Serveti
neden ve nasıl vergilendirmeliyiz (10)
–Kamu finansmanında
yeni perspektif ihtiyacı ve servet vergisi
Mustafa Durmuş
14
Şubat 2021
Nihayet yazı dizisinin son bölümüne geldik. Bu bölümde doğal olarak Türkiye’ye ilişkin bir servet vergisi önerisinin tartışılması gerekiyor. Böyle bir verginin vergileme tekniği ile ilişkisinin kurularak yasa teklifi haline getirilmesi genel olarak vergi hukukçularının işi. Bizim burada yapabileceklerimiz (böyle bir vergiye olan ihtiyacı önceki yazılarımızda ortaya koymuştuk), verginin tasarlanmasına ilişkin çerçeve ilkeleri ortaya koymakla sınırlı kalacak.
Öncelikle, “eski ölüyor, ancak yeni henüz doğabilmiş
değil”. Bu tespit kamu finansmanı açısından da doğru. Covid-19 Salgını deneyiminden faydalanarak kapitalizme
özgü geleneksel vergileme, kamu borçlanması, emisyon ya da kamu fiyatlaması
gibi kamu finansmanı biçimlerini masaya yatırmak zorundayız.
Yeni
bir kolektif finansman perspektifi
Yani yeni bir kamu finansmanı ya da kolektif
(sosyal) finansman perspektifine ihtiyacımız var. Böyle bir ihtiyaç
belirlemesinin ilk çıkarımı bir bütün olarak vergi sisteminde ve vergi
politikalarında radikal değişiklikler yapılmaksızın, tek başına bir servet
vergisi uygulamasıyla (niyet ne kadar iyi olursa olsun) insanlığın ve doğanın karşı karşıya bulunduğu
sorunları çözebilmenin mümkün olamayacağıdır. Kaldı ki ne kadar etkin olursa
olsun, en radikal vergi reformu dahi sistemik sorunları çözme konusunda yeterli
olmayacaktır.
Kısaca sırasıyla; vergileme konusunda yeni bir
perspektife ihtiyacımızın var. Ayrıca ülkeyi çevreleyen küresel bir ekonomi var
ve bu ekonomi uluslararası finans kapitalin emrine girmiş durumda, bu da bizleri
yeni ekonomik krizler, eşitsizlikler ve sosyal çöküşlerle karşı karşıya bırakabilir.
Bu gidişatı durdurabilmenin (son tahlilde) kapitalizme son vermekle mümkün
olabileceğinin bilincinde olmalıyız.
Diğer yandan bugünden, sistem içi radikal reform önerilerini
gündeme getirmemiz ve bunların gerçekleşmesi için mücadele vermemiz de gerekiyor.
Bu reformlar öncelikle finansman modelleri ile ilgili olmalı. Yani köklü bir
biçimde yeni bir kolektif (sosyal) finansman perspektifi oluşturmalı, buna uygun para ve kredilendirme modelleri ve vergi
sistemleri tasarlamalı ve servet vergisi gibi vergileri böyle daha büyük bir
çerçeve içinde tasarlamalıyız.
Neo-liberalizmin, neden olduğu ekonomik, toplumsal,
siyasal felaketlerin sonucunda giderek gözden düşmesinin, konjonktür olarak,
bize yeni para, finans ve vergi sistemlerinin hayata geçirilmesi, böylece
ekonominin ve ekosistemin demokratikleştirilmesi ve sürdürülebilir kılınabilmesi
için önemli imkanlar sunduğunun da bilincinde olmak gerekiyor.
Maliye
politikaları insan ve doğa haklarına hizmet etmeli
Bu bağlamda, öncelikle, kolektif finansman ve maliye
politikaları ile insan ve doğa hakları arasında bağ kurmak durumundayız. Hem
kamu parası, hem kredi/finans, hem de de vergileri içeren mali sistemleri ve politikaları
tasarlarken, uygularken, izlerken ve değerlendirirken bir çatı olarak temel insan
hakları ilkelerini ve doğanın korunmasını esas almalıyız.
Yani para, finans ve vergi sistemleri temel hakların
gerekliliklerine göre yeniden tasarlamalı ve uygulanmalı. Oysa bugün bunun
tersi yapılıyor. Bu sistemler ve politikalar böyle hakların hayata
geçirilebilmesi amacının birer aracı olarak kurgulanmalı, uluslararası insan
hakları beyannamesinin ilke ve yükümlülüklerine tabi tutulmalı. Devlet bütçeleri
de, temel hak ve özgürlüklerin önlenmesi ya da sınırlandırılması için değil, bunların
hayata geçirilmesi ve daha da genişletilmesi ve güçlendirilmesi için kullanılabilecek
araçlar olarak görülmeli.(1)
Toplumsal
ihtiyaçları, istikrarı, barışı, insan ve doğa haklarını gözeten bir vergileme
Bu bağlamda, örnek vermek gerekirse, maliye
politikalarının üç işlevinden sırasıyla; “yeniden bölüşüm işlevine” uygun
olarak, vergiler mükelleflerinin gerçek anlamda ödeme gücüne göre alınmalı.
Vergi sistemi yeterli kaynağı sosyal ihtiyaçlar için harekete geçirirken,
eşitsizlikleri azaltmaya yardımcı olmalı. Kamu harcamaları herkes için gerekli
olan ‘yaşamın temel ekonomisini’ ve bunun araçlarını sunmalı.
“Tahsis işlevi” açısından kamu kaynaklarının nereye
tahsis edileceği konusunda insan ve doğa haklarının garanti edilmesi
belirleyici olmalı. “İstikrar sağlama işlevi” ile ilgili olaraksa maliye
politikası, insan ve doğa üzerinde olumsuz etki yaratan iktisadi döngüleri
yumuşatabilmeli, iktisadi krizleri önleyebilmeli. İnsan ve doğa hakları
perspektifinden, istikrar işlevi aynı zamanda toplumsal istikrar ve barışın
sağlanması olarak da anlaşılmalı. Devletler doğayı gözeten yeşil yatırımlar ve
eğitim ve sağlık alt yapısını güçlendiren yatırımlarla istihdam yaratmalı,
güçlü sosyal koruma programlarını fonlayarak insanları kriz ve döngülere karşı
korumalı.
Kerela
kooperatif bankacılığı: yeni kolektif finansmanın başarılı örneği
Kolektif finansman modelini bir örnekle kısaca
açıklayalım. Hindistan merkezi devleti “Hindutva Faşizmi” olarak da
adlandırılan bir otoriter devlet biçimi örneği sergilese de, ülkenin federatif
yapısı altında Kerela gibi (2) bazı yerel yönetimlerde kooperatif bankacılığı
biçimindeki kolektif finansmanın ve üretim örgütlenmesinin en çarpıcı
örneklerine rastlayabilmek mümkün.
‘Kerala Yerel Yönetim Bölgesi’nin 11 binden fazla
kooperatifi mevcut. Bu kooperatiflerdeki çalışan işçilerin sendikalaşma oranı
oldukça yüksek ve kolektif finansman ve yerel yönetimler desteğiyle bu
kooperatifler son derece başarılı bir biçimde faaliyetlerini sürdürüyorlar. Örneğin
Kerela’da son 20 yıldan bu yana ‘Aile Refahı Programı’ (Kudumbashree) başarılı
bir biçimde uygulanıyor. Bu programın sayıları 4,3 milyonu bulan yoksul kadın
katılımcısı var ve bu kadınlar 275 bin komşu kolektifte örgütlenmiş durumdalar.
Bu şekilde tarım sektöründe yaklaşık 320 bin kadının hayatını kazandığı ileri
sürülüyor.
Uygulamada, bu kadınlar küçük gruplar halinde kendilerine
en yakın kooperatiflere ait arazileri seçiyorlar ve bu arazilerde pirinç, meyve
ve sebze yetiştiriyorlar. Makine, tohum ve teknik eğitim desteğinin yanı sıra,
gübre ve toprak kiralamasında kullanılmak üzere sayıları 980’i bulan ve 1
milyar doları aşkın mevduata sahip bulunan kooperatif banka şubesinden çok düşük
faizli kredi kullanabiliyorlar. Kendi geçimleri için üretim yaptıkları gibi, üretimlerinin
fazlasını pazarlarda satıp para kazanıyorlar.
Böyle bir ‘dayanışma ekonomisi’nin ardında önemli politik
bir irade mevcut: Bölgedeki sol partilerin ve toplumsal hareketlerin koalisyonu
konumundaki Sol Demokratik Cephe. Şu anda yerel devleti yöneten bu güç, merkezi
Modi Hükümeti’nin koymuş olduğu mali kısıtları aşabilmek, Kerala’nın mevcut
kooperatif bankalarını daha da güçlendirebilmek ve 1,647 adet Ziraat
Kooperatifi Kredi Topluluğu’na hizmet verebilmek için çok daha büyük bir
kooperatif bankası kurmayı hedefliyor. Bu banka ayrıca çok daha yoksullara
temel, yaratıcı ve karşılanabilir bankacılık hizmetleri de sunmayı planlıyor.
(3)
Şu ana kadar Bölgedeki sol partiler, işçi
sendikaları ve toplumsal hareketler, başarılı
bir biçimde kooperatiflerin, sosyal koruma programlarının ve işçi haklarının
korunarak devamını sağlayabildiler.
Neo-liberalizmin bütün tehditlerine rağmen işçi
kooperatifleri başarılı oluyorlar. Birçok kooperatif, finansman ağı, yerel
yönetimler, üretici piyasaları aracılığıyla birbiriyle bağlantılı durumda.
Dayanışma ekonomisini geliştirmek için bir hareket altında birleştiler.
Kurdukları Uralungal Emek Sözleşme Kooperatif Topluluğu (ULCSS) Asya’nın en
büyük yapı kooperatifi ve 3 bin işçi ortağı var. Elde edilen kâr işçiler
arasında dağıtılıyor ve işçi ücretlerinin dışarıya göre yüzde 30 daha yüksek
olduğu ileri sürülüyor. Yerel yönetimden alınan işler toplam işlerin yarısından
fazlasını oluştururken, yerel yönetimler ayrıca makine alımı için düşük faizli
kredi sunuyor. ULCSS toplumsal sorumluluk da üstleniyor. Örneğin 2018 yılında yaşanan
sel felaketinde 300 gönüllüyü mobilize ederek sadece dört günde bin ev
yaptırarak, Kudumbashreli kadınlar 100 bin evi temizleyerek ve 1 milyon dolar
bağışta bulunarak çok büyük bir dayanışma gösterdiler (bu bağış Bill ve Melinda
Gates Vakfı’ndan yapılan bağışların iki katı düzeyinde). (4)
Kolektif finansman modeli olarak “sosyal varlık fonu” / “yurttaş varlık fonu”
Finansman alanında böyle orta ve uzun vadeli dönüşümler
hedeflenirken, aynı zamanda, bugünden dayanışma fonu biçiminde bir ‘sosyal
varlık fonu’ kurulabilir ve ihtiyaç duyulan temel kamusal hizmetler bu fon
tarafından finanse edilebilir. Bu fonun finansman kaynağını Covid-19 ile
birlikte ortaya çıkan kazançların vergilendirilmesi anlamına da gelecek olan ve
bir tür servet vergisi öncülü niteliğindeki bir ‘dayanışma vergisi’
oluşturabilir.
Böyle bir vergi sosyalist bir politika aracı
olmadığı gibi, emek sömürüsünü de tamamıyla ortadan kaldırabilecek bir araç
değildir. Sadece Covid-19 ile birlikte ülke ekonomisinde ortaya çıkan devasa
finansal deliği kapatma konusunda geçici bir çözüm olabilir. (5)
Daha ileri ve kalıcı bir seçenek olarak, yurttaşların
ortak mülkiyetine ait bir ‘yurttaş varlık fonu’ kurulabilir. Bu fon
yatırımlarını, oranı yükseltilmiş kurumlar vergisi ve servet vergisinden sağlayacağı
vergi gelirleriyle finanse edebilir. Böyle bir fon aracılığıyla, gelir eşitliğini
sağlayacak ve gelecek kuşakları gözetebilecek sosyal harcamalar finanse
edilebilir.
Artan oranlı bir vergileme ile finanse edilmiş bir ‘yurttaş
varlık fonu’, kalıcı bir yatırım fonu olarak, kamusal, bireysel ve kurumsal varlıklardan
daha fazla toplumsal değer yaratmanın ilerici ve kapsayıcı bir yoludur.
Devletten özerk bir biçimde doğrudan yurttaşlar tarafından ve şeffaf bir
biçimde açıkça belirtilmiş hedefler doğrultusunda yönetilebilir. (6)
Topluluk
mülkiyeti, kooperatifler ve dayanışma ekonomileri
Bu ve benzeri sosyal fonlar kooperatif ve dayanışma
ekonomileri için bir temel oluşturabilirler. Böylece işçi, çiftçi, konut,
tüketici, gıda gibi her türden kooperatif ve komün ile yerel ekonomiler ayağa
kaldırılabilir, kooperatif bankalar kurulabilir, iklim yıkımına karşı yeşil
projeler hayata geçirilebilir.
Kısaca, piyasacı kâr maksimizasyonu ve merkezi
devlet koordinasyonuna dayanan eski işletme modelleri miadını dolduruyor. Egemen
sınıfların Covid-19 Salgını, ekonomik kriz ve iklim yıkımı karşısında şu ana
kadar sunduğu seçenekler ise çıkmaza girmiş durumda. Yani iklim krizi ve
Covid-19’un neden olduğu sorunlarla egemen sınıflar artık baş edemiyor, ulus
devletlerse faturayı emekçilere keserken, giderek daha da otoriterleşiyorlar.
Bu nedenle, solun, emek, demokrasi ve özgürlük güçlerinin,
kadın hareketlerinin, doğa dostu hareketlerin süratle, radikal alternatif
ekonomik modelleri ve bunları hayata geçirebilecek yeni kolektif finansman ve
üretim-dağıtım stratejilerini geliştirmesi ve bunları tüm toplumla buluşturması
gerekiyor.
Merkezi otoriteden özerk topluluklar doğrudan
demokrasiyi deneyimledikçe çok daha iyi yönetilebilirler. Böyle bir demokrasi aynı
zamanda çalışma hayatında ve işyerlerinde de uygulanmak zorundadır. Eğer sorunu
emekçiler kendi perspektiflerinden çözmezlerse her şeyin patronların istediği biçimlerde
sonuçlanması kaçınılmazdır. (7)
Bu bağlamda topluluk-işçi mülkiyetine dayalı yerel
demokrasiyi merkezine alan yeni düşüncelerin ve pratiklerin incelenmesi son
derece yararlı olabilir. Bunlardan biri topluluk mülkiyetine dayalı sistemlerin
hem ideologlarından, hem de ABD’deki uygulayıcılarından olan Gar Alperovitz’in topluluk
mülkiyeti ile ilgili çalışmaları ve önerileri.
Alperovitz’e göre, günümüzde bir topluluğun sadece yüzde
55 - 60’ı artık ücretli işçi konumunda çalışırken, kalanı kadınlar, ücretsiz
bakım işçileri, gençler, yaşlılar, hasta ve engellilerden oluşturuyor. Bu
bağlamda, bugünün işçi, çiftçi, tüketici kooperatifleri, semt şirketleri,
toprak-arazi vakıfları, belediyelerin enerji ve geniş band sistemleri gibi
topluluk ve işçi mülkiyeti karması niteliğindeki uygulamaları, İsrail
Kibutzları, Komün-ism, Rus tarımsal örgütlenmeleri (kolektif komünal yapılar)
ve Paris Komünü gibi tarihteki alternatif topluluk yapılanmalarının bugünkü
karşılığıdır. (8)
İspanya’dan,
Çin, Vietnam, ABD ve Birleşik Krallık’a alternatif topluluk yapılanmaları
Topluluk mülkiyetini esas alan dayanışma
ekonomilerinin başka örnekleri de mevcut. Örneğin, İspanya’da 1959 yılında Caja
Laboral Popular adlı bir işçi bankası kuruldu. Bu banka Mondragon kentindeki
kooperatiflerin gelişimini finansal olarak destekledi ve sonrasında bu model
tüm Bask ülkesine kadar yayıldı. Çin’deki müthiş gelişmenin ardındaki faktör
sanıldığı gibi doğrudan yabancı sermaye yatırımları değil, 1980’lerden bu yana
kır ve kentlerde kurulmuş olan kredi kooperatifleri. Çünkü bunlar yerel
yönetimlere ait kasaba ve köylerdeki girişimlere büyük miktarda kredi verdiler.
Vietnam da Çin modelini izledi ve 2017 yılında binden fazla Halk Kredi Fonu’nu
kurdu. Bu şekilde 2,8 milyon insan sisteme katılırken, 63 kent ve diğer yönetim
biriminin 56’sı bu ağa dâhil oldu. Bu
fonlar Vietnam’daki kırsal sanayileşme ve KOBİ gelişiminin temelini
oluşturdular. (9)
Cleveland Kooperatifi (ABD) ise ticari bir işçi
kooperatifi niteliğindeki; hastane çamaşırhanesi olan, güneş enerjisi panelleri
kurulumu ve diğer ekolojik projelere sahip bir kolektif zenginlik kooperatifi.
Güvenli istihdam, ortaklaşma ve işçiler arasında kâr paylaşımı sağlıyor. Keza Birleşik
Krallık’taki Preston kooperatifi (bugün zor durumda olsa da), 2013 yılından bu
yana 138 milyon dolarlık gelir ve 4 bin kişiye yaşam ücretli istihdam sağladı,
yerel hastaneler ve eğitim kurumları işletti. Böyle kooperatif
örgütlenmelerinin ortak noktası toplum için faydalı mal ve hizmetler üretmeleri.
(10)
Vergi
sisteminde radikal değişikliklere ihtiyaç var!
Kuşkusuz para, finans/kredi sistemine ilişkin olarak
yukarıdaki alternatifi tamamlar nitelikte bir radikal bir vergi sistemi
değişikliği ve buna uygun politikalar da gerekiyor.
Bu bağlamda, Türkiye’de, öncelikle Gelir Vergisi
tarifesinin dik artan oranlı bir biçimde düzenlenerek, yani hem gelir
dilimlerinin sayısının artırılması (örneğin 6-7 basamak), hem de bunlara denk
düşen oranların giderek büyüyen bir biçimde yükseltilmesi (yüzde 60’a kadar),
tarifenin ilk dilimine denk düşen oranın düşürülmesi ve yaşanılabilir bir ücret
düzeyinin vergi dışı tutulması gerekiyor.
Tarife böyle belirlenirken, sermaye geliri elde
edenlere sağlanan cömert muafiyet, istisna ve indirimlere de son verilmeli. Bu
yolla hem faiz, kâr payı ve yüksek düzeyde kira geliri elde edenlerin daha
yüksek oranda vergilendirilerek yeni kaynak yaratılması, hem de işçilerin,
emekçilerin üzerindeki dolaysız vergilerin yükünün azaltılması mümkün olabilir.
Benzer bir biçimde Kurumlar Vergisi oranı yüzde 35’e
yükseltilmeli, gerekirse büyük ve küçük işletmeler için iki farklı vergi oranı
uygulanmalı, ancak bu verginin kapsamındaki muafiyet ve istisnalar, indirimler
asgaride tutularak vergi kayıpları önlenmeli. Vergi cennetlerine kaçışı
önleyecek önlemler alınmalı.
Bu noktada kuşkusuz uluslararası bir düzenlemeye de
ihtiyaç var. Azgelişmiş ülkelerin aşağıya doğru vergi yarışı anlamında, yıkıcı
vergi rekabetine zorlanmamaları ve bu vergiden yeterince gelir sağlayabilmeleri
için uluslararası düzeyde bir asgari kurumlar vergisi uygulaması gerekiyor.
(11)
Artan
oranlı ve kalıcı bir servet vergisi
Son olarak, artan oranlı, kalıcı bir servet vergisi, hem Covid-19’un neden olduğu (başta aşı üretimi
olmak üzere) sağlık ve eğitimle ilgili olarak ortaya çıkan ek hizmetlerin
gerektirdiği finansmanı sağlayabilecek, hem derin yoksulluğa karşı halkı
korumak için gerekli olan “Temel Gelir Güvencesi” gibi bir programı finanse
edebilecek, hem de gelir ve servet dağılımı eşitsizliklerini azaltmaya yardımcı
olabilecek bir içerikte tasarlanmalı.
Çünkü servet vergisi vergilemede adaletini sağlama
konusunda en doğrudan etkiye sahip bir vergi. Bu vergi ile ciddi düzeyde vergi
geliri sağlanabildiği gibi, servet
dağılımını eşitleyici bir etki de yaratmak mümkün. Teknik olarak uygulanmasının
önünde her hangi bir engel yok, böyle bir verginin uygulanması sadece ekonomi politik
bir tercih konusu. (12)
Bir başka deyimle, böyle bir vergi; hem, özellikle
de Covid-19 ile iyice artan, toplumsal ihtiyaçlar için gerçek bir kamusal
finansman kaynağı oluşturacak, hem de yeniden bölüşüm aracı olarak kullanılarak
yoksulluk ve gelir adaletsizliğinin azaltılmasına hizmet edebilecek türden bir
vergi. Aynı zamanda servetin belli ellerde yığılmasını önleyerek demokrasideki
aşınmayı önleyebilecek özelliklere sahip bir vergi.
Servet
vergisinin konusunun ve matrahının belirlenmesi
Artan oranlı servet vergisi (genel olarak) hem
finansal, hem de finansal olmayan servetleri kapsayacak bir biçimde, belli bir
miktardaki net servet muafiyet eşiğinin üzerindeki finansal servetlerden başlamak
üzere, yüzde 1’den başlayan ve giderek yüzde 10’a kadar çıkan oranlarda tasarlanarak
uygulanabilir.
Verginin konusunu oluşturan servet; piyasa
fiyatlarıyla, borçlar düşüldükten sonraki net finansal ve finansal olmayan
servettir. Banka mevduatları, devlet bono ve tahvilleri, borsadaki paylar, özel
emeklilik fonlarının getirileri, sermaye şirketlerindeki hisseler, kâr payları,
adi ortaklıklardaki paylar, patentler gibi entelektüel mülkiyet haklarının
getirileri, emlak, gayrimenkul, bina, rezidans, arazi-arsa, makine,
ekipman, gibi fiziki servet unsurları da
servetin konusuna dahil edilebilir.
Gelecekte elde edilmesi beklenen ücret gelirleri,
emeklilik ödemeleri ya da devlet yardımları bu verginin konusunun dışında
bırakılırken, vakıflar gibi kâr amacı gütmeyen kuruluşlara ait maddi varlıklar
da servetin konusuna dâhil edilmeli. Bu vakıflara ait varlıklar şeffaf bir
biçimde ortaya konulabilmeli, resmi kurumlar arası bilgi paylaşımı ve üçüncü
taraflara raporlama sağlanabilmeli.
Net servetin bulunabilmesi için düşülmesi gereken
borçlar ise uzun vadeli konut kredilerine ait borçlar, ticari kredilerden ve tüketici
kredilerinden doğan borçlar (otomobil kredisi, kredi kartı borcu gibi) ve
öğrencilerin öğrenim kredisi borçları gibi borçlardır.
Böyle bir verginin matrahı net finansal ve finansal
olmayan servetlerden borçların düşülmesinden sonraki kalan kısımdır. Yani bireyin
ya da ailenin servetidir ve belli bir muafiyet eşiğinden sonra hesaplanır. Ancak
borçlar düşülürken muafiyet sınırına dikkat edilmeli. Vergi matrahı servetin
piyasa değerleriyle uyumlu olmalı, yani varlığın gerçek piyasa değerini
yansıtmalı ve artan oranlı olarak düzenlenmeli.
Sadece
en zenginler ödemeli
Vergi tasarlanırken; eğer hali hazırda ülkede geniş
tabanlı bir gelir vergisi uygulaması mevcutsa, muafiyet eşiği yüksek tutularak
yalnızca en zenginler (verginin oranı da sermaye kaçışlarına neden olmayacak biçimde
belirlenerek) vergilendirilmeli. Geniş tabanlı gelir vergisi yoksa muafiyet
sınırı düşük tutulabilir. Eğer tüm vergi sistemi progresif hale getirilmek
isteniyorsa ve net servet vergisi geniş tabanlı gelir vergisi ve /veya servet
transferi üzerinden alınan vergilere tamamlayıcı olarak alınıyorsa, vergi artan
oranlı olarak tasarlanmalı. (13)
(Böyle bir verginin uygulanmasında esas alınacak
servetler ve buradan sağlanabilecek kamu geliriyle ilgili olarak, Türkiye’deki
servetin büyüklüğü ve dağılımını anlatan bir önceki yazımız yol gösterici
olabilir).
Ancak, servet vergileri yapıları gereği politik zorluklara
ve engellemelere çok açık vergiler olduğundan, bu müdahaleleri asgaride
tutabilmek için muafiyet eşiği yeterince yüksek tutulmalı, likidite sorunu
yaşayanlar için vergi taksitli olarak ödenebilmeli.
Buna karşılık matrahı erozyona uğratacak işlemlere
izin verilmemeli, vergi kaçırmaya karşı sert önlemler alınmalı, özellikle de
sermaye hareketlerini kontrol altına alacak, böylece vergi sonrasında
servetlerin yurt dışına çıkartılmasını önleyecek yasal düzenlemeler mutlaka
yapılmalı.
Servet vergisi topluma iyi anlatılmalı
Son olarak, böyle bir vergi topluma sunulurken,
toplumun servete bakışı dikkate alınmalı. Bu bağlamda, amaç en tepedeki
zenginleri vergilendirmek olmasına rağmen,
verginin mükellefi olamayacak düzeyde düşük servet sahiplerinin ya da
sıradan insanların tepkilerini yumuşatacak önlemler alınmalı. Verginin
tasarlanmasının öncesinde kamuoyu araştırması yapılmalı.
Bu konuda (2019 Aralık-2020 Haziran tarihleri
arasında) Birleşik Krallık’ta bir grup akademisyenin sahada yürüttükleri bir
çalışmanın bulguları son derece yol gösterici ve uyarıcı olabilir. Buna göre
(14):
• Halk, vergi sisteminin işleyişini tam
olarak kavrayamasa da, vergiden kaçınma ve
vergi kaçırmadan nefret ediyor. Bu nedenle de servet vergisi savunulurken
zenginlerin bu tutumları ön plana çıkartılmalı.
•İnsanlar kemer sıkmadan bıkmış durumda. Ayrıca Covid-19
Salgınının kamusal hizmetlere olan ihtiyacı artırdığına inanıyorlar. Bu
bağlamda kamu parasının harcanma şekli ile ilgili endişeleri olsa da, halk
topluma dönük iyi nitelikli kamusal hizmet sunulabilmesi için daha yüksek
oranda vergi alınmasını destekliyor.
•Halk zenginlerin daha fazla vergi vermesini yüzde
74 oranında doğru buluyor. Muhafazakâr Parti seçmenleri dahi, yüzde 46 gibi
azımsanamayacak bir oranda, Covid-19’dan sonra daha yüksek vergi alınması gerektiğine
inanıyor.
Fransa’da halkın yüzde 76’sı, Kanada’da yüzde 79’u,
ABD’de yüzde 64’ü servetin vergilendirilmesi gerektiğine inanıyor. Kanadalı
muhafazakârların yüzde 64’ünün ve ABD’li muhafazakârların yüzde 54’ünün servet
vergisi alınmasını destekliyor olması böyle bir verginin hayata
geçirilebilmesini güçlendiriyor.(15)
Gelecek
kaygısı servet sahibi olmayı meşru kılıyor
Diğer yandan Birleşik Krallık’taki çalışmanın
uyarıcı nitelikte başka bulguları da söz konusu. Servet vergisi tasarlanırken
bunlara özellikle dikkat edilmesi gerekiyor.
Örnek olarak, insanlar büyük çoğunlukla, bir yandan topluma
katkıda bulunmayan, servetlerini vergi cennetlerinde tutan zenginlere tepki
gösterirken, diğer yandan servet sahibi olmayı etik olarak doğru buluyorlar.
Çünkü kendi çocuklarının gelecekte sıkıntı çekmesini istemiyorlar. Ayrıca, özellikle
hiç serveti olmayanlara, servetten kalıtsal olarak kötü bir şeymiş gibi söz
etmemek gerekiyor zira bu insanlar zenginlere imreniyorlar.
Bu nedenle de servet vergisinden sağlanacak
gelirlerin gelecekte hiç kimsenin sıkıntı çekmeyeceği, herkesin sosyal
güvenliğinin tam olarak sağlanabileceği bir sistemin kurulmasında kullanılacağı,
bu bağlamda kamu harcamaları ve vergilerin insani gelişimi ve toplumsal
ihtiyaçların karşılanmasını önceleyen bir toplum yaratmada ne denli önemli
olduğu vurgusu yapılmalı.
Yani insanların kendilerini tam güvende
hissedebilecekleri bir toplum ve buna uygun sosyal güvenlik sisteminin
kurulmasında hem kamu harcamalarının, hem de servet vergileri gibi vergilerin
çok önemli bir rol oynayacağı, bu yüzden de servet biriktirme ihtiyacının
azalacağı bir toplumsal dönüşümün mümkün olabileceği ısrarla anlatılmalı.
Sonuç
olarak
Servet vergisi ile ilgili her şeyi halkın
anlayabileceği basitlikte, yalın bir dille açıklamak gerekiyor. İnsanların
vergiler konusundaki bilgileri kısıtlı olsa da, uygun bir dil kullanıldığında
ve uygun metaforlar seçildiğinde, servetin vergilendirilmesinin haklı
gerekçeleri rahatlıkla izah edilebilir.
Tarihte büyük savaşların ve krizlerin sosyal refah
sistemlerinin önünü de açabildiklerini hatırlamak gerekiyor. Covid-19 Salgını
da mevcut sistemin defolarını su yüzüne çıkardı, statükonun bozulmasına ve
değişimin başlamasına neden oldu. Bugün “evrensel temel gelirin” dünyanın birçok
ülkesinde yüksek sesle dillendiriliyor olması ve bunu da finanse etmeye dönük temel
araçlardan biri olarak servet vergilerinin gündeme getirilmesi tesadüf değil.
Yani Salgın sonrasında bizleri neyin beklediği asıl olarak bizlerin sürece
müdahil olup onu yönlendirmemize, örgütlü bir mücadele yürütmemize bağlı.
Özetle, bugün artık daha cesur ve radikal olmak
gerekiyor. Radikal olmak ise insanları umutsuzluğa inandırmaktan değil, umudu
mümkün kılmaktan geçiyor. (16) Mevcut düzenin adaletsizliklerini, kötülüklerini
teşhir etmek yetmiyor, ona karşı halkın önüne yeni, ayağı yere basan
seçeneklerle çıkmak ve bu seçenekleri de umutlu bir dil ile topluma sunmak
gerekiyor. Kolektif bir kamu finansmanının bir aracı olarak servet vergisi bu
radikal seçeneklerden yalnızca biri.
Dip notlar:
(1) Grazielle
David, Pedro Rossi, Sergio Chaparro, “Human rights and fiscal policy: a
necessary link”, https://www.worldeconomicsassociation.org
(8 September 2020).
(2) Benny Kuruvilla, “Kerela’a web of
cooperatives: Advancing teh solidarity economy”, Public Finance for the Future
We Want, Amsterdam: Transnational Institute et al, (June 2019), s. 78-92, https://longreads.tn.org (9 Şubat
2021).
(3) Agm.
(4) Agm.
(5) https://morningstaronline.co.uk/article/f/one-trillion-reasons-windfall-tax
(28 December 2020).
(6) Lansley, S. and McCann, D., ‘Citizens’ Wealth
Funds: A powerful new economic and social instrument’, in Public Finance, agk, s.
47-61, https://longreads.tn.org (9
Şubat 2021).
(7) Antony McMullen, “ The pandemic we have to
have”, https://probonoaustralia.com.au
(2 June 2020).
(8) Michaela Collord, "The old ideas are
collapsing": an interview with Gar Alperovitz, https://www.opendemocracy.net (5 June 2020).
(9) Milford Bateman, “Towards community-owned and
controlled finance for local economic development”, in Public Finance, agk, s. 62-78, https://longreads.tn.org
(9 Şubat 2021).
(10) McMullen, agm.
(11)
Séverine Picard, “Fair corporate taxation:
why and how international tax rules need to be changed”, European Economic, Employment and Social Policy (ETUI) Policy Brief
No.14/2020.
(12) Emmanuel Saez, Gabriel Zucman, “Progressive
Wealth Taxation”, BPEA Conference
Drafts, September 5–6, 2019), s. 49.
(13) OECD Tax Policy Studies, The Role and Design
of Net Wealth Taxes in the OECD, No. 26, https://www.oecd.org
(12 April 2018).
(14) Tax Justice UK, Talking tax: How to win support for taxing wealth, https://www.taxjustice.uk (September 2020).
(15) https://wid.world/news-article/newsletter-february-2021
(12
Şubat 2021).
(16) Raymond
Williams, Resources of Hope, Culture,
Democracy, Socialism, Verso Books, 1989, s.118.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder