Bir
AKP klasiği: faizi yükselt, vergisini sıfırla
Mustafa
Durmuş
27 Aralık 2020
Merkez Bankası bu haftaki toplantısında faiz
oranlarını 200 baz puan artırarak politika faizi olarak da bilinen haftalık
repo faizini yüzde 15’ten 17’ye yükseltti.
Böylece uzunca bir zamandır kafasının üstünde duran
“enflasyon-faiz teorisi” tekrar ayaklarının üzerine oturtuldu.
Bu faiz artırımının, Merkez Bankası zorunlu karşılık
oranlarının yükseltilmesinde olduğu gibi, değeri iyice düşmüş olan TL’ye değer
kazandırmak, ülkenin kredi risk primlerini (CDS) düşürmek ve enflasyonu aşağıya
çekmek için yapıldığı açık.
Nitekim faiz artırımının ilk ikisi üzerinde ani etkisi
görüldü, kur gevşedi ve CDS’ler düşmeye başladı. Enflasyon üzerindeki etkisi
ise zamana yayılı olarak ortaya çıkacak.
Enflasyon-faiz
ilişkisini tekrar ayaklarının üstüne oturtmanın yüksek bedeli
Öte yandan teoriyi tersinden okumanın (faiz sonuç
değil nedendir biçiminde) yol açtığı ekonomik ve toplumsal zarar konusunda şu
ana kadar yapılmış bir özeleştiri yok. Ülkeyi yönetenler buna yanaşmıyorlar.
Ekonominin ve Merkez Bankası’nın yeni patronları da geçmişi konuşmaktan yana
değil. “Ne de olsa geçmiş geçmişte kaldı…”
Oysa yönetilenler olarak bizlerin aynı tutumu
takınma lüksü yok. Hafızamızı tazeleyelim: Bakan Albayrak döneminde reel faiz
oranları düşük tutuldu, başka faktörlerin de etkisiyle birlikte bu durum döviz
kurunu hızla yükseltti. Bu kez kurdaki bu hızlı artışı durdurabilmek için 128-130
milyar dolarlık bir Merkez Bankası döviz rezervi kamu bankaları aracılığıyla değerinin
altında satıldı.(1) Üstelik ödenen bunca büyük bir bedele rağmen döviz kurunun
yükselmesi de durdurulamadı.
Döviz kurunun hızlı yükselmesiyle birlikte çok büyük
bir ekonomik ve sosyal yıkım yaşandı, halen de yaşanıyor. Binlerce küçük
işletme kapandı, döviz cinsinden borcu olanların borç stokları iyice büyüdü,
bankaların tahsil edemediği batık krediler hızla arttı. Kapanan işyerleri
yüzünden on binlerce işçi işsiz kaldı, toplum daha da yoksullaştı.
İş
bilmezlik mi, bilerek ve isteyerek mi?
Bu durum “iş
bilmezlikten” kaynaklanan bir durum muydu, yoksa bilinçli olarak yürütülen bir
strateji ve buna uygun para politikalarının bir sonucu muydu?
Konuyu sadece “iş bilmezlik ya da liyakatsizlik”
gibi nitelemelerle açıklayabilmek doğru olmaz. Kuşkusuz bu faktörlerin de
ortaya çıkan bu kötü sonuç üzerinde önemli etkisi var. Ancak asıl açıklayıcı
faktör yıllardır bilinçli bir şekilde izlenen birikim stratejisi.
Çünkü yıllardır ülkede, ağırlıklı olarak da dış
kaynaklarla finanse edilen (özellikle de 2007 yılından bu yana), inşaat-emlak
ve alt yapı yatırımlarına dayalı servet ve sermaye birikim stratejisi
uygulanıyor. Devletin elindeki neredeyse tüm kaynaklar bu yönde kullanılıyor, ekonomi
politikaları ise buna hizmet edecek bir biçimde kurgulanıyor.
Böyle bir stratejinin sonucunda ülkenin en gözde
sektörleri inşaat ve bunun en önemli ayağı konumundaki bankacılık sektörü
olurken, az sayıda inşaat şirketi ülkenin ekonomik olarak da, politik olarak da
en önemli, en büyük sermaye grupları haline geldiler.
Ülkenin yeni ‘beşi bir yerde’si
Nitekim basına da yansıdığı gibi, Dünya Bankası’na
göre, dünyada devletten ihale alan şirketler sıralamasında en büyük ihaleyi alan
ilk on şirketten beşi Türk inşaat şirketleri ve bunların üçü ilk beşte yer
alıyor. Bu şirketlerin sahiplerinin siyasal iktidarla çok yakın ilişki içinde
olduğu ileri sürülüyor. Bu şirketlerin 1990-2018 döneminde devletten aldığı
inşaat ihalelerinin tutarı 143 milyar dolar, yani bugünkü kur ile 1,1 trilyon
liraya yakın.(2)
Bu şirketler bugüne kadar hem inşaat alt yapısı, hem
de şehir hastaneleri, TOKİ konutları, lüks plazalar, AVM’ler gibi üst yapı
inşaatları yaptılar. Aldıkları milyar dolarlık projeler için olduğu kadar,
yaptıkları inşaatları satabilmek için de bankacılık sistemine, yani krediye
ihtiyaçları var. Bu kredilerin maliyetlerinin yüksek olmaması gerekiyor ki
ortaya ciddi boyutta bir kâr çıksın. İşte düşük reel faiz politikası burada
devreye giriyor.
Yani hem bu inşaat şirketlerinin kullandıkları
yatırım ve işletme kredilerinin maliyeti yüksek olmamalı, hem de uzun vadeli
konut- emlak kredisi kullanan tüketiciler için krediler pahalı olmamalı.
Kısacası reel faizler düşük tutulmalı. Bu durum da uzunca bir süredir faizlerin
(döviz kurunu patlatmak pahasına) neden artırılmayarak düşük tutulduğunun
ekonomi politik arka planını sergiliyor.
Böyle bir toplumsal zarar, “iş yapan hata da yapar”
diyerek görmezden gelinebilir mi? Bunun bedeli sadece bu politikaları
uygulamakla sorumlu bir bakanı görevden alarak ödenebilir mi?
Dolarizasyon
tehlikesi
Faiz artırımının bir diğer nedeni dolarizasyon.
Çünkü Ekim ayı bankacılık verilerine göre yabancı para cinsinden mevduatların
toplam banka mevduatları içindeki payı yüzde 56’yı aşıyor. (3) Yani para
sahipleri yüksek enflasyon ve gelecekle ilgili belirsizlikler yüzünden TL’den
kaçıp dolar ve avro cinsinden mevduata yöneliyorlar. Bu da kurun yükselmesine
neden oluyor.
Sıcak
para kısır döngüsü
TL faizlerinin yükseltilmesi ülkedeki ekonomik büyümenin
ana kaynağı olan sıcak paranın ülkeye gelmesi için de gerekli. Çünkü faizler yükseltildiğinde açılan faiz-
kur makasından yararlanarak yüksek getiri elde etmek isteyen yabancı sermaye,
sıcak para olarak da bilinen portföy yatırımlarıyla ülkeye geliyor. Nitekim (her
ne kadar son iki haftadır bir yavaşlama olsa da) 6 - 27 Kasım tarihleri arasında ülkeye gelen
1,85 milyar dolarlık sıcak para döviz kurunun gevşemesinde etkili oldu. (4)
Sadece
faiz artırımı ile enflasyonu kontrol edebilmek mümkün mü?
Diğer taraftan sadece faiz artırımı ile enflasyonun
kontrol altına alınabileceğini düşünmek de anlamlı değil. Zira Türkiye’de
enflasyon sadece parasal ya da toplam talepteki aşırılıktan kaynaklanan bir
olgu değil. Aynı zamanda üretimde yaşanan dar boğazlarla, yüksek ithal enerji
girdi maliyetleriyle, düşük verimliliklerle, kısaca arza ilişkin maliyetlerle de
ilgili bir olgu. Üretimde dışa bağımlılığı
azaltmaksızın, sadece faiz artırımı ile kurdaki yükselişi bütünüyle
durdurabilmek mümkün olamayacağından, sadece faizleri yükselterek enflasyonu
kalıcı bir biçimde düşürebilmek de zor.
Faiz
kararı ile birlikte yapılan vergi indirimleri
Faiz oranlarının artırılmasından iki gün önce vergileme
alanında da bazı düzenlemeler yapıldı. 22 Aralık tarihinde üst üste çıkartılan
Cumhurbaşkanı Kararları ile vergilerde bir dizi değişiklik gerçekleştirildi.
Öncelikle artık yapılan bu düzenlemeleri
anlayabilmek için maliyeci, hatta vergi hukukçusu dahi olmak yeterli değil.
Kararlara bakarak neyin ne olduğunu tam olarak anlamak zorlaşıyor.
Esnafa
kira stopajı indirimi yok, diğerlerine var!
İkinci olarak bu kararlardan bazılarının neden alındığını
da anlayabilmek kolay değil. Örnek olarak, sinemaların Covid-19 nedeniyle
kapalı olduğu bir dönemde 3320 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile yerli ve yabancı
film göstermeleri için belirlenen eğlence vergisi oranları 31 Mayıs 2021
tarihine kadar sıfırlandı.
Bir diğeri 3319 sayılı Karar. Buna göre kooperatiflere,
vakıflara, derneklere ait taşınmazların, yabancı devletlere, yabancı kamu idare
ve kuruluşlarına, uluslararası kuruluşlara ait diplomatik statüsü bulunmayan
taşınmazların kiraya verilmeleri durumunda ve Gelir Vergisi Kanununun 70. maddesinde
yazılı mal ve hakların kiralanması karşılığında bunlara yapılan ödemelerde
uygulanan tevkifat (stopaj) oranı, yeni yılın başından itibaren geçerli olmak
üzere beş aylığına yüzde 20’den yüzde 10’a indirildi.
İşin aslı hali hazırda yüzde 10 olan bu oran, aynı
Kararla yüzde 20’ye çıkartıldı, sonra 31 Mayıs tarihine kadar yüzde 10 olarak
tekrar belirlendi. Bunun neden yapıldığını ise anlayabilmek zor.
Milyonlarca esnaf ve işletmenin, kira bedeline ek
olarak ödedikleri kira stopajı Covid-19 koşullarında dahi yüzde 20 olarak devam
ettirilirken bazı kurum ve kuruluşlara ait taşınmazların kira stopajlarının
yarıya indirilmesinin mantığını da anlayabilmek mümkün değil.
Covid-19
aşısının bedava olmayacağı anlaşıldı
Sonucu net olarak anlaşılabilen bir Karar ise 3318
Sayılı Karar. Zira bu karar ile 2021 yılının sonuna kadar Covid-19 aşılarının
ithal ve tesliminde alınan Katma Değer Vergisinin oranı yüzde 1’e indirildi. Bu
da bu aşıların devlet tarafından ithal edilip ücretsiz olarak yapılması yerine,
özel firmalarca getirilip piyasada satılacağının bir işareti.
Faiz artırımı ile dolaylı olarak ilgili asıl vergi
düzenlemesi ise yine 22 Aralık tarihinde yapılan ve Gelir Vergisi Kanunun Geçici
67. Maddesi ile ilgili bir düzenleme. (5) Çünkü bu düzenleme ülkenin sıcak
paraya olan ihtiyacının bir göstergesi olduğu kadar, yüksek faiz geliri elde
eden büyük servet sahiplerinin lehine bir düzenleme niteliğinde.
Asgari
ücretli vergi öderken, faizcinin vergisini sıfırlayan bir karar
Çünkü bu Karar ile bankaların ve fonların ihraç
edecekleri Hazine bonosu gibi kâğıtlardan elde edilen faiz gelirinin stopajı
sıfıra kadar indirildi. Eklenen Geçici Madde 3 ile bu maddenin yürürlüğe
girdiği tarih ile 31 Mart 2021 tarihi arasında, yani önümüzdeki 3 ay içinde,
iktisap edilen, bankalar tarafından ihraç edilen tahvil ve bonolardan elde
edilen gelir ve kazançlar ile fon kullanıcısının bankalar olduğu varlık
kiralama şirketleri tarafından ihraç edilen kira sertifikalarından elde edilen
gelir ve kazançlara ve yatırım fonlarından elde edilen kazançlara uygulanan Gelir
Vergisi tevkifatı (stopajı) oranları yüzde 0’a kadar indirildi.
Detay vermek gerekirse; vadesi 6 aya kadar olan bu değerli kâğıtlardan
sağlanan gelirlerden (ve elde tutulanların elden çıkartılmasından sağlanan
kazançlardan) sadece yüzde 5, vadesi 1
yıla kadar olanlardan yüzde 3, vadesi 1 yıldan uzun olanlardan ise yüzde 0
oranında vergi alınacak (yani vergi alınmayacak).
Ne yazık ki bu düzenleme bize; net ücretinin
nerdeyse yarısı kadar bir vergi ve prim yükü altında ezilen 10 milyona yakın
asgari ücretlinin, asgari ücretin vergi dışı bırakılması taleplerini
umursamayanların, bir avuç yerli ve yabancı rantiyenin elde ettiği milyonlarca
liralık faiz gelirinden hiç vergi alınmayacağını söylüyor.
Hazine’nin
zor durumda olduğunun itirafı gibi bir karar
Bu da bir yanıyla, Devlet Hazinesinin ne kadar zor
durumda olduğunu gösteriyor. Çünkü Devletin yeni borçlanmaya ihtiyacı var ancak
bunun için dünyanın en yüksek faizlerinden birini yerli ve yabancı finans
kapitale vermek yetmiyor, aynı zamanda ona ödediği faiz üzerinden aldığı
vergiden de vazgeçmesi gerekiyor. Bu aynı zamanda Türkiye kapitalizminin, emperyalizmin
önemli bir aracı olan küresel sermaye hareketlerine ne kadar bağımlı hale
geldiğini de gösteriyor.
Sözde
farklı, özde farklı siyaset anlayışı
Kuşkusuz bir diğer boyutuyla, faiz oranlarının
artırılması, faizden beslenen sermayeye devlet bütçesinden (dolayısıyla da
vergi mükelleflerinden) daha fazla kaynak aktarılması anlamına gelirken, faiz
ödemelerinin bütçe içindeki payının da giderek artmasıyla ve böyle devam ederse
diğer kamusal hizmetler için ayrılan ödeneklerin giderek azalmasıyla sonuçlanacak.
Nitekim son birkaç yıla ait bütçedeki faiz ödemeleri
bu gidişatı doğruluyor. Öyle ki: 2017 yılında devlet bütçesinden faizciye 57 milyar
TL, 2018’de 74 milyar TL, 2019’da 99,9 milyar TL ödendi. 2020 yılında bu miktarın
137,4 milyar TL ve 2021’de 179,5 milyar TL olması bekleniyor. (6) Verili
koşullarda bu hedefin tutması zor görünüyor.
Özcesi faiz oranları artırılırken, beraberinde bu
faizlerden alınan Gelir Vergisi oranlarının düşürülmesi ya da sıfırlanması
artık bir AKP klasiğine dönüştü. Bu da her ekonomik sorunun altında faiz lobisi
arama çabasının da, buna uygun propagandanın da artık toplumda karşılık bulamayacağı
bir dönemin geldiğini gösteriyor.
Dip notlar:
(1) https://www.sozcu.com.tr/2020/ekonomi/merkezin-128-milyar-dolarlik-rezerv-satisi-tbmm-gundeminde
(28 Kasım 2020).
(2) “Turkey’s Pro-Government
Construction Companies Among World’s Ten Most Tender-Winning Firms”, https://ipa.news (30 December 2018).
(3) Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu
verileri, https://www.bddk.org.tr/BultenAylik (25 Aralık 2020).
(4) Alaattin Aktaş, “Umut TL’ye geçişte ama bunun
işareti henüz yok”, https://www.dunya.com
(18 Aralık 2020).
(5) 22
Aralık 2020 Tarih ve 3321 Sayılı Cumhurbaşkanı Kararı.
(6) 2021 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık
Programı (26 Ekim 2020).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder