütüyor ve bu yönde oy kullanacaklarını açıklıyor.
Örnek olarak, Türkiye’nin dolar milyarderleri sıralamasında 3,7 milyar dolarlık serveti ile en zengin sermayedarı olduğu tescillenen Murat Ülker dün ‘evet’ diyeceklerini açıkladı. Benzer bir biçimde, TOBB ‘evet’ için gazetelere ilan verdi.
Sermayenin bu tavrı birkaç nedenden dolayı anlaşılabilir bir tavır. İlk olarak, hiç biri özellikle de 15 Temmuz sonrasında bazı büyük şirketlerin el konularak TMSF’ye devredilmesinden sonra siyasal iktidar ile sorun yaşamak istemiyor.
İkincisi ve daha da önemlisi, bu örgütler 2016’yılının son çeyreğinden bu yana ekonomiye destek gerekçesiyle uygulanmakta olan sermaye yanlısı para ve maliye politikaları ile ekonominin, tartışmalı da olsa, son çeyrekte yüzde 3,5 büyütüldüğünü biliyorlar.
Bu yıl, varlık affına ilaveten, sermayeden vergi ve prim afları, indirim ve muafiyetler gibi düzenlemelerle 102 milyar liralık vergi alınmayacağını, beyaz eşya ve elektronikte ve konuttaki düşürülmüş olan ÖTV ve KDV oranlarının yıl sonuna kadar uzatılacağını, istihdam desteği adı altında kendilerine aylık 773 liralık bir nakit desteği verildiğini, kurumlar vergisi oranlarının düşürüldüğünü, 250 milyar liralık bir plasman imkanıyla Kredi Garanti Fonu’nun imkanlarının kendilerine ucuz ve bol kredi olarak sunulduğunu (ki şu ana kadar bankalar bu fonun garantisi ile 100 milyar lirayı aşkın kredi kullandırttılar) biliyorlar.
Ayrıca en yetkili ağızdan 657 sayılı. DMK’nın değiştirilerek, artık kamuda, özellikle de üst düzey yöneticilerin, her hangi bir liyakate bağlı kalınmaksızın, kendi istedikleri kimselerden atamasının yapılabileceğini, bunların da devletin imkânlarını kendileri için daha hızlı ve daha fazla kullandırabileceklerini, daha da önemlisi kıdem tazminatlarının artık kendileri için bir maliyet, dolayısıyla da sorun olmaktan çıkartılacağını öğrenmiş bulunuyorlar.
Bu nedenlerle de, devleti ve bürokrasiyi istedikleri yönde etkilemenin göreli olarak daha çok zaman aldığı ve daha zor olduğu, buna karşılık hesap sormanın daha mümkün olduğu bir kuvvetler ayrılığına dayalı parlamenter sistemdense, gücün tekelde toplandığı ve büyük sermayeye son derece sıcak bakan bir başkanlık sistemi kendilerine daha cazip geliyor. Yani tercihleri bütünüyle kendi sınıfsal çıkarlarını yansıtıyor.

“Yetmez ama evet”
Yabancı sermayeye gelince. Bu yıl cari açığımızın 36 - 40 milyar dolar arasında olması bekleniyor. Bu aşağı yukarı milli gelirin yüzde 5- 6’sına denk düşecek. Böyle önemli boyuttaki bir açığın fonlayıcılarından söz ediyoruz. Ve Türkiye hala benzer ülkeler arasında yabancı sermayeye en yüksek faiz ve getiriyi sunan ülkelerin arasında yer alıyor. Dışarıdaki fon fazlalığı nedeniyle de, Türkiye özellikle de kısa vadeli spekülatif kârlar için hareket eden yabancı sermayenin, fonların vazgeçemeyecekleri pazarların başında geliyor.
Bu nedenle de, sınıfsal çıkarları gereği bu yabancı fonlar, Türkiye’den sağlayacakları getirilerinin hem istikrarlı olmasını, hem de güvence altında olmasını istiyorlar.
Hazırladıkları raporlara bakılırsa kabaca iki senaryodan söz ediyorlar. “Evet” çıkması durumunda (ki daha yüksek ihtimal olarak sunuyorlar) ülkede şu ana kadar uygulanmakta olan genişletici para ve maliye politikalarının süreceğini, böylece ülkenin örneğin 2017 yılında en az yüzde 2,5 ila yüzde 3,4 oranında büyüyeceğini ileri sürüyorlar. Karar alma süreçlerinin hızlanacağını, bunun da ekonomiye (daha doğrusu sermayenin siyasal iktidara) olan güveni artıracağını öngörüyorlar. Böylece “istikrar” altında büyüyen bir ekonomide kendi faiz getirileri, kârları ve rantları da güvenceli bir biçimde artmış olacak.
“Hayır” çıkması halinde ise (ki bazıları ‘evet’ - ‘hayır’ın bıçak sırtı olduğunu kabul ediyor) sonucun tam bir siyasal ve iktisadi belirsizlik olacağını, bunun bir erken seçimle sonuçlanacağını, Hükümetin devrilebileceğini ve tüm bunların da istikrarsızlığı daha da artıracağını, politik risk algısını yükselteceğini, yabancı sermayenin ekonomiye olan güvenini sarsacağını, ülkeden çıkışların artacağını, kısaca mevcut ekonomik ve politik sorunları daha da derinleştireceğini ileri sürüyorlar.
Diğer taraftan bu kuruluşlar geçen yıl, Bölgedeki jeopolitik riskler, ülkedeki politik riskler ve ekonomik risklerden hareket ederek, bu işlerden de siyasal iktidarı açık ya gizli olarak sorumlu gösterip, deyim yerindeyse, zehir zemberek raporlar yazan kuruluşlardı.
Bu kuruluşların yapılan anketlerden hareketle, yüzde 5-30 arasında olduğunu bildikleri kararsızların tavrının ‘evet’ e döndüğünü ileri sürecek kadar net bir biçimde ‘evet’çi olmaları ise muhtemelen şöyle açıklanabilir: Nasıl ki yerli sermaye “istikrar” adı altında sermayeye verilen desteklerin sürmesini sınıfsal olarak talep ediyorsa, yabancı sermaye de aynı sınıfsal çıkarlarla hareket ediyor ve “istikrarı” savunuyor. İstikrarın ise, onların gözünde, mutlaka demokrasi altında olması gerekmiyor. Yeter ki yüksek, hızlı finansal kârlarını sürekli olarak elde edebilsinler, faiz getirilerini sağlayabilsinler.
Ancak bu kuruluşların hala endişeleri ve bu paralelde talepleri de var. Örneğin yıllardır dillerine doladıkları emek gücü verimliliğini artıran, devlet kontrollerini ve düzenlemelerini bütünüyle ortadan kaldıran ya da etkisiz kılacak olan “yapısal reformların” ve “emek gücü piyasası reformlarının” yapılamamasından ve ülkenin politik ve ekonomik koşulları nedeniyle kısa vadede de yapılamayacağından endişe duyuyorlar. Bu da onları ‘yetmez ama evet’çi yapıyor.

 Koyun can, kasap et derdinde
Başlığı “koyun can, kasap et derdinde” diye de atabilirdik. Çünkü yerli ve yabancı sermaye bu Pazar oylanacak olan anayasa değişikliği ile devletten daha hangi ekonomik ve siyasal imkânları da alırım derdinde.
Buna karşılık toplumun büyük bir kısmı, bir yandan işsizlikle, yoksullukla, enflasyon ve hayat pahalılığıyla mücadele ederken, diğer yandan çok yıpranmış da olsa, Cumhuriyetin, alanı çok daraltılmış da olsa mevcut parlamenter demokrasinin, hak ve özgürlüklerinin, inancına, kimliğine uygun yaşam biçiminin, insan hakları, kadın hakları, ekolojinin ve emeğin haklarının ve kazanımlarının bütünüyle ortadan kaldırılabileceğinin kaygısını yaşıyor.
Özcesi, toplumun azınlığını oluşturan yerli ve yabancı sermaye örgütlerinin ve servet zenginliklerinin siyasal ve ekonomik istikrardan anladığı şey ile toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçilerin anladıkları şey aynı olmamalı…
………….
(1) Morgan Stanley, “Looking Past the Referendum”, April 5, 2017.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder