“Toprağımızı
Vermiyoruz Mitingi” ve Demokrasi Cephesi
Mustafa Durmuş
1 Ekim 2025
Muğla'da gerçekleştirilen “Toprağımızı vermiyoruz”
mitingine coşkulu, kitlesel bir katılım sağlandı. Mitinge CHP Genel Başkanı
Özgür Özel, Muğla Büyükşehir Belediye Başkanı, DEM Parti, TİP, EMEP, SOL Parti
gibi siyasi partiler ve KESK gibi demokratik kitle örgütleri ve çevre örgütleri
de destek verdiler.
Mitinge katılanlar, 7554 sayılı Torba Yasa'ya ile
maden çıkartılabilmesi için binlerce zeytin ağacının kesilmesine karşı
çıkarken, aslında hava, su ve toprak gibi müştereklerimize de sahip
çıktıklarını ortaya koydular.
Sadece çevreci değil, aynı zamanda
demokratik
Aslında eylem sadece doğaya sahip çıkmakla sınırlı
değil, aynı zamanda demokrasiyi savunmakla da ilgiliydi. Çevreci bir eylem gibi
görünse de bu eylem, rejimin seçimli bir otokrasiden açık bir diktatörlüğe
doğru ilerlediği bir konjonktürde bunu durdurabilecek bir “demokrasi cephesinin”
ya da eski jargonla “faşizme karşı birleşik cephenin” oluşturulması anlamında
son derece önemli bir eylem olarak görülmelidir. Çünkü bu eylemde gençler,
kadınlar, köylüler ve işçiler hep birlikte yer aldılar.
Rejimin adını doğru koymak gerekiyor!
Bugün artık Türkiye’deki rejimi “neo-liberal
otoriterlik” olarak tanımlamak, özellikle de muhalefete karşı 19 Mart’tan bu
yana devam eden operasyonlardan sonra, yeterli değil. Bu nedenle de rejimi “seçimli-seçimsiz
otokrasi” ve/veya “yeni faşizm/geç faşizm” gibi bir açık diktatörlük olarak
adlandırmak daha doğru olabilir.
Eğer karşı karşıya olduğumuz şey bir sıradan
otoriterlik değil de açık bir diktatörlükse başta işçi sınıfının ekonomik-demokratik
ve politik örgütleri olmak üzere, rejimle çelişkisi olan her sınıf, her kesim
ve her bireyin bu olgu ile nasıl mücadele edeceği ve bunun yöntemlerinin neler
olabileceği üzerinde yeniden düşünmesi ve buna göre yeni örgütlenme biçimleri
arayışı içinde olması gerekiyor.
İşçi sendikalarına düşen görev
Gördüğümüz kadarıyla bu mitinge kamu emekçilerinin
örgütü olan KESK dışında özel sektörde örgütlü sendikalar katılmadı. Bu nedenle,
açık diktatörlüğe etkili bir şekilde karşı koyma konusunda işçi sendikalarına
düşen önemli görevler olduğunu hatırlatmak gerekiyor.
İşçi sendikaları ekonomik mücadelelerindeki
özerkliklerinden taviz vermeksizin, toplumun diğer kesimleriyle sürdürülebilir
koalisyonlar kurarak ekonomik, ekolojik ve siyasi talepleri birbirine bağlayabilir
ve böylece mücadeleye öncülük edebilir. Hayatı durduracak grevler, iş
bırakmaları ve genel grev gibi eylemlerle yoksul köylülere verebilecekleri bir
destek hem iktidarı hem de toprağımıza, ormanlarımıza ve su kaynaklarına
saldıran yerli ve yabancı sermayeyi durdurabilir.
Toplumsal Hareket Sendikacılığı
Hatta böyle bir strateji aynı zamanda işyerindeki
sorunlarla ülke genelindeki demokratik gerileme arasında yeni bir köprü kurabilir
ve tıpkı Tunus veya Mısır'daki demokratikleşme mücadelelerinde görüldüğü gibi,
potansiyel bir toplumsal hareket sendikacılığının da önünü açabilir.
Bu çerçevede işçi sendikalarının günlük sendikal
meselelerle daha geniş sosyal ve siyasal meseleler arasında net bağlar kurması
gerekiyor. Bunun gerçekleşebilmesi için, merkez sol (hatta liberal sağ partiler),
sosyal demokrat ve sosyalist partiler ve hareketler, demokratik kitle örgütleri
ve sivil toplum örgütleri ile olan iş birliği yenilenmeli, böyle iş birliği
yoksa derhal oluşturulmalıdır.
Sonuç olarak
Kapalı ya da açık diktatörlüğün konsolidasyonunu
önlemek acil bir gerekliliktir. Ekonominin farklı sektörlerindeki işçi
örgütleri, toplumsal hareketlerle sıkı bir iş birliği içinde çalışarak,
ihtiyacımız olan en geniş demokrasi cephesini oluşturmaya yardımcı olmalı ve
aynı zamanda böyle bir cephe içinde neo-liberalizm karşıtı bir öncü oluşum
yaratmalıdır.
Böyle bir oluşum, sadece müzakerelerle (yaklaşan
asgari ücret müzakereleri ve bütçe süreci gibi) ilgili çalışmalarda değil, aynı
zamanda kitlesel doğrudan eylemlerde ve seçim kampanyalarında da öncülük
edebilir ve iletişim kuramadığımız milyonlarca insanı da kapsamasını
sağlayabilir.
Özetle, geçen yüzyılda olduğu gibi faşizm ile
mücadelede reformistlerin düştüğü hataya düşmemek gerekiyor. Çünkü o dönemin
reformist partilerine göre, “işçi sınıfı faşizmle kavga etmek işini
üstlenmemelidir zira başarısız kalır. Kenara çekilmeli ve mütevazı bir biçimde
ve sessizce beklemeli, burjuva sınıf egemenliğinin kaplan ve aslanlarını
provoke etmemelidir. Sabırla, demokratça yol ve reformlarla ne kazanacağını
hesaplamalıdır”.
CHP’nin şu an ki görüntüsü, taktir edilecek bir tarzda,
kenara çekilmek ve seyretmek biçiminde değildir. Çünkü ülke genelinde 60’a
yakın kitlesel miting düzenleyerek bu kavgayı sürdürmeye çalışıyor.
Ancak bu mücadelede CHP’yi yalnız bırakmamak için başta
işçi sendikaları olmak üzere tüm ekonomik- demokratik sınıf ve kitle örgütlerinin
ve DEM gibi siyasal partilerin bu mücadeleye daha açık ve daha aktif olarak
katılması da gerekiyor.
Çünkü bu artık herkesi ilgilendiren bir demokrasi
mücadelesidir. Bu sağlandığında kötü gidişatı tersine çevirmek mümkün
olabileceği gibi sadece demokratikleşme değil de kalıcı bir barış da sağlanabilecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder