OHAL' DE BANKALAR
Mustafa Durmuş
14 Temmuz 2017
Dünkü yazımda bir Danıştay kararı ve
BDDK düzenlemesi üzerinden sırasıyla inşaat sektörüne ve artık onun mütemmim
cüzü haline gelen bankacılık sektörüne verilen yeni teşvikleri yorumlamış ve
finans kapitale sunulan desteğin aslında OHAL’de grev yasaklarının sağladığı
korumanın çok daha üstünde olduğunu vurgulamıştım.
Bugün OHAL altında bankacılık sektörünün
durumunu biraz anlatacağım. Malum bankalar hem geçen yıl, hem de bu yılın ilk
çeyreğinde kârlarını ciddi oranda artırdılar.
Buradan hareketle bugün şu sorulara kısa
yanıtlar arayacağız: Bu yüksek kârlılık nasıl gerçekleşti? Bunun OHAL
uygulamaları ile her hangi bir ilişkisi var mı? Bu durumun banka emekçileri
başta olmak üzere topluma maliyeti ne oldu? Bu kârlılık ve canlılık durumu
sürdürülebilecek mi? Bankalar devletten yeni hangi tür teşvikler talep
ediyorlar? Tüm bu gelişmeler ekonomi ve siyaseti nasıl etkileyebilir?
Bu soruların yanıtlarını ararken asıl
olarak sektörü detaylı bir şekilde anlatan bir raporun bulgularına değineceğiz.
Bu rapor sektörün içindekilerce hazırlanmış olan bir rapor: Forbes Türkiye’nin
1 Temmuz 2017 tarihinde yayımlanmış olan ”2017 Banka Raporu”.
2016- 2017 Yılları: Finans kapital açısından altın yıllar:
Öncelikle, bankalar bu yılın ilk
çeyreğinde kârlarını (geçen yılın aynı dönemine göre) yüzde 65 oranında
artırarak 13,5 milyar liralık kâr elde etmişler.
2016 yılındaki toplam net kârı (vergi
sonrası) ise 36,4 milyar lira olmuş. Aktif büyüklüğü 15- 100 milyar lira
arasında olan orta ölçekli bankalar 2015 yılındaki kötü durumlarından
kurtulmuşlar, 2016 yılında hem TÜFE endeksli devlet tahvillerinin yüksek
getirilerinden, hem de KGF kredilerinden aldıkları komisyonlardan ciddi kârlar
sağlamışlar.
Devlet bankaları ve büyük sermaye gruplarının bankaları zirvede:
Ancak asıl kârı, aktifleri 100 milyar
lirayı aşan büyük bankalar sağlamışlar. Bunlar arasında en fazla kârı, 6.6
milyar lira ile, T. Varlık Fonu’na devredilmiş olan Ziraat Bankası yapmış. Bu
bankanın 2015’ten 2016’ya kârlılığı yüzde 27’nin üzerinde artmış.
Bunu iktidara yakın gruplardan birinin
bankası olan Garanti Bankası izlemiş: 5 milyar liranın üzerinde bir kâr ve
yüzde 49 kârlılık artışı.
Üçüncü sırada Sabancı’ların bankası olan
Akbank var: 4,5 milyar liranın üzerinde bir kâr ve yüzde 51’i aşan bir kârlılık
artışı.
Bir başka büyük sermaye grubu olan
Koç’ların bankası olan Yapı Kredi’nin performansı ise hepsinin üzerinde: Geçen
yılki kârı 3 milyar liraya yakın (diğerlerine nazaran düşük) ama kârlılık
artışı diğerlerinin üzerinde olmuş: yüzde 58’e yakın (s. 57).
Raporda öz kaynak kârlılığı en fazla
yüzde 17 (Ziraat Bankası) artarken, mali kârlılığın yüzde 50’nin üzerinde
olması asıl olarak, uluslararası sermaye akımlarının bu yılın başından itibaren
tekrar yükselen ekonomilere (bu arada Türkiye’ye de) dönmesi, bankaların Merkez
Bankası nezdinde tuttukları karşılık oranlarının düşürülmesi, 50 bin liralık
KOSGEB kredilerinin devreye sokulması ve devletçe garantilenmiş Kredi Garanti
Fonu (KGF) kredilerinin yaygın kullanımına bağlanıyor.
Örneğin bu yıl için 250 milyar liralık
sınırı olan KGF kredilerinin 180 milyar liralık kısmı daha yılın ortasında
kullanılmış durumda. Yani ‘piyasanın görünmez eli’ değil, ‘devletin görünür
eli’ bu kârlılık artışının ardındaki temel faktör.
OHAL ile birlikte plasman miktarı bir
anda onlarca kat artırılan KGF’nin devreye sokulmasıyla bankaların piyasaya
kullandırdıkları kredilerin miktarında bir patlama gerçekleşmiş.
Krediler ortalama yüzde 20 oranında
artmış. Bu kredileri en fazla özel bankalar kullandırmış, sonra yavaş yavaş
Ziraat, Halk Bank gibi kamu bankaları devreye girmeye başlamış. Kredi artışı
olunca batık kredi rasyosu da küçülmüş, yani bir bilanço makyajı da
gerçekleşmiş.
Bankaların kârı artınca ne olur? Örneğin
borsa yükselir, ekonomide sanal büyüme gerçekleşir. Nitekim öyle oldu ve
bankacılık borsa endeksi bu yılın başından bu yana yüzde 30 artarken, BİST 100
de 100,000 üzerine çıktı. Bu arada ilk çeyrekte ekonomi yüzde 4 büyüdü. Yani
amaç hasıl oldu.
Kaybeden taraf banka emekçileri oldu:
Bankaların yaşamakta oldukları bu saadet
devri onların çalışanlarına yansımış mı? Ya da artan kârlar damlayarak da olsa
banka emekçilerinin durumunu iyileştirmiş mi, gelirleri artmış mı, genç
üniversite mezunları buralarda daha fazla işe girebilmişler mi?
Raporun bulgularına göre bu patlayan
krediler, zirve yapan kârlar, üst düzey yöneticiler dışında, banka emekçilerine
yaramamış. Yöneticilerin primleri katlanmış ama banka çalışanlarının
gelirlerinde (maaşlarında) gözle görülür bir artış olmamış, daha kötüsü toplam
34 bankanın neredeyse tamamında çalışan personel sayısı azaltılmış, şubeler
kapatılmış.
Personel sayısındaki azalma büyük
bankalarda yüzde 3’e kadar, orta ölçeklilerde yüzde 36’ya kadar (örneğin HSBC)
ve küçüklerde yüzde 15’e kadar gerçekleşmiş (s. 26).
Bunlar içinde iki örnek çok çarpıcı.
Geçen yıl kârını en fazla artıran Yapı Kredi Bankası şubelerinin yüzde 6,4’ünü
kapatırken, personel sayısını da yüzde 1 civarında azaltmış. Akbank ise mevcut
şubelerinin yüzde 7’sini kapatırken, mevcut personelinin yaklaşık yüzde 2’sinin
işine son vermiş (bu denli destek verilen bankacılık sektöründe toplamda koca
sektörde çalışan sayısı hala 200,000’i bulmuyor).
Bunun tek bir açıklaması olabilir:
Bankalar OHAL fırsatçılığı yapıp personel çıkartmışlar, eldeki personeli daha
verimli kullanmaya başlamışlar ve bu arada dijital işlem kanallarına
yüklenmişler.
Nitekim Bankalar Birliği’nin verilerine
göre, bu yıl aktif dijital bankacılık müşteri sayısı 29 milyon kişi olmuş. En
fazla şube kapatan ve işçi çıkartan Akbank’ta işlemlerin yüzde 95’i artık
dijital kanallardan yapılıyor.
Bu sektörün ödediği vergilerin düşüklüğü
ise ayrı bir sorun. Normalde kurumlar vergisi mükellefi olarak yüzde 20 vergi
ödemesi gereken bankaların hiç biri efektif olarak bu oranda vergi ödememiş. En
fazla ödeyen yüzde 11’i aşmamış. Bunun nedeni bu kuruluşların çok sayıda
muafiyet, istisna, indirim, teşvik gibi imkândan yararlanmaları. Bu da resmi
vergi oranı olan yüzde 20’nin efektif olarak yarısının altına düşmesine neden
oluyor. Yani devletin eli burada da işin içinde.
Madalyonun diğer yüzü: Bu kredi ve kâr büyümesi sürdürülemez!
Rapor, özellikle de bu yılın son
çeyreğinden itibaren, bankaların fonlama maliyetlerinin artacağına dikkat
çekiyor. Yani kredi / mevduat rasyosunun yüzde 140’ları bulması, yeterince
mevduat temin edilememesi, Fed’in önümüzdeki aylarda faiz oranlarını yükseltme
ihtimalinin yüksek olması, KGF uygulamasına 2018’de son verilecek olması gibi
nedenlerle kâr marjlarının düşeceğine, bunun da bankalar arasında çok ciddi bir
mevduat rekabetine neden olacağına dikkat çekiliyor.
Kredilerin yüzde 20 arttığı bir dönemde
mevduatların neredeyse hiç artmaması (geçen yıl sadece yüzde 17, bu yıl Mayıs
ayında sadece yüzde 2’lik bir artış olması) mevduat yarışına neden oldu.
Gelir dağılımının son derece bozuk ve
insanlarının önemli bir kısmının yoksulluk sınırının altında, borçla ve
yoksulluk yardımlarıyla yaşadıkları bir toplumda, döviz kurunun ve enflasyonun
sürekli yükseldiği bir ekonomide yerli para cinsinden mevduatların belli bir
düzeyin üzerine çıkmaması son derece normal.
Fonlama sorunları artacak:
Böyle bir mevduat eksikliği mevduat
faizlerinin yüzde 14,5’in üzerine kadar çıkmasıyla sonuçlanınca, mevduata
ödenen faiz ile kredi üzerinden alınan faiz arasındaki makas daralmaya başladı,
bu da bankalar açısından fonlama sorununa neden oldu.
Bir başka anlatımla kredi miktarına göre
yüzde 40 yetersiz düzeydeki mevduatların ağırlıklı olarak kısa vadeli, buna
karşılık kredilerin uzun vadeli olması sorunun derinleşmesine neden oluyor.
Yani kısa vadede mevduat faizindeki
artış, kredi faizlerindeki uzun vadede yapılan artışlarla dengelenemiyor.
Bankaların yurt dışından buldukları sendikasyon kredileri de döviz cinsinden
olduğu (ve kural gereği içerde lira cinsinden kullandırtıldığı için) ortaya
çıkan kur riski nedeniyle çözüm olamıyor.
Yeni teşvikler, verimlilik artışı ve
dijitalleşme:
Sektör yöneticileri aynı sözcüklerle
ifade etmeseler de sektörün sanal büyümesinin duvara toslamak üzerine olduğunu
biliyorlar. Bu yüzden de çözüm olarak devletten proje finansmanı ve yatırım
kredileri konusunda yeni teşvikler beklediklerini ifade ediyorlar. Ayrıca
verimlilik artışına gideceklerini ve dijitalleşmeye hız vereceklerini ifade
ediyorlar.
Bir başka deyimle finans kapital
devletin bütün gövdesiyle kendi yanında olmasını istiyor. OHAL rejimi altında
bunun daha kolay yapılabileceğinin farkında.
Diğer yandan bu gelişmelerin faturası
yine banka emekçilerine çıkacak gibi görünüyor. Tarihte de hep böyle olmuştur.
Sermayenin kendi arasındaki rekabet hep firmaların maliyet düşürücü önlemleri
almasıyla sonuçlanmış, tekellerce yutulmayan firmalar böyle ayakta
kalabilmiştir.
Yani firmalar işçi çıkartmışlar, mevcut
işçileri daha yoğun ve daha fazla çalıştırmışlar, ücret artışı yapmamışlar,
hatta kriz dönemlerinde işçilerin nominal ücretlerini bile düşürmüşler. Bankalar
da kapitalizmin bu temel işleyiş kuralına tabiler.
Bu raporda sunulan verilere bakarak şu
sonuçları çıkartmak mümkün:
Devlet destekli bu
kârlılık düzeyi artık sürdürülemez boyutlardadır, ciddi bir finansal kriz ya da
bankacılık krizi riski mevcuttur, sektörde tekelleşme giderek artmaktadır (öyle
ki kredi, mevduat, kârlılık ve aktifler açısından sektörün yüzde 86’sı 10
bankanın tekelinde), grevlerle yasal hak arama yollarının kapalı olduğu OHAL
koşullarında bankalar arasında yoğunlaşan kredi-mevduat rekabeti, giderek
küçüklerin batmasıyla, en iyi ihtimalle, ayakta kalanların daha fazla işçi
çıkartmasıyla, banka emekçilerinin daha zor koşullarda ve daha düşük reel
ücretlerle çalışmaya zorlanmasıyla, işçilerin yerini giderek dijital kanalların
almasıyla sonuçlanacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder