Biri
büyüdü, biri küçüldü, biri yeniden bulundu
Mustafa
Durmuş
6
Haziran 2021
Önce ekonomik büyüme, ardından da enflasyonla ilgili
iki müjdeli (!) haber paylaşıldı. İlki hızlı büyürken, diğeri küçülüyordu. İki
gün önce de yeni bir doğal gaz rezervi bulunduğu müjdesi verildi. İktidar
blokunun hızlı bir iniş yaşadığı bu süreçte ekonomide işlerin yoluna girmeye başladığı
algısı mı yaratılıyor? Yoksa ekonomide gerçekten işler nihayet rayına oturmaya mı
başladı?
Yeni rezerv bulunduğu haberlerinin daha önce de
yapıldığını bilerek onu bir kenara bırakalım ve resmi açıklamaları bir an için
doğru kabul ederek, enflasyondan başlayarak bu iki veriyi değerlendirelim.
Enflasyon göstergesi olarak kabul edilen Tüketici
Fiyat Endeksi (TÜFE) bu yılın Mayıs ayında, geçen yılın aynı ayına göre yıllık
bazda yüzde 16,59 artış gösterdi. Nisan ayında bu artış yüzde 17.14 idi. Yani
TÜİK’e göre dezenflasyon (enflasyonu azaltma) süreci başladı.
Diğer yandan, gıda ve alkolsüz içeceklerde bu oran
yüzde 17,4; sağlıkta yüzde 19,3 ve ulaştırmada yüzde 28,4 oldu. Sadece gıda ve
ulaştırmanın harcama bütçesi içindeki ağırlığının yüzde 41,4’ten fazla (1) ve
bu iki grup maldaki resmi enflasyon oranının ortalama yüzde 23 olduğu dikkate
alındığında, hissedilen enflasyonun
yüzde 38 daha yüksek olması gerektiği açık. Ayrıca et, tavuk, peynir gibi
ürünlerin, hem harcama bütçesi içinde göreli olarak yüksek bir paya sahip, hem de gerçekte fiyatları en fazla artan gıda
maddeleri olduğu düşünülürse, enflasyonun sadece yoksulu daha da yoksullaştırmadığı,
aynı zamanda orta gelirlileri de hızla yoksullaştırdığı ortada.
Gerçek
duruma ve teoriye uygun olmayan bir enflasyon düşüşü
Resmi verilerin gerçeği tam olarak yansıtmadığı
biliniyor. Zira sokakta, pazarda, markette ve mutfaktaki enflasyon resmi
enflasyonun çok üzerinde seyrediyor. Bu yaşanılarak deneyimlenen bir durum. Ancak
enflasyon hesabının bir de iktisatçıların bildiği bir teorik yanı var.
Şöyle ki bu bir yıllık süreçte kredi kullanımı, borç
geri ödeme ertelemesi ve vergi ötelemesi biçiminde ekonomiye verildiği ileri
sürülen toplam 524,3 milyar liralık bir finansal genişleme desteğinin (2) talep
yönlü olarak enflasyonu düşürmesi değil, artırması beklenir.
Hem Salgın yüzünden mal temininde (tedarikte)
yaşanan zorlukların, hem bu süreçte hızla yükselen döviz kuru ve faiz oranının,
yine bu süreçte asgari ücrete ve diğer ücretlere yapılan ücret zamlarının, hem
de giderek belirginleşen kuraklığın başta gıda fiyatları olmak üzere birçok mal
ve hizmetin üretim maliyetini artırması, bunun da maliyet yönlü olarak
enflasyonu düşürmesi değil, artırması beklenir.
Hala
OECD ülkeleri arasında en yüksek enflasyona sahip ekonomiyiz
Bunlara rağmen enflasyon düştüyse bunu bilimsel
açıdan izah etmek mümkün değil. Kaldı ki yüzde 17’ye yakın bir enflasyon ile
Türkiye hala OECD’nin en yüksek enflasyonuna sahip ülkesi rekorunu elinde
tutuyor. (3) Ayrıca Türkiye’deki enflasyon oranı Yükselen Asya Ekonomilerinin,
Yükselen Avrupa Ekonomilerinin ve Latin Amerika ve Karayipler Ekonomilerinin ortalama
enflasyonlarının iki ila dört katı daha yüksek. (4)
Gelelim büyüme verilerine. TÜİK bu yılın ilk
çeyreğinde geçen yılın aynı çeyreğine göre ekonominin yüzde 7 büyüdüğünü
açıkladı. İktidar bu verilerin doğruluğunda, ana muhalefet ise yanlışlığında
ısrar ediyor. Tartışma buraya sıkıştırıldığında meselenin özünü, yani
kapitalist büyümenin gerçekte ne olduğunu kavrayabilmemiz olanaksız. Bu yüzden
verilerin bir an için gerçeği yansıttığını kabul ederek büyüme verisini
değerlendirmeye başlayalım.
Dünya
büyürken, Türkiye ekonomisi de büyüyor
Öncelikle, tüm dünyanın Covid-19 Salgınının ikinci
yılından itibaren, aşılamadaki olumlu gelişmeler ve normalleşme adımları ile
birlikte hızla büyümekte olduğu bir gerçek. Nitekim IMF bu yıl küresel ekonomik
büyümenin yüzde 6 olmasını, OECD ise G20 ülkelerinin ortalama yüzde 6,3
oranında büyümesini öngörüyor. (5) Küresel ekonominin Covid-19 sonrası büyüdüğü
bir dönemde Türkiye ekonomisinin yıllık büyüme potansiyeli civarında (yüzde
5,5) (6) ya da biraz daha yüksek hızda büyümesi kadar normal bir durum yok. Buna
uygun olarak bu yılın ikinci çeyreğinde büyüme rakamı iki haneli olarak gelirse
şaşırmamak gerekiyor.
Büyümenin
kaynakları: İhracata dönük yatırımlar, tüketim harcamaları ve stok artışları
Harcamalar yöntemiyle büyüme verilerine
baktığımızda; bu büyümenin kaynaklarının sırasıyla; gayrisafi sabit sermaye
yatırımlarındaki artışın (yüzde 11,4), hane halkı tüketimindeki artışın (yüzde
7,4), ihracattaki artışın (yüzde 3,3) ve kamu tüketim harcamalarındaki artışın
(yüzde 1,3) olduğu göze çarpıyor.
Bu çerçevede, büyümede hem tüketim mallarına, hem de
üretim mallarına yönelik stok üretimindeki artışın (yüzde 5,2) ve imalat sanayi üretimindeki artışın
desteklediği ihracat artışının önemini vurgulamak gerekiyor. Başta Avrupa olmak
üzere büyük pazarların Çin’in tedarik zincirindeki öneminin göreli olarak
azalması yüzünden Türkiye gibi ülkelere tedarik için yönelmesi ihracat
artışının ardındaki en önemli etken.
Diğer taraftan, ihracat artışının ardında başka
gerçekler de söz konusu. Büyük ihracatçı şirketler tekstil, hazırgiyim gibi
ürünleri giderek küçük fason üreticilere ürettiriyor. Bu işletmelerin büyük bir
kısmı "merdiven altı" çalışıp kayıt dışı yabancı işçi istihdam
ediyor.
İhracatın
ardındaki gerçekler: Yoğun emek sömürüsü ve ‘yoksullaştıran büyüme’
Kısaca ihracat artışının gerisinde sadece Türkiyeli
işçilerin değil, büyük çoğunluğunu
Suriyeli göçmenlerin oluşturduğu, Afgan, Irak, İran, Nijerya, Senegal gibi ülkelerin
işçilerinin emeklerinin aşırı bir biçimde sömürülmesi yatıyor. Resmi asgari
ücretin yarısı kadar bir ücrete çalıştırılan bu işçiler sigortalı olarak çalıştırılmadıkları
için de hiçbir güvenceye de sahip değiller.
Piyasadan edinilen bilgilere göre, lojistik
kolaylıklarının yanı sıra, döviz kurundaki hızlı yükseliş ve yüksek işsizlik
gibi nedenlerle Çin’deki işçilik ücretlerinin dahi altına düşen ücretlere
çalışmak zorunda kalan Türkiye’deki işçilerin ortaya çıkardığı kârlı durum nedeniyle
Avrupalı firmalar Çin’den mal getirmek yerine Türkiye'yi tercih etmeye
başladılar.
İhracat artışının ülkeyi ‘yoksullaştıran bir
büyümeye’ neden olduğunun en somut göstergesi ise efektif döviz kurlarındaki
(REK) gerileme. Öyle ki geçen yılın
Nisan ayında 69.21 olan REK, bu yılın Nisan ayında 62.29’a kadar geriledi.(7) Yani ülke artık çok daha ucuza ihracat yapmak
durumunda kalıyor ki bu da kâr oranlarının düşürülmemesi için ücretlerin daha
düşürülmesi, doğa üzerindeki maliyetlerin iyice ihmal edilmesiyle sonuçlanıyor.
Milli
hâsıla hala 2019’un gerisinde
Ancak madalyonun diğer yüzünde başka gerçekler de var.
Öncelikle 2021 yılı ilk çeyrekteki yüksek büyümeye rağmen milli hâsıla düzeyi
hala iki yıl öncesinin (2019) aynı çeyreğinin gerisinde kaldı. Öyle ki, bu
yılın ilk çeyreği hane halkı tüketim harcamaları açısından yüzde 1,6; devlet
tüketim harcamaları açısından yüzde 11; gayrisafi sabit sermaye
yatırımları açısından yüzde 1,4 ve ihracat açısından yüzde 4,3 gerisinde kaldı.
Buna karşılık ithalatta yüzde 7 daha ilerisinde bulunuyor. Stoklar ise bu iki
yılda yüzde 400 arttı.
Büyüme verisine yönelik bazı eleştiriler, böyle bir
büyümenin istihdam yaratmadığına, gelir bölüşümü adaletsizliğini daha da
artırdığına ve yoksulluğu artırdığına odaklanıyor. Özellikle de ana muhalefet
partisi başta olmak üzere muhalefet partilerinin eleştirileri bu yönde. Bu
eleştiriler yapılırken, bu sorunların bir yönetim sorunu olduğu, ülkenin kötü
yönetilmesinin buna neden olduğu ileri sürülüyor.
Kapitalist
büyüme tam da bu…
Bu eleştirilerde doğruluk payı kuşkusuz var. Diğer
taraftan bu sorunların kapitalist üretim ve bölüşüm ilişkilerinin (sistemik) bir
sonucu olduğu gerçeği unutuluyor. Bunu görebilmek için antikapitalist olmak
gerekiyor ki resmi muhalefetin böyle bir konumda olmadığını biliyoruz.
Oysa kapitalist ekonomik büyüme (özellikle de son 40
yıldır) tam da böyle ortaya çıktığı gibi bir büyüme. Ona farklı anlamlar
yüklemek gereksiz. Yani kapitalist büyüme istihdam yaratmayan, tüm sınıf ve
kesimleri içermeyen, ekonomik refahı, geliri adaletli bölüştürmeyen, yoksulluğu
azaltmayan, buna karşılık, emeği, doğayı ve farklı kimlikleri daha da ezen
tahrip eden bir büyümedir.
Başka bir deyimle, kapitalist toplumda ekonomik büyüme
kapitalist sınıfın büyümesidir. Ekonomi büyüdüğünde kâr, rant ve servet de büyür.
Dolayısıyla kapitalist büyüme, bırakın emekçi sınıfların daha iyi bir duruma erişmesi,
toplumun büyük bir kesiminin refahının artması anlamına da gelmez.
Kayıt
dışı çalışma, devletin tüketim harcamaları ve askeri harcamalar artınca ekonomi
büyüyor
Daha somut konuşalım: Kayıt dışı işçi çalıştırılarak
sanayi üretimi ve ihracat arttığında ekonomi büyür. Devleti yönetenlerin lüks
tüketim harcamaları arttığında ekonomi büyür. Mafyanın işlettiği marinaların
gelirleri arttığında ekonomi büyür. Güvenlikçi politikalar nedeniyle yapılan
her askeri harcama ile ekonomi büyür. İş cinayetleri ve kadın cinayetleri
arttığında bunlar mahkemelere taşınır,
ekonomi büyür. KÖİ projeleri kapsamında yapılan, doğayı tahrip eden HES’ler
kurulduğunda, her yeni hava limanı yapıldığında ekonomi büyür. Bankalar kredi verdiğinde
ekonomi büyür.
Olsa
olsa ‘K tipi’ toparlanma olur
Kaynağı bunlar olan bir ekonomik büyümenin
emekçilere, halka, toplumun büyük bir
kısmına, doğaya her hangi bir faydası dokunmaz, aksine zararı olur. Nitekim bu
yılın ilk çeyrek büyümesinde emeğin milli gelirden aldığı pay yüzde 39’dan,
yüzde 35,5’e gerilerken, sermayenin aldığı pay yüzde 41,9’dan yüzde 45,8’e
yükseldi. Eğer bu büyüme bir toparlanmaya işaret ediyorsa bu olsa olsa ‘K tipi’
bir toparlanma, yani yoksul yoksullaşırken, zenginin daha da zenginleştiği bir
toparlanma olabilir.
Oysa işin merkezine sosyal ihtiyaçlarımızı ve doğadaki
kısıtları koymamız gerekiyor. Yani hiçbir insanın güvenli gıda, eğitim, sağlık
ve sosyal koruma gibi zorunlu mal ve hizmetlerden mahrum bırakılamayacağı, ortaya
çıkan refahın adil bir biçimde paylaşılacağı, bunu yaparken de varoluşumuzu
destekleyen ekosisteme zarar vermeyecek (iklim istikrarı, sağlıklı toprak gibi)
bir ekonomik sistemi kurgulamalıyız ve ekonomik büyümeyi bu kurgu çerçevesinde
ele almalıyız. Bizi var eden şeyler yok edildiğinde sonuçta bizim de yok
olacağımızın bilincinde olmalıyız.
Bu
büyüme sürdürülebilir mi?
Bu noktada yanıtı verilmesi gerekli bir diğer soru “böyle
bir büyümenin sürdürülüp sürdürülemeyeceği” sorusudur. Bu bakımdan yılın ikinci
yarısından itibaren Türkiye ekonomisinin bir mayın tarlasında ilerlemek zorunda
kalacağının altını çizmek gerekiyor. Yüksek bir büyüme gerçekleşse dahi, böyle
bir büyüme ekonominin yapısal sorunlarını çözemeyecek, hatta daha da
derinleştirecektir.
Mayın
tarlası
Bu mayınların başında; yüksek düzeydeki işsizlik ve
yoksulluğun yanı sıra, yüksek enflasyon, yüksek döviz kuru, yüksek cari açık,
yüksek faiz oranları, yüksek risk primi, özellikle de yüksek dış borç stoku ve
kısa vadeli borç düzeyi, bunlara karşılık Merkez Bankası’nın döviz
rezervlerinin eksi 60 milyar dolara kadar erimiş olduğu gerçeği geliyor.
Bu faktörler ülke ekonomisinin uluslararası sermaye
hareketleri karşısında kırılganlığını artırırken (ani duruş ve sermaye
çıkışları gibi), bir dış borç krizi ve ardından gelebilecek bir bankacılık
krizinin fitilini de ateşliyor olacaklar.
Uluslararası
raporlarda Türkiye liste başı
Avrupa Merkez Bankası’na göre, sermaye hareketleri
karşısında en kırılgan ekonomilerin başında Arjantin ve ikinci sırada Türkiye ekonomisi
geliyor.(8) Amundi (9) Salgının ikinci yılında küresel kırılganlıkların
azaldığını, ancak 19 ülkenin hala yüksek riske sahip bulunduğunu ve bunların
başında da Türkiye’nin geldiğini ileri sürüyor. D. Acemoğlu ise Türkiye
ekonomisinin bir krizin göbeğinde olduğunu ve TL konusundaki belirsizliklerin
iyi yönetilememesi ve şirketlerin içinde düştüğü borç geri ödeme sıkıntısının
bu krizi daha da derinleştireceğini iddia ediyor.(10)
ABD’nin büyük bankalarından Wells Fargo yükselen ve
azgelişmiş ülkelerde bu yüzyıldaki ekonomik büyümenin ne kadar canlı olursa
olsun, dış borçların artış hızına yetişebilecek düzeyde olmadığının, bu
bağlamda incelediği 62 ülke arasında 25’inin çok sıkıntılı olduğunun ve bunların
içinde de “en kırılgan beş ülkenin” kritik durumda olduğunun altını çiziyor. Bu
beş ülke: Arjantin, Şili, Endonezya, Türkiye ve Venezüella.(11)
Rapora göre, her ne kadar azgelişmiş ülkelerde hemen
bir dış borç krizi beklenmiyorsa da, bu olasılık en kırılgan beş ülkede ve
özellikle de risk sıralamasında en tepede yer alan Türkiye’de çok yüksek. Türkiye
dış borç yükü en yüksek ülkeler arasında ikinci sırada yer alsa da, dış borç
yükünün yanı sıra, riski tam olarak algılayabilmek için aşağıdaki verilere de
bakmak gerekiyor:
Borçların vadesinin kısalığı (kısa vade ödeme
güçlüğüne ve borcu borçla çevirme zorluğuna, bu yeni borçlanma maliyetlerinin
yükselmesine, bu da temerrüde kadar götürebiliyor), bu borçların ne kadarının döviz
cinsinden olduğu, borç servisinin ağırlığı (faiz oranları gibi), döviz ve altın
rezervlerinin durumu.
Tablo bu göstergeleri kullanarak ülkelerin dış borç
krizi riskini ortaya koymak amacıyla düzenlenmiş. Burada kırmızı renk en yüksek, sarı renk
ılımlı ve yeşil renk düşük derecede riski gösteriyor.
Fed
faiz artışına gidecek
Bu yılın ikinci çeyreği Fed’in başta faiz artırımı
olmak üzere, parasal sıkılaştırma hamlelerine sahne olabilir. Çünkü ABD’de uzun
zaman sonra ilk kez enflasyon yüzde 4’ü aşıyor. Faiz artışı da azgelişmiş
ülkelerin ulusal paralarının oynaklığını ya da kırılganlığını artıracaktır.
Bu bağlamda en kırılgan ulusal paranın başında TL
geliyor. TL’nin bu durumda olmasında hem yüksek cari açık, hem de politik
risklerdeki artışlar çok etkili (MB başkanlarının sıklıkla değişmesi, kurumlara
olan güvenin azalması gibi). Bu da onu liste başı yapmaya yetiyor. (12)
Batı
Türkiye’yi gözden çıkartır mı?
Bu sorunun yanıtı gelişkin ekonomilerin olası bir borç
krizinden ne ölçüde etkileneceğinde yatıyor. Azgelişmiş ülkelerde patlak
verecek bir dış borç krizinin gelişkin ekonomileri de hem ihracat gibi dış
ticaret üzerinden, hem de bankacılık riskleri üzerinden (kredi verme ve bu
ülkelerin borç senetlerini kağıtlarını satın alma biçiminde) etkileyecektir.
Bu bağlamda en kırılgan beş ekonomi (Arjantin, Şili,
Endonezya, Türkiye ve Venezüella) son derece önemli birer risk kaynağı
oluşturuyor. Avrupa ülkelerinin ihracatı içinde Türkiye ekonomisinin büyük
öneminin yanı sıra Avrupa bankalarının ülkede yüksek riskleri mevcut. Örneğin
İspanyol bankacılık sisteminin Türkiye’deki riski 65 milyar doları buluyor. Diğer
yandan ABD’nin bankacılık sektörünün toplam varlıkları devasa boyutta
olduğundan muhtemel bir borç krizi bu ülkeyi asgari düzeyde etkileyecektir.
Öyle ki bu ülkenin beş ülkedeki riski toplam bankacılık varlıklarının sadece
binde 5’i kadar. (13)
Özetle, emperyalist ülkelerin Türkiye’deki olası bir
borç krizine nasıl bakacakları ve bu doğrultuda bu ay toplanacak olan NATO
zirvesinde ikili görüşmelerin nasıl geçeceği (uluslararası sorunların ve
küresel risklerin nasıl ele alındığı kadar), bu ülkelerin Türkiye’deki finansal
ve ticari risklerinin büyüklüğüne de bağlı olacak.
Dip notlar:
(1)
TÜİK, Tüketici Fiyat Endeksi, Mayıs
2021, www.tüik.gov.tr.
(2) T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı, Kamu
maliyesi raporu 2021-1 (Mayıs 2021), s. 30.
(3) OECD, Economic Outlook, Volume 2021 Issue 1:
Preliminary version , No. 109, OECD Publishing, Paris, https://doi.org, May 2021, s. 34.
(4) IMF, World
Economic Outlook , Managing Divergent Recoveries, April 2021, s. 137; OECD,
agr., s. 13.
(5) IMF, agr., s. 8; OECD, agr., s. 13.
(6)
Orhun Sevinç, Ufuk Demiroğlu, Emre Çakır, E.
Meltem Baştan, “Potential Growth in Turkey: Sources and Trends”, March 2021, Working Paper No: 21/07.
(7) T.C. Merkez Bankası, TÜFE Bazlı Reel Efektif
Döviz Kuru (2003=100), https://www.tcmb.gov.tr
(5 Haziran 2021).
(8) European Central Bank, Financial Stability Review (May 2021).
(9) Amundi: Emerging
Market Charts and Views (May 2021).
(10) https://www.paturkey.com/news/prof-daron-acemoglu-turkish-economy-is-in-crisis
(31 May 2021).
(11) Wells Fargo, Do Developing Economies Have an External Debt Problem?, Part I: Which
Economies Are Most Vulnerable? (11 May 2021).
(12) Wells Fargo, Do Developing Economies Have an External Debt Problem?, Q2 Emerging
Market FX Vulnerability (11 May 2021).
(13) Wells Fargo, Do Developing Economies Have an External Debt Problem? Part II: Which
Creditor Countries Are Most Exposed? (19 May 2021).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder