YABANCI SERMAYE: “YETMEZ AMA EVET!”
Mustafa Durmuş
15 Nisan 2017
Başlığın 2010 referandumunda
‘evet’ oyu kullanan bazı liberal solcuları eleştirmek için atıldığı
düşünülmesin. Zira onların büyük bir kısmı ülkenin Pazar günü yapılacak olan
referanduma getirilme nedenlerinden birinin, aslında 2010 yılındaki referandum
olduğunun farkındalar ve bu nedenle de bu kez “hayır” diyeceklerini
açıkladılar.
Başlık ülkemize gelen,
özellikle de kısa vadeli, spekülatif yabancı sermayeye yön veren bazı
uluslararası yatırım fonlarının tavrı ile ilgili.
Çünkü aralarında UBS, Morgan
Stanley, Goldman Sachs, Deutche Bank gibi büyük finansal kuruluşların,
özellikle de Nisan ayı başından bu yana yayımladıkları Türkiye raporlarında
“evet” çıkma ihtimalinin daha yüksek olduğu, bu nedenle de piyasaların hali
hazırda ‘evet’i fiyatladıkları açıklanıyor ve yatırımcılar açık ya da örtülü
bir biçimde ‘evet’e çağrılıyor.
Örnek olarak Morgan Stanley
(1) bu konuda kendilerinin, piyasaların temsilcileri, bankalar, bürokrasi,
sivil toplum örgütleri ve büyükelçiliklerle yapmış oldukları toplantıları ve
yine şu ana kadar yapılmış ve sayıları 12’yi bulan referandum anketlerinin
sonuçlarını dayanak olarak gösteriyor.
Böylece bu örgütler, sözüm
ona her hangi bir değer yargısı katmaksızın gerçek durumu tespit etmeye
çalıştıkları izlenimini vermeye çalışıyorlar. Gerçekte ise, birazdan ele
alacağımız nedenlerden dolayı, manipülatif davranıyorlar, kamuoyunu etkilemeye
çalışıyorlar.
Sınıfsal çıkarlar yön veriyor !
Sermayenin sadece yabancı
sermaye kanadı değil, aslına bakılırsa yerli sermaye kanadı da son bir haftadır
açıktan ‘evet’ kampanyası yürütüyor ve bu yönde oy kullanacaklarını açıklıyor.
Örnek olarak, Türkiye’nin
dolar milyarderleri sıralamasında 3,7 milyar dolarlık serveti ile en zengin
sermayedarı olduğu tescillenen Murat Ülker dün ‘evet’ diyeceklerini açıkladı.
Benzer bir biçimde, TOBB ‘evet’ için gazetelere ilan verdi.
Sermayenin bu tavrı birkaç
nedenden dolayı anlaşılabilir bir tavır. İlk olarak, hiç biri özellikle de 15
Temmuz sonrasında bazı büyük şirketlerin el konularak TMSF’ye devredilmesinden
sonra siyasal iktidar ile sorun yaşamak istemiyor.
İkincisi ve daha da önemlisi,
bu örgütler 2016’yılının son çeyreğinden bu yana ekonomiye destek gerekçesiyle
uygulanmakta olan sermaye yanlısı para ve maliye politikaları ile ekonominin,
tartışmalı da olsa, son çeyrekte yüzde 3,5 büyütüldüğünü biliyorlar.
Bu yıl, varlık affına
ilaveten, sermayeden vergi ve prim afları, indirim ve muafiyetler gibi
düzenlemelerle 102 milyar liralık vergi alınmayacağını, beyaz eşya ve
elektronikte ve konuttaki düşürülmüş olan ÖTV ve KDV oranlarının yıl sonuna
kadar uzatılacağını, istihdam desteği adı altında kendilerine aylık 773 liralık
bir nakit desteği verildiğini, kurumlar vergisi oranlarının düşürüldüğünü, 250
milyar liralık bir plasman imkanıyla Kredi Garanti Fonu’nun imkanlarının
kendilerine ucuz ve bol kredi olarak sunulduğunu (ki şu ana kadar bankalar bu
fonun garantisi ile 100 milyar lirayı aşkın kredi kullandırttılar) biliyorlar.
Ayrıca en yetkili ağızdan 657
sayılı. DMK’nın değiştirilerek, artık kamuda, özellikle de üst düzey
yöneticilerin, her hangi bir liyakate bağlı kalınmaksızın, kendi istedikleri
kimselerden atamasının yapılabileceğini, bunların da devletin imkânlarını
kendileri için daha hızlı ve daha fazla kullandırabileceklerini, daha da
önemlisi kıdem tazminatlarının artık kendileri için bir maliyet, dolayısıyla da
sorun olmaktan çıkartılacağını öğrenmiş bulunuyorlar.
Bu nedenlerle de, devleti ve
bürokrasiyi istedikleri yönde etkilemenin göreli olarak daha çok zaman aldığı
ve daha zor olduğu, buna karşılık hesap sormanın daha mümkün olduğu bir
kuvvetler ayrılığına dayalı parlamenter sistemdense, gücün tekelde toplandığı
ve büyük sermayeye son derece sıcak bakan bir başkanlık sistemi kendilerine
daha cazip geliyor. Yani tercihleri bütünüyle kendi sınıfsal çıkarlarını
yansıtıyor.
“Yetmez ama evet”
Yabancı sermayeye gelince. Bu
yıl cari açığımızın 36 - 40 milyar dolar arasında olması bekleniyor. Bu aşağı
yukarı milli gelirin yüzde 5- 6’sına denk düşecek. Böyle önemli boyuttaki bir
açığın fonlayıcılarından söz ediyoruz. Ve Türkiye hala benzer ülkeler arasında
yabancı sermayeye en yüksek faiz ve getiriyi sunan ülkelerin arasında yer
alıyor. Dışarıdaki fon fazlalığı nedeniyle de, Türkiye özellikle de kısa vadeli
spekülatif kârlar için hareket eden yabancı sermayenin, fonların
vazgeçemeyecekleri pazarların başında geliyor.
Bu nedenle de, sınıfsal
çıkarları gereği bu yabancı fonlar, Türkiye’den sağlayacakları getirilerinin
hem istikrarlı olmasını, hem de güvence altında olmasını istiyorlar.
Hazırladıkları raporlara
bakılırsa kabaca iki senaryodan söz ediyorlar. “Evet” çıkması durumunda (ki
daha yüksek ihtimal olarak sunuyorlar) ülkede şu ana kadar uygulanmakta olan
genişletici para ve maliye politikalarının süreceğini, böylece ülkenin örneğin
2017 yılında en az yüzde 2,5 ila yüzde 3,4 oranında büyüyeceğini ileri
sürüyorlar. Karar alma süreçlerinin hızlanacağını, bunun da ekonomiye (daha
doğrusu sermayenin siyasal iktidara) olan güveni artıracağını öngörüyorlar.
Böylece “istikrar” altında büyüyen bir ekonomide kendi faiz getirileri, kârları
ve rantları da güvenceli bir biçimde artmış olacak.
“Hayır” çıkması halinde ise
(ki bazıları ‘evet’ - ‘hayır’ın bıçak sırtı olduğunu kabul ediyor) sonucun tam
bir siyasal ve iktisadi belirsizlik olacağını, bunun bir erken seçimle
sonuçlanacağını, Hükümetin devrilebileceğini ve tüm bunların da istikrarsızlığı
daha da artıracağını, politik risk algısını yükselteceğini, yabancı sermayenin
ekonomiye olan güvenini sarsacağını, ülkeden çıkışların artacağını, kısaca
mevcut ekonomik ve politik sorunları daha da derinleştireceğini ileri
sürüyorlar.
Diğer taraftan bu kuruluşlar
geçen yıl, Bölgedeki jeopolitik riskler, ülkedeki politik riskler ve ekonomik
risklerden hareket ederek, bu işlerden de siyasal iktidarı açık ya gizli olarak
sorumlu gösterip, deyim yerindeyse, zehir zemberek raporlar yazan kuruluşlardı.
Bu kuruluşların yapılan
anketlerden hareketle, yüzde 5-30 arasında olduğunu bildikleri kararsızların
tavrının ‘evet’ e döndüğünü ileri sürecek kadar net bir biçimde ‘evet’çi
olmaları ise muhtemelen şöyle açıklanabilir: Nasıl ki yerli sermaye “istikrar”
adı altında sermayeye verilen desteklerin sürmesini sınıfsal olarak talep
ediyorsa, yabancı sermaye de aynı sınıfsal çıkarlarla hareket ediyor ve
“istikrarı” savunuyor. İstikrarın ise, onların gözünde, mutlaka demokrasi
altında olması gerekmiyor. Yeter ki yüksek, hızlı finansal kârlarını sürekli
olarak elde edebilsinler, faiz getirilerini sağlayabilsinler.
Ancak bu kuruluşların hala
endişeleri ve bu paralelde talepleri de var. Örneğin yıllardır dillerine
doladıkları emek gücü verimliliğini artıran, devlet kontrollerini ve
düzenlemelerini bütünüyle ortadan kaldıran ya da etkisiz kılacak olan “yapısal
reformların” ve “emek gücü piyasası reformlarının” yapılamamasından ve ülkenin
politik ve ekonomik koşulları nedeniyle kısa vadede de yapılamayacağından
endişe duyuyorlar. Bu da onları ‘yetmez ama evet’çi yapıyor.
Koyun can, kasap et derdinde
Başlığı “koyun can, kasap et
derdinde” diye de atabilirdik. Çünkü yerli ve yabancı sermaye bu Pazar
oylanacak olan anayasa değişikliği ile devletten daha hangi ekonomik ve siyasal
imkânları da alırım derdinde.
Buna karşılık toplumun büyük
bir kısmı, bir yandan işsizlikle, yoksullukla, enflasyon ve hayat pahalılığıyla
mücadele ederken, diğer yandan çok yıpranmış da olsa, Cumhuriyetin, alanı çok
daraltılmış da olsa mevcut parlamenter demokrasinin, hak ve özgürlüklerinin,
inancına, kimliğine uygun yaşam biçiminin, insan hakları, kadın hakları,
ekolojinin ve emeğin haklarının ve kazanımlarının bütünüyle ortadan
kaldırılabileceğinin kaygısını yaşıyor.
Özcesi,
toplumun azınlığını oluşturan yerli ve yabancı sermaye örgütlerinin ve servet
zenginliklerinin siyasal ve ekonomik istikrardan anladığı şey ile toplumun
çoğunluğunu oluşturan emekçilerin anladıkları şey aynı olmamalı…
………….
(1) Morgan Stanley, “Looking Past the Referendum”, April 5, 2017.
………….
(1) Morgan Stanley, “Looking Past the Referendum”, April 5, 2017.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder