İKİ KONU BİR SONUÇ
Mustafa Durmuş
25 Şubat 2018
Bu haftayı
kendi adıma verimli (bir o kadar da yorucu) geçirdiğimi düşünüyorum. İki önemli
konunun birinde panelist, diğerinde ise tek konuşmacı oldum. 150 civarında
dinleyici ile tanıştım. İlk kez dinleyicilerimin arasında farklı mesleklerden
olduğu kadar farklı yaşlardan insanlar vardı. Toplumun içine kapandığı, geri
çekildiği böyle bir dönemde insanlarımızın heyecanını ve enerjisini görmek beni
cesaretlendirdi. Üniversitelerin de sessizliğe büründüğü bir dönemde belki de
yüzümüzü doğrudan toplumun kendine döndürmek daha doğru.
İlk konu
Büro Emekçileri Sendikası'nın düzenlediği ve Tüketici Haklarını Koruma
Derneği’nin tam destek verdiği "Türkiye’deki vergi adaletsizliği ve buna
karşı mücadele", diğeri ise İstanbul Yüksek Ticaret ve Marmara
Üniversitesi İİBF Mezunları Derneği Ankara Şubesi’nin düzenlediği
"özelleştirmelerin sosyal ve ekonomik etkileri" ile ilgiliydi.
İlki
bilinçli olarak ‘vergi haftası’na denk düşürülmüşken, diğeri 14 şeker
fabrikasının özelleştirilmesi kararı ile tesadüfen çakıştı. Dolayısıyla her
ikisine de ilgi büyüktü diyebilirim. Hele ikincisinde yaş ortalamasının
(öğrencilerimin haricinde) 60’ın üzerinde olmasına rağmen yaklaşık 2,5 saat
boyunca canlılıklarını koruması muhteşem bir gözlem oldu benim için. Sanıldığı
gibi insanlar önlerine kader gibi konulana pek de rıza göstermiyorlar.
Anlattıklarımı
(zaman yetersizliği nedeniyle anlatamadıklarımla da birleştirerek) sizler için
aşağıda özetliyorum.
Türkiye’de ciddi bir bölüşüm adaletsizliği
ve yığınsal yoksulluk dönemi yaşanıyor!
Bugün ülkede
en zengin yüzde1’lik nüfus milli gelirin yüzde 23’ünden fazlasını alıyor ve
toplam servetin de yüzde 54’ünden fazlasına el koyuyor. En zengin yüzde 20’lik
nüfus ise milli gelirin yüzde 47’sine, en zengin yüzde 10’luk nüfus servetin
yüzde 78’ine sahip.
Diğer
yandan, net asgari ücret aylık, 1,603 lira, açlık sınırı 1,615 lira ve 4
kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 5,300 liranın üstünde. Asgari ücret
karşılığında kayıtlı ve kayıt dışı olmak üzere toplam 10 milyona yakın işçi
çalışıyor. Bu arada ülkede 6 milyon işsiz var.
Bu durum
yoksulluğun da asıl nedenini oluşturuyor. Öyle ki en yoksul yüzde 60 haneye
ayda ortalama sadece 842 lira giriyor. Bu bazı bölgelerde 740 liraya kadar
düşüyor.
AB standartlarına
göre ülkede 41 milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Toplam
tüketimin sadece yüzde 11’i Kuzey-Güney ve Doğu Anadolu’da yapılabiliyor. Bu
haneler bütçelerinin sadece yüzde 1’ini çocuklarının eğitimi için
ayırabiliyorlar. Böylece Türkiye, 34 OECD üyesi ülke arasında yoksulluk
oranının en yüksek olduğu ikinci ülke konumuna yükseliyor.
Diğer yandan
Credit Swiss’e göre ülkede 29, Forbes’e göre 40 dolar milyarderi ve küresel
çapta 40’ın üzerinde dev inşaat şirketi var (dünyada toplam 250 tane var).
İşçi üzerindeki mali yükün en yüksek
olduğu ülkeler arasında ön sıralarda yer alıyoruz!
Türkiye 2016
yılında 35 OECD ülkesi içinde yüzde 36,4 ile vergi ve prim gibi ödemelerinin
brüt ücreti içindeki payı (mali yük) en yüksek ülkeler arasında yer alıyor.
Öyle ki iki çocuklu bir işçi için bu oran OECD’de ortalama yüzde 26,6 iken,
Türkiye’de yüzde 36,4. Yani yaklaşık 10 puan daha yüksek.
Keza iki
çocuklu bir işçinin vergi yükü OECD’de ortalama yüzde 14,3 iken Türkiye’de
yüzde 25,3 (OECD’de ikinci en yüksek ülke). Bu farkın nedeni Türkiye’de diğer
ülkelerdeki gibi aile yardımlarının neredeyse hiç olmaması.
Tepeden tırnağa vergi: Yat ve kotrada
sıfıra yakın vergi ama vatandaşın kullandığı benzin ve mazotta vergi yüzde 66!
Gündelik
hayatlarımızda (birçoğumuz farkında olmasak da) tepeden tırnağa
vergilendiriliyoruz. Örneğin kullandığımız elektrik üzerinden: Belediyeler için
yüzde 5 Tüketim Vergisi, yüzde 2 TRT payı, yüzde 18 KDV; yaktığımız doğal gaz
için: Yüzde 18 KDV ve ÖTV (faturada gösterilmiyor) ve içtiğimiz su için: Atık
su bedeline ilave olarak, % ı8 KDV ve Çevre Temizlik Vergisi (m3 başına 24-32
kuruş) ödüyoruz.
Et, süt,
eğitim, sağlık gibi halk için zorunlu nitelikteki mal hizmetlerde KDV oranı
yüzde 8.
Zorunlu
olarak tükettiğimiz bu mallar için böyle yüksek vergiler öderken, lüks tüketim
malları olan sırasıyla: Pırlanta ve külçe altında KDV ve ÖTV sıfır.
Sıradan bir
binek otosunun alım satımından yüzde 45 -50, köylü dâhil herkesin kullandığı
benzin ve mazottan yüzde 66 civarında vergi alınırken, yat ve kotraların alım
satımında ödenecek olan KDV yüzde 1, ÖTV ve MTV (motorlu taşıtlar vergisi) ise
sıfır.
Daha da
kötüsü faiz, kâr payı gibi sermaye gelirlerinden ya hiç ya da asgari ücretliden
alınan kadar vergi alınmıyor.
Yoksullaştıran bir vergi sistemi
Vergilerin
içinde dolaylı vergilerin payı yüzde 70’e vardı. KDV ve ÖTV gibi bu vergileri
asıl olarak başta emekçiler olmak üzere tüm halk ödüyor. Bu vergiler düşük
gelirlilerde daha ağır bir yük olarak hissedilen vergi türleri.
Toplam vergi
gelirleri içindeki payı yüzde 18 olan Gelir Vergisi’nin üçte ikisini de yine bu
emekçiler ödüyor.
Adaletsiz bölüşümün iki nedeni
Hem gelir ve
servet bölüşümündeki adaletsizlikler, hem bir dönem sonrasındaki vergiler
anlamına gelen borç yükündeki artış, hem sermayeden yana birinci bölüşüm
ilişkilerinden, hem de devletin izlediği ekonomi ve sosyal politikalardan
(ikinci bölüşüm ilişkileri) kaynaklanıyor.
Kapitalist bir toplumda vergi adaleti
sağlanabilir mi?
Bu soruya
doğru yanıtı verebilmek için öncelikle şu soruların yanıtını aramamız
gerekiyor:
İlk olarak, vergiyi asıl olarak hangi
sosyal sınıflar ve kesimler ödüyor, bu vergilerle finanse edilen kamu
harcamaları hangi sosyal sınıflara hizmet ediyor? Toplanan vergiler nereye
harcanıyor?
Bu sorununun
doğru yanıtını vermek için örneğin vergi sistemine bakmak yetiyor. Öyle ki
dolaylı vergilerin tamamına yakınını ve dolaysız vergilerin üçte ikisini
emekçiler, halk öderken; 750,000’e yakın şirketin ödediği kurumlar vergisi
emekçilerin ödediği gelir vergisinin sadece yarısı (yüzde 6), sermaye geliri
elde eden 2 milyon civarındaki beyannameli mükellefin ödediği gelir vergisinin
toplam vergiler içindeki payı sadece yüzde1 ve dolmuş ve taksiciler gibi basit
usule tabi mükelleflerin (850,000 civarında) ödediği vergilerin payı binde1.
İkinci olarak, sermayedarlar kendi
yarattıkları değerden mi vergi ödeyerek bu fedakârlığa ya da yüke katlanıyor?
Ana akım
vergi teorileri (Faydalanma ve Ödeme Gücü Yaklaşımları) vergilerin emek gücü
tarafından yaratılan artı değer üzerinden alındığı ve vergilemenin gerçekte
emek üzerinden gerçekleştirilen bir tür el koyma olduğu gerçeğini gizliyor.
Diğer yandan
kâr üzerinden alınan kurumlar vergisi ve / veya kâr dağıtımı üzerinden alınan
gelir vergisi aslında, kapitalistin işçinin emeğinin ürünü üzerinden el koyduğu
kısmın (kâr) devlet ile paylaşılmış bölümünden başka bir şey değil.
Böylece,
‘adil vergileme’ söyleminin bir yanıyla böyle bir artı değer sömürüsünü
gizlemeye yaradığı ileri sürülebilir. Örneğin Ödeme Gücü Yaklaşımı toplumda
işçi ya da kapitalist herkesin kişisel geliriyle orantılı olarak vergi
ödemesini öngörür.
Bu
yaklaşımın zımnen ileri sürdüğü şey kamu harcamalarının tüm vergi
mükelleflerine eşit fayda sağladığıdır. Oysa bu sav doğru değil. Özce, vergi
sömürüsü “eşit durumda olanlardan eşit vergi almak” önerisi altında gizleniyor.
Pragmatik
nedenlerden dolayı ödeme gücü yaklaşımının daha adil olduğu savunulsa da,
gerçekte bu yaklaşımın da tıpkı diğeri gibi işçi sınıfına karşı önyargılı
olduğunun altı çizilmeli.
Çünkü
kapitalist toplum eşitsizlerin bir arada var olduğu bir toplum. Yani “mülk
sahipleri ve mülksüzler, tekeller ve küçük şirketler, örgütlü işçiler ve
örgütsüz işçiler, baskıcı cinsler ve kimlikler ve baskı altındaki cinsler ve
kimlikler, baskıcı sosyal gruplar ve baskılananlar, zenginler ve yoksullar”
gibi çok sayıda eşitsizlik biçimi mevcut.
Bu nedenle
de “eşitlere eşit muamele yapan” bir vergi sistemi sadece mevcut eşitsizlikleri
daha da güçlendiriyor.
Kısa dönemde vergilemeyle ilgili olarak
nasıl bir tutum izlenmeli?
Diğer yandan
kapitalist sistem içinde yaşıyoruz. Vergilemede adalet kapitalist sistemde
sağlanamaz ama emekçilerin vergi yükünü kısmen de olsa azaltabilmek mümkün. Bu
nedenle de vergilemeye ilişkin en azından kısa dönemde bir tutum belirlemek
gerekiyor.
Bu, halkın,
emekçilerin üzerindeki yükü arttıran her türlü düzenlemeye karşı çıkmak ve bu
yükü azaltan düzenlemeleri desteklemek, savunmak biçiminde olmalı.
Bu bağlamda,
özellikle de zorunlu mallar üzerinden alınan ÖTV, KDV gibi vergilerin
kaldırılması ve bunlardan doğacak olan vergi kaybının zenginler üzerine
konulacak bir servet vergisi ile giderilmesi, Kurumlar Vergisi oranının
yükseltilmesi ve üst gelir gruplarının daha ağır vergilendirilmesi talep
edilmeli.
Ayrıca bütçe
hakkının bir gereği olarak bu toplanan vergilerin nereye harcandığı kontrol
edilmeli ve toplumsal yarar sağlamayan harcamalar için kaynak ayrılmasına izin
verilmemeli.
Vergi ve harcama politikalarıyla bölüşüm
adaletsizlikleri ortadan kaldırılabilir mi?
Bu yönde bir
öneriyi en son Piketty yazdığı “21.Yüzyılda Sermaye” adlı çok ses getiren
kitabında yaptı. Ona göre kapitalist sistemin devamını ancak servet ve gelir
eşitsizliklerinin azaltılması sağlayabilir. Bunun için de servetin ve üst gelir
gruplarının artan oranlı tarifelerle daha ağır vergilendirilmesi, böylece düşük
gelirliden yana bir yeniden bölüşüm politikasının uygulanması gerekiyor.
Ancak öz
olarak ana akım neo klasik iktisattan kopamayan Piketty’nin çözümleri arasında
ekonomik-politik kurumlara ya da sosyal güç dengesine ya da sınıf mücadelesine
ilişkin her hangi bir şey bulunmuyor. Çünkü bu tür belirlemeler neo klasik
iktisadın kapsamı dışında tutuluyor.
Günümüzde
sermayenin ekonomi ve siyasetteki gücünün ne denli belirleyici olduğu dikkate
alındığında Piketty’nin vergilemeye dayalı yeniden bölüşüm politikaları ile
artık sürdürülemez boyutlara yaklaşan eşitsizliklerin ortadan
kaldırılabileceğini yönündeki iddiasının ve bu yöndeki önerilerinin ne kadar
naif olduğu görülebilir.
Yeniden bölüşümün açmazları
Tarih bize
yeniden bölüşümün önünde en az üç engelin olduğunu gösteriyor. Sırasıyla;
(i) Yeniden bölüşüm mekanizmaları uzun ömürlü olmuyor.
Kapitalizmin son 40 yıllık tarihinde sosyal devletlerin yok oluşu bunun en
güzel örneği.
(ii) Vergilerin yeniden bölüşüm amaçlı olarak kullanılmasına
başta büyük sermayedarlardan gelmek üzere bir tepki söz konusu. Bu tepkiler
ekonomik koşullar kötüleştiğinde artıyor ve işler tersine dönüyor, dar gelirli
emekçiler tembel asalaklar olarak yaftalanıyor, ırkçılık, şovenizm ve göçmen
düşmanlığı artıyor.
(iii) Son olarak yeniden bölüşüm de maliyetli bir iş.
Vergileme, kamu harcaması ve düzenleme/ denetleme işleri büyük bürokrasi
gerektiriyor.
Bu yüzden
sorunu asıl kaynağında çözmek ve ilk bölüşümün adil ve eşitlikçi olmasını
sağlamak daha doğru bir strateji gibi duruyor. Böyle yapıldığında da yeniden
bölüşüme olan ihtiyaç azalıyor.
Bu nedenle
de “iyi bir toplum oluşturmanın başlangıç noktası, gelir ya da servetin eşit ya
da adil dağılımını belirlemek mi olmalı” sorusunun sorulması gerekiyor. Çünkü
eşitsizlik sadece bir sonuç. Asıl neden bu eşitsizliği üreten üretim tarzı ve
onun işleyiş ve toplumsal olarak denetlenme biçimi.
“Adil bir toplum” mu, “sınıfsız bir
toplum” mu?
Bu yüzden
nihai varış noktası “eşit-adil bir toplum”dan ziyade, “sınıfsız bir toplum”
olmalı. Bu da toplumun bütünü tarafından sahiplenilen, kontrol edilen bir
üretim tarzı; herkesin yeteneğine göre katkıda bulunduğu ve ihtiyacına göre pay
aldığı sosyal bir kurulum anlamına geliyor. Adil bir toplum teorik olarak
sınıfların ortadan kalktığı böyle bir sosyal düzenin ardından gelecektir.
Bunun yolu
ise ekonomik alt yapıda hiyerarşik bir kapitalist girişimci örgütlenmesinden
vazgeçip örneğin kooperatifleşme türü bir yatay örgütlenmeye yönelmekten
geçiyor.
Yeniden devletleştirme değil,
toplumsallaştırma!
Bu noktada
özelleştirmeler karşısındaki doğru tutum da netleşiyor. Emekçilerden kesilen
vergilerle yaratılan bir sosyal mirasın onlara da sorulmaksızın adeta gasp
edilir bir biçimde, üstelik de yok pahasına sermayeye satılması anlamına gelen
özelleştirmeye karşı çıkarken, şu ana kadar ki devlet işletmelerinin hiyerarşik
işleyiş biçimine, yani geçmişteki kamu işletmeciliğine de karşı çıkılmalı.
Bunun için
önerdiğimiz kavram yeniden devletleştirme değil, gerçek anlamda bir
toplumsallaştırmayı içeren bir yeni kamulaştırmadır. Bunun için yeni bir kamu
ve yeni bir kamu işletmeciliği tanımının da yapılması gerekiyor.
Kapitalist
işletmelerde büyük hissedarlar ve onların yönettiği icra kurulları eşitsizliğin
temel kaynağını oluştururken, geleneksel kamu işletmelerinde bu işlev
politikacılar ve onların emrindeki bürokratlarca yerine getiriliyor ve toplumun
geri kalanı, kısmen istihdam sahibi olmak ve göreli olarak daha düşük maliyetli
mal (ya da üretimde ara malı ve hammadde gibi) temin edebilmek dışında bir
fayda sağlayamıyor. Bir süre sonra (dünyada ve Türkiye’de olduğu gibi) bu
kuruluşlar etkin bir şekilde işletilemeyince kamu işletmeleri bir kambur olarak
ortaya çıkıyor.
İşçi-Çiftçi-Tüketici Kooperatifleri
Diğer yandan
toplumun bütün kesimlerini yatay ve eşitlikçi bir biçimde örgütlenmesinin bir
örneği olarak işçi kooperatifi biçiminde şirketlerde işçiler demokrasiye uygun
bir işbölümü içinde kendi işlerini yaparken, demokratik karar alma
mekanizmaları ile yapılacak üretim, fiyat ve ücret belirleme ve artı değer
kullanımı gibi kararlara da katılırlar.
Yani bu tür
işletmelerdeki iş bölümü kapitalist işletmelerdekinden bütünüyle farklıdır. Bu
kararlara öz yönetimci, demokratik bir koordinasyonu içeren bir planlama modeli
ile toplumun geri kalan kısımları, örneğin tüketici kooperatifleri de
katılırlar.
Böylece
yerinden, bir tür doğrudan demokrasi altında hayata geçirilecek bir özyönetimci
ekonomi modelinde, reel sosyalizm deneyiminin mülkiyeti kolektif hale getirerek
ve merkezi bir planlamayı esas alarak aşmaya çalışıp aşamadığı sorunların
aşılabilmesi de mümkün olabilir.
Daha özgür
ve adil bir toplum yerelde, işçilerin işletmeleri kesintisiz bir şekilde ve
eşitlik, paylaşım, rotasyon ve kolektif karar almaya dayalı olarak yeniden
örgütlemeleriyle, öncelikle bu işletmelerde yerinden demokrasiyi hayata
geçirmeleriyle kurulabilir.
Yani emekçiler yaşam boyu bir öz dönüştürme sürecine aktif bir
biçimde dâhil olmalıdırlar. Bunun sonucunda emekçiler ekonomide olduğu kadar
kültürel ve politik yaşamda da tam bir katılım sağlayabilecek bir donanım ve
güdülemeye sahip olabilirler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder