BORÇ SADECE BORÇ DEĞİLDİR
Mustafa Durmuş
1 Temmuz 2017
Dünden bu yana ulusal basında yer alan
ekonomi haberlerinin başında, işçilerin haftalık tatilini kaldıran ve iş
güvenlik yasasını 2020 yılına erteleyen kanunun onaylandığı, esnek çalıştırma
konusunda bazı yeni adımların atılacağı ve yeni yapılan Avrasya Tüneli, Yavuz
Sultan Selim ve Osmangazi Köprüsü'nden yılın ilk 4.5 ayındaki araç geçişlerinin
yetersiz kalmasından dolayı ortaya çıkan zararın büyük olduğu ve bu durumun
devam etmesi halinde, sözleşme gereğince yıl sonunda özel işletmeci firmalara
Hazine’den 2 milyar 410 milyon TL fark ödeneceği, bu rakamın da örneğin
Osmangazi Köprüsü'nün yapım maliyetinin üstünde bir rakam olduğu ve
İstanbul’daki toplu taşıma ücretlerine yapılan zam haberleri yer aldı (1).
Bu gelişmelerin bu köprüleri kullanmayan
yurttaşların (kullananlar vergilerine ilave olarak geçiş ücretini zaten
ödüyorlar) vergilerinin özel şirketlere kaynak aktarımı demek olduğu ve toplu
taşıma zamlarının dar gelirli insanları daha da yoksullaştıracağı açık. Bu
nedenle de tepkiyle karşılanması normal.
İşçilerin haftalık izin kullanma hakkını
işverenin insafına bırakan yasa ve esnek çalışma konusunda yeni adımlar
atılacağı açıklamasına sendikalarından her hangi bir tepki gelmedi. Oysa bu
gelişmeler sermaye sınıfının işine yararken, faturanın giderek daha fazla işçi
sınıfına çıkartılacağının somut göstergeleri.
ZİRVEDEKİ DIŞ BORÇ
En az bunlar kadar önemli bir diğer
haber ise Türkiye’nin dış borç stoğundaki artışla ilgili. Bu haber de basında
“Türkiye'nin dış borcu 15 yılın zirvesinde” manşetiyle verildi.
Böylece, Hazine Müsteşarlığı’nın
verilerine göre, "AKP iktidarlarında Türkiye'nin dış borcu zirve yaptı ve
brüt dış borç stoku, 412,4 milyar dolar oldu, dış borç stokunun milli gelire
oranı ise yüzde 49,1 olarak hesaplandı" (2).
Bu haber doğuracağı sonuçlar açısından
diğerleri kadar açık ve net değil. Kaldı ki bu verileri bazı ekonomi
yorumcuları farklı bir biçimde yorumlayıp, dev medya kuruluşlarının da
manipülasyon gücüyle halka sunup, haberin anlaşılmasını zorlaştırabiliyorlar.
Bu nedenle de bu borç haberinin
ayrıntılı bir biçimde analiz edilip yorumlanması gerekiyor. Bu yıl
üniversitedeki yüksek lisans programında vermiş olduğum “Dünya Borç Krizleri”
dersinden dolayı veriler de elimizde mevcut (3).
Evet, dış borcumuz 412,4 milyar dolar.
Yani yaklaşık 1,5 trilyon lirayı buluyor. Ancak bu tek başına bir şey ifade
etmiyor zira bunun milli gelire oranı yüzde 49’un biraz üzerinde. Bu da
Türkiye’nin aynı kulvarda yer aldığı diğer ülkelerden daha düşük.
Ancak nereden bu düzeye geldiği burada
ilk önemli nokta. 2003 yılında dış borç tutarı 100 milyar dolar civarında idi.
Yani geçtiğimiz 14 yıl içinde dış borç stoku 4 kattan fazla artış göstermiş.
Milli gelir içindeki payı da o yılda yüzde 35 imiş. Yani dış borçlarda ciddi
bir artış var.
“AMA IMF’YE OLAN BORCU SIFIRLADIK !”
Bu arada bu 14 yılda borç anapara
taksitleri ve faiz de ödenmiş. İşte haberde yer almayan önemli bir ayrıntı
burada. Adına “borç servisi rasyosu” da denilen (anapara ve faiz ödemelerinin
milli gelir içindeki payını gösteren rasyo) son 14 yılda yüzde 6,4’ten yüzde
13,5’e çıkmış, yani 2 kattan fazla artmış.
Kısaca hem devasa miktarda dış kredi
kullanılmış, hem bunların anapara ve faizleri ödenmiş hem de tüm bu ödemelere
rağmen borç stoku azalmamış, yerinde saymamış, biraz artmamış, tam tersine 4 kattan
fazla artmış. Böyle olunca da “IMF’ye olan borcumuzu sıfırladık ama” söyleminin
hiçbir anlamı kalmıyor.
Şimdilik dış borçlardan devam edelim. Bu
borçların üçte ikisi özel sektöre ait. Yani özel sektörün kısa vadeli krediler
dâhil dış borcu 300 milyar doları aşıyor (bu rakam ülkenin döviz rezervlerinin
2 katından fazla).
Bu dış borçların yüzde 59’unun dolar,
yüzde 33’ünün avro cinsinden; buna karşılık ihracat gelirlerinin yüzde 43’ünün
dolar, yüzde 48’inin ise avro cinsinden olması söz konusu. Bu da daha ziyade
dolardan borçlanıp, ama daha çok avro karşılığı yaptığımız ihracat ile bu
borçları ödemek gibi bir gariplikle karşı karşıyayız demek.
RESMİN BÜYÜĞÜ: 3 TRİLYON LİRALIK TOPLAM BORÇ STOKU
Yukarıdaki rakamlar sadece Türkiye’nin
dış borçlarını (özel + kamu) kapsıyor. Buna iç borçları da dâhil ettiğimizde bu
rakam 3 trilyon lirayı aşıyor. Bu haliyle milli gelirin yüzde 106’sını buluyor.
Bu oran 2002 yılı sonunda yüzde 84 imiş.
Yani Türkiye her yıl üretiminden daha
fazla toplam borca sahip. 2002 yılı sonunda ise bu rakam 360 milyar liranın
biraz üzerinde imiş. Kısaca son 14 yılda toplam borç stoku 10 kata yakın
artmış. Bu da aslında şu ana kadarki yüzde 4-5’lik yıllık ekonomik büyümenin
ardındaki faktörün asıl olarak bu borçlar olduğunu gösteriyor. Yani bu kadar
borç artışı ile bugün artık sürdürülemez noktaya gelen ekonomik büyüme
sağlanmış.
Bu noktada da bir itirazı duyar gibiyim.
“Yüzde 106 borç oranı diğer azgelişmişlerle kıyaslandığında küçük bir oran
değil mi?”
Doğru ama Şeytan ayrıntıda gizli. Bu
ülkeler arasında Türkiye’de özel sektör borç rasyosu yüzde 82 ile (hem iş alemi
hem de hane halkı) en yüksek özel sektör borcu payına sahip ülkelerin başında
yer alıyor. Ayrıca kamu borcu düşük düzeyde seyrederken özel sektör borcunun
büyüme hızı müthiş olmuş. Sadece 2007 yılından bu yana yüzde 41 baz puan
artmış.
Devletler borçlarını bir şekilde öder ya
da kemer sıkma önlemleri ile halka ödetirler. Böyle bir güçleri hep vardır. Ama
özel sektörün ödenemeyen borçları nihayetinde şirket, banka batışları ile
sonuçlanır. Bu durum kapitalizmin kuralıdır.
BORÇ TUZAĞI: “ADINI FİNANSALLAŞMA KOYDUK!”
Resmi tamamlamak için biraz da sokaktaki
insanın (hane halkı) borcundan söz edelim. Bankalar Birliği’nin verilerine
göre, Türkiye’de toplam kredi stoku 2010 yılında 532 milyar lira iken, bu rakam
sürekli yükselerek 1,8 trilyon liraya ulaşmış. Yani son 6,5 yılda 3 kattan
fazla artmış ekonomide dönen her tür kredi miktarı. Bir ara 2006’da hız
kesmesine rağmen, Kredi garanti Fonu’nun (KGF) aktif bir biçimde devreye sokulmasıyla
2017 ‘de tekrar yükselişe geçmiş.
Ana akım iktisatçılar buna
“finansallaşma” diyor. Ama bu olgunun diğer yüzünde borçlanma var. Örneğin 2002
yılında kullanılan ihtiyaç kredisi tutarı 3,3 milyar liradan, 2013 yılında 182
milyar liraya fırlamış, yani sadece 11 yılda ihtiyaç kredisi kullanımı 55 kat
artmış, ihtiyaç kredisi kullanan sayısı da 1,3 milyon kişiden 11,2 milyon
kişiye çıkmış (bu da 9 kat artış anlamına geliyor). Yani ilave 10 milyon kişi
borçlular arasında yerini almış.
Bu borçluların yaklaşık yarısını (4,8
milyon) ücretli emekçiler oluşturuyor. Borçları en hızlı artanlar ise aylık
1000 lira gelir elde eden en yoksullar. Bu dönemde bu kesimin ihtiyaç kredisi
borcu yirmi bir kat artarak 1,8 milyar liradan 38,4 milyar liraya ulaşmış.
Diğer taraftan T. Bankalar Birliği’nin
verilerine göre, kanuni takipteki borçlar bu dönemde beklendiği gibi 39 kat
artış göstermiş. Öyle ki Haziran 2014’te 360 milyar liraya ulaşan tüketici
kredilerinden (üçte ikisi ihtiyaç kredilerinden ve kredi kartlarından oluşuyor)
12 milyar liralık kısmı batık kredi niteliğinde. İhtiyaç kredisi olarak
kullanılan kredi kartların ile borçlananların sayısı 20 milyon kişiye
yaklaşmış.
Bir başka anlatımla, Türkiye’de hane
halkı borç stokunun milli gelire oranı 2003 yılında yüzde 7,5 iken, 2013
yılında yüzde 55,2’ye kadar yükselmiş.
BORÇLANMANIN EKONOMİ POLİTİĞİ
Bu borçlar ülkedeki tüketim ve
yatırımların temel kaynağını oluşturuyor. Bu nedenle de bunların çevrilemez,
sürdürülemez bir düzeye ulaşması ekonomik modelin de sürdürülemez hale gelmesi
demek.
Yükselen dolar kuru ve sürekli artan
faiz oranları, buna karşılık ticaret – satış gelirlerindeki azalma nedeniyle
şirketlerin temerrüde girme (borçlarını ödeyememe durumu) riski artıyor
(temerrüt riski yüzde 13,6’dan yüzde 16,5’e yükseldi). Bu da şirket
batışlarını, iflasları, beraberinde üretim, istihdam ve gelir düşüşlerini
getirecektir.
Yeni şirket batışları gündeme gelirken,
turizm gelirlerin azalması, sadece cari açık artışına neden olmayacak, bu
sektördeki ya da bu sektör ile iş yapan ilgili sektörlerdeki birçok irili
ufaklı firmanın batışıyla sonuçlanabilecek.
ALTIN VURUŞ
Bunu önleyebilmek için KGF uygulamasında
olduğu gibi bir yandan kredi miktarı artırılıyor, diğer yandan da borcun borçla
çevrilmesi yoluna gidilerek daha fazla borç arayışına giriliyor.
Öyle ki Hazine Müsteşarlığı’nın
öngörülerine göre, geçtiğimiz 10 yılda ortalama yüzde 85 düzeyinde olan iç borç
çevrim oranı (borcun vadesinin uzatılması, yeni borçla çevrilmesi vs),
Ocak-Mayıs 2017 döneminde yüzde 106’yı bulacak. Böyle bir doz artırımı ölümcül
sonuçları olan altın vuruşu anımsatıyor insana.
BORÇLANMA KİTLELERİ YÖNETMENİN DE ARACI
Borçlanmaya sadece ekonomik ya da
finansal bir olgu olarak ya da sömürü veya sermaye birikimi aracı bakmak
yeterli değil.
Tarih boyunca egemenler borcu hep yönetilen sınıfların yönetilmesinde bir araç olarak da kullandılar. Yani borçlandırma, yöneten sınıfların elinde ama yönetilenlerin sırtında şaklayan bir kırbaç oldu daima.
Tarih boyunca egemenler borcu hep yönetilen sınıfların yönetilmesinde bir araç olarak da kullandılar. Yani borçlandırma, yöneten sınıfların elinde ama yönetilenlerin sırtında şaklayan bir kırbaç oldu daima.
Son 30 yılda ise böyle bir borçlandırma
stratejisi işçi sınıfının yapısını değiştirdi, emek örgütlerini zayıflattı.
Finansallaşan ekonomide bol kredi emekçi sınıfları sisteme bağlarken, sınıf
bilincini zayıflattı, emekçiler giderek artan biçimde borçlandırılarak tüketime
teşvik edildiler, tüketici kredileri ile ev, araba ve diğer tüketim malı
alımlarına yöneltildiler.
Tüm bu gelişmeler emekçilere borçlarını
geri ödeyememe, sahip olduklarını kaybetme korkusu yaşatıyor. Bu durum işsiz
kalmamak için onları örgütlü politik mücadeleden ve sendikal faaliyetten uzak
tutuyor.
Bir başka anlatımla, emekçiler
borçlandırılarak sistemin suç ortağı haline getirilerek rehin alınıyorlar. Bu
durumdaki kitleler ekonomik istikrar için izlenmekte olan ekonomi
politikalarını desteklemek durumunda kalıyorlar.
Toparlarsak, son 14 yıldır
ülkeyi yönetenler sadece özelleştirme şampiyonu ( 68 milyar dolarlık doğrudan
özelleştirmenin yüzde 88’i 2003’ten sonra yapıldı) ya da yoksulluk
yardımlarının milli gelir içindeki payı açısından 3 kattan fazla artırmanın
şampiyonu değil, borçlanma açısından da şampiyon durumundalar. Yönetilenler
içinse (cehalet ve işsizliğin yanı sıra), yoksulluk ve borç batağı
ayaklarındaki iktisadi prangalardan öte bir anlam taşımıyor.
……………………
(1) http://www.cumhuriyet.com.tr 30 Haziran 2017;http://www.cumhuriyet.com.tr, 01 Temmuz 2017.
(2) http://www.businessht.com.tr, 30 Haziran 2017
(3) Bu analizde Bankalar Birliği, Merkez Bankası ve Hazine Müsteşarlığı verilerinin yanı sıra şu kaynaklardan yararlanılmıştır: Morgan Stanley, “Turkey Debt Chartbook: Should We Worry about Turkey’s Debt?”, 10 March 2017; Kasper Bartholdy, Credit Swiss, EM Update, 29 January 2016; Financial Times, “Turkish corporate debt: ‘a few shocks away’ from a crisis”https://next.ft.com, 19.06.2016.
……………………
(1) http://www.cumhuriyet.com.tr 30 Haziran 2017;http://www.cumhuriyet.com.tr, 01 Temmuz 2017.
(2) http://www.businessht.com.tr, 30 Haziran 2017
(3) Bu analizde Bankalar Birliği, Merkez Bankası ve Hazine Müsteşarlığı verilerinin yanı sıra şu kaynaklardan yararlanılmıştır: Morgan Stanley, “Turkey Debt Chartbook: Should We Worry about Turkey’s Debt?”, 10 March 2017; Kasper Bartholdy, Credit Swiss, EM Update, 29 January 2016; Financial Times, “Turkish corporate debt: ‘a few shocks away’ from a crisis”https://next.ft.com, 19.06.2016.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder