“Hoş olmayan iktidar aritmetiği”: Halk enflasyon ve kur altında ezilirken ekonomiyi büyütmek
Mustafa
Durmuş
TÜİK
tarafından açıklanan büyüme verilerine göre, Türkiye ekonomisi üçüncü çeyrekte
(Temmuz-Ağustos-Eylül 2021) bir yıl önceki aynı çeyreğine göre yüzde 7,4
oranında daha fazla büyüdü.
Büyüme verisinin
açıklanmasının hemen ardından, devletin en tepesinden “ekonomideki büyüme
hızının beklentileri aşmasının aç kurtlar gibi bekleyenleri şaşırttığı, ancak büyümeyi
istikrarsız hale getirmek isteyenlere de izin verilmeyeceği” açıklaması yapıldı.
Yüksek büyümenin ardında ne var?
Kur ve
enflasyonun spiral halinde hızla yükseldiği bir anda, ekonomik büyüme hızının
yüksek çıkması iktidar için moral olsa da, ayrıntılar halka farklı şeyler
söylüyor.
Öncelikle
bu yılın ikinci çeyreği ile kıyaslandığında üçüncü çeyrekteki büyümenin hız
kestiği görülüyor. Çünkü bir önceki çeyreğe göre (Nisan-Mayıs-Haziran 2021)
büyüme oranı yüzde 2,7 olabildi. Bu da Kovid-19 salgınının neden olduğu
ekonomik çakılmayla ilgili olarak ortaya çıkan baz etkisinin giderek önemini
yitirmekte olduğunu gösteriyor.
Yüksek büyüme devam etmeyecek
Asıl merak
edilen konu ise 2022 yılında da ekonominin böyle yüksek bir hızda büyüyüp
büyüyemeyeceği. Bunun yanıtını OECD’nin dünya ekonomisindeki büyümeye ilişkin
bu yıl ve gelecek iki yıla ait tahminlerini içeren ve dün yayınlanan raporunda
bulabilmek mümkün.
Bu rapora
göre (1), Kovid-19 salgınının 2020 yılında dünya ekonomisinde neden olduğu
ciddi boyuttaki küçülme, hükümetlerce verilen devasa mali teşvikler sayesinde bu
yıl yerini pozitif büyümeye bıraktı.
Öyle ki örneğin bu yıl küresel ekonomi yüzde 5,6 oranında büyüyecek.
Ancak 2022 yılından itibaren bu hız yavaşlayacak ve 2022'de yüzde 4,5’e ve
2023’te yüzde 3,2’ye düşecek.
Enflasyon artışı endişesi
Bu rapor virüsün
yeni varyantının ekonomik toparlanma ve büyüme üzerindeki olası negatif etkilerini
dikkate almamış olsa da bir başka sorundan söz ediyor: Enflasyon artışı.
Raporda
artan enflasyonun endişe kaynağı olduğu, çünkü beklentilerin
istikrarsızlaşacağı ve bu bağlamda da ulusal merkez bankalarının verebileceği tepkiler
konusunda çok fazla belirsizlik olduğunun vurgusu yapılıyor. Enflasyonun 2021
sonu- 2022'nin başlarında zirve yapması, buna karşılık 2023 yılına kadar kademeli
biçimde yaklaşık yüzde 3'e kadar düşmesi (OECD’nin ortalaması olarak) bekleniyor.
Yüksek enflasyon iktidarın umurunda değil
Bu noktada
bizi endişelendirmesi gereken şey Türkiye’deki enflasyonun yüksekliği olmalı.
Çünkü resmi yüzde 20, gerçekte yüzde 40’ın üzerindeki enflasyonun 2022 yılında
da OECD ortalamasının kat be kat üstünde olacağı çok açık.
Üstelik
siyasal iktidar, izlemekte olduğu “düşük- faiz ve yüksek kur” politikasından da
açıkça belli olduğu gibi, enflasyonda bir
süredir yaşanmakta olan bu hızlı yükselişi pek dert etmiş gibi görünmüyor. Bir
yandan enflasyonun ezdiği kitlelere sabırlı olmalarını telkin ederken, diğer
yandan “asgari ücrete şu ana kadar yapılanın fevkinde bir zam yapacağı”,
öğretmen ve doktorların ücretlerinde iyileştirme sağlayacağı sözlerini veriyor.
Ancak bu
zamların enflasyonu daha da artıracağını, bunun da yapılan bu ücret zamlarını
kısa sürede eriteceğini bilmesine rağmen yapıyor. Başka yolu da yok zira halkın
hayat pahalılığı karşısında dayanma gücünün kalmadığı, bunun da kitlesel tepkilere
neden olduğunun farkında.
OECD verileri farklı şeyler söylüyor
OECD’deki
büyüme oranlarını gösteren aşağıdaki tablo ise TÜİK’in açıkladığı büyüme
verilerini (2) bir başka gözle değerlendirmemize imkân sağlıyor.
Öncelikle OECD Türkiye ekonomisinin, bu yılın sonu itibarıyla, toplamda yüzde 9 büyümesini bekliyor. Bu beklenti iktidarın beklentisiyle de uyumlu, hatta iktidar çift haneli bir büyümenin dahi olabileceğine inanıyor.
Peki, yüzde
9’luk bir büyüme yüksek bir büyüme midir?
Kesinlikle öyledir. Özellikle de Türkiye ekonomisinin gerçek büyüme
potansiyelinin yüzde 5 civarında olduğu dikkate alındığında bu oran oldukça yüksek
bir oran.
Yüksek büyüme Kovid-19 salgını sonrasıyla
ilgili bir durum
Bu yüksek
oranın istisnai bir şey olduğunu ve daha çok da Kovid-19 sonrası ile
ilişkilendirilmesi gerektiğini dünyanın diğer ekonomilerindeki büyüme
oranlarıyla kıyaslayarak görebilmek mümkün.
Çünkü
dünyanın başka ekonomilerinde de yüksek oranlı büyüme yaşanıyor. Bu büyük
ölçüde salgın sonrası ile ilgili. Öyle ki rapora göre normalde yüzde 2-4
arasında büyüyen Merkez Ekonomilerin bazıları da, yükselen ekonomilerin bir
kısmı da, bu yıl istisnai görülen yüksek hızlarda büyüyecekler.
Örnek
olarak, Avro Bölgesi yüzde 5,2; Britanya yüzde 6,9; Fransa yüzde 6,8; İtalya
yüzde 6,3 ve ABD yüzde 5,6 büyüyecek. Türkiye’nin de içinde yer aldığı G20’nin
bazı yükselen ekonomilerinin beklenen büyüme hızlarının ise şöyle olması
bekleniyor: Hindistan yüzde 9,4; Türkiye yüzde 9,0; Çin yüzde 8,1 ve Arjantin
yüzde 8,0.
Büyüme hızı gelecek yıl üçte iki oranında
azalacak
Yani dünya
ekonomisi Kovid-19 sonrasında rebound etkisiyle hızlı büyüyor. Bu nedenle de Türkiye
ekonomisinin yüzde 9 büyümesini, diğer ekonomileri geride bırakan, onlardan
ayrışan bir büyüme olarak değerlendirmemek lazım.
Asıl
odaklanmamız gereken şey ise 2022 yılının büyüme oranları olmalı. Çünkü dünya ekonomisinin
yüzde 4,7 büyümesinin beklendiği 2022 yılında, OECD’ye göre, Türkiye ekonomisi ancak
yüzde 3,3 büyüyebilecek. Yani ekonomimiz seneye bu yılki büyüme hızının ancak
üçte biri oranında büyüyebilecek. Bu da içinde bulunduğumuz 2021 yılı
büyümesinin istisnai bir büyüme olduğunu gösteriyor.
Ekonomik büyüme tek başına toplumsal refahın
göstergesi olamaz
Şu ana
kadar ekonomik büyümenin sadece nicel yönünü ele aldık. Öte yandan dünyada
ekonomik büyüme ve onun bir ifadesi olan “kişi başı milli gelir artışı” artık
tek başına bir ülkenin insanının ve toplumunun refahının artışının göstergesi
olarak kabul edilmiyor.
Çünkü böyle
bir kapitalist büyüme bir yandan doğayı tahrip ediyor, diğer yandan yeterli istihdam (özellikle de
nitelikli-güvenceli olan) yaratmıyor. Emekçilerin sefaletini, kadın ezilmişliğini, farklı ırk, etnisite, kimlik ve inançların
ötekileştirilmesi olgusunu ortadan kaldırmadığı gibi, ülkedeki mevcut
eşitsizlikleri daha da artırıyor.
Bunların
başında da kuşkusuz gelir eşitsizliği geliyor. Bu çok somut biçimde Türkiye’de
yaşanan son ekonomik büyüme sırasında yaşandı. Öyle ki yüzde 7,4’lük son yüksek
büyüme başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilere, toplumun çok büyük bir kısmına
fayda sağlamadığı, işsizliği azaltmadığı, yeni istihdam yaratmadığı gibi, yoksulluğu
daha da artırarak gelir bölüşümünü daha da adaletsiz bir hale getirdi. İşçilerin
milli gelirden aldığı pay (ekonomi bu
kadar büyürken) yüzde 30,1’den yüzde 29,8’e geriledi. (3)
Bir de buna
yüksek yüksek kurla beslenen yüksek enflasyonu ilave ettiğimizde halkın
sefaleti açıkça ortaya çıkıyor. Bu yüzden de yüksek ekonomik büyüme rakamının
arkasına sığınarak ekonominin, daha da önemlisi emeğiyle geçinmek durumundaki halkın
ekonomik durumunun iyi olduğunu söyleyebilmek mümkün değil.
Büyümenin motoru ucuz emek sömürüsüne dayalı
ihracat artışı
Kaldı ki bu
yüksek büyümenin ana sürükleyicisinin ihracat artışları olması da ayrı bir
sorun. Öyle ki bu çeyrekte ihracat yüzde 26’ya yakın arttı. Ancak Türkiye
ihracatının artışı beceri yoğun ya da teknoloji yoğun ürün ihracatı artışından
ziyade ucuz emeğe dayalı üretim artışından kaynaklanıyor. Böyle olunca da işçi
sınıfının bu ihracat artışından aldığı pay yok denecek kadar az oldu.
Bir başka
anlatımla, ihracat artışının gerisinde TL’nin aşırı değersizleşmesi ve çok
ciddi bir ucuz emek sömürüsü var. Çünkü asgari ücret 210 dolara kadar geriletilmiş
durumda. İhracatta yoğun olarak kullanılan sığınmacı emeğinin ücret olarak karşılığı
ise bunun ancak yarısı kadar. Böyle bir büyüme, sınırlı sayıda ihracatçı ve
benzeri sermayedarın daha da zenginleşirken, toplumu bir bütün olarak
yoksullaştıran bir büyüme olabilir ancak.
Reel efektif döviz kuru endeksindeki sert düşüş
Yüksek kur-ucuz emek sömürüsü ilişkisini
görebilmek için Merkez Bankası’nın açıkladığı reel efektif döviz kuru endeksindeki
(REK) müthiş gerilemeye bakmak yeterli olur. Zira Ekim ayında TÜFE bazlı REK
60,37’ye; Birim İşgücü Bazlı REK (2020 yılı sonunda) 57,16’ya kadar geriledi. (4)
Hatırlatalım, REK ülkeler arasındaki
göreli fiyat veya maliyet gelişimi hakkında bilgi içeriyor, dolayısıyla
ekonomilerin rekabet güçlerinin değerlendirilmesinde kullanılan anahtar
makroekonomik göstergelerden biri olarak kabul ediliyor.
Böylece bir ülkenin reel efektif döviz
kuru endeksi 100’ün üzerine çıkıyorsa, o ülkenin ulusal parası diğer paralar
karşısında değer kazanmaya, 100’ün altına düşüyorsa değer kaybetmeye başlıyor.
Ya da ilkinde aşırı değerli, ikincisinde değersiz ulusal paradan söz ediliyor.
Kısaca endeks çok düştüğünde, bu ülkede
üretilen ürünlerin çok ucuz fiyattan dışarıya satıldığı anlamına geliyor. Yani
hem ülke ekonomisi ciddi bir kan kaybına uğruyor, hem emek daha fazla
sömürülüyor, hem de doğa daha fazla tahrip ediliyor.
Emperyalist
sömürüyü artırırken ekonomide kurtuluş savaşı verilebilir mi?
Böylece yüksek
kurlar aracılığıyla bir emperyalist sömürü ortaya çıkıyor. Küresel kapitalist
sistemin işleyişine uygun olarak azgelişmiş ülkelerin emekçileri çok büyük bir
sömürüye ve dolayısıyla da değer kaybına uğruyor. Emperyalist ülkelerin
sermayedarları ise, hem diğer ülkelerin
işçilerinin emeğini, hem de doğal kaynaklarını gerçek değerinin çok altında
fiyatlarla elde ediyorlar.
Böyle bir
“eşitsiz değişim” altında azgelişmiş ülkeler (daha ucuz emek ve toprak, daha
fazla mali teşvik, düşük vergileme sunmak anlamında) birbirleriyle
yarıştırılıyorlar. Böylece değerinin çok altında fiyatlarla yaptıkları ihracat
yüzünden bu ülkelerin halkları daha da yoksullaşırken, ekonomileri daha
kırılgan ve krizlere yatkın bir hale geliyor.
Verimlilikler 1990’ların gerisinde kaldığında
ekonomi nasıl büyür?
Ayrıca birçok
iktisatçı Türkiye ekonomisinin bol ve ucuz işgücüyle değil, ancak özellikle de
küçük ve orta ölçekli işletmelerdeki işgücü verimliliğinin artmasıyla,
büyüyebileceği konusunda hemfikirler. (5)
Buna
karşılık ülkedeki toplam faktör verimliliği 1990’lardaki düzeyin dahi gerisine
düşmüş durumda. Bu da iktidarın benimsemiş göründüğü yeni bir büyüme stratejisi
olarak, işçilerimizin emeğini daha da ucuzlatma
yoluyla ihracat üzerinden ekonomik büyümeyi sağlamasının uzun vadeli olarak sürdürülebilmesinin
mümkün olamayacağını gösteriyor.
Kaldı ki, yabancı sermayeyi çekmek ve ihracatı artırmak
gerekçesiyle işçilerimizi dünyada en ucuz fiyattan pazarlanabilir bir meta
haline getirmenin insanımıza karşı işlenmiş en büyük suçlardan birini
oluşturacağı çok açık.
Yeni yatırım yoksa büyüme olur mu?
Son
olarak, büyüme verilerinde göze çarpan
bir diğer husus sabit sermaye oluşumunun son üç ayda yüzde 2,4 oranında
azalması. Bu durum yatırımcıların yeni yatırım yapmadığının bir göstergesi.
Bunda da hem artan döviz kurunun yatırım malı ithalatını pahalı hale getirerek
azaltması, hem de yatırımcının kâr beklentilerini düşüren ciddi belirsizlikler
çok etkili oldu. Böyle bir ortamda sürdürülebilir bir ekonomik büyümenin
sağlanabilmesi mümkün olamaz.
Özcesi,
1980’lerde iki Nobel ödüllü iktisatçı (Sargent ve Wallace) ekonomi literatürüne
“hoş olmayan monetarist aritmetik” adıyla bir tez kazandırmıştı. Bu tezlerinde
iktisatçılar ağır bir mali baskınlık altında para politikalarının işlevsiz
kalacağını ileri sürmüşlerdi. Bugün
Türkiye’de halk ağır bir enflasyon ve yüksek kurun neden olduğu yoksullukla
mücadele ederken ekonomi sanal olarak büyütülmeye çalışılıyor. Bu adil bir
durum olmadığı gibi sürdürülebilir de olmayacaktır.
Dip notlar:
(1) OECD Economic Outlook 110-Preliminary version (December
2021), https://doi.org/10.1787/66c5ac2c-en.
(2) TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, III. Çeyrek: Temmuz
- Eylül, 2021, https://www.tuik.gov.tr
(2 Aralık 2021).
(3) Agr.
(4) TCMB, Ödemeler Dengesi Müdürlüğü, https://www.tcmb.gov.tr (20 Kasım 2021).
(5) https://www.project-syndicate.org/commentary/new-growth-policies-for-developing-countries-by-dani-rodrik (11 October 2021).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder